Zeytin Dalı 18 Mart'ta Afrin'e uzandı.
*
Selam olsun Afrin'e!
Selam olsun Mehmetçiğe!
Selam olsun inisiyatif alan iradeye!
Selam olsun Çanakkale, Afrin ve tüm şehitlerimize!
Selam olsun terörden canı yanmış, bedel ödemiş Anadolu insanına!
Selam olsun ülkenin geleceğine!..
*
Canı cehenneme bu ülkeye silah doğrultanların!
Canı cehenneme bu ülkede emelleri olanların!
Canı cehenneme Batı'nın ve ABD'nin taşeronluğunu yapanların!
Canı cehenneme terörü üzerimize salan emperyalist güçlerin!
Canı cehenneme teröre destek verenlerin!
Canı cehenneme yıllardır anamızı ağlatanların!
Canı cehenneme Mehmetçiğe Afrin'e giderken hop oturup hop kalkanların!
Allah'ın laneti ve lanetçilerin laneti terörden ekmek yiyen, terörden beslenen, terörden medet bekleyen, terörü destekleyenlerin üzerine olsun!.. 18.03.2018, Ramazan Yüce, Konya
18 Mart 2018 Pazar
Yetmişinden Sonra Evlenen Erkeklerin Dramı *
Kadınlar erkeklere göre daha uzun ömürlü olduğu bilinen bir
gerçek. Oranı ne kadar bilmiyorum ama hanımı ölüp de tek başına kalan erkekler çok
aramızda. Bu durumda olup hanımı ölür ölmez kıran kırana eş arayan erkeklerin
durumu, içler acısı hikayeleri filmlere konu olacak düzeyde. Çoluğu-çocuğu,
"Baba olmaz, geçti artık" dese de erkek dullarda kadın arayışı hız
kesmeden devam eder bu ülkede. Erkek arar, kadınlar olmaz, der. Hangi kapıyı
çalsa kapılar yüzüne kapanır. Çünkü kadınların çoğunun ya sosyal güvencesi
vardır, ya dul, ya da yaşlılık maaşı alır, bu yaştan sonra erkek kahrı çekemem,
der.
Sağlığı doğru dürüst el vermeyen, yürümekte ve nefes
almakta zorlanan çoğu yetmişlik/seksenlik torun ve torunun torunu sahibi
ihtiyar delikanlılar, araya araya bulurlar kendilerinden 20-30 yaş küçük bir eş
adayını. Kadını evlenmeye ikna etmek için kesenin ağzını açar: Evse ev,
arabaysa araba, paraysa para, bilezikse bilezik...mehir bedeli olarak kadına
verilir. Çiçeği burnundaki yeni damadımız ikinci baharımı yaşayacağım, günümü
gün edeceğim heyecanıyla evliliğe adımını atar. Çok istediğini Allah vermiştir.
Mutluluğuma bundan sonra diyecek yoktur derken ardı arkası kesilmeyen
sıkıntılar kendisine tebelleş olur. Kadın ya çeker gider, giderken de
erkekten tırtıkladığı para, pul ne varsa götürür gider, izini kaybettirir.
Sonra da uğraşır durur damadımız boşanmak için. Kadın ise, "Ben kocamı
seviyorum, boşanmak istemiyorum" diyerek işi yokuşa sürer. Yetmişinden
sonra evlenen kişilerin hepsinin durumu böyle değildir, mutlaka istisnaları
vardır ama çoğu huzursuz. Aşağıda 80 küsur yaşlarında eşini kaybetmiş bir
erkeğin dramında biraz bahsetmek istiyorum.
Eşi öldükten sonra evlenmek için didindi, üç-dört kadınla
görüştü. Sonunda biriyle evlendi, evlenirken oturduğu evi, eşinin üzerine
yaptırdı. Evi vermişti ama tapuya şerh koydurmuştu. İç halleri nasıldı bilinmez
ama bir duydum, evi boşaltmış, kayıplara karıştı bir ara. Kayıp diye oğlu,
savcılığa suç duyurusunda bulunur. Günlerce aranır ve taranır ama bir türlü
bulunmaz. Sonunda bizim damat, yeni evlendiği eşinin evinde bulunur. Kadın 15
gün boyunca çok sevdiği kocasını bir odaya kilitleyerek dışarı çıkmasına imkan
vermemiş. Kadın alttan girmiş, üstten çıkmış, evin üzerindeki şerhi kaldırtmada
eşini ikna etmiş ve haberi yokken emlakçı vasıtasıyla evi satmış. Kaybettiği
eşin yerine yeni bir eş alarak evlenen kişi evlendi ama yıllardır oturduğu evi de
elden gitmişti.
Yeni eşi, evi satmak suretiyle bir anda büyük bir servete
kavuştu. Parayı bir taraftan yiyip içerken altına da bir araba çekti. Keyfine
diyeceği yoktu. Kadı kızında bile bir kusur olacağına göre bu kadının da bir
kusuru vardı. Çünkü ehliyeti yoktu ve araba süremezdi. Bunun da yolunu buldu.
Gideceği, gezeceği yere damadı getirip götürüyordu. Kadın keyif çata dursun,
yıllardır evleneceğim diye tutturan ve evlenen,; evlenirken evini kaybeden
damadımız, huzur bulamadığı yerden uzaklaşarak huzur bulmak için soluğu
huzurevinde aldı. Şimdi aylığı beş yüz liradan huzurevinde kalırken bir
taraftan da avukat tutarak boşanacağım derdinde. Hanımı ise "Ben kocamı
seviyorum, boşanmayacağım" inadında. Ne de olsa ikinci baharını yaşıyor.
(Daha doğrusu biz öyle biliyoruz. Kaçıncı baharı bilinmez, kaç ocak söndürdü,
meçhul.) Çünkü adamın daha yenecek parası var. Ne de olsa hem yurtdışından hem
de buradan maaş alıyor. Yani çift maaşlı altın yumurtlayan bir koca. Adam
boşanır boşanmaya ama ömrü kifayet eder mi bilinmez. Oğluna göre "Parasını
önce hanımına yedirdi, şimdi de avukata yediriyor, bize bir kuruş
göstermedi" diyor.
Yazdığım bu durumu ayıpladığım anlamına gelmesin, Allah
kimsenin huzurunu bozmasın, yuvaları yıkılmasın. Örneklerine çokça
rastladığımız bu durumun daha fazla olmaması niyetim. Bu durumu yazdım ki
yetmişinden sonra evlenmek isteyenlerin dikkatli olması, yoğurdu üfleyerek
yemesi, huzur bulacağım derken huzuru mumla arar noktaya gelmemelerinin önüne
geçmektir. 18.03.2018, Ramazan Yüce, Konya
* 26/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 26/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Ödünç Alınan Kitabın Turşusunu mu Kuruyor Bazıları? *
Bugün Kültürpark'ta bulunan Konya İl Halk Kütüphanesine
uğradım. Açıldığı andan bugüne üçüncü gidişim. Konya'nın en işlek ve gözde
yerinde bulunan bu kütüphane, güzel bir işlevi yerine getiriyor. İçeride temiz,
sessiz ve müreffeh bir ortamda kitap okuma, ders çalışma, ödünç kitap alma
imkanı sağlıyor insanımıza.
Geleceğimiz adına sevindirici bir durum göze çarpıyor,
kütüphanenin salon ve koridorlarında gördüğümüz kişilerin kahir ekseriyetinin
öğrenci ve genç oluşu. Emsallerinin Zafer alanında ve Kültürpark'ta adımladığı
saatlerde bu gençlerimiz, kendilerini kapalı yerdeki kütüphane salonlarına
hapsetmiş. Bu kütüphaneyi şehrimize kazandıran Konya Büyükşehir Belediyesini,
içini kitapla donatan ve işleten Kültür ve Turizm Müdürlüğünü ve buradaki
imkanlardan faydalanan gençlerimizi tebrik ediyorum. Özellikle buradan faydalanan
gençlerimizin sayısının artmasını canı gönülden arzu ediyorum. Allah emeklerini
yağlı etsin, okuduklarıyla yaşamayı, bu ülkeye hizmet etmeyi Allah onlara nasip
etsin.
Her girişimde hayran kaldığım İl Halk Kütüphanesinin
işletilmesi konusunda ve buradan ödünç alınan kitaplar konusunda eleştirilerimi
dile getirmek istiyorum. Girişte bulunan bilgisayardan birinin başına geçerek
aradığım kitabın kütüphanede mevcut olup olmadığını öğrenmek için "Katalog
Tarama" ekranını kullandım. Aradığım kitaptan kütüphanede 9 adet kitap
olduğunu, fakat hepsinin ödünç alındığını, 15 günlük okuma süresini geçtiği
halde teslim edilmediğini gördüm. Teslim edilme süresini 3-5 gün geçmemiş, 2013
yılında teslim edilmesi gereken kitap bile teslim edilmemiş. Hepsinin üzerinden
kaç yıl geçmiş. Bu şekilde ödünç alınıp da teslim edilmeyen ne kadar kitap
vardır? Bunu bilse bilse oradaki görevliler bilir. Katalog taramadan önce
salonlardaki bir görevliden aradığım kitabı sorduğumda bir dokunup bin âh
işitmiştim: "Maalesef aradığınız kitap yok, ne kadar varsa hepsi ödünçte.
Süresi geçmesine rağmen teslim edilmedi. Üye olurken verdiği numarayı arıyoruz,
ya telefon kapatılmış, ya cevap verilmiyor, ya da kem-küm..." dedi. “Üye
olunurken depozite alsanız o gelmeyen kitapların hepsi gelirdi. Niçin böyle bir
yol izlemiyorsunuz?” dedim. "Bakanlık, para alınmasına karşı" dedi. “Para
almıyorsunuz, depozite üyelik kapatılırken geri verilir, raporlayın bu durumu,”
dediğimde "Bakanlık, paranın her türlüsüne karşı" dedi tekrar.
"O zaman gelecek diye bekleyin giden kitapları. Bizim Bakanlık da
okullarda Takviye ve Yetiştirme Kursu açtırır. Bu kurslar da bedava. Çoğu kimse
yazılır; devam etmez, devlet o kadar masraf eder, öğretmen 3-5 kişiye talim
eder" dedim, ayrıldım.
Gelelim ödünç kitapların geri getirilmeyip iç edilişine.
İçinizden "Yeter ki okusunlar, götürüp getirilmesin. Kitap dediğin bedeli
ne kadar, helâli hoş olsun" diyebilirsiniz. Ben sizinle aynı kanaatte
değilim. Mesele geri gelmeyen kitabın bedeli değil, emanet anlayışımızdır,
emanete gösterdiğimiz duyarlılıktır. Bugün üç kuruş bedeli olan kitaba tenezzül
eden, yarın eline fırsat geçerse nelere ihanet etmez. Biz gençlere kitap
okutmadan önce alınan bir emanetin zamanında geri verilmesini öğretmemiz lazım.
Etik ve ahlaki değerlerin onların davranışlarına sirayet etmesi için ne
yapmamız gerekir? Bunun üzerine kafa yormak gerek.
Kültür Bakanlığı veya bir başka bakanlık, yapacakları
hizmeti bedava yapma hastalığından veya iyi niyetinden vazgeçmeli her şeyden
önce. Bedava işin hizmeti olmaz, az veya çok bir bedeli olmalıdır. İlgili
Bakanlık, "Alınsın, okunsun, gerekirse kendisinin olsun, ben ihaleyle
yayınevlerinden yükler dolusu kitap alır, yine gönderirim, asla depozite de
olsa para alınmayacak" diyorsa ben de derim ki: "Siz kimin parasını,
kime ulufe olarak dağıtıyorsunuz, bir defa bulunduğunuz yerde millet adına amme
hizmeti yapıyorsunuz, harcadığınız her bir kuruş kendi cebinizden çıkmıyor, her
bedava hizmet, yol-su-elektrik olarak vatandaşa külfetli olarak geri döner. Bir
defa bulunduğunuz makam da milletin size verdiği bir emanettir, emaneti bu
şekil hoyratça kullanamazsınız. Eğer illaki hizmet diyorsanız o zaman
şehirlerde il halk kütüphanesi açmanıza gerek yok. Kim, hangi kitabı istiyorsa
olmazsa kitabı evine gönderin. Hem bu tipler kütüphaneye kadar gelip yorulmamış
olur. Ayrıca kütüphanede görev yapan onca görevliye maaş ödememiş ve binanın
masrafıyla yüz yüze kalmamış olursunuz.
Siz devlete bakmayın gençler! “İnadım inat,” der, yoluna
devam eder. Siz bari insafa gelin, o okumak ve geri vermek üzere aldığınız
kitapları geri getirin, evinizde durarak o kitaptan bir daha kimse
faydalanamaz, getirin ki bu kitaplardan ödünç almaya gelen niceleri
faydalansın. Evde tutarak o kitabın turşusunu da kuramazsınız... 18.03.2018,
Ramazan Yüce, Konya
* 24/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 24/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
17 Mart 2018 Cumartesi
Kanan Kanana Bu Ülkede *
Yaşım
elli beş. 80 öncesini pek bilmem. 80 sonrasına bugünden geriye doğru hafızamı
bir yokladığımda bu milletin kanında veya genlerinde kendinden ayrılmaz bir
şekilde babadan okula tevarüs eden kanma hastalığı var sanki. Çünkü kanan
kanana. Çok mu safız, kandıranlar mı çok zeki? Sanmam. Bizim saflığımız
salaklık derecesinde, üstelik müzmin.
Kimler
kandırmadı ki bizi! Banker Kastelli'sinden Parsadan'ına, holdinglerden
Jet Fazıl'ına, kontör dolandırıcılığından terörle mücadele adına kredi
çektirmeler/para kaptırmalar... Şimdi de sıcağı sıcağına Çiftlik Bank olayı
var. İç edilen para 550 milyondan bahsediliyor. Bu son olayın içerik ve
tokatlanma şeklini çok bilmiyorum. Doğrusu çok da merak etmedim. Çünkü vakayı
adiden oldu artık, kanıksadık. İşin garibi kananları ayıplamaya gelmiyor,
ilkokul mezunundan prof'una varıncaya kadar herkes kandırılıyor. Bugün başkası
kanıyor, yarın biz.
Yetkililerin onca uyarısına rağmen
bu kanma ve kandırılma niçin oluyor? Ya da millet kanarken bizim aynı zamanda
güvenlik ve huzurumuzdan sorumlu devlet denen aygıtın eli armut mu topluyor?
Armut toplasa yine gam yemeyeceğim. Görüntü, armut bile toplayamadığı şeklinde.
Kötülerle mücadeleye devletin gücü yetmiyor, devletin gücü sadece düzgün
vatandaşa yetiyor. Bu durumda devlet de en az vatandaş kadar saf. Şıp demiş
burnumuzdan düşmüş. Gerçi devletin saflığı kötülere karşı. İyi vatandaşa aslan
kesiliyor. Öyle zannediyorum Çiftlik Bank'ın sahibinden devlet bir kuruş vergi bile
almamıştır. Sen küçük bir işletme açmaya gör; vergi levhası, ruhsatı
vb. evrak için yetkilinin biri gelir, biri gider. Daha kazanmaya
başlamadan sana, sene sonunda ödeyeceğin vergiyi bile hesaplar verir.
Haydi diyelim ki devlet kötülerle
yeterince mücadele edemiyor. Ya vatandaşa ne diyelim? Hiç zorlama olmadan tıpış
tıpış gidip para veriyor benim açıkgöz geçinen ülkemin insanı sahtekarlara. Bu
kanan insanların açıkgözlülüğü de bana. Ben kandırmaya kalksam mümkün değil,
zırnık koklatmazlar. Ne olur, ne olmaz diye eşimizden, dostumuzdan
esirgediğimiz dişimizden-tırnağımızdan artırdığımız parayı tanımadığımız
paragözlere elimizle teslim ediyoruz. Öyle zannediyorum, oturduğumuz yerden
para kazanma hırsı var, bizdeki bu kanmanın arkasında. Terlemeden, çalışmadan
köşeyi dönme düşüncesi içimize işlemiş. Bunun başka türlü izahı yok. Kısa
yoldan köşeyi dönme tutkumuzu, yılbaşı yaklaşırken piyango bayilerinden milli
piyango bileti almak isteyenlerin kuyruğundan, her hafta oynanan TOTO ve LOTO
biletleri almak isteyenlerin iştahından daha iyi anlayabiliriz. Bu durum
rahatımıza düşkünlüğümüzü, emek sarf etmeden köşeyi dönme anlayışımızı
göstermektedir. Bizdeki bu tıyneti bilen sahtekârlara fazla iş düşmüyor, nasıl
kandırırız diye uzun uzadıya düşünmelerine bile gerek yok. Sadece ikna
kabiliyetlerini kullanmaları yeterli. Kanıncaya kadar kimse sesini çıkarmıyor,
çünkü herkes hayatından memnun. Sahtekarın kirli çamaşırları ortaya çıkınca
vaveylayı basıyoruz ardından. Tokatçılara kızarken biraz da kendimize kızsak
fena olmaz diyorum. Ne kadar kızsak da üzerine bir bardak soğuk su içmekten
başka çare yok.
Konya merkezli çok ortaklı
holdingler, 90'lı yıllarda mantar gibi çıkmaya başladığında çoğumuz koştu para
yatırmak için. Çünkü döviz bazında yüzde 30 kâr veriyordu. Kimse bu paranın
bolluğu nerede, siz bu parayı nasıl kazanıyorsunuz, demedi. Üzümünü yedi,
bağını sormadı. Çünkü görünen saadet zinciri hoşumuza gitmişti. Ne zaman ki
birbiri ardına battılar, biz isyanlara oynadık. Keşke başkasına isyan ederken
biraz da para kazanma hırsımızı sorgulasak fena olmazdı aslında.
Çiftlik Bank olayı gözümüzü açar, “Bir
daha tövbe” der miyiz? Sanmam. Bizde bu kanma balık hafızası olduğu müddetçe
daha niceleri ekmek yer bu bitek topraklarda. Kanan, köşesine çekiliyor, bayrağı/nöbeti
bir başkası devralıyor. Bu durumda tokatçıların insafa gelmesini
beklemekten başka çare yok. Bu da mümkün mü? O zaman kanmaya devam maalesef.
Allah iyilerle karşılaştırsın. 17.03.2018, Ramazan Yüce, Konya
* 19/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 19/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
16 Mart 2018 Cuma
Ömrünü Yemeye Adamış
Şeker hastalığı günümüzde yaygın olan hastalıklardan biridir. Yediden yetmişe çoğu kimsede görünmekte ve doktor raporuna bağlı olarak insanımızı hayatı boyunca ilaç kullanmaya mahkum ediyor.
Şeker hastalığının kendi içinde tipleri ve dereceleri olmakla beraber bazı şeker hastalarının durumları bana garip geliyor. Tanıdığım bir şeker hastası var, ileri derecede şeker hastası. Hep aç, hiç tok olduğunu görmedim. Kıvranıyor açlıktan. Kendini bir yere gücün atar. Yerken de hızlı ve fazlaca yediği için yedikten sonra hazmetme sorunu yaşıyor.
Küçük çocuklar vardır öğün takip etmez. Tam öğün öncesi kırıntı yer. Az sonra yemek yenecek dense de basar ağlamayı. Mutlaka dediği olur. Benim tanıdığım şeker hastası da tıpkı laftan ve sözden anlamayan küçük çocuk gibi. Küçük çocuğun nazı çekilir de büyüğün nazı çekilmez. Tamam vücudu istiyordur. Vücut gıdasını alacak. Ama yerinde ve zamanında olmalı. Madem vücudu istiyor. O zaman çantasında atıştırmalık kırıntı bulundurmasında fayda var. Ama ne mümkün! O kadar hatırlatmaya rağmen çantasına bir bisküvi koyduğunu görmedim. Acıkır acıkmaz mutlaka önüne sofra konacak. Haydi her şeyden geçtim, çoğu kimsenin çaya şeker atmayı bıraktığı günümüzde bu hastamız hala çayı şekerle içiyor. Hem de öyle az-uz falan atmıyor, dolduruyor çayı şekerle.
Benim bildiğim şeker hastaları perhiz yapar, her şeyi yemez ve içmez. Bizim ki zararlı-faydalı demez, ne bulursa götürüyor. Korkum bir gün yıkılacak ve bir daha kalkamayacak. Maalesef ne laftan anlıyor, ne de sözden. Tıpkı imam gibi kendi bildiğini okuyor, atın ölümü arpadan olsun dercesine geçiyor günleri. Allah kimseye hastalık özellikle şeker hastalığı vermesin. 16.03.2018, Ramazan Yüce, Konya
14 Mart 2018 Çarşamba
Dikkat! Bu Araç, "Ağır Kusurlu" *
Araç muayenesi için bugünlerde yolunuz TÜVTÜRK'e düşmüşse
aracınız "ağır kusur" yerse hiç şaşırmayın. “Ağır Kusur” olunca
aracınızın muayeneden geçmesi mümkün değil. Nereden mi biliyorum? Gittim,
gördüm, hakk’a'l yakîn başıma geldi de ondan biliyorum. Ağır kusura maruz
kalmak insanın hoşuna gitmiyor. O kadar beklediğin de işin cabası.
Üç ağır kusur birden yedim. Aracımın birinci kusuru,
"Plaka, Yönetmelikte belirtilen özelliklere uygun değil"miş. Sorun,
plakanın kenarında düşmesin diye vidalanan iki vidaymış, görevlinin dediğine
göre. Vidaları söksen de olmazmış, değişmesi gerekiyormuş, şoförler odası
bakıyormuş bu işe. Bu şekilde vidalı iken bu araba 2014, 2016'da geçti, hiç
sorun yok. 2018'e gelince sorunumuz “ağır kusur” oldu. Belli ki Yönetmelik
değişmiş. Aracımın ikinci ağır kusuru, "Yakıt-/gaz boruları: uygun olarak
serilmemiş." Bu da ağır kusura giriyormuş. Bu kusuru yedikten sonra
aldığım darbeyle evin yolunu unutuyorsun. Çünkü ağır kusuru kim giderecekse
onun yolunu tutuyorsun. Bu kusurun müsebbibi kim? Araç sahibi keyfi bir şeyler
mi yaptırmış? Hayır. Araç, Bakanlığın LPG'li araçlar için istediği projeye
uygun yapılmış, onaylanmış ve yıllarca muayeneden geçmiş, 2017'nin başından itibaren
"ağır kusur"lu işlem görüyor. Bu kusur kimin? Araç sahibinin mi?
Kurallara uygun olarak döşeyen oto gaz sistemleri ustasının mı? Aracı muayene
eden firmanın mı? Yoksa bu kuralı 2017'nin başında değiştiren Bakanlığın mı?
Burada gerçek kusurlu Bakanlıktır, onun işgüzarlığıdır. "Vatandaşım!
Geçmişte düşünemedik, yanlış kural koymuşuz, kusura bakmayın, bundan
sonra şöyle olacak" dese özrü kabahatinden büyük diyeceğim. Ama özür kim,
onlar kim? Koskoca Bakanlık özür diler mi? Nedir bu istenilen diye usta
yaparken baktım. Usta, LPG beyninden tanka giden kabloların üzerine zamanında
özene bezene deri sarar gibi sarılıp emniyete alınmış kabloların üzerindeki
sarılı sacı söktü iyice. Şimdiki Yönetmeliğe göre kablo görünecekmiş. Mantığını
kavrayamadığım bu yeniliği sordum: “Kardeş, kablonun saçla örülmesi daha
emniyetli değil mi? Kablonun görünmesi doğru mu? Farz et ki arabanın altını
sürttürdüm, o zaman o kablolar zarar görüp gaz kaçağı meydana gelmeyecek mi?”
dedim. “Maalesef öyle, ama istenen bu şekil şimdi” dedi. Sizin yeniliğinizi
sevsinler dedim kendi kendime. Aracımın üçüncü kusuru, “Egzoz bağlantısı
kırılmış.” şeklinde idi. Raporun sonunda ise “ARAÇ, TRAFİĞE AÇIK KARAYOLUNDA
KULLANILAMAZ” yazısı vardı bu şekil büyük harflerle.
Üç tane “Ağır kusur” darbesi yiyen aracımı bir ay zaman
zarfında yaptırmam ve yeniden randevu, sıra, muayene yaptırmam gerekiyormuş. Hele
raporun sonundaki “…KULLANILAMAZ” yazısını görünce “Ben bu aracı yıllardır bu
şekil ağır kusurlu olarak iyi kullanmışım da haberim yokmuş” dedim. Aracı,
trafiğe açık karayolunda kullanamayacağıma göre kendime trafiğe kapalı karayolu
bulmam gerekecek, eğer inat edip yaptırmazsam. Böyle bir karayolunu bilmiyorum
dostlar! Siz bu şekil trafiğe kapalı karayolu biliyor da bana söylerseniz size
minnettar kalacağım.
“Egzoz bağlantısındaki kırığı anlarım. Ses yapar insanları
rahatsız eder. Ama diğer iki kusuru anlamakta zorlandım. Yetkililerimiz kendi
koydukları kuralı, yine kendisi değiştiriyor. Herhalde biraz da bu şekil olsun,
değişiklilik ve çeşitlilik olsun diye düşünmüş olmalılar. Kusura bakmasınlar
ama ben bu üç ağır kusurdan iki kusurun gerisinde kendi ağır suçları, pardon
ağır kusurları var diyeceğim. Hikmetinden
sual olunmaz ama yetkililer, “Araç muayenelerinde birkaç yılda bir değişiklik
yapalım ki sanayilerimiz hareketlensin, onlara destek olalım, hareket olan
yerde bereket olur diye düşünmüş olmalılar. Amaçları bu ise, maksat hâsıl oldu.
Cebimizde bizi rahatsız eden elimizin kiri olan paraları kardeş payı olarak
paylaştı şimdilik egzozcu ve oto gazcı. Bakalım plaka değiştirecek olan
şoförler odası ne diyecek?
Araç muayenesinden bana miras kalan: Zamanımdan bir yarım
günümü çaldı. Sonra bol bol para çıktı cebimden. Önce oto gazcıyı, sonra
egzozcuyu memnun ettim. Benden başka müşterileri de vardı. Özellikle oto gazcının.
Hepsi de TÜVTÜRK mağduru. Daha doğrusu Yönetmelikzede. Şimdi sırada şoförler
odasını memnun etmek var. Bir de onu gönüllersem vatandaşlık görevimi hakkıyla yerine
getirmiş olacağım. Koca bir yarım günüm heba oldu ama tecrübe kazandım. Zaten tecrübeyi,
“İnsanın hayatta yediği kazıkların bileşkesidir” diye tarif etmiyor muyuz biz?
Umarım ben yeniden randevu alıp muayeneye gidene kadar yaptırdığım
“ağır kusurlar” bir yönetmelikle yeniden değişerek tekrar “ağır kusur” olmaz. Olur mu olur. Devlettir ne de olsa. Ne yapsa
yeridir. Yazımı nihayete erdirirken burada bir hakkı teslim edeyim: Araç
muayenesinde aracımı tepeden tırnağa muayene eden eleman, nazik mi nazikti. Herhalde
eleman, “Adam zaten darbeyi yedi, yaralı bir kurt. Hiç olmazsa bir de ben
vurmayayım” diye düşünmüş olmalı. Kendisine buradan teşekkür ediyorum.
Akşama kadar ben bu kadar yoruldum. Vatandaşlık görevimi
yerine getirdim. Çorbada sizin de tuzunuz olsun. Bir vatandaşlık görevi de siz
yapın: “ARAÇ, TRAFİĞE AÇIK KARAYOLUNDA KULLANILAMAZ” yazısına rağmen aracımı
açık karayolunda görürseniz lütfen trafiği ve yetkilileri “Şuna haddini
bildirin” diye harekete geçirin. Size bir telefon kadar yakınlar. 14/03/2018, Ramazan Yüce, Konya
* 17/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 17/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Hizmet Adamı Vesselam!
İki yıl önce tanıdım kendisini. Çok insan tipi gördüm,
böylesine ilk defa rastladım. İlgi, alaka,
çalışmasını gördükçe olamaz böyle biri dedim zaman zaman. Ne zamana kadar devam
edecek bu adamın bu hali dedim.
Hiç işini aksattığını,
işini yaparken gelişigüzel yaptığını, güler yüzünü eksik ettiğini,
sızlandığını, başkasının dedikodusunu yaptığını, şımardığını görmedim. Yaptığının
en iyisini yapar gördüm hep. Bir işi bitirir bitirmez dur-durak demeden bir
başka işe koyulması, işini yaparken de çevresindeki insanlara ilgi ve alakasını
göstermeye devam etmesi nasıl bir insan evladıyla karşı karşıya olduğunuza
hayret eder, çalışma şevkine hayran kalırsınız.
On parmağında on
marifet olan bu kişinin hiç mi derdi yok, hiç mi ihtiyacı yok. Hoşuna gitmeyen
bir şeyle karşılaşmaması mümkün mü? İnsan olup da gündelik hayatta sorunu
olmayan olur mu? Bu da insan; tıpkı benim gibi fizîken aynı uzuvları taşıyor. İçinde
ne sıkıntısı ve derdi olursa olsun derdini içine atarak kendisini işine verip ha
bire çalışan, hayata ve insanlara bu derece olumlu bir gözle bakan böyle birini
bu güne kadar ne duydum, ne de gördüm. İş, ondaysa asla gözün arkada kalmaz,
kendine güvenmez, ona güvenirsin. Ben bu işten anlamam demez. Çalıştığım okula
Allah’ın bir lütfu olsa gerek. Baktıkça gıpta ettiğim bu kişi, sinir uçları
alınmış ya da günlük ilaç kullanan biri mi diye düşünmedim değil. Zaman zaman
gıyabında konuşurken acaba insan suretinde görünen bir melek mi demekten de
kendimi alamadım.
Duruşu, oturuşu, davranışı,
görgüsü, nezaketi, beyefendi duruşu itibariyle tam bir hizmet adamı. Çayda o
var, temizlikte o var, karşılamada o var. İnsana ihtiyaç olan her yerde. İşin
garibi yaptığı iş, diğer devlet memurlarında olduğu gibi garantili bir iş
değil. Çalışırken “Millet kadroya geçti, ben ne olacağım, yarınım yok, keşke
benim de bir garantili işim olsa” dediğini görmedim. Bugün işim var, yarına
Allah kerim!” düşüncesi içerisinde hareket ettiğini gördükçe şu adamdaki
tevekkül, şu adamdaki güler yüz, şu adamdaki ilgi-alaka, şu adamdaki çalışma
şevki bende de olsa keşke dedim çoğu zaman. Kendisini her gördükçe pozitif
enerji aldım. Öyle zannediyorum, benim aldığımı bu pozitif enerjiyi onu gören
herkes almakta.
İçinizden “Bu adam
kadrolu değil, bir de kadrolu olunca onun durumunu gör” dediğinizi duyar
gibiyim. Doğru, bu arkadaş kadrolu değil. Kadrolu olsa değişir mi? Örnekleri
çok. Fakat bu başka biri. Allah vergisi. Kadroya da geçse, makam ve mevki sahibi
de olsa beyefendi kişiliğinden, iş ahlakından hiçbir şey kaybetmez. Kendime
garanti vermem, bu adama garanti olurum.
Yediği-içtiği helal
olan böylelerinin sayısını Allah, toplumun her kesiminde bolca versin. Versin ki
sızlanan, kaçak güreşen bizlere örnek olsun. Allah ondan ve onun gibilerinden razı olsun! Bu tiplerin ne derdi varsa gidersin, ne muratları varsa versin Rabbim! 14/03/2018
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)