18 Şubat 2018 Pazar

Türk Dil Kurumunun Türkçemize Yaptığı Kötülük *

Bir vesileyle Türkçe ve Türk dili kurallarına bakmam gerekti. Kurallara bakmaya başlamadan daha başlıkta duraksadım. Niye mi? Benim yıllar önce öğrendiğim sözcükler bir başka adla anılır olmuş. İsterseniz bir kısmını yazayım. Bakalım size ne ifade ediyor bu kelimeler?


Zarfa belirteç, sıfata ön ad, zamire adıl, edata ilgeç, bağ-eyleme ulaç, zarf tümlecine belirteç tümleci, şarta koşul, harflerin yer değiştirmesine göçüşme...vs. isimler verilmiş. Eski bildik kelimelerin yerine teklif edilen kelimeleri yazmak ve saymakla bitmez. Her yeni ismin eski adı da parantez içinde verilmiş. 

Kullanılsın diye icat edilen kelimeleri görünce fakülteyi bitirdiğim zaman öğretmen olarak atanmak için Ankara'da girdiğim, yeterlilik sınavı aklıma geldi. 1991 yılında girdiğim sınavda dikkatimi çeken okuduğumu anlamıyordum. Tekrar tekrar okudum. Nafile… Çünkü cümlelerdeki birkaç kelimenin anlamını bilmiyordum. Bu tür kelimelerin eş anlamını parantez içinde vermişler. Onlar da yabancıydı bana. Parantez içi ve dışındaki kelimelerin ne anlama geldiğini anlamak için cümlenin siyak ve sibakından bir anlam çıkarmaya çalıştım. Yine olmadı. Çoğu soruyu bu şekilde gördüm. Cevapladığım soruların çoğunu atmasyon olmasa da doğruluğundan emin olmadan işaretledim. Sınav çıkışı görüştüğüm arkadaşlara sorun bende mi acaba diye sınavın dilini sordum. Onlar da benden farklı değillerdi. Yaşadığım ülkenin dili bana yabancı olunca ne oluyoruz, dedim. Sanki uzun yıllar yurt dışında yaşamışım da dilimi unutmuş gibiydim, sudan çıkan balığa dönmüştüm.


Sorun nerede derseniz? Bana göre sorun Türk Dil Kurumunun mantığında. Ya tutarsa deyip olur olmaz kelime türetiyor veya uyduruyor. Amacı, Türk dilini zenginleştirmek. Buna sözümüz olmaz. Yeni çıkan bir ürün veya eşyaya bir isim bulmaya çalışsa isabet eder veya edemez. Ama gördüğüm kadarıyla Kurul, ilk kurulduğu andaki "Türkçeyi eski ve yabancı kelimelerden kurtarıp öz Türkçe kelime bulmak" amaç ve niyetini hala terk etmemişe benziyor. Bence bir dil, bu şekilde zenginleşmez. Halkın ve bilim dünyasının özümsemediği ve kullanmadığı kelimelerle bir yere varılmaz. Sadece birkaç yılda yenilenen Büyük Türkçe Sözlüğünün sayfa sayısı biraz daha kabarır. Üretilen, türetilen veya uydurulan kelime sözlüğün içinde kalır, tedavülde olmaz. Bundan öte de bir işlevi olmaz.

TDK, şu ana kadar ürettiği veya türettiği kelimelerin ne kadarı kullanılıyor, hiç araştırma yapmış mı acaba? Öyle zannediyorum, tabanda benimsenmeyen hiçbir kelime tedavülde değil şu anda. TDK’nın görevi masa başında kelime üretmek olmamalı diye düşünüyorum. Yeni bir kelimeyi sözlüğün içine koymadan önce bu kelimenin halkta ne kadar karşılığı var? Önce bunu test etmesi gerekir. Halk benimsemişse sözlüğe alma yoluna gitmelidir. Arapça, Farsça vb dillerden bize geçip yerleşmiş, halkın özümsediği kelimelerin yerine yenisini bulma sevdasından vazgeçmeli TDK. Başka bir dilden dilimize geçmiş bir kelime -TDK’nın kurallarına göre Türkçe değilse bile- bizi anlaştırıyorsa, meramımızı karşı tarafa anlatabiliyorsa o kelime bizimdir diye düşünüyorum.

Benim endişem, TDK hizmet ediyorum, Türk dilini zenginleştiriyorum diye böyle devam ederse bırakın kuşak çatışmasını, aynı devirde yaşayan kişiler bile bir müddet sonra birbirini anlamayacak. Çünkü aynı dili konuşmuyor olacak. 18/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 23/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





17 Şubat 2018 Cumartesi

Alt-Üst Soy Bilgisi ve Tekâsür *

Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü, TC vatandaşı olan kimselerin alt-üst soy bilgisini, www.turkiye.gov.tr adresinde hizmete sundu. Bu haberi duyar duymaz çoğunluk e devlet şifresiyle e devlet kapısını tıkladı. Yoğunluktan sistem kilitlendi, sayfaya girilemez oldu. Bir ara kaldırıldı, yeniden vatandaşın bilgisine sunuldu. Şimdi belirli aralıklarla vatandaş girip randevu alıyor ve şeceresini öğreniyor. Sayfaya giremeyen e devlet şifresiyle tekrar tekrar girip tıklamaya devam ediyor. 

Sonucu elde eden ise merakını gidermiş oluyor. Aileden aileye değişiklik olmakla beraber 1820-1830 yılına kadar üst soy bilgisine ulaşabiliyor herkes. Ailesinin geçmişini öğrenen eşiyle dostuyla ve sosyal medyada paylaşım yapıyor. Kimi de "Sağlığında babasını ziyarete gitmeyenler soyunu-sopunu merak ediyor." şeklinde eleştiri getiriyor. Kimi de "Irk bazında bugünkü durumumdan farklı bir soy-soy çıkar mı?" endişesi yaşadı işin başında.

Aile kütüğünün, 1800'lere ininceye kadar vatandaşın hizmetine sunulmasının hikmetini bilmemekle beraber kişinin birkaç kuşak öncesini bilmesini, atalarının nereden geldiğini, isimlerinin ne olduğunu öğrenmesini bilgi amaçlı olarak faydalı görüyorum. Geçmiş şeceresini bir övünç meselesi yapılmasını ise tasvip etmiyorum. Nasıl ki aslını inkâr eden haramzade ise aslını bir övünç ve gurur meselesi yapmak da bir o kadar ayıptır. Çünkü nerede, kimden doğacağımız bizlerin kendi tercihi değildir. Gerçi verilen bilgilerde birkaç kuşak öncesi ataların adı, soyadı, doğum tarihi, doğum yeri ve ölümü bilgisi var. Kimin nereden geldiği, aslı-astarının ne olduğu bilgisi yok.

Herkes geçmiş ecdadının bilgilerine ulaşa dursun. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün geriye dönük kütüğü bana Kur’an’daki tekâsür’ süresini hatırlattı. Malumunuz üzere Araplarda soy bilgisini takip etmek ve atalarıyla övünmek o kadar yaygın hal almış ki mezarlara kadar ailelerini saymaya başlamışlardı. Sürenin ilk iki ayetinde Allah: “Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.” buyurmaktadır. Ayette geçen tekâsür: “mal, mülk ve çoluk çocuğun çokluğuyla övünmek demektir. Belki de bugün bizim yaptığımız bundan farklı değil. Demek ki insanın bu konudaki bakış açısı geçmişte ne ise bugün de aynı. Aslında önemli olan mal-mülk, çoluk ve çocukla övünmek, işi mezara yani geçmişe kadar götürmek değil, günümüze -bugünkü halimize- bakmaktır. Çünkü geçmiş geçmişte kaldı.

Mademki her birimiz geçmişimizi merak edip baktık, soyumuzu önemsedik ve öğrendik. Bundan hareketle günümüz akrabalık ilişkilerimizi bir sorgulayalım, derim. Zira büyük aileden çekirdek aileye döndük. Her geçen yıl akrabalık ilişkilerimiz dumura uğramaktadır. Her yeni nesil ile birlikte akraba sayısı ve çevresi biraz daha daralmaktadır. Bizim tanıdığımız yakın akrabayı çocuklarımız tanımıyor. Çünkü kala kala anne-baba ve çocuk kaldı. Böyle gide gide yakın diye bildiğimiz akrabalıklar iyice yabancı olacaktır. Sınav odaklı okuma, çocukları akrabadan uzaklaştırmakla beraber evliliklerimiz de kişiyi aileden koparan bir etken olmaktadır günümüzde. Eskiden ev tutulurken veya ev satın alınırken eşe-dosta, akrabaya yakın olsun hesabı yapılırdı. Hatta aynı köyden gelenler bir muhitte toplanırdı. Şimdi ise baba bir tarafta, oğul öbür tarafta. Öncelik ve tercihlerimiz değişti maalesef. Herkes kendi başına özgür bir birey bugün. Ama olsun, nasılsa Nüfus ve vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün bu hizmeti ileride de devam edecektir. Tanımadığımız, iyice uzaklaştığımız akrabaları devlet dijital ortamda bir arada tutuyor. Biz unutsak da o, unutmuyor. Merak ettiğimiz zaman e devlet vasıtasıyla öğreniriz. Gerisi de çok önemli değil diye düşünebiliriz. Belki içimizden bizim önem vermediğimiz akrabalık hukukuna “Devlet önem verdiğine göre demek ki bu işler önemli” deyip sılayı rahime gereken değer ve önemi veren kişilerimiz çıkar. 17/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 19/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






11 Şubat 2018 Pazar

Öğretmenlerin Hal-i Pürmelali *



Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde bulunan bir Mesleki ve Teknik Anadolu lisesinde ders işlemeye çalışan bir öğretmenin trajikomik görüntülerini izlemiş olmalısınız. İzlememişseniz izleyin ki gidişatımızı, öğretmenlerin hâl-i pürmelâlini, bizi bekleyen tehlikeyi, eğitim ve öğretimin serencamını görelim. Görelim ki ne yapacağımızı, bu gidişata nasıl dur dememiz gerektiğini düşünelim. Yoksa gidişatımız felaket!

Televizyon ve internet gazetelerinin "Çorlu'da bir lisede skandal görüntüler... Öğrencilerin çektiği skandal görüntüler... Ders anlatmaya çalışan öğretmenleriyle alay ettiler..." başlığıyla verdikleri videoyu izledim. Öğrenciler tarafından çekilip sosyal medyada paylaşıma sunulan görüntüdeki sesleri ve konuşulanları anlayamadım. Çünkü çekim kötü olduğu için anlaşılmıyor. Fakat görüntü, sınıfta olup-biteni anlatıyor. Tahtada ders işleyen öğretmenin yanına kırmızı giyimli bir erkek öğrenci geliyor. Öğretmenin kravatına, karnına dokunuyor; elini kulağına götürüyor, sonra öğretmenin arkasına geçerek öğretmenini kucakladığı gibi havaya kaldırıyor ve -sanırım- kapının yanındaki çöp kutusunun yanına öğretmenini bırakıyor. Derste alayın her türlüsü işlenirken sınıfta gülüşme, ıslık, bağırış ve çağırış gırla gidiyor. Başrolünü kırmızı giyimli, başı kapalı öğrencinin oynadığı bu tiyatroyu, biri cep telefonuyla çekiyor ve sosyal medyada paylaşıyor. İşin garibi, tüm bu olanlara sınıftan kimse "Ne yapıyorsunuz?" demiyor. Öğrenciler tümden teşne bu işe. “Hababam” filmleri bu görüntünün eline su dökemez.


Kimse –özellikle- yetkililerimiz, anne ve babalar, yazılı ve görsel medya "Ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz? Bu da ne böyle?" demeye kalkmasın. Veya "Çorlu'daki lisede meydana gelen bu olay bireysel, lokal bir olaydır" diyerek konuyu küçük görmeye kalkmasın. Hele basın, "skandal görüntü" falan demesin. Aslında esas skandal olan bizim bakış açımızdır. Çünkü okullarımızın çoğunda özellikle mesleki ve teknik liselerin çoğunda benzerlerine sıkça rastlanan buna benzer olaylar bizim eserimizdir. Bakmayın çoğunun basına yansımadığına. "Çocuklarımız öz güvenli yetişecek, kimse onlara kızıp bağıramayacak, asla elini kaldıramayacak, onların psikolojisini ve moralini bozamayacak. Çünkü onlar bizim her şeyimiz, biz onlar için yaşıyoruz. Her kim özellikle öğretmenler, bu çocuklara kızıp bağırır, kazara bir tokat atarsa ölümlerden ölüm beğensin" diyen bizleriz. El bebek, gül bebek büyütülen, hiçbir sorumluluk verilmeyen, cezayı müeyyide görmeyen bu korumacı çocuklar, az bile yapıyor. Kimse kusura bakmasın bu gelmekte olan nesil bizim eserimizdir. Eserimizle ne kadar gurur duysak azdır.


Olayın geçtiği okul, bir meslek lisesi. Yeni adıyla Mesleki ve Teknik Anadolu lisesi. Bir zamanların bir işlevi olan gözde okulları yani. Şimdilerde yerlerde sürünüyor. Bu okulların bu hale gelmesindeki en büyük pay, 28 Şubat darbesini yapanlardır. İmam Hatip Liselerinin önünü keseceğiz diye getirilen katsayı ucubesinin bir sonucudur. Katsayıda amaç, İHL'lerdi. Ama torbaya tüm meslek liseleri katıldı. Sayelerinde tüm meslek liseleri yok oldu. Bu okullar yeniden belini doğrultursa -ki mümkün değil- bilin ki eğitim ve öğretimimiz düze çıkar. 28 Şubatı yapanlar, bu süreci destekleyenler, o gün sadece İHL'lerin kapısına kilit vursalardı bu ülkenin eğitim ve öğretimine bu kadar zarar veremezlerdi. Özellikle bu videoyu, 28 Şubatı yapanlar ve savunanlar izlesin ki videoyu herkese izletip “Bakın biz, bu süreç bin yıl sürecek dediğimizde bize gülüyordunuz. Görün ki eserlerimiz meyvesini verdi, sizin haberiniz yok” desinler ve kına yaksınlar.


Toplum olarak biz “Bu öğretmenler yok mu? İşte eğitim ve öğretimi bu hale getirenler bunlar” diye suçu sadece bir kesime atarak egomuzu tatmin etmeye çalışalım, kendi yaptığımızı görmezden gelelim. Bu daha iyi günlerimizdir. Öğretmen bu tip öğrencilere dişini sıkar, iyi-kötü dersini işlemeye çalışır. Sonucunda birkaç dişini kırar, geçer gider. Yarın bu çocuklar, toplum içine girecek. İşte o zaman görün curcunayı. Tüm dişimizi kırsak yine kar etmez, haberimiz ola.


Bu görüntüleri izleyen kaymakam inceleme başlatmış. Sonuç ne mi olur? Sınıf hakimiyeti yok diye öğretmenin yeri değiştirilir; öğretmen, bir öğrencisine tokat attığından dolayı en azından dört ay hapis cezası alır; öğretmeni kucaklayıp ayağa kaldıran, videoya alan ve sosyal medyada paylaşan öğrenciler küçük bir disiplin cezası alır olur biter.  Yetkililerimizden isteğim; öğretmene ne yaparsanız yapın, ister görevden el çektirip öğretmenliğine son verin. Yerine sırada bekleyen birini alırsınız. Ayrıca öğretmenle dalga geçilmiş, psikolojisi bozulmuş. Bunu düşünmeyin. Zira öğretmenin psikolojisi mi olur? Ama öğrencilerimizin morali bozulmasın. Yeter ki onları mutlu edelim. Zaten istediğimiz de bu değil mi? Baksanıza çocuklarımız, oynadıkları tiyatro ile ne güzel eğlenmişler. Yine bu çocuklar iyiymiş. Ya Ödemiş’te öğrencileri tarafından öldürülen müdür gibi bu öğretmeni de öldürselerdi ne olurdu? Maazallah! Bir de çocuklar ıslah evine gidecekti. Buna da şükür hele!11/02/2018, Ramazan Yüce, Konya



* 12/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


10 Şubat 2018 Cumartesi

Mağazaların Kabinini Kimler İşgal Etmiş?

Yan tarafta gördüğünüz resimler bir giyim mağazasının kabininden. Vatandaş; önce beğenmiş, sonra bedenime uygun mu diye denemek için kabine götürmüş, büyük ya da küçük olunca kabine bırakıp gitmiş. Askıda bıraksa eh unuttu diyeceğim. Ama gördüğünüz gibi sere serpe yere atarak çekip gitmiş. Kabinden çıkınca tezgâhtara sordum bu durumu. "Müşterilerin bırakıp gittiğini söyledi çok da garipsemeden. Anlaşılan alışmış müşterilerin aldıkları her şeyi kabinde bıraktığına. 
Sanırım bu görüntü hiçbirinizin hoşuna gitmemiştir. Kimin gider ki? Ama maalesef görüntü bu. Ben kabinin iki tanesinden görüntü aldım. Diğer açık olan kabinlere de göz attım. Durum hepsinde aynı. 
Müşteri el etek çekilince içerideki görevliler, bir taraftan tezgaha rastgele bırakılmış olanları düzeltirken bir taraftan da kabine yerlere atılmış yeni elbiseleri temizleyip dürecek, sonra tekrar vitrin veya tezgaha koyacak. Görevi bu. Elbette yapacak diyebiliriz. Haydi diyelim ki tezgahtakileri dürüp koysun. Kabindekileri ne yapacağız?  Bu kabine bırakılıp yere atılanı, belki de içimizden biri bir başka gün gelip alacak. Aldıktan sonra da nasılsa yeni aldım deyip yıkamadan giyecek.

Almak için deneyen, almaktan vazgeçen, büyük-küçük diye bırakıp giden bizim insanımız. Bunlar uzaydan gelmedi. Dağdan veya ormandan gelmedi. Şehirde yaşayan, görüntüsü insana benzeyen yaratıklar bunlar. Bunu bugün bir başkası yapmış, yarın ben yapacağım, ertesi gün sizden biri. Hiç öyle kendimizi temize çıkarmaya, başkasını ayıplamaya falan çalışmayalım. Çünkü bunu yapan üç-beş kişi falan değil. Bu konuda duyarlı olanların sayısı her geçen gün giderek azalıyor. Bu iş böyle giderse vakayi adiyeden olacak diyeceğim ama görüntü, zaten olmuş bile. Takip etsen, bunu buraya bırakma desen asla bıraktığını da kabul etmez. Benden önce biri bırakmış deriz. Asla yaptığımızı kabullenmeyiz. 

Adına müşteri diyoruz bunların. Velinimet kabul ederiz. Başımızın tacı deriz. Elbette müşteri, müşteridir. Gereken ilgi ve alaka gösterilecek. Firma gerekli duyarlılığı gösterecek. Çünkü ekmek teknesidir. Müşteri olmadan burası dönmez. Ama müşteri de müşteriliğini bilecek, alışveriş yerine pislemeyecek. Alıp giyindiğini geri yerine getirmesini bilecek. Yok, ben müşteriyim, daima haklıyım derse en azından giyip denediğini kabindeki askıya asıp çıkacak, yere atmayacak. Yok, ben bunu da yapmam, bu firmanın çalışanları var, onlar yapsın denirse -ki görüntü bu- bu tiplere elbiseden ziyade semer vurmak lazım. Çünkü insan olanın giyeceği elbise bu tiplere lüks gelir. Ancak semer paklar bunları. Boşu boşuna firma, bu tipleri müşteri diye mağazadan içeri almasın. Kapıya bir adam koysun, bu tipler girerken "Size uygun elbisemiz maalesef yok. Çünkü size olsa olsa semer olur, o da burada yok" desin. Firma, hepsi insan elbisesi giymiş kişi bunlar. Biz seçemeyiz derse bizi hale yola koyuncaya kadar denemek için kabine gidenden geri getirdiği takdirde verilmek üzere kimliği alınsın. Gerçi üzerine ancak semer konan bu tip eşekler, bundan da anlamaz. Denediğini kabinde, kimliğini de tezgâhtarda bırakır, gider nüfusa. Kimliğimi kaybettim diye yeni kimlik çıkartır.

Şehrin en işlek yerinde insanların içinde insanım diye dolaşan ve kendine yakışanı almaya çalışan bu tipler, maalesef içimizde bizimle yaşıyor, aynı havayı teneffüs ediyoruz. İşin garibi bu yaptıklarını bunlara kimse öğretmemiştir. Ne anası, ne babası, ne de hocası. Nasıl ki eşek, eşekliği kimseden öğrenmiyorsa bunlar da kendiliğinden öğreniyor bu eşekliği. Beyninin içi, zihin yapısı değişmediği, bir yaptırım uygulanmadığı, kimse ayıplamadığı müddetçe bunlar eşekliğini yapacaktır. İstediğin elbisesi giydir. Bunlar yine eşektir, yine eşek. Hatta eşek oğlu eşektir diyeceğim ama inanın eşeğe hakaret olur. Ki eşekler bu toplumun yükünü çeker ama yük olmaz. 10.02.2018, Ramazan Yüce




8 Şubat 2018 Perşembe

Dertleri, Siviller mi Bunların? *


Türkiye terörle mücadele kapsamında yanı başımızdaki Afrin'e operasyon başlattı. Dünyanın her bir yerinden "Endişeliyiz, operasyon süreli ve sınırlı olmalı..." açıklamaları geldi birbiri ardına. Türkiye hedeflediği şekilde Afrin şehir merkezine yaklaştıkça bu sefer, "Türkiye şehir merkezine girmemeli, sivillere dikkat! Siviller zarar görmemeli, Türkiye operasyonu bitirmeli..." denmeye başlandı.

Yurt dışındaki ülkeleri anladım da işin garibi ülke içindeki bir kesim de aynı kanaatte. Hatta "Siz oraya çıkmamak üzere yerleşmeye gidiyorsunuz" niyet okuyuculuğu da yapıyorlar. Haydi diyelim ki dış güçlerin niyetleri belli, Afrin'deki yapıyı destekliyor, korumaya çalışıyorlar. Bizimkilere ne oluyor ki? Ülke içinde terör oldu mu? Nerede bu hükümet, bizim istihbaratımız yok mu, derler. Terörü kurutmak ve ülke içinin güvenli olması için bataklığı kurutmak amacıyla operasyon yapılıyor. Bu sefer siviller zarar görecek, şehre girme deniyor. Artık birileri gerçek niyetlerini ortaya koysa, saflarını belirlese iyi olacak. Bu ülkenin menfaatini, güven ve huzurunu düşünen aklıselim bir insan, gün aşırı olan terör ve canlı bomba eylemlerinin Fırat-Kalkan ve Afrin operasyonlarıyla kesildiğini görecektir. Çünkü terörün inine girildi. Türkiye yıllardır terörü bitirmek için yurt içinde mücadele etmiş ama başarılı olamamıştı. Nihayet dış desteğini kesmeden bu işin olmayacağını anladı ve gözü kara bir şekilde operasyon üstüne operasyon düzenlemeye başladı.

Yurt içindeki ve yurt dışındaki terör destekçileri ve barışsever görünenler veya siviller zarar görmemeli diyenler, aklınız başınızda mı sizin? Siz bu milletin aklıyla dalga mı geçiyorsunuz yoksa? Ya da siz bu milleti balık hafızalı mı sanıyorsunuz? 2011'den beri Suriye'de çoğunluğu sivil -en azından- bir milyon kişi öldürülürken, dört milyonu bizde olmak üzere milyonlarca Suriyeli, mülteci olarak yaşarken siz neredeydiniz? O zaman siviller zarar görüyor diye niye sesiniz çıkmadı? Afrin'den terör örgütü Gaziantep ve Kilis'teki sivil halka günlük füzeler atıp insanımızı öldürürken siviller ölüyor diye niçin konuşmadınız? Siz, bize günlük füze atan örgütü bile daha terör örgütü olarak kabul etmiyor ve ikircikli davranıyorsunuz?

PYD ve YPG'nin terör örgütü olup olmadığı konusunda ikircikli davranıp siviller zarar görecek diyen içimizdeki barışseverler, ister misiniz operasyon boyunca sizi, Kilis ve Gaziantep sınırında misafir edelim? Sahi size göre bir örgütün terör örgütü sayılabilmesi için bu ülkeye kaç füze daha atması gerekiyor? Size göre bu örgütün terör listesine alınması için illaki ABD veya AB ülkeleri listeye mi alması gerekiyor?

Yaşantınızla, savunduğunuz fikirlerle bu millete o kadar yabancısınız. Zaten bu yüzden bu millet size asla prim vermiyor. Keşke bunu görüp anlayabilseniz! Ama sizin karın ağrınız bu milletin değerleri ve geleceğiyledir.

Okyanus ötesinden ABD, varlık sebebi hep  Akdeniz'e inmek olan Rusya, mezhep tarafgirliği yapan İran; 2011'den beri Suriye'de at koştururken, Suriye'yi yaşanmaz kılarken kimse bunlara "Siz burada ne arıyorsunuz, aman operasyonu kısa tutun, siviller zarar görmesin" demezken 40 yıldır terörden canı yanan bu ülke mi operasyon yapınca sivilleri düşünür oldunuz? Gidin işinize! Sizin derdiniz siviller falan değil.

Gayzınızdan çatlayın! Çatlasanız da patlasanız da bu operasyon devam edecek, bu kervan yürüyecek ve masum olan siviller de zarar görmeyecektir. 08.02.2018



* 10/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



7 Şubat 2018 Çarşamba

41 Yılda 5 Ev...41 Kere Maşallah!

Nerede bir emekli, özellikle memur emeklisi görsem kara kara düşünür görürüm. Hafif bir deşeledin mi adamlar dert küpü. Çünkü emekli olunca maaşlarında epey bir düşme olmuş, çoğu geçim derdinde. Vakit geçirememeleri ise ayrı bir dert.

Umreden gelen bir arkadaşımızı ziyarete gittiğimizde 40 yıl çalıştıktan sonra emekli olan bir meslektaşım, "Arabasını değiştireceğini, çünkü fazla yakıt tükettiğini, daha az yakan bir araç almayı düşündüğünü, maaşının çok düştüğünü, bundan sonra hesap-kitap yapmak zorunda olduğunu" ifade etti sohbet arasında. Emekli olduktan sonra “Emekli parasıyla bir daire alaydın” diyenler oldu. Bizi çok para alıyor diye düşünüyor çoğu. Halbuki aldığım tüm avans yüz bin lira. Bu parayla nasıl daire alacaksın” dedi ardından. “Emekli olmadan önce ‘Daha çalışın mı? Bırakıver artık’ diyenle de çok karşılaştım.” diye ekledi.  O konuştu biz dinledik. Ayrılırken “Maalesef devletin emekli politikası iç açıcı değil, emekli olduktan sonra işçi ve memur arasında maaş uçurumu iyice derinleşiyor. Emekli olan bir işçi, aldığı avansıyla iyi bir daire alabildiği gibi emekli maaşıyla da geçim sıkıntısı çekmeden müreffeh bir hayat sürmeye devam ediyor.” diyebildik.

Ziyareti bitirip evimin yolunu tutarken yolda kendim için de emeklilik çanlarının çaldığını, yarın aynı durumu ben de yaşayacağım. Devlet, memur emekliye sanki yaşadın yaşayacağın kadar, ölmen daha hayırlı der gibi takdir ettiği maaşla” dedim. Daha dün, ne zaman gelecek bu emeklilik vakti derken şimdi emeklilik eli kulağında olunca “Okuyan çocuk var, evlenecek çocuk var. Emekli olursam bu işler nasıl dönecek, sonra nasıl vakit geçireceğim” endişesi yaşıyor çoğu çalışan memur kesimi. Rızkı veren Allah olsa da düşünmeden edemiyor insan.
***
Gündüz dersten sonra yapılacak birkaç işi halletmek için çarşının yolunu tuttum. Çıkrıkçılar içinde elimde poşet ayakkabı tamircisine giderken kara yollarından emekli olan, babam yaşlarında bir ahbabımla karşılaştım. Hal-hatırdan sonra çoluk-çocuğu konuştuk. Ardından emekli olup olmadığımı sordu. Halen çalıştığımı söyledim. Benim oğlan da çalışıyor dedi. Yaşımı sordu. Elli beş dedim. Benim oğlandan küçüksün, bizimki 59 doğumlu. Bu sene 41.senesi. Hala çalışıyor, emekliliği de düşünmüyor. Benim emekli olduğum yerde çalışıyor. Maaşı zaten iyi. Şimdi durumları daha da iyileşti. Dört tane evi var. Geçen gün bir tane daha almış, 700 liraya kiraya vermiş dedi. İki sene öncesi aynı yere falanı da yerleştirdim geldim dedi. O konuştu, ben dinledim. Ara boşlukta “41 sene…Maşallah! Allah sağlık versin, daha çok versin” dedim, vedalaştık.

Ayrılırken 41.yıl, maşallah dedim tekrar. Meram ettim; bu arkadaş 41 yıldır çalıştığına, daha 59-60 yaşında olduğuna göre kaç yaşında işe başlamış olabilir diyerek basit bir hesap yaptım. 17-18 yaşında başlamış olmalı, benim ortaokula başladığım yaşta işe girmiş, ortalama çalıştığı her 8 yılda bir ev sahibi olmuş dedim.

Ahbabım, sanki akşam ziyaretinde konuştuklarımızı dinlemişcesine cevap verdi bana oğlunun üzerinden. Memuriyet hayatımda 26.yılımı çalışıyorum. Yaşım gelmiş elli beşe. Bugüne kadar kimin ne kadar maaş aldığını, at-araba olarak neyi olduğunu, kaç evi olduğunu hiç merak etmedim. Kendi maaşıma göre ayaklarımı uzatıp yaşamaya çalıştım. Kendimi kimseyle kıyaslamadım. Kıyaslayanlara da halimize şükredelim, bizden daha düşük alan asgari ücretliler var bu ülkede dedim. Allah herkese emeğinin karşılığını ve helalinden yemeyi nasip etsin. Yalnız bu ülkede işçi-memur arasında çalışma esnasında ve sonrasında maaş, avans uçurumu olmamalı. Herkes emeğinin karşılığını adilane bir şekilde almalı. 

Her işin bir riski vardır mutlaka. İşçimiz hakkını alsın fazlasıyla. Ama diplomanın da bir bedeli olmalı. Memur emekliliği esnasında okuduğuna pişman olmamalı. Acilen bir personel rejimi gerekli bu ülkede. İşçi-memur ve asgari ücretli arasında bu kadar fiyat uçurumu olmamalı. Herkes yaptığı ve aldığı sorumluluğa göre bir maaş almalı. En düşük maaş alan, insanca yaşayabileceği bir maaşa imza atmalı. Sonrası sorumluğuna, iş riskine ve aldığı diplomasına göre yeniden düzenlenmeli. 07/02/2018, Ramazan Yüce, Konya





"Z" veya Cipsi Nesli *

2000 ve sonrası yıllarda doğan nesle "z" nesli adı veriliyor. Bu neslin özelliği olarak interneti, sosyal medyayı çok kullandıkları, bunlarla sosyalleştikleri; akıllı telefon, tablet vb. teknolojilerde çok aktif oldukları söylenir. Oyunları teknoloji dense yeridir. Aynı zamanda çok çabuk tüketen bir nesildir. Çünkü bağımlılık yapan teknoloji eskidikçe yerine yenisiyle yenilenmesi gerekiyor. Bu da yeni masraflar demektir. 
Ben internet, sosyal medya, dijital ortamda yetişen bu nesli şeytanı bol bir nesil olarak değerlendiriyorum. Çünkü okumaktan başka çaresi olmayan bu neslin ders çalışmasının önündeki en büyük engeli sanal âlemdir, dijital ortamdır. İmkansızlıklar içerisinde yetişen önceki nesillere göre daha şanssızdırlar. Yetiştikleri ortam, sorumluluk yaşlarını geciktiriyor. 
1965-1979 arası doğan X ve 1980-1999 arası doğan Y neslinin ulaşabildiği imkanlardan daha fazla bir imkan içerisinde yetişen bu 2000’lerin neslini ben, çok sağlıklı görmüyorum. Zihnen sağlıklı yetişmedikleri gibi bedenen de sağlıklı yetişmiyorlar. Bakmayın siz; vücutlarının birden geliştiğine, boylarının uzadığına. Hormonlu bir vücut onlardaki. Çünkü düzenli yemek yeme ortamları yok. Zira yemek yemeyi sevmiyorlar. Abur-cubur ve atıştırmalık onların istediği. Ne sebze yerler, ne yemeğini, ne de meyve. Besin değeri yüksek ne kadar yiyecek varsa yememe rezervleri var. Çoğumuzun hazzederek yemediği pırasa, ıspanak, kabak vb yemeklerden bahsetmiyorum. Eskilerin keşke olsa da yesek dedikleri eti bile yemiyor bunlar. Nerede besin değeri fazla olmayan simit, tost, döner, bisküvi, kraker, mısır patlağı, çiğ köfte, makarna, patates cipsi varsa ölümüne yerler. Bu tür yiyecekleri günlük yeseler kolay kolay bıkmazlar. Bir de hamur işini severler. Hele patates cipsini üç öğün önlerine koysan asla bıkkınlık duymazlar. İçecekleri de hep gazlı içecekler. Bunlar vejetaryen mı derseniz? Hayır vejetaryen değiller. Yiyecekleri et, mangalda pişerse ne ala. Yoksa mümkün değil. Zoraki yeseler de içleri götürmüyor. Faydalı, besin değeri yüksek ne kadar yiyecek varsa sanki düşmanlar. Hemen burun kıvırırlar. Beslenmeleri sağlıklı olmadığı için çabuk hastalanıyor, ilaçla ayağa kalkıyorlar. Çünkü vücutları dengeli beslenmediği, her tür besinden yeterince almadığı için zayıf düşüyor. Bağışıklık sistemleri de yeterince görevini yapmıyor.
Sebze ve et yemeği yemeyenlerin sayısı azımsanamayacak kadar çoktur bu neslin arasında. İçlerinde epey obezi de var. Hangi anneyi dinleseniz çocuklarının et ve sebze yemeği yemediğinden şikayetçi. Bir dokunsan, bin ah işitirsin onlardan. “Ne yedireceğimi şaşırdım” dediklerini çok duyarsınız. Bunun tedavisi nasıldır, bu çocukları sıcak yemek yemeye nasıl yönlendirebiliriz, bu konuda anne ve babalar neler yapmalıdır? Uzmanlar bunun üzerine kafa yorarlarsa zihinlerini bilişim teknolojilerine kaptırdığımız bu z neslinin en azından bedenlerini kurtarabiliriz. 06/02/2018, Ramazan Yüce, Konya
* 14/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.