24 Ocak 2018 Çarşamba

Diplomaside 'endişe' dili *

Ne zaman iki ülke arasında savaşı çağrıştıracak bir gerginlik baş gösterse taşın altına elini sokmayan ülkelerden "Bu durumdan endişeliyiz, tarafları sükunete davet ediyoruz." şeklinde ilk açıklamalar gelir. 

"Endişelenmek" diplomaside bir dil olsa gerek. "Beni bu işe karıştırmayın, bizden bir şey beklemeyin, ne haliniz varsa görün"  demektir. İnisiyatif almamak gibi bir şey. Kolay kolay hiçbir ülke açık konuşmaz, bir ülkenin tarafını tutmaz. İki tarafa da mavi boncuk dağıtır. Kamuoyuna açıklama bu şekilde yapılırken bazı ülkeler el altından iş çevirmeye çalışır, birbirlerine heyetler gider gelir. Bir yol haritası belirler. Hatta bazı ülkeler işin tam içerisindedir. Arka taraftan çevirdiği kadar iş çevirir, arı kovanına çomak sokar gibi karıştırır. Sonra basının karşısına geçip 'endişeliyiz' açıklaması yapar.

‘Endişeliyiz’ diyen ülkelerin bazısının elinden bir şey gelmezken gerginliği tırmandırmayın derdindedir “endişeliyiz” derken. Bazılarının endişesinin altında ise başka hesaplar olur. ABD bunlardan biridir. Üstelik kendisini dünyanın kabadayısı olarak gördüğü için dünya barışının da hamisi olarak görür. Bir de kendisine haber verilmeden ortamı germek, işi savaş boyutuna götürmekten pek hoşlanmaz. Çünkü habersiz gerginlik kendisinin zoruna gider. Ne de olsa dünyanın kelek keseni. Onun haberi olmadan dünyada yaprak bile kıpırdamaması gerekir. Hele gerginlik bir de Ortadoğu’da cereyan ediyorsa mutlaka onun izni alınmalıdır. Çünkü Ortadoğu’da hala onun borusu ötüyor. Savaş çıkaracaksa kendisi çıkarır, birilerini savaştıracaksa o savaştırır. Hele bir de kendisinin maşası olan örgütlere karşı bu operasyon yapılacaksa yerden göğe kadar hakkıdır endişelenmek. Niçin endişelenmesin ki, yıllardır besleyip büyüttüğü, tırlar dolusu silah verdiği, ağzına bir parmak bal çalarak kendisi için savaştırdığı örgüte bir zarar gelmesi demek, bir çuval incirin berbat edilmesi demektir. Daha bu gücü nerelerde kullanacaktı üstelik. Bu yüzden endişelenmesi lafta değil, derindir.

Türkiye’nin terör yuvası haline gelen Afrin’e yapacağı operasyonda da bu derin endişeyi taşıdı, hala da taşımaya devam ediyor. Hatta Afrin dışından PKK’ya destek olmak için gelenlere de “Sakın ola ki Afrin’e yardım etmeye kalkmayın, oradakiler ölecek, siz bari ölmeyin. Siz de bu ayak işlerini yapma azmi varken tüm gücünüzü Afrin’de bitirmeyin. Daha ben sizi ne pis işlere alet edeceğim…” şeklinde gözdağı vermek istedi. ABD bu açıklamayı yaparken ABD adına meccanen çalışan terör örgütü ise ‘Ben önemliyim, ben olmasam ABD bir şey yapamaz, üstelik tehlikeye karşı beni koruyor, sağ ol, var ol ABD’ diyerek ağzı kulaklarına değiyor.

ABD, bu ‘endişe’ diplomasisi ile bir taraftan PKK’ya göz kırpıyor, diğer taraftan da sınırlı sayıda bir operasyona izin vererek ‘Senin de endişeni anlıyorum’ diyerek Türkiye’ye göz kırpıyor. Yani ABD, sahada kim varsa hepsine mavi boncuk dağıtıyor. Hangisi galip gelirse ABD kazanmış oluyor. ABD ve diğer devletlerin çoğu zaman kullandığı bu ‘endişe’ diplomasisinden Türkiye yetkililerinin de faydalanması yerinde olur kanaatini taşıyorum. Güçler dengesinde tutunabilmek, yol haritasını revize etmek için gereklidir diye düşünüyorum. 24/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya



* 29/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

23 Ocak 2018 Salı

Hata ve Yanlışlarımızla Yüzleşebilmek ***

İnsanoğlu, nisyan ile maluldür. Hepimiz hata ve yanlışlar yaparız. İlk insan ve ilk peygamber bile hata yaptığına göre biz hayli hayli yaparız. Çünkü hiçbirimiz hatadan beri değiliz. Zaten dünyaya insan olarak gelip de hata yapmayan yoktur. Ben hiç hata yapmadım, pişman olacağım bir şey yapmadım diyen çok iddialı konuşmuş, boyundan büyük laf etmiş demektir. Bu tip insanlar kendini tanımayan ve vicdanının sesine kulak vermeyen kişilerdir. 

İnsan olarak hata ve yanlış yaparız. Önemli olan hatada ısrarcı olmamak, farkına vardığımız zaman hatayı terk etmektir. Zaten Allah Teala’nın da istediği budur. Zira sık sık Kur'an'da "Allah tövbe edenleri sever" buyurmaktadır. Tövbe etmenin Türkçesi özür dilemektir. Bazılarının kibri, özür dilemeye mani olsa da özür, bir erdemliliktir. Her kişi yaptığının yanlış olduğunu kabul etse de kolay kolay özür dileyemez. Çünkü kibir ve enesi buna engel olur. Bazıları da peynir-ekmek yer gibi özür diler ama aynı hatanın benzerini defalarca yapmaya devam eder. Bu tipler, özür dilese de özrü hem Allah katında, hem de insanlar nezdinde pek makbul olmaz. Çünkü samimi değildir.

Tövbenin kabulünde dinimiz dört şart ileri sürer. Tövbenin olmazsa olmaz şartlarıdır bunlar. Nedir bu şartlar derseniz? 1. İşlenen suç ve günahı terk etmek, 2. Bu suçu bir daha yapmamaya söz vermek, 3. Yaptığı hatadan veya işlediği suçtan dolayı pişmanlık duymak, yani nedamet duymak. 4. İşlenen suçta kul hakkı var ise helallik dilemek. Bu dört şartı yerine getiren nasuh bir tövbe ile tövbe etmiş ve işlediği günahları işlememiş gibi olur. Nitekim peygamberimiz, "Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur" buyurmaktadır. Tövbe edeni Allah sevdiği gibi insanlar da sever.

Tövbe ile ilgili bu kısa açıklamadan sonra günümüzde hemen hemen toplumun büyük kesimini suça iten, suça bulaştıran bir yapı var. Şimdilerde gerçek yüzü ortaya çıkmış ve terör örgütü kapsamına alınmış bir örgüt, FETÖ'den bahsediyorum. Bu örgütün kullandığı kesim dindar ve mütedeyyin insanlar. Bu örgütün gerçek suçluları darbeden önce kaçtı bu ülkeden. Suçüstü yakalananlar ise içeride. Kimi cezasını aldı, Kimi de hala yargılanıyor. Bu yapının içinde şu ya da bu şekilde yer almış, ibadet kesimi diye tabir edilen bir kesim var. İçimizde sessiz ve sakin yaşamaya devam ediyorlar. İçlerinden ne kadarı bu yapıyla ilişkisini kesti bilmiyorum ama dikkatimi çeken bir şey var. Hepsi sessiz. Ne “FETÖ, bir terör örgütüdür” dediklerini duyuyorum ağızlarından, ne de “Bu adamlar bizi kandırmışlar” dediklerini işitiyorum. Ne kandırdık, ne kaldırıldık diyorlar. Ruh gibiler. Bu kadar sessiz olmaları garibime gidiyor. Görevden atılıyorlar, tık yok. Açığa alınıyorlar, yine tık yok. İçeri alınıyorlar, bildiğimi anlatacağım diyen yok. İtirafçı olan: Ben itirafçı oldum, bildiğimi aktardım, devlete yardımcı oldum, pişmanlık duyuyorum demiyor. Gerçekten ne biçim adam bunlar? Çözemedim gitti. Deseler ki "Gülen, iyi bir adamdır, onun terörle bir ilişkisi olmaz" veya "Bu Gülen denilen adam; din-diyanet, ayet-hadis okuyarak bizi kandırmış, ben onu tanıyamamışım, ülkenin verilmiş sadakası varmış" deseler, inan kendilerini tebrik edeceğim. Çünkü en azından bir duruş sergiliyorlar diyeceğim. Helal olsun, önemli olan gerçeği görmek, geç de olsa bunu gördünüz diyeceğim.

İçlerinde ne fırtınalar kopuyor bilmiyorum ama bu sessizlik hayra alamet değil. Yoksa şok mu geçiriyorlar, ya da ilaçla mı bu kadar sakin ve sessiz duruyorlar? Niçin bir öz eleştiri yapmıyorlar? Yoksa belli etmedikleri bir kibir mi var kendilerinde? Belki de gerçekle yüzleşmek istemiyorlardır. Ben onların yerinde olsam adam gibi yüzleşir, öz eleştiri yapar, "Kandırıldım; bu ülkeye el kaldıran, silah çeken, bu ülkenin ekonomisini çökertmeye çalışan, bu ülkeyi dışarıda zor bırakmak için elinden geleni ardına koymayan, benim cemaat veya hizmet hareketi olarak gördüğüm bu yapı CIA'nin ayak takımıymış. Yazıklar olsun! Lanet olsun bunlara! Ben çok safmışım, Allah beni affetsin, tüm uyarılara rağmen bu yapının içinde kaldığım her bir saniye için bu milletten binlerce özür dilerim" der, içten gözyaşı dökerdim. Çünkü pişmanlık gözyaşı dökmek demektir. Ama heyhat ki bu kişiler bu görüntüleriyle yüzleşmekten çok uzak görünüyorlar. 23/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya



*** 22/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


Biri, ABD’ye bunu çoktan söylemeliydi! *

Türkiye Afrin’e girdi girecek derken hop oturup hop kalkan bir ülke vardı: ABD. Kaç gündür açıklama üstüne açıklama yapıyor: “Türkiye’nin Afrin’e girmesini onaylamıyoruz…Afrin bizim alanımızda değil…Hedef Afrin değil, DEAŞ olmalı…Türkiye’nin sınır güvenliğini önemsiyoruz…Endişelerini anlıyoruz…Biz PYD/YPG ile bir sınır kuvveti oluşturmak istiyoruz…PYD ile bir sınır gücü oluşturmayacağız…Türkiye’nin Afrin’deki operasyonu sınırlı olmalı, süre belli olmalı…” gibi.

“Derdi ne bu ABD’nin bu kadar? Afrin sevdası nereden geliyor?” derseniz, 1980’den beri kurup büyüttükleri, devasa bir güç haline getirdikleri, Türkiye’ye karşı vurucu güç olarak kullandıkları ve Suriye’deki kirli savaşta kendileri adına savaşa sürdükleri bir PKK var orada. İkinci Kandil görevi görüyor. Hazır kıta Afrin’de Amerika’nın emrini bekliyor. Ne zaman “Türkiye’de kan akıtın” dediği zaman “Başüstüne” deyip ülke içinde terör yapıyor nasılsa bu örgüt. Tüm derdi bu örgütün zayıflaması. Bu örgüt zayıflarsa kendisi zayıflayacak, buralarda borusu ötmeyecek. Halbuki bu menfur terör örgütü sayesinde bu bölgede hep top koşturdu. Türkiye’yi 40 yıldır bu örgütle oyaladı. İçeride 40 bin insanımızı bu örgüt eliyle öldürdü. Amaç, terörle boğuşan bir Türkiye’yi oyalamaktı. Çünkü Türkiye, terörle uğraşırsa dışarıya güvenle bakamaz, masalarda oturamazdı. Suriye ve Irak tarafından PKK, FETÖ vasıtasıyla içeriden Türkiye’yi kendi başına karar alamaz ve yerinden divelenemez hale getirmekti niyeti. Hendek savaşı da buydu, 15 Temmuz da buydu. Ayağa kalkmaya çalışan bir Türkiye’yi, beslediği beslemeleri sayesinde ayağa kalkamaz hale getirmekti. Ama hepsi geri tepti şükürler olsun!

Türkiye’nin ABD’yi dinlemeden başlattığı ‘Zeytin Dalı Harekâtı’ ABD’nin aklını başından aldı. Ne yapacağını şaşırdı. Çünkü sınırımızın dibinde bize karşı kullanacağı ve kırk yıldır bize karşı kullandığı PKK’ya operasyon yapılacaktı. Besleyip büyüttüğü, daha birçok yerde kullanacağı çocuğunun bu şekilde heba edilmesini istemiyordu. İşte o yüzden “Türkiye’nin endişesini anlıyoruz, harekat, sınırlı olmalı, süresi belli olmalı…” gibi ardı arkasına açıklama yaptı ABD. Çünkü Türkiye’nin bu harekâtı, bir çuval inciri berbat edecekti. Halbuki yeni silahlar vererek iyice güçlendirmişti.

ABD, Türkiye’yi eski Türkiye sanıyor, Kıbrıs Harekâtında olduğu gibi ‘çekilin’ deyince çekilecek bir Türkiye var sanıyor. Kusura bakmasın, Türkiye o emir almaları, geride bıraktı. ABD’nin bu isteklerine Türkiye, birinci ağızdan “Afganistan'da sizin süreniz belli oldu mu? Irak'ta bitti mi bu süre? Hala Irak'tasınız.” dedi ve kitabın ortasından konuştu. Ne demek istedi Türkiye? “Sen bana Afrin operasyonunu sınırlı tut, süreli olsun, eskisi gibi dağı-taşı bombala, sonra da çek git diyorsun. Bu sınır sende yok mu? Sen hala Afganistan’dasın, hala Irak’tasın, gitmeye de niyetin yok. Senin süren dolmadı mı? Sana bu dünyada süre ve sınır yok mu?..” demek istedi. Helal olsun! Bunu birilerinin ABD’ye söylemesi gerekiyordu. Şükür ki bizim bir numaramıza nasip oldu. Aslında bu sözü yıllardır birileri ABD’ye söylemesi gerekiyordu. Kral çıplak olduğu halde dünyanın sessizliğinden ABD, bu kirli savaşlarını yönetiyordu. Nasılsa kimseden tık yoktu. İşte Anadolu’dan bir yiğit çıkar, kendini büyük ve itibarlı sanan koca ABD’ye böyle cevap vererek, sorular sorarak haddini bildirir ve onurunu ayaklar altına alır.

Adam ne desin daha? “One minute” dedi anlamadınız, “Dünya beşten büyük” dedi anlamadınız. “Doğu Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapamazsınız” dedi, anlamadınız. Hep gücünüze güvendiniz. İşte “Sen ne zaman Afganistan’dan, Irak’tan gideceksin” sözleri sizin birçok şeyleri anlamanız için yeter de artar bile. Çünkü köprülerin altından çok sular aktı sayın kovboy! Kendinizi yenileseniz, dünyaya rağmen iş ve film çevirmeye kalkmasanız, Ortadoğu’dan elinizi çekip kendi yağınızla kavrulsanız iyi olacak. Yoksa siz bu balyoz gibi inen sözleri daha çok duyacaksınız bizimkinden. “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.” 23/01/2018 Ramazan Yüce, Konya

* 24/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

22 Ocak 2018 Pazartesi

Aynı Mahallede Yalnızlara Oynamak

Bir yerleşim yeri olan mahalle denince aynı muhitte oturan ve birbirine yakın ve uzak komşu akla geldiği gibi aynı fikri savunan ve aynı düşünceden beslenen insanların oluşturduğu mahalle de anlaşılır.

Bir şehrin, bir beldenin en küçük yerleşim yeri olarak bilinen mahalle denince aynı zamanda birbirine komşu insanlar akla gelir. Önceleri yanlamasına oturmuşuz birbirimize. Yayılmışız arzın toprağına. Evimizin her bir köşesinden kırk ev komşu kabul edilirdi ve komşu hukuku önemsenirdi. Bir yere yerleşeceğimiz zaman komşunun önemini göstermek için 'Ev alma, komşu al' zira 'Komşu, komşunun külüne muhtaç' denirdi. Hatta "Cebrail, bana komşu hakkında o kadar bahsetti ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim" der Hz Muhammed.

Nüfusun artması ve şehirleşme mantığının değişmesiyle birlikte müstakil evler, yerini diklemesine çıkan evlere/dairelere bıraktı. Gökdelenler gibi apartmanlarımız var şimdi. Bazı apartmanlarımız bir köy, bir belde bir mahalleyi barındırıyor bünyesinde. İç içe geçmiş apartman hayatında neredeyse kimse kimseyi tanımıyor. Ortak yaşama kültürü de oluşmuyor aralarında. Çünkü kan ve doku uyuşmazlığı olan ne kadar kişi varsa toplanmış bir yerde. Herkes girdiği ve çıktığı daireyi biliyor sadece. Kazara evde ölsen ancak kokundan dolayı haberdar olurlar senden. Hasılı komşuluk ilişkileri kalmadı artık. Kimse "Aynı mahallenin çocuğuyuz" demiyor.
*
Mahalleden anladığımız bir de farklı yerlerde oturmakla beraber aynı fikir ve düşünceyi paylaşan insanlar anlaşılır. Bunlarda yer birlikteliği yoktur ama duygudaşlık vardır. Bu tür mahallelerde eskiden farklı ses, farklı yol gösterenler ilgi ve itibar görürdü. Şimdilerde buralarda farklı düşünmeye geçit verilmiyor. Tek ses hakim. "Efendim, bu işi şöyle yapsak, zira sizin bu yapacağınızda şöyle aksaklıklar olabilir" şeklinde bir görüş öne sürsen dışlanır ve horlanırsın. Aralarına almazlar, yanlarına varsan sana şüpheyle bakarlar. Niye geldi derler. Kendi kabuğuna çekilerek uzaklaşırsın, gelmiyor derler. Uzaktan konuşursun, niçin burada konuşmuyor, başkasına mesaj veriyor, denir. O kadar yabancılaşır veya yabancı görürler ki susman da batar, konuşman da.

Aynı dili konuştuğun, aynı fikir ve düşünceyi savunduğun mahallen seni yük olarak görmeye, varlığından rahatsız olmaya başlayınca kendini mahallende yalnız hisseder, yalnızlara oynarsın. Ne yapacağını şaşırırsın. Anlaşılmadığına kahredersin. Çünkü bu mahallede farklı fikre tahammül yoktur. Bu duruma mahalle baskısı da diyebiliriz.

Unutmayalım ki kendi mahallesinde farklı bir fikir öne sürmeye veya farklı bir fikir görmeye tahammül edemeyenler öbür mahallelere hiç tahammül göstermezler.  Bugün inanç ve fikir hürriyetine önem verdiğini, müsamahalı olduğunu söyleyenler yarın ellerine tüm imkanlar geçse farklı fikri mahallesinin yanından bile geçirmez. Hatta yaşatmaz. Fikir hürriyetinden bahsedenler eğer samimilerse önce kendi mahallesindeki farklı fikirlere, metotlara tolerans göstermeyi bilmeleri gerekir. 22.01.2018 Ramazan Yüce, Konya

Konya semt pazarları ve Muhacir Pazarı *

Konya'da sebze ve meyve alışverişini yapmak için belediyelerin tahsis ettiği semt pazarları var. Bu pazarların kiminin üstü kapalı, kimininki açık.  Haftanın hemen hemen her günü bazı bölgelerde kurulan bu pazarlarda arz ve talep var ki, market ve manavlara rağmen buralarda pazarlar kurulmaya devam ediyor. Ki buralarda satışı yapılan sebze ve meyveler, market ve manavlara göre daha hesaplı olarak satılıyor. Bir diğer farkı da, market ve manavlarda kendin seçiyorsun, pazarlarda ise pazarcı seçiyor. Seni yormuyor yani. Getirdiği çürük-çarık, ezik ne varsa hepsini değerlendiriyor. Ekonomiye katkısı büyük anlayacağınız.

Sabahında tertemiz bir şekilde belediye tarafından satıcıya teslim edilen bu pazar yerleri, akşamında yerini çer-çöpe, sebze ve meyve artıklarına bırakıyor. Belediyenin temizlik ekibi, gecenin geç vaktine kadar savaş sonrası bir hali andıran bu pazar yerlerini temizlemekle meşgul oluyor. Bu durum, ben kendimi bildim bileli böyle devam ediyor. Satıcı kirletiyor, belediye temizliyor. Nedense kullandığımız yeri temiz bırakmayı öğrenemedik gitti. Bu konuda herkes durumundan memnun ve kaderine razı olmalı ki bu pis ortam nesilden nesile devam ediyor. Tezgahların önüne çöp kutusu veya çöp poşeti koymak kimsenin aklına gelmiyor. Böyle bir şey akla gelse de pazarcı, “Belediye benden işgaliye parası alıyor, kirletmek en doğal hakkım” diye düşünüyor olmalı. Belediye de, “Ben de bu vesileyle pazarları temizleyen bir temizlik ekibi oluştururum, en azından birkaç gariban faydalanır bu işten” diye düşünüyor olmalı. Pazar yerlerinin bu şekilde pis bırakılmasından gördüğüm kadarıyla pazarcı şikayetçi değil, belediye ise “Temizlik benim görevim” diyerek görevini yapmaya devam ediyor. Bu ortamdan benim gibi birkaç cins şikayetçi o kadar. Milyonların yaşadığı bir yerde böyle birkaç cins de müsaade ederseniz çıksın.

Semt pazarlarında dikkati çeken bir başka husus da pazarın kurulduğu mahalde trafiğin felç olması. Birçok pazar yeri, mahalle aralarında olduğu için genel trafiğe pek sıkıntısı olmayabilir.

Pazar günleri kurulan, hemen hemen Konya’nın çoğuna hitap eden bir pazar yerimiz var ki, genel trafiği felç ediyor. Zira bu pazar, şehrin merkezinde kalmış. Üstelik diğer semt pazarlarına göre alavere yapanların sayısı oldukça fazla. Muhacir pazarından bahsediyorum. Halk arasındaki namı diğer, Macur Pazarı. Pazarın içi insan kaynıyor, dışı, yol, cadde ise park edilmiş arabalarla dolu. Trafik tek şerit olarak işlerse şükreder trafikte seyreden insan.

Dün Pazar günü Karatay Terminali civarında bir hasta ziyaretinden dönerken bugünün Pazar olduğunu unutarak yolum Yeni Larende’ye düştü.  Yoğun ve işlemeyen trafiği görünce ‘Annah, bugün buranın pazarı! Nereden geldim buraya’ dedim ama iş işten geçti. Girdikten sonra çıkış yok. Mecburen çekeceksin. Yaklaştıkça Balıkçı Halinin önündeki kavşağın etrafına park edilmiş araçları gördüm. Kavşağa kadar araç park ediliyorsa varın o civardaki park edilmiş araç sayısını siz düşünün. Yer-gök araç dense yeridir. İşin garibi Anıt’tan Karatay Terminaline, Eski Stadyumun arkasındaki yoldan Karatay Terminaline giden başka alternatif yol yok. Bu pazar dolayısıyla Muhacir Pazarı'na komşu olan Meram Ticaret Lisesinde Pazar günleri sınav yapılmıyor. Zira pazarcının sesinden okulda sessiz bir ortamda sınav yapılamaz. Üstelik park sorunu başlı başına bir sorun. Güya pazar yerlerinde bağırarak alışveriş yasaklanmıştı. Kim dinler yasağı? Adam avazı çıktığı kadar bağırıyor. Bizde yasaklar uygulanmamak üzere konuyor genelde.

Şimdi gelelim sadede. Tarihi özelliğe sahip Muhacir Pazarı'nın yeri bir başka yere değiştirilmeli diye düşünüyorum. Zira oradaki caddeler çekmiyor bu trafiği. Yok, çok büyük bir işlevi yerine getiriyor bu Pazar. Üstelik tarihi özelliği de var denirse, o zaman yetkililerin; araçların park edileceği uygun bir park yeri ayarlamalarında fayda var. Böyle bir yer yok denirse pazar yerinin altına otopark yapılabilir. Bir de Pazar yerindeki bağırış-çağırışa, pazarcının bağırarak satış yapmasına da engel olunsun. Bu konuda yeni bir mevzuata gerek yok. Zabıtanın yapacağı, mevcut mevzuatı uygulamak. Belediyeden bir isteğim daha var. “Başka şehirlerde kurulan semt pazarları nasılmış, oranın esnafı pazar yerlerini nasıl kullanıyor, ne şekilde bırakıyor, bu konuda Konya pazarcı esnafının alacağı bir şeyler var mı” diye pazarcı esnafını diğer şehirlerdeki pazar yerlerini bir ziyarete götürsün, özellikle Bodrum Turgutreis’de kurulan Turgutreis Pazarı’na. İnanın belediyenin yaptığı en güzel hizmet olur bu organizasyon. Buralardan belediyenin de, pazarcının da alacağı çok şey var. (Bakınız: https://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2016/04/turgut-reis-pazar.html)  22/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

* 21/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

21 Ocak 2018 Pazar

Nereli olduğumu yazmayan hüviyeti ne yapayım ben? *

Devlet eski nüfus cüzdanlarını değiştirme kararı verdi. Bundan sonra her on yılda bir değişecekmiş. Herkesin kimliği değişeceğine göre devlet kimlik değişimini uzun bir zamana yaydı. Fırsatını bulan vatandaş ileride yığılma olmasın diye şimdiden kimliğini değiştirmeye başladı.

Yeni kimlik değiştirmek için nüfus müdürlükleri randevulu çalışıyor, randevu almayan ise aynı gün içerisinde kimliğini değiştirebilmek için biraz beklemek zorunda. Müdürlükler bir adet biyometrik fotoğraf, eski nüfus cüzdanı ve beher değişim için 18,50 TL ücret istiyor.

Nüfus müdürlükleri akşam 19.00’a kadar mesai yapıyor. Randevulu çalıştığı için aşırı bir yığılma yok. Sırası gelen görevlinin yanına varınca sağ ve sol el orta parmaklarının izini veriyor, avuç ayasının izi alınıyor, imzalar atılıyor, fotoğraf sistemde taranıyor, ödemeyi yapıp ayrılıyor. Kimlik ise daha sonradan PTT vasıtasıyla ikametgah adresine gönderiliyor. Gördüğüm kadarıyla sistem oturmuş durumda.

Yeni kimlikle ilgili iş ve işlemler bittikten sonra kimliklerimizin evimize teslim edilmesini beklemeye koyulduk. Vermiş olduğumuz iletişim telefonuma dağıtım yeri olan PTT'den tamı tamına 12 mesaj geldi. "Kimliğiniz tarafımıza teslim edilmiştir, süresi içinde tarafınıza teslim edilecektir...kimlikleriniz dağıtıcıya verilmiştir. Süresi içinde teslimatı yapılacaktır. Aynı adrese bir tanemizin kimliği geldi önce, diğerleri ise 5-6 gün sonra. Teslimat yapıldıktan sonra "Kimliğinizin teslimatı yapılmıştır" mesajları geldi tekrar. Anlayacağınız aynı telefona aynı evden 3 kimliğe 12 mesaj gelse de, kimlikler aynı adrese iki farklı aşamada teslim edilse de organizasyon mükemmeldi. Hepsi aynı anda teslim edilseydi devlet daha az masraf ederdi. Demek ki nüfus ile PTT bu şekilde anlaşmış olmalı.

Zarfın içerisine özenle konarak ağzı yapıştırılmış kimliğimizi görmek için heyecanla zarfı açtım. Kimliğin ebatı malum. Görmüştüm daha önce. Fotoğraftaki beni tanıyamadım. Döndüm bir daha baktım. Bir adam tanınmasın diye hafif değişiklik yapılır ya, işte öyle bir fotoğraftı. Benim verdiğim renkli biyometrik fotoğraf nedense siyah-beyaza dönüştürülmüş, tanıyana aşk olsun. Halbuki özellikle istenen biyometrik fotoğrafta amaç, yüz hatlarını hiç gizlemeden göstermesiydi. Fotoğrafın renklisi tıpatıp kişinin kendisi iken hangi akla hizmet olarak siyah beyaza dönüştürüldü anlamak zor. Bu fotoğrafla merkezi bir sınava girsem görevlilere kendimi ispatlamak için bir fırın ekmek yemem lazım. Kuvvetle muhtemel ya sınava almazlar, ya da tutanak tutarlar.

Kimliğin önüne arkasına baktım. Fazla bir detaya yer verilmemiş. Bilgileri azaltmışlar. Hepsine eyvallah da doğum yerime ve memleketime yer vermemişler. Olacak şey değil. Kişinin nereli olduğuna yer verilmez mi? Biz yeni görüştüğümüz birine ilk önce ‘Nerelisin’ diye memleketini sorarız. Elimize birinin kimliği geçerse ilk işimiz memleketi kısmı dikkatimizi çeker. Kişiyle oradan bir tanış olmaya, tanıdığımızı sormaya başlardık. Herkes Türkiyeli bu kimliklere göre. Bence en önemli ayrıntı atlanmış yeni kimliklerde. Memlekete yer vermeyen kimliği ben ne yapayım?

Bu yeni kimliğin mucidi kim, eseriyle gurur duyuyor mu, bu kimlikleri kabul eden heyet veya kişiler yaptıklarını beğendiler mi öğrenmek isterim. Hele fotoğrafı tarayan nüfus memuru, fotoğrafı yerleştirmek için kestiği kafanın yarısından “İşte bu benim eserim” diye övünüyor mu? Bunu da öğrenmek isterim. 21/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya



* 17/02/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Diplomaside dobralık

Yanı başımızdaki Ortadoğu'da bir oyun oynanıyor. Hem de nasıl oyun. Oyun içerisinde oyun var üstelik. Oynanan oyunun içerisinde biz de varız. Bazen tam içindeyiz, bazen teğet geçiyor, bazen içine çekilmeye, bazen de dışarıda tutulmaya çalışılıyoruz. Kâh içeride terör olarak karşımıza çıkıyor, kâh mültecileri barındırmaya devam ediyoruz. Sürekli teyakkuz halindeyiz ve diken üstündeyiz. Allah kimseyi bu coğrafyada altından kalkamayacağı böyle yükler vermesin. Oynanan bu kanlı oyunun ne zaman biteceği, daha ne kadar bedeller ödeneceği de belli değil.

Akıl, feraset, basiret olmazsa bir toplumda başkasının, dış güçlerin oyuncağı olur ve dünyanın maskarası olur. Ortadoğu bu hali yaşıyor. 

Allah, gönderdiği peygamberlerin çoğunu bu bölgeye göndermiş. Belki doğru yolu bulurlar, kendilerine gelirler, akıllarını başlarına alırlar, başkalarının oyuncağı olmazlar diye peygamber üstüne peygamber göndermiş. Her bir peygamber tebliğ görevini yaparak bayrağı sonraki bir peygambere devretmiş. Gelen son peygamber de kendi bölgelerinden seçilmiştir. Didinmiştir Hz Muhammed yola gelsinler diye. "Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, bölük-pörçük olmayın. Hani siz birbirinize düşmandınız da Allah kalbinize ülfet verdi ve kardeşler olmuştunuz." diyerek nasıl olmaları gerektiğini anlatmıştı onlara. Sanki "Sizi ileride büyük tehlikeler bekliyor, kenetlenirseniz, bir ve beraber olursanız aranıza düşman girmez, sizi esir alamaz, onların oyuncağı olmazsınız" demek istemiş. Zira "Yaşadığınız coğrafyada tutunmanızın, şahsiyetli yaşamanızın başka seçeneği yok." Çünkü "Babası için yaptığı dua dışında sizin için örnek olan İbrahim peygamberin 'Bu bölgenin insanını rızıklandır' diye dua etmesiyle ben bu bölgeye, diğer bölgelere nazaran nimet üzerine nimet vereceğim. Siz bundan bol bol faydalanacaksınız. Eğer parçalanırsanız, sizdeki nimetleri almak için akbabalar gibi saldıranlar çıkacak. Aman ha dikkat!" diye uyarmak istemiş.
Çoğu hidayete ermiş ama bu hidayetleri uzun ömürlü olmamış. Çünkü uluslararası güçlerin 'Parçala, böl, yönet" parolasına teşne olmuşlar.

İşte bu coğrafya azap üzerine azap yaşıyor. Bedel ödüyor. Yol geçen hanı gibi. Gelen vuruyor, giden vuruyor. Ortadoğu bu oyunu, bu sömürü düzenini anlamasa ve gereğini yapmazsa başı beladan kurtulmayacak.

Evet, bu bölgede bir savaş oyunu olarak da bilinen bir satranç oynanıyor. Oyunun içinde Rusya ve ABD oyun kurucu olarak şah ve vezirleri temsil ediyor. Kendi kskrleri emniyet altında. Zira davalı kendi ülkelerimden çok uzakta yapıyorlar. Yaptıkları savaş bir çıkar savaşıdır. İkisinin de burnu kanamıyor. Çünkü oyunu kurallarına göre oynuyorlar. Önlerindeki piyonları sayesinde vekalet savaşı veriyorlar. Piyon bulmada hiç zorlanmıyorlar. Hepsi İslam dünyasının neferleri.

İşte Türkiye, bu oyunda var olmak istiyor, oyun dışı kalmak istemiyorsa oynanmakta olan satrancı iyi oynaması gerekir. Yapacağı her bir hamleyi ne getirir, ne götürür diyerek düşünerek oynamalıdır. Fevri hareket etmemelidir. Mat olmamak ve mat etmek için rakiplerinin hamlelerini bertaraf ederek saldırıya geçecek her yolu, uzun soluklu düşünmelidir. Çünkü satranç bir düşünme oyunudur. Bin düşünüp bir adım atmalıdır. Bu savaş ve oyunda dobralık ile yaramaz. Çünkü satranç oyunu sessizlik oyunudur, dişler gösterilmez. Rakibi hiç ummadığı yerden vurmaktır, rakibini gafil avlamaktır. 21.01.2018 Ramazan Yüce, Konya