29 Kasım 2017 Çarşamba

Sorumluluk İsteyen Her İşte Nöbete Devam

Bir yerde bir bir sorumluluk mu var. Hiç boş geçmedi bugüne kadar. Mıknatıs gibi çekti beni kendine. Ya da ben gidip onu buldum.

Kahta İHL'de çalışırken  Bakanlık lise 1'ler için yönetmelik gereği tüm liseler arasında merkezi bir sınav yapardı. O gün okulun diğer öğrencileri tatil olurken 9.sınıf öğrencileri kendi okullarında sınav olurdu. Okulların öğretmenleri diğer okulun öğrencilerine gözetmenlik yapmak üzere okullar arasında yer değişirdi.

Kız meslek lisesinin öğretmenlerini İHL'ye, İHL öğretmenlerini de kız mesleğe görevlendirmişlerdi. Çalıştığım okulun öğrencisi fazla, kız mesleğin öğrencisi de azdı. Haliyle İHL'nin öğretmen kadrosu da fazlaydı. 

Kahta İHL'den 20 öğretmen kız mesleğe gittik. Okul müdürü "Arkadaşlar, bu kadar arkadaşa ben görev veremem, içinizden iki kişi kaldım, diğerleri gitsin. Zira benim sadece bir sınav salonum var dedi. Bu söz üzerine bir sevindik, bir sevindik. Çünkü görev yapmadan gidecektik. Zira 20 kişiyiz. İki şanlı kişi bulunur elbet dedik. Herkes sevindi, ben de sevindim. Kendi aramızda kısa bir sevinç gösterisinden sonra 'iyi de, kim kalacak, gönüllü var mı" dendi. Doğal ki çıkan olmadı. İçimizde öğretmenliğe yeni başlayan, halihazırda stajyer öğretmen olan bir kişiye, "Sen kal" dendi. Bir kişi bulunmuştu. Sırada ikinci gözetmeni bulacaktık. Kısa bir sessizliğin ardından gönüllü çıkmayınca 'O zaman kura çekelim' dendi. "Kura çekecekseniz, ben gönüllü kalayım" dedim. 'Niye ki' dedi öğretmen arkadaşlar. "Ben kendimi bilirim. Bu kura, mutlaka bana çıkar. Boşu boşuna kura çekmeyin. Haydi gidin" dedim. "Olur mu öyle? 19 kişiyiz 19'da bir şansın var. Kura çekeceğiz" dediler gülerek. 

Hasılı, kura çekildi. Talihli kişi belirlendi. Okulda gözetmen olarak kaldım. Öğretmen arkadaşlarda "Nereden bildin" merakı sürdü epeyce. Sonunda onlar muradına erdi, bense nöbete geçtim. 

Ne zaman ki bir şeyin kaymağı yenecek, bir ödül veya hediye var. Bu tür kuralarda hep boş çektim, bir amorti bile çıkmadı. Nerede bir külfet, sıkıntı veya sorumluluk var, kör talih hep bana güldü. Bir yerde yemek mi yeniyor. O yemekte gizlenmiş bir yaş mu var. O da benim nasibim. Kıl mı çıkacak bana gelir. Şu baklavayı yiyeyim, spzımjn tadı gelsin derim. Cevizin kabuğundan kaçan yine beni bulur. Bu alanda da hiç boşum yok anlayacağınız. Beni bilen çoğu, benim de içinde bulunduğum bir çekiliş ve kurada sevinirler, nasılsa Ramazan'a çıkar diye. 

Dedemden kalan tarlaların kurasını da bana çektirmişlerdi çocukken. Nerede taşlı, albenisi olmayan, kimsenin bana çıkmasın dediği tarla varsa işte o tarlalar da bize çıkmıştı. 

Çocukların düğününde lazım olur, mehir bedeli yaparız diye azar azar altın alırım. Altın hep zirve yapmıştır o zaman. Para lazım olur, altını bozdurmaya kalkarım, altın dibe iner. Ne zaman ki altını düşük fiyattan bozdururum, altın yeniden şahlanır. Döviz alış ve satışım da bundan farklı değil. 

"Fetva veriyorlar, borsadan lot alalım, çok kar elde edeceğiz, ileride çocuklarımız için yatırım olur" dedi iki arkadaş. Param yok dedimse de biz sana dolar borç verelim dediler ve beni güç-bela ikna ettiler. Düşük kurdan aldığım doları öderken doların hızına yetişmek mümkün değildi. Gelecek vadeden Tüpraş'tan 35 liradan lot aldık. Bizim gelecek vadedecek olan Tüpraş hissesi 9 liraya kadar indi. 

Kör talih sana hiç mi gülmedi derseniz? Hatırladığım, Adana'da çalışırken Çetinkaya mağazasından sanırım 75 liraya bir pardesü almıştık. Akülü araba ve bisiklet çekilişi varmış. Verdikleri kuponu doldurup attık, atarken de küçük çocuğuma "Bunu senin adına doldurdum" dedim. Çekiliş esnasında küçük bisiklet çocuğuma çıkmıştı. 

Gördüğünüz gibi hepten şanssız biri değilim. Bazen döner-şaşar, milyonda bir de olsa kötü talihimi yenerim. Ama sorumluluk isteyen her iş beni buldu, bunu adım gibi biliyorum. 29.11.2017 Ramazan YÜCE


Yeni Merkezî Sınavla İlgili Açıklamalar

2017-2018 öğretim yılı sonunda yapılacak olan yeni merkezî sınavlarla ilgili ÖSYM yetkilileri ve MEB zaman zaman açıklama yapmaktadır. Çünkü yeni sınav sistemleriyle ilgili yapılan ilk açıklamalar  tartışmaları da beraberinde getirdi. Zira çocuklarımızın geleceğini ilgilendiren sınavlar doyurucu gelmedi çoğu kimseye.

Merkezî sınavlarla ilgili yapılan eleştirileri dikkate alan ÖSYM, yeni düzenleme yapmak zorunda kaldı. MEB de liselere girişle ilgili zaman zaman yeni açıklamalar yapmaktadır. Oyun başladıktan sonra yapılan bu sistem değişikliği daha uygulama imkanı bulamadan yeni değişik ve açılımlara gebe kalacağı benziyor. Çünkü surda bir gedik açıldı bir kere. Bir oldu bittiyle maç içinde yapılan bu değişiklik, yetkililer tarafından benimsensin isteniyor ama olmuyor bir türlü.

Madem ki yeni sınav sisteminde olmazsa olmaz bir kırmızı çizgisi yok yetkililerin. Her türlü eleştiri ve öneriyi dikkate alıp zaman zaman yeni ilave ve çıkarımlar yapacaklar. Bunu bir proje haline getirebilirler. Sınav sistemiyle ilgili haftalık açıklama yapma kararı alınabilir. Her hafta sınav sisteminin bir yönüyle ilgili açıklama yapılabilir. Basın toplantısının adı 'sınava 5 kala' veya 'sınava 10 kala' gibi isimlerle numaralandırılabilir. Kısa ve öz yapılan bu açıklamadan sonra her basın toplantısı 'Arkası haftaya' şeklinde bitirilebilir. Böylece öğrenci ve veli haftalık bir beklenti içerisine girebilir. Bu durum, heyecan ve merak uyandırır. Sınav sistemi sayesinde toplumun büyük bir kesimi eğitim ve öğretimle ilgili konuları gündemine alır. 

Gördüğünüz gibi her problemin, her sarpa saran durumun bir çözümü var. Bunun için problemi çözme azim ve iradesi olmalı ve aynı anda çözüm üretecek kıvrak bir zeka, basiret ve feraset olmalı diye düşünüyorum. Yeter ki istensin. 29.11.2017 Ramazan YÜCE

Müslümanların Günle İmtihanı

Problemsiz insan, toplum, cemaat, camia, mezhep, millet ve milliyet yoktur. Her toplumun çözülebilir ve çözülemeyen sorunları vardır.

Müslümanların sorunları ise saymakla bitmez. Bazı sorunları kendilerinden, bazıları da dış etkenlerden kaynaklanır. Sorunlarının çoğunu kendileri üretir. Kolay kolay da çözülmez. Kıyamet kopsa çözülür diyeceğim ama emin değilim. 

Bazı sorunları ise gülünç ve komik. Müslümanların ne yapmak istediğini bir anlasam harap olayım. Birkaç örneklendirme yaparsam ne demek istediğim daha iyi anlaşılmış olur.

"Ramazan orucu bugün mü, yarın mı, hilal göründü mü, görünmedi mi? Bayram bugün, yok yarın. Gördüğüm hilal birkaç günlük hilal. Türkiye'nin oruca başlama günü doğru, yok Arabistanınki yanlış. Bence Suudluların görüşü daha isabetli..." şeklinde her Ramazan öncesi ve her bayram bu tartışma olur. Yetkililer bir araya gelseler de mesele çözülmez. Her biri kendi başına buyruktur. Maalesef bir oruca beraber başlayamayız. Bayrama da birlikte giremeyiz. Çok nadirdir aynı gün oruca başlandığı ve bayrama girildiği.

İşimize geldiği zaman hicri takvimi esas alır, bazen de miladi takvimi takip ederiz. Dini günlerde hicri takvim takip edilirken nedendir bilinmez Mekke'nin Fethi bazı kesimlerce her yıl 31 Aralık'ta kutlanır. Burada güdülen amaç yılbaşı kutlamalarına alternatif bir kutlama olsa gerek. 

Hz Muhammed'in doğum günü her yıl hicri takvime göre Mevlit Kandili adı altında değişik etkinliklerle anılırken 1989 yılından itibaren 'Kutlu doğum' adı altında miladi takvime sabitlenerek Nisan ayında kutlanır oldu. İşin ilginç yanı peygamberin doğum günü biri hicri, diğeri miladi olmak üzere yılda iki defa anılır oldu. Son günlerde 'Kutlu doğum FETÖ icadı' tartışmaları üzerine peygamberin doğumunu anma, hicri takvime göre gelen mevlit kandilinde olacak şekilde yeniden düzenlenmiştir. Yıllardır bir çelişki olan doğum günü böylece çözülmüştür.

Günlerle ilgili bir başka sorunumuz da Kadir gecesi dışında kandiller var mı, yok mu üzerine. Kimi var, kimi yok der. Var denilse de, yok denilse de kültürümüze yerleşmiş bu kandiller, günü gelince değişik etkinliklerle anılır. Hiçbir şey yapmayan/yapamayan/yapmak istemeyen bu günün gecesini kutlamak üzere mesaj gönderir. Çoğu kimse günün anlam ve önemine binaen mesaj  gönderirken kendi elinin emeği olarak birkaç cümle yazmaktansa başkasından gelen veya sanal alemden bulduğu resim formatındaki mesajları göndermektedir. Kimi de doğru-yanlış araştırmadan piyasada dolaşan günün önemini belirten mesajları bol miktarda tedavüle sürmektedir.

Hasılı sorunumuz çok olmaya çok. Maalesef günler konusunda bile bir birlikteliğimiz yok gördüğünüz gibi. Bu konuda da çok iyi bir imaj vermemekteyiz. Allah altından kalkamayacağımız yükler vermesin. Aramızdaki sorunları çözmeyi nasip etsin. Bir ve beraber olmayı, birlikte hareket etmeyi, birbirimizin derdiyle dertlenmeyi, birbirimizi anlamayı nasip etsin. Günleri kutlamanın ötesinde amacına uygun yaşamayı hepimize göstersin. 29.11.2017 Ramazan YÜCE

28 Kasım 2017 Salı

Kovboy İş Başında -2- *

Daha önce 'Kovboy İş Başında' diye bir yazı kaleme almış, ABD'nin ABD yapımı filmlerde başrolü oynayan sığır çobanlarının filmdeki rolüne dikkat çekmiştim. Kovboy filmlerinin şimdi cazibesi kalmasa da, artık başrollerde bir sığır çobanı olmasa da günümüz ABD yönetiminin; kovboyların rolünü üstlendiğini, üstelik ABD dışına çıkarak haddini bilmeyen devletlere had bildirdiğini, racon kestiğini işlemeye çalışmıştım. Bugün de bunun üzerine birkaç kelam edelim istiyorum.

ABD, içimizdeki beslemeleri sayesinde bizi hizaya getirmeyi denedi önce. Baktı ki besledikleri işi, ağız ve yüzlerine bulaştırdı. Kendisi bizzat taşın altına elini koydu. Çünkü batıyor kendisi. Bir kurtuluş yolu arıyor. Yine dünyanın lideri kalabilmek, ekonomik yönden krizden kurtulmak için hırsızlıksa hırsızlık, katillikse katillik, cinayetse cinayet, katliamsa katliam, yargılamaksa yargılamak, terörse terör, savaşsa savaş... her yolu deniyor. Kâh devletlerin parasına el koyuyor, kâh bir ülkeyi terör suçlusu ilan ediyor, kâh bir devlete ekonomik ambargo uyguluyor, kâh kriz çıkarıyor, kâh bir ülkenin prenslerini sorgulayıp servetlerine el koyuyor... Neler yapıyor neler! Kendi yunmuş yıkanmış ak kaşık. Dünyayı adam edeceğim, dünyayı düzene koyacağım diye uğraşıyor. Böyle iyilik meleği kendi başına olur inşallah!

Şimdi sırada emrine girmeyen, söz dinlemeyen, masada ben de olacağım, inisiyatif alacağım uğraşı veren Türkiye'yi ekonomik yönden çökertmeye çalışıyor. Buzdolabına koyduğu Rıza Sarraf olayını yeniden gündemine aldı. Önce Rıza Sarraf'ı ve Halkbank Genel Müdür yardımcısını bir vesileyle ABD'ye bir el vasıtasıyla getirterek tutukladı. Yargılama başladı. Sanık olan Rıza Sarraf'ı tanık yaptı. Şimdi bizim Halkbank müdür yardımcısını yargılıyor jüri karşısında. Burada bir de gelişme var, hakkını yemeyelim. Kovboy filmlerinde yargılama işini hem hakim, hem, polis, hem de savcı rolünü üstlenen bir tek şerif yapardı. 

Bu işleri yapan ABD olunca '...her şeyi yapar' sözü tam oturur. Zira kendisine ne haltlar karıştırıyorsun diyen yok. Çünkü güçlü olmak haklı olmak demektir bugünkü düzende. Zaten üst daima haklıdır, bilhassa haksız olduğu anlarda. Son yüzyılımıza damga vuran, tarihe kara leke olarak not düşülecek olan bu asrın firavununun sonu inşallah tarihteki Nemrut'un, Firavunun sonunu aratmayacaktır. Rabbim, ben ölmeden gösterir bu zalimin düşüşünü inşallah! 

ABD'ye kızalım kızmaya. Ama kendimize daha fazla kızalım. Kiminle iş yaptığımızı bir sorgulayalım. Bu Rıza Sarraf denilen adam ne güven verdi de bununla iş yapıldı? Niçin bizi yarı yolda bırakmayacak, gerekirse bu uğurda kellesini verecek, Nuh deyip peygamber demeyecek, ser verip sır vermeyecek adam gibi bir adam seçilmedi de bukalemun gibi güce tapan, hapishane ortamını görünce cinnet geçiren, bizi satan bir adam seçildi? Bizim yetkililer insan sarrafı değil mi yoksa? Bu konuda da mı yanıldılar? Devlet dediğimiz aygıt böyle mi yönetilir? Sizin devlet yönetiminiz yolda bulduğunuz her sakallıyla devlet sırrı olan işleri yapmak şeklinde mi? Adam gibi arasaydınız bu ülkede kellesini verecek, ABD hapishanelerinde çürüyüp gidecek nice Rızalar bulabilirdiniz. Bence bu olayın sonu ne olursa olsun, yeniden bir ekonomik krizle karşılaşırsak karşılaşalım, biz buna göğüs gereriz. Ama yetkililer de kendilerini bir hesaba çekmeliler, biz nerede hata ve yanlış yaptık diye. Ben söyleyeyim siz daha kendinizi hesaba çekmeden. Zira dost acı söyler ama yüze söyler. Siz düşmanınızın adamlarıyla iş yapmışsınız. Sadece bu bile sizin ne kadar acemi ve saf olduğunuzu gösterir. Demek ki her sakallıya amca denmeyecekmiş.

Bence oturun, kendinizi hesaba çekin, karanlığa kızıp bağırmayı bırakın. Bu işi niçin, ne maksatla yaptığınızı bu halka anlatın. Unutmayın ki bu halk öz eleştiri yapan kim olursa aman verir ve kredisini devam ettirir. 28.11.2017 Ramazan YÜCE

* 04/12/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Dilencinin Böylesi ve Sadaka Taşları *


 
Bu ülke; cami önünde dileneni, esnaf esnaf dolaşıp para isteyeni, çarşı-pazar dolaşıp "Affedersiniz, dilenci değilim, memleketime gidemedim, yol param yok, dolmuşa binecek param kalmadı, kömür alamadım..." diyerek dilencilik yapanın her türlüsünü gördü de benim bugün gördüğümü kimse görmedi sanırım. Ya da ben hiç tevafuk etmedim.

Bugün wc ihtiyacımı gidermek için belediyenin hizmeti olan 'ücretsiz wc'ye girdim. Hoşumuza giden adına hizmet denen bu bedava tuvalet tasarrufunu da anlamış değilim. Çünkü çay kaşığıyla verilen bu hizmetin bedelinin kepçeyle su faturalarına yansıtıldığını düşünüyorum. Çünkü bedava hizmetin bedeli ağır olur. Al-gör gününü der gibi. Yol yakınken belediye bu bedava hizmetinden vazgeçsin. Hatta her tuvaletine bir görevli koyarak normal bir bedel alsın. Amme adına yapacağı her hizmetten makul bir ücret alsın. Yoksa bu bedava hizmet su abonelerine çok pahalıya mal olacak. Ali'nin yararlandığı bedava wc hizmetinin ceremesini başka Veliler çekmesin.

Wc'deyken lavabo kısmında bir konuşmaya kulağımı kabarttım. Tuvalete girerken avucunun içinde bir 5 lira ve bozuk bir liraların olduğu gencin biri para istiyordu giren çıkandan. "Sigara alacağım, bir liram eksik, dilenci değilim" şeklinde. Konuşmasına bakılırsa Konyalı değildi. Hatta Türkiyeli hiç değil. Çünkü aksanı farklıydı. Lavaboda konuştuğu kişi bir polisti. "Ayıp değil mi, bu yaşında ne para istersin, git çalış" diyor. O da; "Tamam polissin. Senden bir şey istemiyorum. İstediğim sadece bir lira. Sigara alacağım, dilenci değilim" dedi. Polisin nerelisin sorusuna verdiği cevabı anlayamadım.  Çünkü bir o, bir o konuştu önce. Sonra ses ikileşti. Birbirine kızıyorlardı seslice. Az sonra ses kesildi. Bu arada ben de wc'den çıktım. Merdivenlerden çıkarken para isteyen genç 15 yaşlarındaki bir çocuğa teşekkür ediyordu. Anlaşılan bir lirası eksik sigara parasını çocuk tamamlamıştı. Çocuğu bile cömert bu ülkenin gördüğünüz gibi.

Gencimiz bugünlük içeceği sigarasının parasını bu şekilde toplamıştı. Yarın ne yapacak, veya hangi yolları deneyecek bilmiyorum. Çünkü bu, bir defa alınıp içildikten sonra bırakılan bir meret değil, sürekli ister. Sigara parasını isteyerek karşılayan, bütün yolları tükettikten sonra belki hırsızlığa bile başlar yakında. 

Karşılaştığım bu olay garibime gitmedi değil. Genç bu topluma yabancı ki sigara parası dileniyor. Bu şekil dilenmeye bu millet çok sıcak bakmaz. Halden anlayan sigara içen bile kolay kolay para vermez. Çünkü kendi içer içmeye. Gerekirse sigara ikram eder, gerekirse sigara ister. Ama sigara parası vermez. Hele tanımadığına asla. 

Günümüzde yaşına-başına, gücüne-kuvvetine bakmadan dilenen dilenene. Ne çarşı, ne pazar, ne yol, ne mağaza, ne cami, ne de ev deniyor. Gün geçtikçe eksilmiyor, artıyor dilenen sayısı. Dilenciden geçilmiyor insan kalabalığının olduğu her yer. Öyle zannediyorum İslam ülkelerinin sorunu ilk başta bu sorun. Bu sorun nasıl halledilecek? Bunun üzerine kafa yormak lazım. 

Yan tarafta gördüğünüz resmin adı, sadaka taşıdır. Kökeni Selçuklu dönemine kadar gider. Osmanlı döneminde yaygın bir yardım şeklidir. Kayıtlarda Osmanlı dönemine ait sadece İstanbul'da 160 yerde sadaka taşının olduğu belirtilir. Genellikle cami bahçelerinde olan bu taşın amacı, fakir ve ihtiyaç sahibi kişilerin ihtiyaçlarını karşılamak için zengin kişilerin bıraktıkları para vb. şeylerin bırakıldığı yerlerdir. Bu sadaka taşına kimin para koyduğu da belli değil, kimin buradan para aldığı da. Bu sadaka taşıyla fakirin rencide olmaması düşünülmüştür. Sağ elin verdiğini sol el görmemedir bunun adı. Düşünülmüş, proje haline getirilmiş ve uygulanmış eşsiz ve benzersiz bir sosyal projedir bu. Dilenmeyi tam yok edemese de azalttığını, fakirin onurunu koruduğunu düşünüyorum. Düşünüp uygulayandan Allah razı olsun.

Öyle zannediyorum bu harika projeyi günümüzde yeniden canlandırmanın tam zamanı. En azından dilencilik için peşimize takılanlara parayı nereden bulabileceğini söyleriz. Sadaka taşlarındaki parayı hemen boşaltan dilenci bir müddet sonra 'Ben ihtiyacım kadarını alayım, nasılsa sürekli konuyor, benden başka ihtiyacı olanlar da var' diyecektir. İlk başlarda aksaklıklar veya kötüye kullanma olsa da bir müddet sonra rayına oturacağını düşünüyorum.

Proje proje diye gece gündüz rüya görenler, ne yapsak diye toplantı üstüne toplantı düzenleyen etkili ve yetkili kişiler! Buyurun size geçmişte başarıyla uygulanmış bir proje. Haydi başlatın böyle bir projeyi! Ön ayak olun bu toplumsal yaramızı yok edecek veya en aza indirgeyecek sadaka taşlarına yeniden. Unutmayalım ki bir işe sebep olan, onu yapmış gibidir. Haydi göreyim sizi! 28.11.2017 Ramazan YÜCE 

* 06/12/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






Siyah Önlükten Beyaz Önlüğe

İlkokul 5'i siyah önlükle bitirdim. Bizden önce kaç nesil bu şekilde okula gitti geldi, ben mezun olduktan sonra ne kadar devam etti bilmiyorum. Çünkü sonradan mavi önlüğe geçildi. Şimdilerde pek mavi giyen de kalmadı. Zira her okulun kendine has okul kıyafeti var. Okul değiştirdikçe veli, çocuğunun kıyafetini yenilemek zorunda.

Niyetim okul kıyafetinin şeceresini yazmak değil. Niçin başka renk değil de siyahtı Türkiye'nin okullarındaki renk? Yetkili irade bir mesaj mı vermek istiyordu? Bu ülkenin halkı cahil olduğu gibi onların çocukları da bilgisizdir, tıpkı bu önlük gibi mi demek istedi, bize bu siyah önlüğü dayatırken? Biz sizi bu şekilde alıp okutacağız, beyninizi aydınlatacağız mı niyetleri vardı?

Renk renktir, hepsi gökkuşağının renkleridir. Birinin diğerinden üstünlüğü yoktur. Tıpkı insanların ırk ve renk bakımından yekdiğerine üstün olmadığı gibi. Ama özünde olmasa da biz renklere farklı anlamlar vermişiz. Olumsuzlukları genelde siyaha yani 'kara'ya yüklemişiz. Çiller döneminde ekonomik kriz, çarşamba günü olduğu için o güne 'Kara Çarşamba' denmişti. Kışın sert geçtiği, karın bastırdığı, hayatı olumsuz etkilediği kışlara basın, 'Kara kış bastırdı' diye başlık atar. Yine son günlerde basın ve sosyal medyada gündem oluşturan bir gün var: 'black friday' yani kara cuma. Ekonomik durgunluğu aşmak, tüketiciyi alışverişe yöneltmek amacıyla ABD tarafından her yıl 'Şükran Günü'nün ardından gelen cumaya bu ad verilmiştir. Bir şey ABD tarafından başlatılır da dünya bigâne kalır mı bu duruma? Hemen hemen her ülkeden birçok firma katıldı, adına 'kara cuma' verilen bu alışveriş çılgınlığına. Herkes katılır da Türkiye katılmaz mı bu kampanyaya? Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) içimizdeki temsilcileri, mağazalarının vitrinlerine 'black friday' yazarak bu indirim kampanyasına katıldı. Kambersiz düğün olmazdı tabii. Beş milyon doların üzerinde harcama yapılmış bu günde. Çılgın bir rakam bu. 

Yüzde 80'lere varan indirimler sayesinde insanların birbirini çiğnercesine mağazalara akın ettiği, mağazaların boşaldığı, alıcı ve satıcının kazandığı, ekonomiye canlılık getiren bu güne niye 'kara cuma' dendi? Anlamak zor. Aslında böyle bir güne kara cuma denmekten ziyade 'bereketli gün' denmeliydi. Sonra niçin cuma seçildi? Burası da muamma... ABD menşeli mağazalar böyle bir günde köşe olurken bizde dini duyarlılığı olanlar hop oturup hop kalktı, 'Bizim cumamız kara değil, hayırlı' diye. Biz adına kara cuma denen bu güne kıza duralım. ABD'liler köşeyi. Bilinçaltlarında bizim bayramımız olan cumayı tiye almak varsa da, anlamak isterlerse eğer bizim cumamızın karası bile onları ihya ediyor. Ama çoğu şeyi anlamasam da bildiğim bir şey var, ABD osursa dünya üzerine pisliyor maalesef.

Niyetim ABD'nin başlattığı 'black friday' değildi. Ama nedense benim ilkokulda giydiğim kara önlük beni 'kara cuma'ya götürdü. Sahi bize küçükken niçin kara önlük giydirmişlerdi? Bizimkilerin kafasında da ABD'lilerin bakış açısı var mıydı, yoksa tesadüf mü? Ya da siyah kir götürür, çabuk kirlenmez, uzun süre giyilir. Zira çamaşır makinesi yok, ya da makinede yıkamak yaygın değil diye mi düşündüler? Veya "Sen şu anda çocuksun; günaha, suça belenmedin; büyüyünce suça karışıp günaha gark olacaksın. İleride böyle kapkara olacaksın. Şimdiden alış" mı demek istediler. Ya da ellerinde bol miktarda siyah renk kumaş vardı da bu şekilde eritmek mi istediler? Niyetlerini maalesef bilmiyoruz. Sonradan maviye dönülmesini de anlamış değilim.

Bu yazıya konu olan; aslında okulun bize hediye ettiği, derslere girerken giymemizi istediği 'beyaz önlük'tü. Çabuk kirlense de insanın içini açan, görüntüyü güzelleştiren bir renktir beyaz. Yarım asrı devirdiğim, ihtiyarlığa adım attığım; günaha, kire belendiğim bir yaşta can simidi gibi yetişti bu beyaz önlük. Bize beyaz önlük giydirmeyi düşünenler iyi niyetli. Bundan zerre kadar şüphem yok. Ama bu yazımda kara-beyaz renkleri konu edindim. Her renge de bir anlam yükledim ya, bu beyaz renge de mutlaka bir anlam yüklemem lazım. Yüklemezsem çatlayıp ölürüm zira. Sanki bu beyaz renkli önlükle bana, "Bir ayağın çukurda artık. Suça ve günaha karıştın. Neredeyse içinin kötülüğü dışa vuracak. Bari beyaz önlüğü giy de kirini gizlesin biraz." demek istemiş olabilirler. Bu yorumum garibinize gitmiş olabilir. Doğaldır bu. Zaten her tasarrufumuz garip değil mi bu dünyada! 

Masum ve günahsız olduğum bir çağda kara önlük, günaha belendiğim çağda ise beyaz önlük. Değerlendirmem hâlâ garibinize gidiyorsa buyurun küçüklüğümde kara önlük, büyüdüğümüzde de beyaz önlük giydirmenin sebebi ne olabilir? Bir de sizden dinleyelim. 28.11.2017 Ramazan YÜCE


27 Kasım 2017 Pazartesi

Adı Tatlı Telâşeymiş!

Anadolu'da düğünler zahmet, meşakkat, sıkıntı, masraf ve maliyet olsa da mutlu bir yuvaya adım atılacağı için adına 'tatlı telaşe' deniyor. Adını kim koydu bilmem ama tatlı olup olmadığı su götürür. Çünkü düğünün kendisi başlı başına bir koşuşturmadır. Hem vücut yoruluyor, hem de zihinler.

Düğün hazırlıkları bir taraftan tam hız gidiyorken diğer taraftan da acaba bir aksaklık olur mu? Arada bir sıkıntı meydana gelir mi? Kaç kişi çağıralım, acaba bütçemiz kaldırır mı? Davet ettiğim kişiler gelir mi? Gelirse ne kadar fire verir? Yemek yetmemezlik yapar mı? Misafirler geri döner mi? Yemekler güzel olacak mı? Bu minval üzere kafanda kırk tilki davetli listesi hazırlamaya başlarsın. Önce kaç kişiye kart dağıtacağını tespit edersin. Ardından  kız evine ne kadar kart lazım olduğunu sorarsın, oğlan ne kadar kişiyi çağıracak onu belirlersin. Geriye kalan davetli sayısı sana kalır. Sen de bir liste çıkarırsın, sayıyı geçiyorsa elemeye, doldurmuyorsa ilave yaparsın.

Sayıyı tutturmak epey uğraştırır insanı. Şunu çağırmasam olmaz, bunu çağırmasam olmaz. Sağa koyar olmaz, sola koyar olmaz. Sonunda doğru-yanlış bir seçme ve elemeye tabi tutarsın. Davetiye yazamadığın dostlarının ezikliğini duyarsın. Keşke duymasa, duyarsa mahcup olurum endişesi taşırsın. Sonunda kartları yazmaya başlarsın.

Kartları yazdıktan sonra bir sorun da burada başlar. Bu kartlar nasıl dağıtılacak? Haydi dağıtmaya kalktın, görüştüğün çoğu kimsenin evini bilmezsin. Kime, nasıl ulaştırırım şeklinde kara kara düşünürsün. Nazın geçenlere whatsap aracılığıyla gönderirsin. Bazıları da sanal davetiyeyi kabul etmez. Kart gelecek bir defa der. Bazılarına telefon açar, evinin adresini alırsın. Kart vereceğim, hayırlı bir işimiz var dersin. Acaba bir umut, kardeş whatsaptan gönderiver der mi diye bekler durursun. Evine kartı vermeye varınca "Buraya kadar niye yoruldun, whatsaptan gönderseydin cevabı alırsın. Be mübarek ev adresini isterken söyleseydin ya. Hoş bazıları söylüyor. Bu tipler leb demeden leblebiyi anlayan kişiler. Allah sayılarını çoğaltsın.

Bazısının evini ara ara bulamazsın, hele bir de yol özürleysen. Sinirinin tavan yaptığı andır bu an. Ne faydası olacaksa. Bazısı davetiyeyi aldıktan sonra "Yapacağım bir şey var mı, içten söylüyorum, hiç çekinme bak." deyince Hızır ayağına geldi diyorsun.  "Efendim falana bir kart verilecek, evi size yakın" dersin. "Olurdu ama göremem ben" cevabını alırsın. Tam Hızırı buldum derken sevincin kursağında kalır. Madem yapmayacaksın be adam! O zaman ne diye  "Yapacağım bir şey var mı" diye sorarsın. Ama hakkını yemeyelim, bazıları da tam hizmet için yaratılmış, ne görevi verirsen, kimin kartını verirsen, bana uygun değil demez, başüstüne diyerek koşar. Allah razı olsun.

Bazılarına da kartı verirsin, beklerim dersin. İnşallah cevabı alırsın. Bu adam kesin gelecek, çünkü Allah'o şahit tuttu dersin. Adam düğününde boy göstermez, gelemedim diye de aramaz, şu mazeretim vardı da demez. Demek ki bu tip için inşallah, canım isterse, boşta kalırsam gelirim demekmiş.

Bazısına da biri vasıtasıyla davetiyeyi ulaştırırsın. Kartı başkasının getirmesini garipsiyor. Çünkü kartı düğün sahibi dağıtırmış. Bu yüzden önceki aracı aradan çekiliyor. Garibine gitse de kart bizzat senin elinle onun evine ve eline ulaşacak. Ah bir de okur-yazar olsa, kartı okuyabilse hiç gam yemeyeceğim. Bunu yapan da bir yabancı değil, sonradan oluşan bir hısımlık. Kaybetmezsek bulduk bir defa. Sen meğer hısım değil, hasım edinmişsin. Düşman yapmaz yaptığını. Hem cahil, hem de burnundan kıl aldırmayan tip böylesi. Yol bilmez, yolak bilmez, oturduğu yerden kınanacak durumunu kınar durur. Buna göre her işini sen yapacaksın. Aslında böyle tip yerinde dursa -ki taş yerinde ağırdır- düğününe gelmese düğüne rağmen kuş gibi hafiflersin, çifte düğün yapmış gibi sevinirsin. Ama bu mutluluğu sana reva görmez, burnunun ucunda biter, sevincini kursağında bırakır. Çünkü kambersiz düğün olmaz.

Kart dağıtım işi bitince kuş gibi hafiflersin. Ama iş bitmiyor. Bu sefer düğünün üzerine yoğunlaşırsın. Basit gibi görünen düğünün sadece davetli listesi ve kart dağıtma işinin bir kısmını anlattım size. Abartı var derseniz beni düğünden fazla yormuş olursunuz. Bu işler göründüğü gibi değil. Halep orada ise arşın burada.  Buyurun, denemesi bedava. Zira hamama giren terler. Görün o zaman bu tatlı telâşın başınıza getirdiğini... 

Bana düğün için yapabileceğim bir şey var mı diyen olursa, bana sadece düğünlere 'tatlı telaş' diyen adamı bulun gelin, başka hiçbir şey istemiyorum sizden... 27.11.2017 Ramazan YÜCE