23 Kasım 2017 Perşembe

Yeni Bir Öğretmenler Gününde Okulum Bembeyaz!

Nihayet 25 yıl çalışmamın ardından gelen 24 Kasım beni fazlasıyla memnun etti. Nasıl sevinmem. Zira ilk defa bir önlüğüm oldu. Hem de bembeyaz. Üstelik 'V' yaka. Önümü kapatmak için çıtçıtı bile var.

Nasıl sevinmem? Mesleğimin son demlerini yaşadığım bu süreçte bir sponsor vasıtasıyla bir önlüğe sahip oldum. Artık bundan sonra sabah kalkınca bugün hangi elbiseyi giyeyim derdi olmayacak. Hangisini giyersem giyeyim, nasılsa önlüğümün altında kalacak. Üstelik ders defterini imzalamak için ceketimin  veya gömleğimin kolları, masaya sürtünmekten kirlenmeyecek. Meslektaşlarım arasındaki giyim farkı da ortadan kalkacak. Zira alanı var, alamayanı var. Tıpkı öğrencilerimiz gibi tek tip olacağız. Zaten öğrencisiyle aynı ortamı paylaşan, aynı havayı soluyan öğretmen de öğrencinin büyümüş şekli değil mi? 

Sık sık elbise değiştirme olmayacak önlük sayesinde. Yani kuru temizlemecilere veya evdeki çamaşır makinesine fazla iş düşmeyecek. Bu demektir ki enflasyonun yeniden azdığı, hayat pahalılığının arttığı günümüzde hesap kitap yapacağız, kuru temizlemeye daha fazla para harcamayacağız, elektrik sarfiyatımız azalacak. Bu beyaz önlük kirlendikçe çamaşır makinesine atıp yıkayacağız. Umarım ütü istemez.  Şayet isterse ütü derdi var ve enerji masrafı olacak demektir. O zaman yat ağla, kalk ağla artık. Hâsılı, bu v yaka önlük, iki yakamızı bir araya getirecek, öğretmenler odası bembeyaz olacak. Gelen veli; kimin öğretmen olduğunu, adının ne olduğunu önlüğe bakıp bilecek, birbirini tanımayan öğretmen, meslektaşına hitap ederken "hocam" demeyecek, önlükteki isme bakıp ismiyle hitap edecek.

Yalnız her tasarrufun olumlu yönleri olduğu gibi olumsuz tarafları da vardır. Bu önlük beyaz olduğu için çabuk kirlenebilir, her hafta yıkamak gerekebilir. Tamam yıkarız denebilir. Ya o hafta evde makineye atılacak beyaz çamaşır çıkmazsa ne yapacağız? Ya da eşiniz unutup yıkamadı veya okuldan getirmeyi unuttunuz. "Birkaç gün önlük giymeyiz, sanki anamızdan önlüklü mü doğduk" denebilir. Tamam bu cevaba eyvallah da. Ya idarecilerimiz, öğrencilere kılık-kıyafet kontrolü yaptığı gibi öğretmen odasına gelip veya sınıf sınıf dolaşıp "Öğretmenim, nerede önlüğün, biz giymeyesiniz diye mi diktirdik bunu" derse, işte o zaman ayıkla pirincin taşını. Haydi her şeyden geçtik, bu önlükleri nereye asacağız? Zira askılık yeterli değil. Üst üste astığımız önlüğümüzü bulmak için derslere geç gitme veya aceleyle başkasının önlüğünü giyme sorunu da ortaya çıkabilir. Nöbetçi amir, kapıda " Haydi arkadaşlar!" desin dursun.

Neyse işin başında olumlu düşünelim, sonu da hayırlı olsun diyelim. Unutmayalım ki önlüğümüz beyaz, leke götürmez. Zaten sürekli çamur atıp iz bırakmaya çalışıyorlar. Yine de dikkatli olmak gerek. Ama herkes bilsin ki Güneş, balçıkla sıvanmaz. 

Bu vesileyle bizi; günümüzde düşünen, beyazlara bürüyen, buna sebep olanlara teşekkür ederiz. Bu sene günümüzde önlük alan, bakarsınız seneye takım elbise alır. Umudumuzu yitirmeyelim. Zira umut, fakirin ekmeğidir.

Günümüz kutlu olsun, nice yıllara... Hatırlayanınız çok olsun! 23.11.2017 Ramazan YÜCE

Çocuklara İsim Vermede Aman Dikkat! ***

Gazetelerin üçüncü sayfası dendi mi bizde kan davaları, taciz ve tecavüz olayları, cinayet, şiddet vb haberler akla gelir. İnsana böyle de olur mu dedirten cinsten adi vakalar bunlar.  Garibimize gitse de bu ülkenin değişmez huylarındandır bu tür can yakan haberler. İşte size, deme ya dedirten cinsten bir haber. 22/11/2017 günü gazetelerin internet sayfalarına bir bakalım:

Osmaniye’de yeni doğan bebeğe isim koyma yüzünden çıkan kavga silahlı çatışmaya döndü. Bebeğin dayısı hayatını kaybetti. 7 kişi de yaralandı. Olay Karaboyunlu Mahallesi'nde meydana geldi. İddiaya göre, aralarında önceden de husumet bulunan iki aile arasında yeni doğan bir bebeğe isim koymada anlaşmazlığa düştükleri için tartışma çıktı. Tartışma sonucunda ismi öğrenilemeyen bebeğin annesi, baba evine gitti. Burada devam eden tartışma kısa sürede kavgaya dönüşünce kavgaya her iki ailenin fertleri de karıştı. Taşlı, sopalı ve silahlı kavgada askerden izne geldiği öğrenilen ve bebeğin dayısı Musa Çeçan (23) av tüfeği ile vurularak hayatını kaybetti. Aynı olayda 7 kişi de yaralandı. Yaralılar Osmaniye'deki çeşitli hastanelere kaldırılarak tedavi altına alındı. Olayla ilgili 10 kişi gözaltına alındı. Soruşturma sürüyor.” (www.sabah.com.tr)

Şaka mı yapıyorsun, diyebilirsiniz. Maalesef şaka falan değil. Olay ciddi olduğu kadar vahim ve trajikomik. Güler misin, ağlar mısın? Olayın geçtiği yer Türkiye olunca biz daha bu konuya gelinceye kadar ne kavgalar ettik, ne cinayetler işledik. Bizde eften-püften sebeplerle, hatta tavuk yüzünden insanlar öldürülür. Yan bakmaktan, dik dik bakmaktan bile kanlar akar.

Haberde olayın detayına yer verilmemiş. Ama haberin siyak ve sibakından çocuğa isim vermede eşlerin anne ve babalarının da müdahil olduğunu anlıyorum. Gerçekten anne ve babanın dışında taraflar niye müdahale ederler ki? Anlamak zor. Bir defa çocuğa isim vermede birinci dereceden çocuğun anne ve babası hak sahibidir diye düşünüyorum. Büyüklerle istişare edilir, bilgilendirilir, anne ve baba çocuklarına uygun gördükleri isimleri verirler. Hatta karı-koca anne ve babalara gelip buyurun uygun gördüğünüz ismi verin dese bile büyükler, “Teşekkür ederiz çocuklar! Ama bu hak sizindir, lütfen anlamı güzel bir isim seçin çocuğunuza” demelidirler. Ama ne mümkün bizde! Gururumuz hemen ön plana çıkar. Zaten aile büyüklerinin ismini vermenin ötesine de geçilmiyor bu ülkede. Hemen mahalle baskısı devreye girer. Yok adettir, ismi büyükler verir denirse buyurun, büyüklerin karıştığı isim vermedeki durumu. Maliyeti bir ölü, on yaralı, on kişi gözaltında. Ne işe yaradı şimdi? Bir hiçten çıkan büyük kavganın vardığı nokta. Daha olayın nereye gideceği belli değil. Bu olay lokal bir olay değil. Basit bir araştırmayla isim yüzünden ailelerin parçalandığına bile şahit oluruz.

Oldum olası büyüklerin çocuklarının yeni doğan çocuklarına isim verme konusunda taraf olmasını, beklenti içerisine girmesini, gönül koymasını garipsedim, garipsemeye de devam edeceğim. Zaten bundan dolayı da birçok çocukta çift isim göze çarpar. Biri aile büyüğünün adı ise, diğeri anne veya babanın koyduğu bir isim. Başka da çaresi yok anne ve babanın. Büyükleri memnun edeceğiz, onları kırmayacağız diye çocuklarımız ömür boyu uzun isimleri taşımaya devam edecektir.

Kendi çocuklarıma ilk ve tek vasiyetim, “Aman çocuklar, kendi çocuğunuza adını kendiniz verin, vermeyeceğiniz tek isim benim adım, haberiniz olsun. Sadece koymayı düşündüğünüz ismi bana söyleyin yeter” dedim. Hala da bu vasiyetimin arkasındayım. Bu görüşüme ister katılır, ister katılmazsınız. Benim görüşüm bu… 22/11/2017 Ramazan YÜCE

*** 26/11/2017 günü haberladik.com adresinde yayımlanmıştır.

22 Kasım 2017 Çarşamba

Sahte Öğretmene Beraat

Nasıl bir ülkede yaşadığımızın, bu ülkeyi kimlerle paylaştığımızın, devletin işleyişinin evlere şenlik olduğunun resmidir sahte diploma ile 19 yıl görev yapmak.

Dile kolay sahte diploma ile 19 yıl görev yapmak ve bundan devletin 19 yıl sonrasında haberdar olması vahim, bir o kadar da fecaat gerçekten.

Olay Trabzon'da görev yapmakta olan bir öğretmenin diplomasının sahte olduğunun tespitiyle patlak veriyor. Hakkında nitelikli dolandırıcılıktan iddianame hazırlanıyor, aldığı maaş ve ek dersinin yasal faiziyle isteneceği ve 4 ila 12 arasında mahkumiyet alacağı beklenirken mahkemeye sunulan belgelerin fotokopi olduğu iddiasıyla sahte öğretmene mahkememiz beraat kararı vermiş. Anasından doğmuş gibi suçsuz olduğu mahkeme tarafından tescillenince kızımız, bunca emeğim ne olacak diye sormuş. Kızımız haklı. Hatta "Emekliliğime bir yıl kaldı, bir yıl daha çalışayım emekli olayım. Beni en doğal hakkım olan emekliliğimden mahrum ettiler, üstelik beni buraya çağırarak öğrencilerimden ayırdınız, mağdurum, yetkililer hakkında maddi ve manevi tazminat davası açıyorum" diyerek davacı olsa bu mantıkla öyle zannediyorum, davayı kazanır. Bizde bu mahkeme oldukça böyle bir kararın çıkması kuvvetle muhtemeldir. Zaten 19 yılda birçok öğrenci yetiştirmiştir. Belki de kendisini yargılayan da öğrencisi olabilir. Mahkememiz 'Doktor Civanım' filmini çok izlemiş belli ki. Orada da sahte doktor rolündeki Şaban da ceza almamıştı. Hakim berat ettirmiş; tüm ahali, Şaban'dan şikayetçi olmadığı gibi bize çok faydası dokundu diye şehadet etmişti. Hiç ceza almadan bir kahraman edasıyla giderken mahkeme hakimi de bir şikayetinden dolayı sahte doktordan yardım istemişti. Öyle zannediyorum davayı beraatla neticelendiren mahkeme heyeti, hukuk okuma veya kitabi yargılamadan ziyade bol bol doktor civanım'ı izlemiş.

Anlayacağınız biz sevdik mi adam gibi severiz. İster sahte olsun, ister hakiki. Bakanlık da çok sevmiş bu öğretmenimizi. 2015 yılında kendisini başarı belgesiyle taltiflemiş, üstüne bir de yılın öğretmeni seçmiş. Anladığım kadarıyla sahte diplomayla 19 yıl öğretmenlik yapan öğretmenimiz -kendi ifadesiyle- "Başarılı bir öğretmenim, geçmişim başarılarla dolu, hiç rapor almadım" demiş.

Evlere şenlik bir öğretmenlik serüveninin ardından gelen beraattan sonra ne yapıp ne edilmeli, bu öğretmen mesleğine devam ettirilmeli. Çünkü ilk başlarda birkaç nesli yok etse de emeklilik öncesi bu işi iyice öğrenmiş ve tecrübeli bir öğretmen olmuştur mutlaka. Hazır ceza almamışken olayın bu yönü düşünülmeli bence.

Merak ediyorum devlet ciddiyeti dedikleri böyle bir şey midir? Bu ülkede isteyen istediği şekilde at koşturacak ve 19 yıl devlet uyuyacak ve tesadüfen öğretmenin sahte olduğu ortaya çıkacak. Bu bir defa başarı değil, bizim ayıbımızdır. Gülünç duruma düştük. Madem diplomanın sahte olduğu tespit edildi, olmuş olacağı kadar, bundan sonra yapılacak bir şey yok deyip sümen altı edilseydi bu olay. En azından daha fazla gülünç duruma düşülmezdi. Sahi mahkemelerimiz hangi tür suça, ne kadar ceza veriyorlar, öğrensek de biz de ona göre hareket etsek.

Madem bu komedi ortaya çıktı, yetkililer bu işi iyice irdelesin. Sahte diplomayı kabul eden kişiden başlayarak tüm sorumsuz sorumlulardan müteselsilen hesap sorulsun ve bu sahte öğretmene cezayı mahkemeler değil, KHK'larımız versin. Yaptığı yanına kar kalmamalı ki bunu gören ardından gelen nesil sahte öğretmen olmaya kalkmasın. Verilecek ceza dilden dile dolaşan darbı mesel olsun. Olsun ki kimse nitelikli-niteliksiz sahteliğe kalkışmasın.

Bu öğretmen müsveddesinin yaptığı yanına kar kalacaksa o zaman eğitim fakültelerini kapatalım, çocuklarımız boşu boşuna okuyacağız, öğretmen olacağız diye çabalamasın. Diyelim ki öğretmen olmak isteyen bir yolunu bulup öğretmen olsun. Hiç olmazsa ne devlet masraf eder, ne de aileler. 22.11.2017 Ramazan YÜCE

21 Kasım 2017 Salı

Hacı Yolu Beklemek Gibidir Bazı Kurumlardan Hizmet Almak

Eskiden hacca karayoluyla gidenleri karşılamak için hacı bekleme seansları olurdu. Ha geldi, ha gelecek diye akşam-sabah beklenir dururdu. Çünkü doğru dürüst iletişim yoktu. Eş-dost, oğlu-kızı işini-gücünü bırakır, günlerce beklediği olurdu sağlıksız ortamlarda. Şimdilerde hacı bekleme diye bir kavram kalmadı. Kimin ne zaman gideceği, ne zaman döneceği, kaçta ineceği belli artık.

Şimdilerde başka sorunlarla boğuşuyoruz bu teknoloji çağında. Yeter ki doğalgaz kontrol ve açılışına, internet bağlatma veya Türksat Kablo hizmeti almaya kalk, ne demek istediğim daha iyi anlaşılmış olur. Evine internet bağlamaya veya doğalgaz kontrolü için yetkili servis gelmeye kalkarsa sana randevu veriyor. "Efendim yarın sabah 08.00 ila 12.30 arası veya 13.30 ila 18.00 saatleri arasında elemanlarımız kuruluma gelecek veya kontrole gelecek ya da bağlantı yapacak diye. Bu işler haftasonu olmuyor, öğle arası hiç olmaz, ya da akşam mesai bitimi mümkün değil. Verilen dört saatlik zaman diliminde eleman veya yetkili ne zaman gelirse artık. İşine ilk senden başlarsa ilk önce sana gelir, en sona kalma durumun da var. Bekle-dur görevli ha şimdi geldi, şimdi gelecek diye. Ha kara treni beklemişsin, ha eskinin hacı yolunu fark etmiyor. İşin garibi beklerken firma ile irtibat da kuramıyorsun, ya telefona bakılmıyor, ya da telefon sürekli meşgul. Kazara cevap veren olursa da "Efendim, servis elemanı ne zaman gelir, belli olmaz, size verilen randevu saatine kadar beklemelisiniz" der. İşin garibi bu hizmetleri yapanların hepsi özel sektöre ait. İyi ki devlet kuruluşu değil.

Planlama sıfır, iletişim sıfır. Senin işin ne ki bekle dur onları. İşin varsa izin al, ya da gitme rapor al. Yok kendin duramayacaksan birini bul, ya da ücretli adam bul evinde bekleyecek olan. İstersen yapma bunları veya evinde durma. Gelirler, ziline basarlar. Açtın açtın. Yoksa hemen zilinin üstüne "Şu saatte gelindi, evde bulunamadı, yeniden randevu almak için şu numarayı arayınız" notunu yapıştırır. Adamlar burada iş yapıyor, senin keyfinin kahyası mı adamlar? Gelip bulamadı mı bundan sonra sen sil baştan tekrar uğraş. Hizmet isteyen sen değil misin? Al-gör hizmeti der gibi. Adamlar dedimse sana hizmet vermeye gelecek birkaç kişi değil, bekleye bekleye bir kişi çıkar gelir. Çünkü çalışan bir kişidir. Sabahtan eline liste verilir, eleman şu ev senin, bu ev benim dolaşır durur. İşte buna hizmet deniyor. Yersen.

Devlet sıra alma, sıra bekleme ve muayene olma konusunda kangren olan hastaneleri bile adam etti. Verdiği randevudan beş dakika önce veya sonrasında sana sıra geliyor, muayene olabiliyorsun. Bu özel sektörlerden hizmet almak öyle kolay değil anlayacağınız. Sana öyle bir randevu veriyor ki dört saat aralığı.

Bu yazıyı kaleme aldığım zaman diliminde bana verilen 14.00-18.00 arasını bekliyorum. Oğlanın işi var, mecburen ben bekliyorum dört gözle elemanın gelmesini. Firmayı aradım, hep meşgul. Hah şimdi düştü derken karşıma bir bant yayını çıkıyor. "Görüşmelerimiz kayda alınıyormuş, tesis içinse biri, arıza ve şikayetse ikiyi, operatörle görüşmek için lütfen dokuzu tuşlayın; uyarısını alıyorsun. Hangisini tuşlarsan tuşla, sadece çalan telefon sesi. Ne açan var, ne de cevap veren. İşin yoksa vakit geçirmek için bu telefonu çevir dur. Tekrar tekrar dinle. Nasılsa rahatsız olan yok, cevap veren de.  Sadece ciddi bir firma imajı veriyor, bant yayınıyla.

Sanırım en sona kaldık. İnşallah sona kalan dona kalmaz. Bekliyorum elemanın gelmesini. Merak ettiğim bir şey var, devlet bu hizmetleri özelleştirirken bu tip firmaları özellikle mi seçiyor? Zamanında beni beğenmediniz, alın görün gününüzü der gibi.

Bereket firma dört saatliğine randevu veriyor. Ya bir de sabahtan akşama bekleyeceksin dese ne yapacağız? Beterin beteri var. Buna da şükür! 21.11.2017

Not: 1.Beklenen misafirler verdikleri randevunun bitimine 10 dakika kala nihayet geldiler. Hele şükür!
2. Çocukların evine aynı gün internet bağlandı. Birini sabah-öğle arası eşim bekledi, diğerini de ben. Bildiğiniz gibi.
3. Evine internet bağlatmak isteyenler gördüğünüz gibi biz bugünler için varız. Bir telefon kadar yakınım size.

Kovboy İş Başında *

17-25 dendi mi akla Rıza Sarraf gelir. Yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama...hepsi vardı iddiaların arasında. Hakkında -bizim sandığımız- savcılarımız dava açtı, gözaltı kararı verdi, iddianame hazırlandı. Kısa bir bocalamanın ardından devlet duruma hâkim oldu.

Siyaseten yapılan ve sonuç almaya dönük bu operasyonla başarıya ulaşamayınca, vurucu ve öldürücü darbe için 15 Temmuz seçildi. Devletin gücü ve milletin birliğiyle şükürler olsun, bu kanlı darbe teşebbüsü de akim kaldı.

Türkiye'ye içte ve dışta boyun eğdirmek için mücadele bitmedi. Oynanan oyunu başını kuma gömerek perde gerisinden yöneten ABD, bu sefer bayrağı kendi devraldı. Çünkü on yıllardır beslediği beslemeleri becerememişti bu işi. Başka yollar denenmeliydi. Ne yapıp ne edip 17-25 Aralık'ın baş aktörü Rıza Sarraf, Türkiye sınırları dışına çıkarılıp ABD'de yargı huzuruna çıkarılmalıydı. Beklendiği gibi Rıza Sarraf ABD'de yargı huzurunda şimdi. ABD'nin niyeti belliydi belli olmaya. Tutuklanacağını bile bile bu Sarraf ve avanesi niçin gitti? Yoksa Sarraf da oyunun bir parçası mı? Düşünmeden edemiyor insan.

ABD'li savcı; noktasına, virgülüne dokunmadan bizdeki 17-25 Aralık savcılarının hazırladıkları iddia ve belgelerle Sarraf ve dönemin bakanı Çağlayan hakkında dava açtı. İddialar, kara para aklama, ambargoyu delme vs üzerine. Türk yargısı bu bilgi ve belgeleri biz vermedik, nereden aldınız diye sorduysa da doyurucu bir cevap alınamadı ne ABD hükümetinden, ne de yargısından. Çünkü karşımızdaki ABD idi. İstediğini yapardı. Çünkü güç-kuvvet ondaydı. Dünyanın kovboyu idi ne de olsa. Nasıl ki ABD yapımı filmlerde kovboylar başroldeydi, onlar düzeni sağlardı hep. Kimdi bu kovboylar? İsterseniz hafızalarımızı bir tazeleyelim. Kovboy, ABD'de sığır çiftliklerinde atları evcilleştiren, sığırları güden ve bakımını yapan kişi demektir. Yani sığır çobanı. ABD filimlerindeki başrol oyuncu  anlayacağınız. Bir tane sığır çobanı istediğini yapar, yıkar ve sonunda muhitine hâkim olurdu.

Her ne kadar şimdilerde bu şekil hayvan yetiştiricisi kalmasa da eskilerde kalan bu misyonu, günümüzde ABD, devlet politikası haline getirmiştir. Dünyayı bu şekilde kovboy mantığıyla yönetmektedir. Ne dur diyen var? Ne, ne yapıyorsun diyen? Ne, bu yaptığın haksızlık diyen var? ABD, istediği gibi at koşturuyor, kendi kural koyuyor, koyduğu kuralı dünya uygulayacak derken kendisi, koyduğu kurala da uymuyor. Canının istemediği ülkeye ambargo koyuyor, canının istediği ülkeye savaş açıyor, bir ülkenin insanına ve bakanına dava açıp yargılayabiliyor. Adı konmamış dağ kanunu uyguluyor. Dünyada kimseden, hiçbir devletten tık yok. Herkes korkuyor, aman bana ilişmesin, ne olur, ne olmaz diyor. Hâsılı dünün at yetiştiricisi, sığır çobanı bugün Beyaz Saray'da oturuyor, dünyaya yön ve nizam veriyor. Kim ayağına takılırsa, kim suyunu bulandırırsa, kim yolunun önüne çıkmaya cesaret eder ve çıkarsa dünyanın sessiz kaldığı bir durumda ona haddini bildirmeye kalkıyor. Her yolu denemeyi ve uygulamayı da kendisine mubah görüyor. Çoğu ülkeyi ABD'den yönetmek masraflı olduğu için her ülkeyi içeriden beslemeleriyle yönetmeye çalışıyor. Paralı askerleri vasıtasıyla her türlü bilgi akışı ona geliyor. Ne istihbarat sorunu var, ne para, ne silah, ne de insan gücü. Dünya emrinde dense yeridir.

ABD'nin birkaç yıldır Türkiye'yi dize getirmeye çalışması da kovboy geleneğinden gelen bir hastalığıdır. Çünkü Türkiye kendisine ayak bağı olmaya kalktı, üstelik dikleniyor. Her yönden kıskaca alınmalı ki bu elden çıkmak üzere olan dünün emir eri devleti; yeniden kabuğuna çekilsin, kendisine verilen misyonu oynasın; oyun kurmaya, başkasıyla birlikte hareket etmeye kalkmasın, yeniden fabrika ayarlarına dönsün.

Sözün kısası, son yıllarda Türkiye'nin başına örülen çoraplar pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Daha da devam edeceğe benziyor. Ta ki Türkiye kendisine biçilen role geri dönsün. Bunun için diğer ülkelerle izole edilmesi, ekonomik sıkıntı, diplomatik kriz, 15 Temmuz gibi kaba kuvvet dahil her yol denenmektedir.

Rıza Sarraf olayı 17-25 Aralık, ben bitti demeden bitmez, daha ben buradan çok ekmek yerim, Türkiye'yi hizaya getiririm ve getireceğim demektir. Bu Türkiye değil mi ki dünün uysal koyunu. Yaramazlaştı iyice. Burnu sürtülmeli ki bir daha yerinden kalkamasın ve bu ülkenin yaramazlığından hareketle başka ülkeler de cesaretlenmesin. Hâsılı bu dünyanın ipi bir sığır çobanı ve at yetiştiricisinin elinde. Kovboy yeniden iş başında yani. Allah bu ülkenin ve mazlum dünya ülkelerinin yardımcısı olsun. 21.11.2017

* 25/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





20 Kasım 2017 Pazartesi

Yakışık Almadı Hiç! *

Fırsat buldukça toplumsal yara ve dertlere değinmeye çalışıyorum yazılarımda. 17.11.2017 günü "Okul kantincilerinin feryadını duyacak yok mu" başlıklı bir yazı kaleme alarak kantincilerin birkaç yıldır devam eden sorunlarına eğilmeye çalıştım.

Sektörün iç işleyişini bilmiyorum ama basından izlediğim ve birkaç tanıdık kantinciden edindiğim intibam dolayısıyla sorunu masaya yatırdım ve yetkililerden çözüm istedim. Yazdığım yazımı da birkaç kantinciyle paylaştım. Yazı hoşa gitmiş olmalı ki Türkiye çapında faaliyette bulunan hemen hemen tüm kantin dernekleri yazımı sosyal medya aracılığıyla paylaştı. Olumlu dönütler aldım. Sektör, dertli mi dertli imiş bu konuda. İnşallah sorunları çözüme kavuşur.

Yazımın kısa zamanda paylaşım rekorları kırması hoşuma gitmedi değil. Kısa zamanda tüm derneklerin yazıdan haberdar olması, aralarında sıkı bir ilişki olduğunu da gösterdi. Bu demektir ki hızlı ve müthiş bir organizasyona sahipler. Bu açıdan Türkiye'de faaliyette bulunan kantincileri de tebrik etmek istiyorum burada.

Çoğu dernek başkanı usulüne uygun olarak adresimi vererek paylaşımda bulunmuş. Kendilerine buradan teşekkür ediyorum. Fakat Kocaeli Kantinciler Derneği Kurucu Başkanı Sayın Alican KAZGAN, 17/11/2017 gecesi kaleme aldığım “Okul Kantincilerinin Feryadını Duyacak Yok mu?” başlıklı https://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2017/11/okul-kantincilerinin-feryadn-duyacak.html blogumdaki yazımı tamamen kendisine mal ederek 19/11/2017 günü “http://www.batiyakasihaber.com//haber/1335/okul-kantincilerinin-feryadini-duyacak-yok-mu.html ve http://www.bizimgazete.com.tr/haber/guncel_1/-okul-kantincilerinin-feryadini-duyacak-yok-mu/19931.html internet gazetelerinde yayımlatmıştır. Aynı yazım 20/11/2017 günü gazetemiz Anadolu’da Bugün gazetesinde de (http://www.anadoludabugun.com.tr/yazi/okul-kantincilerinin-feryadini-duyacak-yok-mu-2875) yayımlanmıştır. İlgili haber sitelerine ve Kocaeli Kantinciler Derneği web sayfasına yaptığının doğru olmadığını ifade eden e-postalar gönderdim. Hâlihazırda ne dernek başkanından ne de ilgili sitelerden bir dönüş olmadı.  Üzülmedim değil. Çünkü yapılan, emeğiyle geçinen kişilere sığmaz.

İki yıl önce yazmaya başladığım amatör yazı hayatıma adım atarken “Neyi dert edinirsem onu yazacağım” demiştim. Yazmış olduğum 1400’ün üzerindeki yazımda hemen hemen her konuya değindim. Bu yazımda da kantincilerin derdine ortak olmayı amaç edinmiştim. Maksat da hasıl oldu. Önemli olan da bu idi zaten. Yazdığım yazının ilgi ve alaka görmesi bizi memnun etmekle beraber etik olanın yazının altında adıma da yer verilmesiydi. Ama maalesef olmadı. Acaba kendi ürünleriymiş gibi yazıyı kendilerine mal etmek ve iç etmek nasıl bir duygu? Anlamadım gitti. Adıma veya bloguma yer verselerdi, kıyamet kopmazdı. Buna ne denir? Söylemek istemiyorum. Ha dışarıdan başkasına ait olan bir şeyi araklayıp kendine mal etmişsin, ha başkasına ait olan bir yazıyı kendi ürününmüş gibi piyasaya sürmüşsün. Ne farkı var bunun? Üstelik herhangi maddi bir şeyi çalan mecbur kalıp almıştır denebilir, bilginin alınmasına ne denmeli? Hiç gereği yoktu bunun.

Yazdığım yazılarımdan para kazanan ve alan bir kimse değilim. Zevkle değiniyorum bu konulara. Dert edindiğim konularla ilgili birilerine şirin görünme, birilerinden kaçınma gibi bir meseleyi hiç dert edinmedim. Yeter ki bir konuyu dert edineyim. İlgili sitelere yazmama rağmen dönüş yapmamaları ve sayın başkanın yazımı kendisine mal etmesinden dolayı zatı şahanelerine üzüntülerimi ifade etmek isterim. Yazım onların olsun, hayırlı olsun, güle güle kullansınlar! 20/11/2017 Ramazan YÜCE

* 22/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




18 Kasım 2017 Cumartesi

Pazarcı Esnafının Maharetlerini Değerlendirmek Lazım

Bana bu ülkenin en garip, en pratik insanı kim deseniz ilk başa koyacaklarımın arasında bazı pazarcı esnafı gelir.

Müşterinin görebileceği şekilde en öne meyve ve sebzenin en güzellerini albeni diyecek şekilde istifler. Sen gözünle önden beğenirsin, almaya karar verirsin, acaba arkası da böyle mi diye tezgahın arkasına doğru nazar etmeye kalkarsan "Hepsi aynı" diyerek sana güven vermeye çalışır. Gözün bir öne, bir arkaya gider tekrar. İçine sinmese de almaya karar verirsin. Üstelik adam hepsi aynı dedi. İki kuruş için yalan söyleyecek değil ya. İki kilo verir misin sözüne karşılık poşeti kaptığıyla doldurmaya çalışması bir olur. Kardeş, aman iyisinden ver desen, adam; "Bak buradan veriyorum" der. Meyve ve sebzeyi ikişer üçer alır bir eliyle. Nazik ve kibar bir şekilde poşetin içine koyar. İstediğin kilonun üzerinde vermeye çalışır. İki kilo istesen, 'İki buçuk yapalım mı' veya 'Düz hesap yapalım mı' der. Bazen olur der, bazen de olmaz dersin. Tartar tartmaz, terazinin üzerindeyken poşeti başlar. İyilik ve hizmette sınır yok yani.

Diğer alışverişleri de buna benzer şekilde yaptıktan sonra evinin yolunu tutarsın. Güç-bela evin mutfağına koyarsın. Bundan sonra senin işin bitmiştir. Hele şükür diyerek ellerini yıkadıktan sonra oturma odasına geçersin. Yorgunluğu atayım diye hafifçe uzanırsın. Acı acı gelen sese kulak kabartırsın ne oluyor diye. Ses eşinden gelir. "Aldığın şeylerin çoğunu attım, çürükmüş. Keşke almasaydın, görmedin mi bunların çürüklüğünü?" der. "Nereden göreceğim. Adam benim görmemem için her yolu denedi. Bir defa ben adamın poşete doldurduklarını değil, tezgahın önündekileri beğenmiştim. Öndeki ile aynı olanın arkasından verdi bana. Çünkü aynıymış." dersin. Bu konuşmayı böyle nazik bir şekilde yapmazdın tabi. Biraz değil epey kızarak konuşursun. Hatta "Değer miydi be adam! Üç kuruş için rızkına haram kattığına..." diyerek hayır duadan da eksik etmezsin adamı.

Gözünün önünde seni ayaktayken kandıran bu adamlar aslında pazar yerlerinde eriyip gidiyor. Ağzı laf yapan, eli müthiş çalışan, tezgahın önüne en güzel ve iri olanlarını koyan, arka taraftan sana çürük-çarık dolduran, akşama kadar tezgâhını bu şekilde bitirip evinin yolunu tutan bu yetenekleri savaşta düşmanı yanıltma işinde kullanılsa daha iyi olur. Bunlardaki mahatwt, yetenek ve ikna kabiliyetine hiçbir düşman askeri dayanamaz, pes eder. Ülke bir savaşı daha böylece kazanmış olur. Cephede bunlar sayesinde savaşın masabaşı görüşmelerini de bunlara bırakmak lazım. Böylece cephede kazanıp masada kaybetmemiş oluruz. Adamlar hem sevap kazanır, hem de çok para kazanırlar.

Ben önerimi sundum. Bu tip pazarcıları cephede değerlendirmek devlete kalmış. İster kabul eder, ister kabul etmez. Ama bir vatandaş olarak devletten istediğim anasını boyayıp babasına pazarlayan bu tip adamları pazar yerlerinden uzak tutsun. 18.11.2017