15 Kasım 2017 Çarşamba

Arabamdaki Arızaların Sırrı

Kırkından sonra belki ileride lazım olur diye sürücü kursuna giderek bir ehliyet aldım. Arabayı kim kaybetmiş de ben bulmuşum derken bir yıl sonrasında 2001 krizi öncesi 14 yaşında bir arabaya sahip oldum. Nereden nereye Ramazan dedim kendi kendime. Küçüklüğünde birkaç kere eşeğe binmişliğin vardı, şimdi araba sahibi oldun dedim kendi kendime. Ama ortada bir sorun daha vardı. Bu araba alındı alınmaya ama bunu kim sürecekti?

Güneysınır’daki arabayı yanımda bir akrabam bana eşlik ederek Konya’ya kadar ben sürdüm. Konya’dan da görev yaptığım Kahta’ya kadar bir başka akrabam marifetiyle arabayı götürdük. Kahta’da kenarda, köşede biraz sürdüm. Sonunda yaz tatili geldi, nasıl giderim memleketime derken bir cesaret geldi, sabahın erken saatinde yola koyuldum. Yollar bomboştu. Ya ben geliyorum diye boşaltmışlardı, ya da sabahın alaca karanlığı. Demek ki millet yatıyor dedim. Sürdüm Konya’ya kadar geldim. Beni bilenlerin hayretinden fazla ben kendi kendime hayret ettim, bu iş nasıl oldu diye. Sonradan öğrendim ki kimsenin benimle bir derdi yokmuş, zira 2001 krizi öncesiymiş, yollar bu yüzden boşmuş.
***
Dört yıl sonra ilk göz ağrım olan arabayı zorunluluktan sattım. Altı yıl sonra yeni bir araba aldım. Zorunlu olmadıkça çok da sürmedim, sürdüm ise de kenar-köşede, tenha yollarda sürdüm. Geri geri gitmektense hep ileriye doğru gittim, zira geri geri gitme özürlülüğüm var. Çarşı trafiğine de girmem, çünkü park sorunum var. Benim park edeceğim yer, önden ve arkadan şöyle böyle 500 metre falan boşluk olmalı. Sürüşümü görenler genelde babalarının araba sürmesine benzetir. Kimse beğenmese de şükür bugüne kadar önemli bir kazaya sebebiyet vermedim. Sürmeyince pek kaza da yapmıyorsun, yolları da boşu boşuna kalabalık etmiyorsun. Ya tabanvay, ya  toplu taşıma, ya da bir başkasının yanında sığıntı olmak her zaman imdadıma yetişmiştir.

Sürüşümü başkası beğenmese de kimseye muhtaç olmayacak şekilde zaman zaman sürüyor, kimseyi de rahatsız etmiyorum. Mümkün olduğu kadar geri geri gitmemeye ve trafiğin yoğun olduğu yerlere kolay kolay park etmiyorum. Gerekirse km’lerce öteye arabayı park edip gerisin geriye yürüyorum. Ama iş sadece arabaya binip yakıtını alıp sürmekle bitmiyor. Zaman zaman arabada meydana gelen arıza bile sayılmayacak aksaklıklardan da biraz bilgi sahibi olmak gerekiyor. Bilgi noksanlığı… Maalesef bu yanım da zayıf. Öğrenmek için hiç merakım da yok. En iyisi durumun vahametini bilmeniz bakımından size iki anekdotumdan bahsedeyim.

Arka sağ kapı içeriden açılmıyor bir türlü. Uğraş didin derken neredeyse kapının kolunu kıracağım. Çoğu zaman o kapıyı kullandırmadım. Ya sol kapıdan indirdim, ya kendim inip kapıyı açtım oradakinin inmesi için, ya da indireceğim kişiyi yolda bekleyen birinin yanında durarak dışarıdakinden kapıyı açması için yardım istedim. Sonunda baktım olmayacak bir kaportacıya gittim, şu kapıya bir bak diye. Adam kapıyı dışarıdan açtı, sonra kapattı, “Tamam gidebilirsin, kapın yapıldı” dedi. Ne yaptın, ne ettin, daha bir şey yapmadın, bu kapıyı nasıl açtın, yoksa okuyup üfledin mi dedim. Adam ‘sır’ dedi. Ardından “Çocuk kilidi kapalıymış” dedi. Deme ya der demez, aman bunu kimseye söyleme aramızda kalsın, ne kadar para istersen vereyim dedim. Adam güldü, “Bir şey yapmadım ki” dedi. Bu şekilde benden başka gelen var mı dedim. “Ara sıra düşer bu piyasaya, eksik olmaz” dedi. İyi, yalnız değilim desene o zaman dedim, ayrıldım oradan. Bir sevinç bir sevinç! Mahcup olsam da kaportacıya gidip para vermeden ayrılmıştım nitekim. Ne bilirdim ben çocuk kilidini, duyardım duymaya da nasıl bir şey hiç merak etmedim. Sanki biraz arabamla çocuk taşıdım da ihtiyaç mı duydum. Benim çocuklar ya kucağımda yolculuk yaptı, ya da ayaklarımın arasında. Bilmediğimi de kabul etmedim uzun süre, ta ki tamirciye gidinceye kadar. O zamana kadar arabamın o köşesine en son kayınvalidem binmişti. Ondan sonra binen olmadı. Kayınvalidem bozdu deyip durmuştum bir süre. Benim için problemi çözmenin ilk yolu, suçluyu bulmaktı ne de olsa. Morarmak iyidir böyle yerlerde, mahcup olsan da. Sonunda acı acı gülümsersin. İçinizden hani sırdı, niye anlatıyorsun şimdi diyebilirsiniz. Doğru, benim için yine sırdır. Zira yazılar okunmadığı için yine sır olarak kalmaya devam edecektir. Siz hiç merak etmeyin…
***
Nihayet çocuklar büyüdü, araba bana pek düşmez oldu, canıma minnetti, zira heveslisi değildim. Bu durumda bana düşen yakıtı bittiği zaman yakıt almak, arızalandığı zaman tamirciye götürmek, yıllık bakım zamanı gelince sanayiye uğramak. Sonunda çocuklar iş-güç sahibi oldular da sağ olsun, yakıt işlerini sırtımdan aldılar.

Geçen gün bir yere gitmek için oğlan evime geldi, bizi aldı arabaya. Dönüşte ekran göstergeleri yanmıyor dedi. Aç kapa, stop et arabayı denemesinden sonra ekranın üstüme elimi vurdum; ekran yandı, göstergeler görünmeye başladı. Bir sevinç ki bir sevinç. Bildiğim tek çözüm bu idi zira. Bu da işe yaramıştı. Üstelik elektrikçiye gitme ve masraf etme derdi de kalmamıştı. Birkaç gün sonra yine oğlan eve geldi, beraber bir yere gittik. Ekran yine yanmıyordu, akşam akşam gidiyoruz ama kaçla gittiğimiz bile belli değildi. Bildiğim tek yöntemi denedim, arabanın orasına, vurasına vurdum  olmadı bir türlü. Olsun, hele şükür araba hareket ediyor, bizi yolda bırakmıyor ya dedim kendi kendime.

Ertesi günü okuldan çıktıktan sonra oğlanın yanına gidip arabayı aldım, sanayideki elektrikçimin yanına vardım. “Ustam ekran göstergesi yanmıyor, bir bakar mısın” dedim. Arabaya binmesiyle inmesi bir oldu, ‘tamam, gidebilirsin’ dedi. Hayırdır, neyi varmış dedim. “Şu ekran düğmesini kapatırsan ekranda görüntü olmaz, burayı kapatma” dedi. Yine bir sevinç bir sevinç. Çünkü adamın yanında mahcup olsam da cebimden para çıkmamıştı yine.

İşte hali pürmelalim. Tedavisi var mı bunun? Bu yaştan sonra mümkün değil dediğinizi duyar gibiyim. Hayırlısı ne diyelim. Bütün derdimiz bu olsun, Allah kaza-bela vermesin kimseye. 15/11/2017

14 Kasım 2017 Salı

eTwinning ve AB Projeleri

Son yıllarda başta okullar olmak üzere hemen hemen tüm kurumlarda AB projesi hazırlamak için hummalı bir çalışma var. Zira kurumunuzdan yazı üzerine yazı geliyor, toplantı üstüne toplantı yapılıyor, seminerler de eksik olmuyor. Kazara amiriniz kurumunuza ziyarete gelse, ya da amirinizi ziyarete gitseniz size ilk sorduğu "AB projeniz var mı" sorusudur.

AB projeleri demek okulların yabancı dil öğretmenlerine iş düşüyor demektir. Öğretmen biraz gayretliyse bir proje geliştiriyor, ya ortak buluyor, ya da bir projeye ortak oluyor. Sonrası okul, ilçe, il yetkililerinde bir sevinç bir sevinç. Ne de olsa Avrupa’nın yolu gözükmüştür. Nasip de bir de Avrupa’yı gezip görmek var. Hemen okulun görülebilir bir yerine “Bu kurumda AB projesi uygulanmaktadır” şeklinde boydan bir afiş asılır. Sonra bir ortağınız gelir, bir de siz gidersiniz onların memleketine. Alırsınız okuldan birkaç öğrenci ve öğretmen düşersiniz Avrupa yollarına. Eğitim ve öğretimin içiymiş, dersler boş geçecekmiş, okulda idareci kalmayacakmış, önemli değil bunlar.

Avrupa’ya toprak basmadan sosyal medyada fotoğraflar paylaşılmaya başlanır. Önce uçakta çekilen bir fotoğraf, ardından ayak bastığında, sonra gezip tozulan yerlerin fotoğrafları bir bir çekilir, ardından paylaşılır. Beğeni rekorları kırar sosyal medya.

Bu şekilde proje hazırlayıp gidip gelen okulumuzun sayısı epey bir yekûn tutuyor. Teşvik ediliyor, gidilip geliniyor, görgü-göresek artırılıyor, gezilip görülen yerlerden bir şey kapılıyor. Pekiyi okullarımıza yansıması ne kadar?  AB projesi sonrasında o okulda ne gibi değişiklik yapıldı? Hangi okullar bu okulu örnek aldı? Bugüne kadar ne proje geliştiren okullar dahil, ben hiçbir farklılık göremedim. En büyük faydası; proje geliştirdik diye sükse yapmak, okulu denetlemeye gelen maarif müfettişi, “AB projeniz var mı” dediğinde göstermek, ilçe ve il yetkililerinin bakanlığa kaç AB projeleri olduğunu bildirmek üzere dosya istatistik tutmasıdır diye düşünüyorum.

Eskiden beri vardı ama şimdilerde ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan bir proje daha var. eTwinning. Durmadan yazı geliyor. Her okul yapacak, her zümre yapacak diye. Toplanıp birbirimize bakıyoruz bu nedir diye. Haydi okulu anladım. İş zümrelere kadar indi. İbretle ve hayretle izliyorum bu işin sonu nereye gidecek diye.

Nedir, ne değildir, kime ne faydası vardır diye anlamaya çalıştığım bu etwinning bana Adana’da bir Anadolu Lisesinde çalışırken başıma gelen bir olayı hatırlattı. Okulun giriş kapısında nöbetçi öğretmenim. Daha doğrusu kapı bekçisiyim, öğrencilerin dışarıya çıkmaması için görev yapıyorum. Kimseyi çıkarmayacağım ki öğrenci okulun kantininden alışveriş yapsın veya okul yemeğinden yesin öğle yemeğini.

Öğrenci koşarak yanıma geldi, “Hocam! Bonus istiyor musun” diye. Ne bonusu, dedim. “Bonus işte” dedi. Kim gönderdi seni dedim. Biyoloji öğretmeni ….Hanım” dedi. Bu bonusun yenilir mi, içilir mi, ne olduğunu bilmemek ve anlamamakla beraber istemiyorum diye haber gönderdim. Az sonra öğrenci tekrar geldi, “Öğretmenim öğretmenler odasına kadar bir gidecek mişsiniz” diye. Çıktım vardım. Öğretmenimiz “almıyor musunuz” dedi. Neyi dediğimde “bonus” dedi. Cehaletimin ortaya çıkacağını bile bile hocam alayım almaya da bu bonus nedir bana önce bir açıklayın, sonra kararımı söyleyeyim dedim. “garanti bankasının kredi kartı, taksit imkanı da var” dedi. Ben kullanmıyorum dedimse de “Önemli değil, kullanma, cüzdanınızda dursun, zaten hiç kullanmasanız sizden yıllık kart bedeli de alınmaz” dedi. Gönülsüz de olsa tamam alayım dedim. Zira bir defasında arabasına binmiştim. Onun bedelini ödemem gerekiyordu. Öğretmenimizin kocası da zaten o bankanın müdürüymüş. Kart geldi. Hiç kullanmadan tayinim Konya’ya çıktı. Oradan ayrıldım, kartı yine kullanmadım. Sadece kartı cüzdanımda tutuyorum. Bir yıl sonra o değilden eski okuluma bir vardım. Masanın üzerinde adıma gelmiş bir zarf vardı. Bankadandı. Zarfı açtım, kart bedeli olarak 25 lira gelmişti. Zarfı alıp ilgili bankaya vardım. Kullanmadığım takdirde hani kart bedeli yoktu dedim. “Olsun ödemeniz gerekir” dedi görevli. Çıkarıp borcumu ödedim, ardından lütfen kartı iptal eder misiniz dedim. İptal edildi, böylece bir yıl boyunca cebimde yer kaplayan kartıma sıkışan 25 lirayı ödeyerek karttan kurtuldum.

Bonus denen karttan kurtuldum. Ama görünen o ki bu eTwinningten pek kurtulacağa benzemiyorum. O bana yabancı, ben ona yabancı. Birbirimize bakıp yolumuza devam ediyoruz şimdilik. Bakalım er mi yaman, bey mi? O mu kazanacak, yoksa ben mi? Kuvvetle muhtemel tıpkı bonusun beni bıraktığı gibi bu eTwinning de bırakacak, ama biraz zor olacak gibi sanki! Çünkü yerim dar. Bu eTwinning denen şey her ne ise uzak dursun benden. Ne benim ona, ne de onun bana vereceği var. Benim kendi cehaletim kendime yeter. 14/11/2017

13 Kasım 2017 Pazartesi

Depremler ve Kıyamet *

Dünyanın herhangi bir yerinde ne zaman bir deprem meydana gelse kıyametin zamanıyla ilgili peygamberimizin işaret parmağıyla orta parmağını birleştirip “bu kadar yakın” sözü gözümün önüne gelir. Yine bir kişinin kıyametin zamanını sorduğunda peygamberimizin “Kıyamet için ne hazırladın” sorusuna adamın “hiçbir şey” dediği aklıma gelir.

Hayatımızın bir parçası olan ve bizi zaman zaman gafil bir şekilde yakalayan veya göz göre göre gelen depremler bana kıyamet sahnesini hatırlatır. Ben depremleri kıyametin küçük bir provası veya sahnesi olarak görürüm. Halihazırda kıyameti görmedik ama deprem ve kıyamet bizi aniden ve biz gafil bir haldeyken yakalıyor/yakalayacak. Nasıl ki kıyamet kopacak, bu âlem sona erecek ve biz buna kalben inanıyorsak depremler de hayatın olmazsa olmazıdır. Ne zaman bir gaflete düşsek, birbirimizi kırıp geçirsek, birbirimizi boğazlasak, şımarsak, oyun ve oynaşa kendimizi versek ardından bir deprem gelir; kendinizi kaybetmeyin, ahireti unutmayın, size kıyameti hatırlatırım der gibi.

Nasıl ki kıyametin geleceğine inanıyorsak bir doğa olayı olan depremlerin de olmasını bekliyoruz. Fay hatları belli. Zira Allah tren ağları gibi yerin altını döşemiş evreni oluştururken. Fiziksel yasalara göre bakalım insanlar tedbir aldı mı, evini-barkını sağlam yapmış mı, bina yapacağı yerin fizibilite çalışmasını adam gibi etüt etmiş mi diyerekten sırası gelen fay hattı devreye giriyor. Sonuç olarak Japonya’da daha şiddetlisi olmasına rağmen ne bina yıkılıyor, ne de insan ölüyor. İş İslam dünyasına gelince her yer felç ve hercümerç. Deprem bölgesinde depreme karşı böyle tedbir alıyorsak kıyamet kopunca halimiz harap demektir. Çünkü depreme tedbir almayan bizler mi kıyamet koptuktan sonrası için tedbir alacağız? Sonuç, yıkım, ölüm ve gözyaşı, her zamanki gibi.

Bildiğiniz gibi Kuzey Irak merkezli deprem, yıkıcı ve öldürücü etkisini İran’da gösterdi. Tek beklentimiz ölümün fazla olmaması şeklinde. Şimdi depremi görünce “Bundan sonra ilk işimiz adam gibi depreme dayanıklı evler yapalım” deriz. Depremin etkisi geçince unutur, yine bildiğimizi okumaya devam ederiz, atın ölümü arpadan olsun der gibi. Şu anda komşumuzda acı var, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı sorgulama zamanı değil, hele kıyameti hatırlamanın hiç zamanı değil biliyorum. Yaralar bir taraftan sarılırken sıcağı sıcağına depremlerle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.

Allah -sanki- diyor ki, evreni yaratırken koyduğum evrensel yasalara göre bu dünyada tedbirinizi almazsanız sonunuz gördüğünüz gibi felaket oluyor. Kim ki bu yasalara uygun yaşarsa bana değil de Güneş Tanrısına inanan Şintoist olsa bile yaşama hakkına sahiptir. Kim de altından geçen fay hattına rağmen sağlam bina yapmamaya devam ederse isterse Müslüman olsun yerle bir olur. Çünkü zaman zaman size yaklaşmakta olan kıyametin yıkıcı ve öldürücü olduğunu göstermek istiyorum. Sonra bu âlem bir müddet daha devam edecekse bu şekildeki depremlerle kendisini yenilemesi lazım. Yine siz ne zaman ki beni ve ne şekilde yaşanılması gerektiğini unutursanız, dünya işlerine dalar, birbirinizi kırar geçirir, birbirinize çalım atmaya kalkar, birbirinizle kenetlenmezseniz “Kendinize gelin” diyerekten size hatırlatıyorum. Sonra siz kendi aranızda sınırlar belirlemiş, devletler kurmuş…saltanat sürmek için birbirinizi yok etmek istiyorsunuz ya; bakın benim sınırım yok, Irak’ta fay hattını kırar, acısını İran çeker. Çünkü siz bir vücuda benziyorsunuz. Birbirinize karşı bu düşmanlık niye? Bir vücudun azaları gibi tek bir devlet olacağınız ve birinizin acısını diğerleri duyacak şekilde bir ve beraber olacağınız yerde başkalarına yem olmak için küçük küçük bölünüyor, aranızda mezhep kavgaları çıkarıyor, birbirinizi yok etmek için uğraşıyorsunuz. Aynı kazana atılsa kaynamayacak şekilde iyice ayrıştınız. Buyurun size ortak bir dert veriyorum. Belki bu dert sizi size getirir, aklınızı başınıza alırsınız. Bak ne güzel birbirinizin yarasını sarmak için koştunuz. Her zaman böyle olun işte. Ki bu deprem lokal bir fayın kırılmasından ibarettir. Dünyadaki tüm fayların aynı anda harekete geçmesi demek kıyametin kopması demektir. İşte o zaman dönüşü olmayan bir yola girdiniz demektir.

Şimdi merkez üssü Irak olan depremin etkisi İran’da ortaya çıktı. Yarın hangi ilimiz veya illerimizde olur, muamma. Umarım son depremimiz olur. Depremlerdeki birlik ve beraberliğin, dayanışmanın deprem sonralarında da devam etmesi temennisiyle ölenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. 13/11/2017

* 15/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.







Hangi Tip Bir İnsana Değer Veririm/Vermem?

Öz eleştiri yapan, kendini dinleyen, kendini hesaba çeken, herhangi bir sıkıntısında veya anlaşmazlıkta kendisinin ne kadar payı olduğunu sorgulayan insan, başımın tacıdır. Dünya kadar hata yapsa, üzerine bir o kadar daha ilave etse ona olan kredimi devam ettiririm. Kendi üzerinde kritik yapan insana hem değer verir, hem saygı duyar, hem de severim.

Sevmediğim, nefret ettiğim, değer vermediğim insan tipi, kendinde hiç hata görmeyen, yaptığı her davranışa bir kılıf, bir mazeret, bir bahane bulup kendini hakkı çıkarmaya çalışandır. Bu tipler asla kendisiyle yüzleşmezler. Gerçekle karşı karşıya kalmaktan korkarlar. Savunma ve saldırıyı hayat felsefesi olarak benimserler. Savunmada kendini haklı çıkarmak için mazeret bulurlar, saldırıda ise muhatabını suçlar durur. Savunma ve saldırı refleksleri iyice gelişir.

Empati kültürü bu savunmacı-saldırgan tiplerde gelişmez. Bunlarda empati tek taraflı işler. Sadece kendisine yapıldığında hoşuna gider. Karşı tarafın da empatiye ihtiyacı olabileceğini düşünmezler. Ben merkezli yaşarlar, kendi yaptıklarına aşıktır. Asla hata yaptıklarını veya hata yapabileceklerini kabul etmezler. Ortalığı velveleye vermede üstlerine yoktur. Aynı zamanda mızıkçıdır. Sadece kendi rahat ve menfaatini düşünürler.

Savunma, mazeret bulma, gerekçe bulma aslında şeytanî, öz eleştiri ise Ademî bir özelliktir. Şeytan, isyan bayrağını çekerken Adem'i suçlamış, Adem ise hata yaptığı zaman suçu şeytana veya eşi Havva'ya yüklememiştir. Savunma ve saldırı kibrin, büyüklenmenin  göstergesidir, öz eleştiri ve hayatı kabullenme ise tevazuun göstergesidir. Aslında toplum kibir ve büyüklenmeyi sevmez, tevazu sahibi insanı sever.

Savunma ve saldırıyı hayat felsefesi haline getirenler toplumda sevilmediklerinin de farkında aslında. Öz eleştiriye düşman oldukları için kendilerini sorgulayamazlar, gerçekle yüzleşmekten kaçınırlar, burunlarından kıl aldırmazlar, içlerinde yapmaları gereken kavgayı dışa yansıtırlar, her şeyden nem kaparlar, kendilerini çok akıllı sanırlar. Kendisinin dışında herkes her şeyin farkında. Bu tip kafasını kuma gömer, herkesi kandırdım sanır. 13.11.2017

12 Kasım 2017 Pazar

Nimetler Ayağınızın Altından Kayıp Gidiyor

Bu iktidarın çıraklık ve kalfalık döneminde bu ülke hizmetin, bereketin, ilgi ve alakanın alasını gördü. Ülke bir baştan diğer başa hizmete doydu. Enflasyonla mücadelede başarılı oldu. Pul olan paramız değer kazandı, altı sıfır atıldı. Vatandaşın alım gücü arttı. Ülke, sıcak paranın cenneti oldu. Hükümet herhangi bir konuda adım atacağı zaman yoğurdu üfleyerek yedi. Herkesin hükümeti olmak için çaba sarf etti. Kimseyi dışlamadı. Herkese hizmet götürdü. Bunun sonucunda siyasi iktidar her seçim döneminde oyunu bir öncekine göre artırdı. Oy vermeyenlerin bile sempatizini kazandı. “Oy vermedim ama çalışıyorlar, bizimkiler çalışmadı” dedi aklı selim olanları.

 Ne zaman ki 17-25 oldu, Paralel yapı ile mücadele başladı. Toplumda bir kutuplaşma, bir gerginlik baş gösterdi. Ardından gelen 15 Temmuz ise FETÖ ile mücadelenin tam olarak başladığı dönemin adıdır aynı zamanda. Devlet KHK'larla açığa alma ve ihraçlara hız verdi. Kamuya eleman alımında, yönetici seçmede ve yeni öğretmen alımında sözlü mülakatı esas aldı, FETÖ ile mücadele etme adına. Devlet bir taraftan yurt içinde FETÖ, DAEŞ ve PKK ile mücadele ederken diğer taraftan birçok ülke ile sorun yaşamaya başladı. Ortam gerildikçe döviz fırladı. Zamlar ardı arkasına gelmeye başladı. Çünkü ülke yeniden çift haneli enflasyona rakamlarını görmeye başladı. Suriyeli mülteciler birçok vatandaş nezdinde ayrı bir sorun olarak görülüyor.

Menfur darbe teşebbüsünün ardından bir yıl geçmiş olmasına rağmen ülke normalleşmedi hâlâ. Kimsenin kimseye güveni kalmadı, adalet duygusu zedelendi. Kamuya alımlarda ahbap-çavuş ilişkisi ön plana çıktı. Eleştiriye tahammül kalmadı, eleştiri yapmaya kalkan tu kaka yapıldı, kapının önüne kondu. Mağdur olduğunu söyleyenlerin oranında bir artış ortaya çıktı. İnsanlara bir korku hakim oldu, bana da FETÖ'cü derler endişesi sardı. Küskün, dargın ve incinmişlerin sayısı arttı. Hükümetin etrafını yağdanlıklar sardı. Sessiz çoğunluk geleceğinden endişe eder oldu, hoşnutsuzluk dışarıya sızmaya başladı.

Hükümet, ben devletim; her istediğimi yaparım, kimseyi hesaba katmam deme noktasına geldi. Bir zamanlar iktidar olmak için yerleşik düzenle mücadele eden, sessiz çoğunluğun sesi olan hükümete nedense ustalık dönemi yaramadı. Mağdurluktan mağrurluğa evrildi. Halktan biri olan iktidar şimdi devletin kendisi oldu. Çıraklık ve kalfalık döneminde halkla bütünleşen iktidar, ustalık döneminde halktan uzaklaştı. Dün halk-devlet bütünleşmesini sağlayan iktidar bugün mağrur bir imaj çiziyor.

Ortam 7 Haziran seçimleri öncesini andırıyor. Hükümet savruldu. Nimetse eğer, iktidar nimeti altından kayıyor. Farkında olmalı ki çıkmaya çalışıyor. Bulduğu her yol kendisini aşağıya çekiyor. Çünkü çıkışı yanlış yerde arıyor. Düzeltmek için elini nereye uzatsa elinde kalıyor. Halk; çok sevdiği, sonsuz kredi verdiği cumhurun başının, bir el tarafından yanıltıldığını, yanlış yönlendirildiğini, yanlış bilgilendirildiğini düşünüyor. Bu ortama üzülenlerin sayısı çok. Çünkü iktidar giderse sayısız kazanımların yok olacağı endişesini taşıyor.

Ne yapıp ne edip iktidar sahipleri halkın içerisine inip halkın içinden iktidar nasıl görülüyor diye bakmalılar. Halkın derdiyle dertlenme yolunu düstur edinmelidir. Halkın içerisine girmeyen, halkın derdiyle dertlenmeyen halka tepeden bakmaya başlar. Bu da iktidardan inişi hızlandırır. 

İçinizden zaten halkın içindeler diyeniniz çıkabilir. Halkın içine girmek, halkın derdiyle hemhal olmak anlamına gelmiyor. Bazen insan kalabalıklar içerisinde yalnızlara oynayabilir. Ayrıca kalabalıklar karşısında halka konuşmak halkın içinde olmak anlamına gelmez. Çünkü bu tür ortamlarda da halka yukarıdan konuşulur. Halkla göz göze gelmek, yüzüne bakmaktır, gözleri kaçırmamaktır. Sakın kalabalıklara bakarak durumumuz iyi diye düşünmeyin, yalnızlaşıyorsunuz, halk içi kan ağlayarak güvenli bir liman arıyor... Tedbir almazsanız vebaliniz büyüktür. 12.11.2017

Ekmeğini Çöpten Kazanan Adamlar *

Pazar günü kahvaltıyı yaptıktan sonra apartmanın bahçesine dökülen gazelleri toplamak için çıktım evimden. Kendi başıma siteye ait bölümü bir baştan öbür başa temizledim. El arabasına doldurduğum gazelleri çöpe götürdüm. Üç saatimi aldı sitenin yapraklarını süpürme ve taşıma işi. Kendime iş buldum yani. Tam işi bitiriyorum ki siteden bir komşu çıktı önüme. 90 yılından beri buradayım, apartmanın böyle temizlendiğini görmedim, sen nereden geldin böyle dedi. Bu gaz, tempomu biraz daha artırdı. Biri yapacak illaki dedim.

El arabasını doldurdukça Konya'ya has yere gömülü çöp konteynerine yaprakları götürdüm. Çöpün yanında bir pikap vardı, yanında ise arabanın teybini açmış birini gördüm. Anlaşılan pazar günü çalışan biri daha vardı. Az sonra bir insan; boyundan daha derin olan çöp kutusundan çıkmaya çalışan bir el daha gördüm. Demek ki iki kişiler. Biri çöpün içine girmiş, çöpe atılanları altüst edip içinden kıymetli veya satılabilir bir şeyler bulabilir miyim çabasında. Çöpün içindeki bulduğunu dışarıdaki kalana veriyor. Yukarıdaki de arkadaşının verdiklerini inceleyip pikaba koyuyor. Çalışanların ellerine baktım, eldiven giymişler mi diye. Ne arasın? Benim ki de laf yani. Adam çöpün içine girmiş, çöpü eliyle didik didik ediyor. Kendisi çöp olmuş neredeyse. Bereket yukarıda biri var. Yoksa biri gelir, çöpün kapağını kaldırarak veya kapağı nasılsa açık diye düşünüp elindeki çöp poşetlerini adamın başına da boşaltabilir ve çöpün içindeki adam tamı tamına çöpten adam olabilirdi.

Pazar günü çoğu evinde istirahat yaparken, çarşı-pazar gezerken bu iki kişi çöpün içinde rızkını arıyordu. Midesini doyurmak için bir taraftan çöpten ekmeğini çıkartmaya çalışıyor, diğer taraftan da müzik ruhun gıdasıdır diyerek ruhlarının haklarını da veriyorlardı, müziği açarak. Hiç de aceleleri yok, çöp kokuyor, bir an evvel buradan uzaklaşalım şeklinde bir çabaları da yoktu. Tek çabaları akşama kadar şu çöp senin, bu çöp benim diyerek çoluk-çocuğunun rızkını çöpten çıkarıyorlardı. Bu adamların bu pis ortamda çalışmasını görünce ekmeğini taştan çıkarır sözü aklıma geldi. Evet, bu adamlar geleceklerini çöpü karıştırarak ekmeklerini taştan çıkarıyordu. Helal olsun bu adamlara dedim içimden. Hangi birimiz gider çöpü karıştırır? Çoğumuz çöpün yanından geçerken burnunu tıkar, çöp atacaksa kirlidir diyerek çöpün kapağına bile elini sürmez. Bu iki genci takdir ederken ülkem ve ülkem insanı adına üzülmedim değil. Daha niceleri vardır kim bilir bu şekil çöpte çalışan. Bizde çöpü kedi köpek karıştırırdı bir zamanlar. Şimdi insanımız çöpün içinde çöpü karıştırarak çöpte çalışıyor. Ne kadar kazanırlar bilmem ama ülkenin bir ayıbı bu durum. Mecbur kalmasa kimse yapmaz bu işi. Sanırım bu şekil çalışanların sayısı çok olmalı ki konfederasyonları bile var.

Yaptıkları iş çoğumuzca hoş karşılanmasa da, bu durum ülkenin bir ayıbı olsa da bu sektörde çalışanlar, alın terletiyor ve ayakta kalıp hayata tutunmaya çalışıyor. Elleri öpülesi insanlar bunlar. En azından işsizim diyerek dilencilik yapmıyor, hırsızlık yapmıyor. Helal olsun böylelerine... 12.11.2017

* 27/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Bir Hediyenin Başıma Açtığı İş

Konya düğünlerindeki hediye adedini bilenler bilir. Bilmeyenler için söyleyeyim. Eskiye oranla azalsa da hala devam eden bir hediye anlayışı var. Davet edildiğin düğüne küçük mutfak eşyası götürmek. Bu tür hediyeleşmeden kimse memnun olmasa da adettir denilerek uygun olan bir mutfak eşyası paketlenerek düğün evine gidilir.

21 Ekim'de iki numaralı oğlumu evlendirdim. Düğüne davet ettiğim misafirlerimin ekserisi sağ olsun düğünümüzü şenlendirdi. Hediye getiren de oldu, getirmeyen de. Kimin hangi hediyeyi getirdiğini çoğu zaman bilme imkanımız yok. Zaten çok da önemli değil. Önemli olan davete icabet ve bu mutlu günümüze eşin-dostun şahitlik yapması. Düğünümüze gelen de sağ olsun, gelmeyen de! Hediye getiren de sağ olsun, getirmeyen de! Para veren de sağ olsun, vermeyen de! Kap-kacak getiren de sağ olsun, getirmeyen de! Niyetim eşyanın veya hediyenin büyüğü-küçüğü, değerli veya değersiz oluşu değil. Hatırlanıp gelmek, hatır bilip hediye getirmek de bizim güzel hasletlerimizdendir. Düğüne gelivermek bile en güzel hediyedir.

Şimdi size bana gelen bir hediye ve başıma açtığı gaileden bahsedeceğim. Düğünümüze teşrif eden davetlilerden  hediye olarak az sayıda mutfak eşyası geldi.  Bir hafta sonra evimize gelen çiçeği burnundaki oğlum ve gelinimden mutfak eşyası olarak kullanabileceklerini seçmelerini istedik. Biraz seçmişler, az sonra yanıma geldiler. "Hediyenin birinin içinden aynı zamanda flash bellek çıktı" dediler. Biri hediyeyi sararken içine düşürmüş olmalı dedim. Belleğin kıymeti harbiyesi yoktur ama ya içinde kıymetli bir bilgi varsa arayıp durmasın diye hediye sahibini aradım. "Kardeş, getirdiğiniz hediyenin içine flash bellek düşmüş sanırım, içinde önemli bir bilgi var mıydı? İstiyorsan göndereyim," dedim. Hediye sahibi o da ne dercesine garipsedi sorumu. Belli ki flash kendisine ait değil, hatta bu zamana kadar hiç böyle bir bellek kullanmamış hissi uyandırdı bende. "Bilgisayardan bir bilgi ve doküman almak için kullanılan alet" dediğimde "İçinde ne var bir bakar mısın?" dedi. Taşınabilir belleği bilgisayara takıp baktım. İçinde sadece bir word belgesi vardı. Tıkladım. Öğrencileri için hazırlanmış bir sınav evrakı idi. Yani bir öğretmene ait.

Hediye sahibinin öğretmen olan bir çocuğu yoktu. Bu durumda bu bellek başkasına ait olmalı dedim. Görünen o ki bu arkadaş çocuğunu evlendirdiğinde düğününe teşrif eden bir başka davetli getirmiş bu hediyeyi. Hazırlanan sınav kağıdındaki okul ismi Konya'ya ait bir okul değil, Güney illerimizden bir okulun ismi yazıyor. Şaşırmadım değil. Demek ki Konya dışında başka yerlerin bir kısmında da düğün hediyesi olarak kap-kacak var. Bu tür mutfak eşyasının bir yönü daha var. Gelen hediye ihtiyaç değilse evin uygun bir yerinde ambalajı açılmadan bir başka düğüne götürmek üzere bekletilir. İşte bana gelen hediye de bir böyle bir hediye idi. Paketin içine bir de adını yazmamışsa davetli, tanımadığın bu kişi kimdi diye düşün dur artık.

Hasılı 8 gb'lık flash bellek, gelen hediye içerisinde bana kaldı. Masanın üstünde ne yapacağız diye bekleyedursun. Ertesi günü evin küçüğü yanıma geldi, baba bana flash bellek lazım, bilgi aktarımı yapacağım, dedi. 'Evlat, masada duran flashı al, masaüstü bilgisayarda biçimlendir, sonra kullan dedim. Böylece orta yerde duran flash bellek de sahibini bulmuş oldu.

Biz bizi bekleyen tehlikenin farkında olmadan bir flashımız oldu diye sevine duralım. Flash belleği biçimlendirdikten sonra benim masaüstü bilgisayar açılmaz oldu. Biraz uğraştıktan sonra bilgisayar açıldı. İki-üç dakika kullandıktan sonra ekran donmaya, fare işlev görmemeye başladı. İki-üç gün şu kabloda bir temassızlık var, yok bunda temassızlık var diye kablolarla uğraştım durdum. İşin garibi her defasında bilgisayarı normal kapatamadım. Tek seçenek  bilgisayarı parmağımla düğmesinden kapatmak oldu.  Bir defasında tarihi değiştirerek bilgisayarı geri yükledim. Nafile!

Sonunda bilgisayar ekranı hiç açılmaz oldu, kablolarını sökerek kasayı yüklendim, dolmuş vasıtasıyla servise götürdüm. Bilgisayar çöktü, yeniden format atalım dedim. Akşam bilgisayarı almak için gittiğimde tamirci, format atmaya ihtiyaç duymadığını, bol miktarda virüs varmış; sadece onları temizlediğini, borcunun olmadığını söyledi.

Bilgisayarı yeniden yüklenip dolmuşun yolunu tuttum. Kablolarını taktım, bilgisayar canavar gibi çalışmaya başladı. Bilgisayarımın çalışmamasının nedeni de böylece belli olmuş oldu. Virüsler, bilgisayarımın çalışmasını engellemişti.

Virüsler nereden geldi dersiniz? Maalesef sahibi belli olmayan flash bellekten. Kendisi küçük, cürmü büyük. Olan da bana oldu. Kaç gündür beni uğraştırdığı yetmediği gibi bir de çarşıya kasayı getirip götürdüm. Aman siz siz olun başkasına ait, ne olduğu belli olmayan belleği bilgisayarınıza takmayın. Bir de öğretmenlerin, kaleminden başka neyi var? Onlar masumdur deriz. Gördüğünüz gibi onlara ait bir bellek başıma neler açtı. 12.11.2017