9 Kasım 2017 Perşembe

"Siz beğenin, yardımcı oluruz" *


Bir ihtiyacın için bazı esnaflara alışveriş yapmaya gittiğinizde aynı ürüne farklı farklı fiyatlar çekildiğini görmeniz mümkün. Esnafın bu durumunu bilen müşteri, bu yüzden kolay kolay bir yerden alışveriş yapmaz. Şu esnaf senin, bu esnaf benim diye dolaşır durur. Çünkü fiyatlarda bir oturmuşluk yok. Hatta çoğu zaman bir tanıdık esnaf ararız. En azından insaflı vurur diye. Çoğu zaman da tanıdık vurur bize.

Aynı marka ürünün aralarında bu kadar uçurum normal değil. Çoğu esnafta kolay kolay fiyat yazmaz, her ürünün fiyatını sormanız gerekiyor. İşin garibi fiyatlar aynı mağazada görevli kişilere göre de farklılık gösterebiliyor. Patronun verdiği fiyat farklı, çalışanın verdiği fiyat farklı olabiliyor. Ürünü beğenip almaya kalktığınız zaman ilk başta söylenen uçuk-kaçık fiyat anormal bir şekilde aşağıya çekiliyor. "Size şu kadar olur, başkasına da bu indirimi uygulamadık bugüne kadar" deniliyor. İlk başlarda 1500 lira yazan veya söylenen ürün 950 liraya, 150 TL denen ise 100 liraya düzleniyor. Bana bu indirimler normal gelmiyor. Madem bu kadar indirilecekti, ne diye astronomik fiyat söylendi, ya da yazıldı? Bazı esnaflarda da etiket liste fiyatı var. Fiyatı görür görmez, şöyle bir ürperiyorsun. Hemen “Efendim, liste fiyatı  bu şekilde. Size uygun yaparız” deniliyor. Madem listede yazan fiyata satmayacaklar, ne diye oraya yüksek fiyat yazılıyor? Bunu da anlamadım gitti.

Esnaflar içerisinde mutlaka tek fiyat veren, fiyatı yüksek söylemeyen ve aşağıya çekmeyen kişiler vardır. Bunların sayısının fazla olduğunu sanmıyorum. Genel itibariyle esnafımızın durumu bu şekilde. Bu demektir ki serbest piyasa ekonomisi uygulanıyor diye bazıları ürününü tutturabildiğine satmaya kalkıyor. Satılan ürünün çeşidine göre kar marjı düşük veya yüksek olabiliyor. Gördüğüm kadarıyla bu serbest piyasada bir kurumsallaşma ve kendi içlerinde bir denetim mekanizması yok. Görünen tek oturmuşluk, fiyatı yüksek çekip pazarlık yoluyla aşağıya çekmek. Müşteri iyi indirim yaptı diye sevine sevine gidiyor evine, tabii evinin yolunu bulabilirse. Esnafın “maliyetine veriyorum, bana şu kadara gelişi var” sözlerini çok duymuşsunuzdur, bunları saymıyorum bile.

90'lı yıllarda hayatımda bir günlük esnaflık da ben yaptım. Bir dini bayram arifesinde bir yakınım, bir başka pazara gideceğinden dükkanına bırakacak kimseyi bulamamış. Benden esnaf olmaz, ben bundan anlamıyorum desem de mecburiyetten beni koydu dükkanına. Dedim fiyatları bana bir yazıver. Hangi bölümde, hangi ayakkabı, ne kadarsa fiyatlarını yazıp elime tutuşturdu. Giderken de sıkı sıkıya tembihledi. “Şu ayakkabıya 40 lira diyeceksin, 25’e kadar inebilirsin” dedi. Tamam dedim. Sabahleyin dükkanı açtım. Bir kalabalık bir kalabalık! Dükkana giren çıkan belli değil. Müşteri, bir ayakkabıyı bana ne kadar diye uzatıyor, ben de ona bu ayakkabıyı nereden aldın diyorum. Yerini gösterince hemen listeye bakıyorum. 25 lira beyefendi diyorum. Ne mümkün adamın alması! Mutlaka pazarlık yapacak. Çünkü öyle alışmış veya  alıştırılmış. Önce yüksek söyleyeceksin, ardından indireceksin. 25’ten aşağıya vermemem gereken ayakkabıyı pazarlık yoluyla 17,5 liraya verdim. Akşama kadar bütün satışım bu şekilde oldu. Hiç yüksek söyleyip en alt limitinden satayım demedim. Artık sermayeden mi gitti, kârdan mı gitti bilmiyorum. Öyle zannediyorum benim verdiğim fiyattan da kazanmıştır akrabam. Akşam akrabama toplu parayı verince yüzü güldü, iyi satmışsın dedi. Kendimin olmasa da cebim çok miktarda para gördü o gün. Akşama kadar cebimde kabarık durmasının bir mutluluğu vardı içimde. Bir daha da cebim bu şekilde para görmedi. Çünkü akrabam bana böyle bir görev vermedi.

Acemi olsam da bir gün esnaflık yaptım. Keşke esnafımız da beni dükkanına bırakan akrabam gibi önce yüksek fiyat çekip sonra indireceğine, kurtarır şekilde insanımıza satış yapsa çok daha iyi olur. İnsanların birbirine güveni gelir. Kimse dükkan dükkan dolaşma durumunda kalmaz. Sevip saydığı kişiden ve güler yüz gösteren esnaftan alışveriş yapma yolunu tercih ederdi.

Esnafımız, çoğu zaman kimseyi beğenmez, herkesi eleştirir durur. Gördüğünüz gibi esnafımızın da durumu diğer kesimlerden çok farklı değil. Öyle zannediyorum esnaf da bu durumdan memnun değil. 09/11/2017

* 02/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


İçindeki Muhtarlık Özlemi Hiç Bitmedi *

Partisinde gençlik kolları, ilçe başkanlığı, ilçe belediye başkan adaylığı, il başkanlığı, milletvekili adayı derken metropol bir şehre belediye başkanı oldu. Süresi bitmeden Siirt’te okuduğu bir şiir yüzünden kendisine ceza verilerek cezaevine gönderildi. Bu, aynı zamanda siyasi hayatının bitmesi demekti. Basının yazdığına göre değil seçilmek, “Muhtar bile olamazdı.” artık.

Cezaevi hayatı bittikten sonra siyasi bir parti kurdu. Partisinin kurucu genel başkanı oldu ama milletvekili adaylığı YSK tarafından iptal edildi. Seçim çalışmalarına katıldı ama vekil seçilemedi. Garip bir durum vardı orta yerde. Ana muhalefetin öneri ve desteğiyle vekil seçilmesinin önü açıldı. Düştüğü yer olan Siirt’ten önce vekil, ardından başbakan oldu. Üç dönem başbakanlık yaptıktan sonra cumhurbaşkanı oldu. Şimdi de cumhurun başı anlamında devletin başkanı oldu. Yani önünü kesmeye çalışanlara inat, her koltuğa oturdu. Zirveden ne indi, ne de bıraktı. Her şey oldu ama orta yerde garip bir durum vardı. Hala muhtar seçilememişti. Muhtar olamama, muhtar seçilememe özlemi içinde kalmış olmalı ki, fırsatını buldu mu muhtarları Ankara’da topluyor. O konuşuyor, muhtarlar dinliyor; o içini döküyor, muhtarlar alkışlıyor. 09/11/2017 günü itibariyle Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelen muhtarları 41.kez ağırladı yine. Onları gördü mü içi açılıyor, moral buluyor. Konuştukça konuşuyor.

Bugün onu dinlerken kendi kendime “Muhtar seçilememesini dert edinmiş, içinde kalmış, içindeki o hasreti gidermek için neredeyse onlarla yatıp kalkıyor, devletin en tepesinde onları ağırlıyor. Bu nasıl bir hasret ve özlem ki bir türlü içinden çıkarıp atamamış. Devletin zirvesine kurulmuş olmasına rağmen hala muhtarlıkla yanıp tutuşuyor. “Bana engeller çıkarıldı, muhtar olamadım. İçimde kaldı. Sakın bulunduğunuz makamı küçümsemeyin, hor kullanmayın, değerini bilin, bulunduğunuz makamı bir zamanlar birileri küçümsemişti. Onlara inat ben önemli hale getirdim, sizlere yeni misyon yüklüyorum… sizleri evimde misafir ederek onurlandırıyorum. Bundan sonra size burun bükenler yanıldıklarını anlayacaklar” der gibi bir tavır içine giriyor sanki.

Sayıları ne kadardır bilmiyorum Türkiye’deki muhtarların. Bu gidişle hepsini makamına çağırıp onlarla hemhal olmaya devam edecek. Tüm muhtarlarla görüşmeyi bitirdikten sonra hasret ve özlemini nasıl giderecek? İşte burası muamma! Ya tekrar başa döner, ya yeni seçilen muhtarları davet eder. Zaten bu görüntüsüyle muhtarların hepsiyle görüşmeyi bitirdikten sonra bir başka meslek gruplarını da sıraya alayım diye düşünmüyor anlaşılan. Nice önemli mevkilere gelmiş kişiler, “Keşke bir muhtar olsaydım” deme noktasına geldi. Muhtarları kıskanıyor olmalılar.

Ne yapıp ne edip muhtarlığın dışında zirveden inmeyen bu kişinin bitmez-tükenmez muhtarlık özlemini gidermek gerekir diye düşünüyorum. Böyle tüm muhtarları sıraya koyarak onları Ankara’da toplaması, onlara konuşması onun muhtarlık özlemini dindireceğe benzemiyor. Ne muhtar olanlar muhtarlığı bırakıyor, ne de o muhtarları. En iyisi makamının bulunduğu mahallenin de aynı zamanda muhtarlık seçimine girmeli. Yok, bu olmaz denirse en azından bir yerin fahri muhtarlık unvanı verilmeli kendisine. Eğer böyle bir şey yapılırsa zirve sahibinin özlemi bir nebze giderilmiş olur. Bu arada “Muhtar bile olamaz” diyenlerin kulakları çınlasın. Basiret, feraset ve öngörüleriyle ne kadar gurur duysalar azdır. Zira görünen o ki adam hala bir muhtar bile olamadı.  09/11/2017


* 11/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Kasım 2017 Çarşamba

Adına "Hizmet Ediyorum" Dedikleri Şey

Bazı insanlar aldıkları görevlerini bihakkın yerine getirir, makamı da kendisinden güç alır. Böyleleri göz doldurur, makamın hakkını da verirler. Bazıları da koltuğu işgal eder, gücünü koltuğundan alır. Koltuk gitti mi elinde ne gücü kalır, ne de itibarı. Çünkü koltuğa hakkıyla gelmemiştir. Sırıtır durur.

Hak ederek veya hak etmeyerek bir koltukta yıllanan insanlardan bazıları iki lafının arasında 'Şu kadar hizmet ettim' diye söze başlar. Koltuğun veya görevin ne kadar yapıldığını Allah bilir. Burada dikkat çekmek istediğim 'hizmet ettim' denmesi. Sahi her birimiz çalışırken bulunduğumuz yere mi hizmet ettik, yoksa bulunduğumuz yer mi bize hizmet etti? Diyelim ki hizmet ettik. Pekiyi biz bu hizmeti fahri olarak mı yürüttük, meccanen mi çalıştık? Adına hizmet dediğimiz işi yürütürken hiç fayda sağlamadı mı bize? Hep mi biz çalıştığımız yere verdik? Çalıştığımız yer bize hiçbir şey vermedi mi? Öyle zannediyorum, çalıştığımız yeri ilk önce kendi rahatımızı düşünerek dizayn ettik. Ekmek kapımıza hizmetten önce bu ekmek teknesi bize nasıl hizmet eder hesabı yaptık.

Kanaatimce gerçek hizmet etmek, çalıştığımız yerde ibadet aşkıyla çalışmak, terlemek, varlığımızı hissettirmek, yokluğumuzda aranan biri olmak, işimizden kaytarmamak, bugünün işini yarına bırakmamak, bulunduğumuz yerdeki imkanları kullanırken devlet imkanlarını şahsi işlerde kullanmamak, faydalandığımızdan daha fazlasını vermektir.

Farz edelim ki yapılması gerekenin en iyisini yaptık, kuruma artı katma değer kattık. Emekli olduk, ya da ayrıldık. Yeri geldiği zaman "Şu kadar yıl hizmet ettim" demekten ziyade "Elimizden gelen gayreti gösterdik, iyisiyle, kötüsüyle şu kadar yıl çalıştım" demek daha uygun olur diye düşünüyorum. Yaptığımızı kendimiz değil, arkamızda kalanlar ifade etsin. 08.11.2017


Müslümanların Başka Düşmana İhtiyacı Yok *

Tarihler, İngiltere ile Fransa arasında süren savaşlara  'Yüzyıl Savaşları' adını verir. İki ülke arasında 1337 yılında başlayan savaş 116 sürmüş ve 1453 yılında sona ermiştir. Aralarındaki anlaşmazlığı çözmüş olmalılar ki şimdi kardeş gibi geçiniyorlar. Hatta bir araya gelip sırt sırta vererek başka ülkeleri dizayn bile ediyorlar.

Halkı Müslüman olan ülkelerin birbiriyle olan ihtilafı, sürtüşmesi ve savaşı İngiltere-Fransa arasında geçmişte cereyan eden savaşlar gibi yüzyıl sürüp bitse şapkamı havaya atıp hele şükür diyeceğim. Karamsar değilim ama  Müslümanların birbirine düşmanca tavır içerisinde olma durumu -görünen köy kılavuz istemez- kıyamete kadar süreceğe benziyor. 

Hiçbir gün geçmiyor ki Müslümanlar kendi arasında kedi-köpek gibi olmasın. Şimdilerde gündemimizde İran ile Suudi Arabistan'ın gerginliği var. İki ülke tansiyonu düşüreceği yerde savaş tamtamlığı yapıyor birbirine karşı. Zaten aralarında savaş olmasa bile ikisini aynı kazana atsak birlikte kaynamazlar. Allah bu ülkelerden her ikisine "Cennete gideceksiniz, yalnız orada Suud-İran bir arada duracaksınız dese cennet yerine cehennemi tercih ederler. Güya biri Vahhabilik'in, diğeri ise Şiilik'in yılmaz savunucusu. Biri sünniliğin, diğeri Şiilik'in hamiliğini yapıyor. Müslümanlık ve Müslümanlar diye bir dertleri olsa hiç gam yemeyeceğim. Kendilerine grup ve mezhepçilik ile İslam arasında bir tercih yapın dense tereddütsüz hizipçiliklerini seçerler. Hiç Müslümanlık ve İslam dünyası gündemlerinde olmadı. Biri sırtını ABD'ye, diğeri Rusya ve Çin'e sırtını dayamış, birbirlerine karşı aslan kesilip horozlaşıyorlar. Tek dertleri sırtını dayadığı ülkelerin menfaatlerini korumak şartıyla güçlü görünmek ve ideolojilerini yaymaya çalışmak. Ayakta kalmaları da buna bağlı. Şımarıklık ve azınlıklarının nedeni petroldür. Dünya petrole gebe kaldıkça bunların borusu ötmeye devam edecek, devletler yüzüne bakmaya devam edecek. Merak ediyorum, bir gün petrol biterse yüzlerine kim bakar?

Bu iki devletin başını çektiği İslam ülkelerinde zerre kadar Müslüman feraset ve basireti olsa aralarındaki nizayı çözer, petrol silahını kullanarak Ortadoğu'daki tüm İslam ülkelerindeki akan kanı durdurur. Ama yapmazlar, çünkü İslam kaygıları yok. Yapamazlar, sırtını dayadıkları efendileri izin vermez. Başını İran ve Suud'un çektiği ülkelerden Müslüman kardeşin olacağına, açık-mert düşmanın olsun daha iyi. Bunlardan Müslümanlar'a hayır gelmez.

Kimse kusura bakmasın, yanlış anlamasın, böyle Müslüman kardeşin olacağına olmasın, dünyada yapayalnız kalalım, inanın durumumuz bugünden daha kötü olmaz. Birbirlerini kırıp geçirseler tüh, yazık oldu, demem. Bunlarda utanma, sıkılma, arlanma yok. Biraz sıkılma olsa 'Şimdi zamanı değil, zira İslam dünyası kan ağlıyor' diyerek aralarındaki sorunu buzdolabına kaldırırlar. Ama nerede? Bu ruhsuzluk ve çapsızlıklarıyla bunları ancak teneşir paklar.

Rabbim bunlara bu yaptıklarının hesabını soracak inşallah! Kendimi kurtarabilirsem, Rabbim imkan verirse rûzi mahşerde bunların hesaba çekilişini izlemek ve bunlardan şikayetçi olmak için müdahil olmak isterim. Rabbim bildiği gibi yapsın bunları ve İslam diye bir derdi olmayanları... 08.11.2017

* 18/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


İçimizdeki Suçluları Öldürsek Rahat Eder miyiz?

Ülkemizde değişik nedenlerle bazı insanlarımız suç işleyebiliyor, bazılarının üzerine suç isnat edilebiliyor, bazen de zamanında suç olmayan bir eylem bir müddet sonra suç sayılabiliyor.

Adı ne olursa olsun bunlar kanmış, kandırılmış, suça belenmiş, oradan çıkmaya çalışıyor veya içten içe pişmanlık duyuyor, içi kan ağlıyor olabilir ama belli etmeyebilir. Hiç pişmanlık emaresi göstermese bile bir akıl tutulması yaşıyordur, gerçekleri görme melekelerini kaybetmiştir, basiretleri kaybolmuştur. Bu tipteki insanın çoğu işini, aşını veya itibarını kaybetmiştir. Kaçıp gitmemişse aramızda sessiz-sakin dolaşıyordur. Öyle zannediyorum -bulabilirse- ne yediğinden zevk alır, ne de içtiğinden. Kolay kolay aramıza da giremezler. İçlerinde az sayıda da olsa öz eleştiri yapmaya kalksa böyleleri, "Şimdiye kadar aklın neredeydi, treni kaçırdın" diyoruz. Hasılı adamlar uzak kalsa da sorun, yanımıza yaklaşsa da. Suçluluk psikolojisi içerisinde dışlanmışlık sendromunu yaşıyorlar. Kazara birimiz onlara acımaya kalksın, hemen "Onların eline fırsat geçseydi bize acırlar mıydı" demeye başlıyoruz. Yani niyetlerini okuyoruz. Yahu bu adam iyi biri diyorsun, zaten onlar iyidir cevabı alıyorsun.

İşin garibi bu insanlar içimizde vebalı gibi yaşıyorlar. Ellerine imkan geçseydi bizi kıtır kıtır doğrarlar mıydı bilmiyorum. Çünkü gelecek hakkında bir şey söyleme imkanımız yoktur. Fakat gördüğüm bir şey var; bu durum böyle devam ederse, belirsizlik giderilmezse toplumsal yara iyice derinleşecektir. Devlete düşman nesiller yetişecektir.

Grup refleksi ile hareket eden bu insanları grubundan koparmanın yoluna gitmek gerekir. Bugünkü uygulanan bu yöntem bunları terbiye etmez, acından da ölmezler. Ya bunları birileri el altından destekliyorsa işte vahim olan budur. Çünkü yine onlara çalışmaya devam edecekler demektir.

Bir an için farz edelim ki bu insanlar suç işleyen bir grubun üyesi veya sempatizanı. Hepsini aynı kategoriye koyup kazana atmaktan ziyade suç işleyenlerin elebaşılarına ceza vererek pasif kalanlara gözdağı verilme yoluna gidilebilirdi. Askeriye mantığını bir tarafa bırakmak lazım. Askeriyede birkaç erat suç işler, tüm bataryaya ceza verilir. Halbuki ceza suç işleyene verilir, umumileştirilmez, bireyseldir. Hepsini potansiyel suçlu kabul edip aynı kategoriye koymanın kimseye, özellikle ülkeye bir faydası yoktur. Devlete, devlet aklıyla hareket etmesi yakışır. Maalesef bu konuda ne devlet ne de millet iyi bir sınav vermiştir. Kazara bugün suç işleyenlerin dünkü iyi görünümleri hakkında olumlu bir şey söylemişseniz, bu bile sizi, o suç ve suçlularla anılmanıza sebebiyet verebilir. Bu konuda hiçbir tavizimiz olmadı şu ana kadar.

Ülkenin birinde oynanan bir tiyatro oyununda rol gereği bir oyuncu, diğer arkadaşını kuru sıkı tabancayla öldürmesi gerekiyor. Fakat arkadaşı gerçek silah kullanır, adam can havliyle bağırır ve yere yıkılır. Seyirciden yardım ister, ölüyorum diye. Adam yerde kıvranıyor, bağırıp çağırıyor. Seyirciden yardım istedikçe 'Ne güzel rol yapıyor' diye seyirci, durmadan alkışlar ve sonunda adam sahnede iken ölür.

Kaçanlar, suça bizzat karışanlar için bir şey demiyorum. Bunlara en ağır ceza verilmelidir. Ama kaçmayıp içimizde sessiz duranlar için sessiz duruyorlar, konuşup öz eleştiri yaptıkları zaman takiyye yapıyorlar diyoruz. Gerçekten bize göre bu adamlar ne yapmalılar ki onların samimiyetine inanırız? Mesela tiyatro oyununda olduğu gibi bu adamları öldürsek veya kendilerini öldürseler içimiz rahat eder mi?

Halihazırda bizim durumumuz tiyatro oyunundaki seyircinin durumuna benziyor. Bence bu adamları rehabilite etmek, topluma kazandırmak gerekiyor. Beğensek de beğenmesek de bunlar bu toplumun insanıdır, hala da birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Dışlayarak, sürekli suçlayarak bir yere varamayız. 08.11.2017 Ramazan Yüce





7 Kasım 2017 Salı

Doğrular Bazen Ayrıntılarda Gizlidir *


İnsanın olduğu yerde sorun olur, olmaması da mümkün değil zaten. Çünkü insan hata ve yanlış yapmaya müsait bir varlıktır. Önemli olan aradaki sorunu diyalog yoluyla uygun bir zamanda çözmektir.

Taraflar sorunu çözmeyi dert edinmelidir, iletişim yolunu asla kapatmamalıdır. Sorunu çözmede akıl ön planda olmalıdır. Alınganlık ve duygular aklın önüne geçerse sorunun büyüklüğü veya küçüklüğü önemli değil, sorun çözülmez. Hatta daha da büyür. Taraflar sorunu çözmek için birbirini suçlamadan her şeyi ortaya dökmelidir, birbirinin hangi söz ve davranışına niçin alındığını ve kırıldığını açık yüreklilikle konuşmalıdır. Bunun için ortamın konuşmaya müsait olmasına, tarafların birbirini ön yargısız dinlemesine ihtiyaç vardır. Laf getirip götürene itibar etmemelidir, hatta böylelerini dinlememelidir, konuşma pozisyonu tarafların sakin olduğu, mantıklı düşündüğü ortam olmasına dikkat edilmelidir. Konuşma yeni yaralara ve sorunlara kapı aralamayacak şekilde nazik ve kibar bir şekilde olmalıdır. Birbirinin açıklamasını yeterli görmelidir, niyet okuma yoluna gitmemelidir. Haklı veya haksız olunsa da taraflar birbirinin gönlünü almak için özür dileme yoluna gitmelidir. Özür, bütün yağları eritir. Bu kişileri birbirini anlamaya yaklaştıran jesttir, iyi niyettir, benim için değerlisin demektir. Aynı zamanda öz eleştiridir, yapıcı olmadır, masaya sorunu çözmek için oturdum demektir. Böyle davranılmadığı müddetçe birbirlerine karşı alınganlık artar, her hareketleri birbirine batar, farklı farklı anlamlar çıkarılır. Birbirinden uzak kalsalar da birbiriyle yaşamaya devam eder. Bu hareket ne kendine fayda sağlar, ne de başkasına. Ne kendine ışık verir, ne de başkasına. Birbirlerini incittikleri, birbirlerini kırdıkları, birbirine eziyet ettikleri yanlarına kâr kalır.

Anlatmak istediğimi başımdan geçen şu olay en güzel şekilde anlatır sanırım: Adıyaman-Kahta'da görev yaparken beraber çalıştığımız iki arkadaş askere gittiler. Askere giderken iki ayrı kira vermeyelim diye iki evin eşyasını bir eve bıraktılar. Kira öderken bir ay biri, diğer ay da öbürü kira ödemesi yapıyordu. Ayın birinde sıra hangisinde ise kirayı gönderememiş. Ev sahibi yanıma gelerek 'Senin arkadaşların kirayı göndermedi' dedi. Telefonla askerdeki arkadaşlarla görüştüm. "Gönderemedik" dediler. Biz buradan karşılayalım dedim. Dönem enflasyonlu dönem. Tek maaşlı bir insanım. Aldığım kıtı kıtına yetiyor. Birazını ben karşılasam da kiranın tamamını karşılamam mümkün değil. Çare olarak kendisinde para olduğuna inandığım ortak bir arkadaşımıza gidip durumu anlattım. Ki eşi de çalışan biriydi. "Ben veremem, babama ilaç parası göndereceğim" dedi. Beklemediğin bu cevap beni üzdü, kırdı ve alındım o arkadaşa. Çaresiz güç-bela parayı denkleştirip arkadaşların ev sahibine kiralarını verdim. Kendisinde para olduğunu bildiğim arkadaştan uzaklaştım, mesafe koydum. Kendi kendime "Babasına ilaç parası gönderecekmiş, ilacın parasını devlet öder, sen sadece % 20'ini ödersin. Bunun da edeceği ne kadardır. Madem vermeyeceksin, adam gibi bir mazeret bul bari, senden olsa olsa iyi gün dostu olur..." dedim.

Gel zaman git zaman askerlerimiz tezkerelerini alıp göreve başladı. Gelip gidiyoruz birbirimize. Para vermeyen arkadaş da aramızda. Çünkü ortak arkadaşız. Bu arkadaşa mesafe ve soğuk duruşumu sezen çiçeği burnundaki askerlerimiz bir ara bizi bir araya getirdi. Kendisine açık yüreklilikle sordum, "Sayın hocam! Babana ne ilaç parası gönderecektin? Bildiğim kadarıyla ilaç bedelini zaten devlet ödüyor" dedim. Arkadaş bana, " Tarım ilacı alması için para gönderecektim" der demez 'Mübarek! Ben sandım ki eczane ilaç parası göndereceksin. Şimdi oldu. Ben yanlış anlamışım" dedim, konuyu kapattık.

Başımdan geçen bu olayı çözen tek cümle idi. Yanlış anlamam dolayısıyla 6 ay boyunca kendisine hem kararmış, hem de buğzetmiştim.

Günümüzdeki alınganlık ve kırgınlıkların çoğunda yanlış anlama olduğunu düşünüyorum. Yeter ki enine-boyuna konuşulsun, insanların arasında çözülemeyecek bir sorun kalmaz. 

* 01/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Çat Kapı Gelivermek

Telefonun çok yaygın olmadığı, televizyonun tek tük evlere girmeye başladığı yıllarda uzun kış gecelerinde köy yerinde oturanlar konu-komşu ziyaretleri yapardı kendi aralarında. Çat kapı gelirdi eş-dost haber vermeden. 'Ev sâbıı' (ev sahibi) diye bir ses evi kaplardı, ya da öldürerek gelirdi, veya zil olmayınca kapının tokmağına, kapının vurulabilen bir yerine gümbür gümbür vurulurdu. Kimi de pencereye hafif tıklatırdı. Sesle beraber ev halkı kendilerine ve evin vaziyetine bir çekidüzen verirdi. Zira oturulan oda yemek yenilen, yatılan yeri geldiğinde misafir ağırlanan bir yerdi. Odaların çoğunda soba olmazdı.

Kısa bir hoşbeşin ardından ikrama geçilirdi. İkram olarak çay çok nadiren olurdu. Çünkü çay içmek lükstü. Meyve pek olmazdı. Genelde günaşık, nohut, üzüm ikram edilirdi. Portakal-mandalina konursa kendi aralarında paylaşırdı herkes. Kabuklarını çocuklar düğme yapar, birbirine gösterirdi maharetlerini. Portakalın kabuğunu hiç kopukluk olmadan soymak ayrı bir zevk idi.

Çat kapı gelivermenin olumlu ve olumsuz yönleri vardı. Habersiz gelen misafir, senin gideceğin yeri engelleyebilirdi, ya da evinde bir başka misafir olabilirdi. Böyle olsa da gelip gitmeler doğaldı, kimse ev sahibinden ekstra bir şey beklemezdi. Hane sahibi de olanı koyardı misafirinin önüne. Gidip gelmeler oldukça herkes herkesin durumunu bilirdi. Böylece daha samimi bir ortam oluşurdu.

Günümüzde çat kapı gelivermek pek kalmadı. Çünkü cep telefonları yaygınlaştı. Artık herkes gideceği yere önceden haber vererek gidiyor. Eskilerin deyimiyle 'Tanrı misafiri' kavramı işlevini yitirdi. Hoş gelen-giden de kalmadı eskisi gibi. Herkes daha geniş evlerde kendi başına, yapayalnız. Kimse kimseye ihtiyaç duymuyor artık. Kimi tv başında dizi izliyor, kimi sosyal medyada geziniyor. İçindeki boşluğu bol bol sosyal medyada paylaşarak gidermeye çalışıyor.

Günlerce zilin çalmaz, kazara çalarsa ya postasıdır, ya kurye, ya dilenci, ya bir adres soran, ya saat okumaya gelen elektrikçi, sucu veya doğalgazcı, ya haberli biri ya da kargo görevlisidir. Şimdi çat kapı gelenler bunlar.

Çat kapı gelmenin dezavantajları olsa da samimiyetin, içtenliğin, hatır saymanın, sevip saymanın, mutluluğun adıdır aynı zamanda. Yaşlanıp büyüyünce bunu daha iyi anlıyor insan. Kapın çalındı mı kulak kabartıyorsun, acaba kimdir diye. Kapıyı çalan oğlun, kızın, gelinin, torunun, kardeşin... ise mutluluğuna diyecek olmaz. Ne yapacağını, ne yedireceğini, ne içereceğini, ne konuşacağını şaşırırsın. Onlar gittikten sonra da için kıpır kıpır eder. Daha rahat yatarsın o gece. İçindeki huzur ve mutluluk günlerce devam eder.

Allah herkesi kapısı çalınanlardan, hatırı sayılanlardan eylesin. Hatır bilip gelenlerin hatırlayanları bol olsun. Allah razı olsun. Kimseyi kimseye muhtaç etmesin, insanı kendi haline bırakmasın. 07.11.2017 Ramazan YÜCE