8 Kasım 2017 Çarşamba

Adına "Hizmet Ediyorum" Dedikleri Şey

Bazı insanlar aldıkları görevlerini bihakkın yerine getirir, makamı da kendisinden güç alır. Böyleleri göz doldurur, makamın hakkını da verirler. Bazıları da koltuğu işgal eder, gücünü koltuğundan alır. Koltuk gitti mi elinde ne gücü kalır, ne de itibarı. Çünkü koltuğa hakkıyla gelmemiştir. Sırıtır durur.

Hak ederek veya hak etmeyerek bir koltukta yıllanan insanlardan bazıları iki lafının arasında 'Şu kadar hizmet ettim' diye söze başlar. Koltuğun veya görevin ne kadar yapıldığını Allah bilir. Burada dikkat çekmek istediğim 'hizmet ettim' denmesi. Sahi her birimiz çalışırken bulunduğumuz yere mi hizmet ettik, yoksa bulunduğumuz yer mi bize hizmet etti? Diyelim ki hizmet ettik. Pekiyi biz bu hizmeti fahri olarak mı yürüttük, meccanen mi çalıştık? Adına hizmet dediğimiz işi yürütürken hiç fayda sağlamadı mı bize? Hep mi biz çalıştığımız yere verdik? Çalıştığımız yer bize hiçbir şey vermedi mi? Öyle zannediyorum, çalıştığımız yeri ilk önce kendi rahatımızı düşünerek dizayn ettik. Ekmek kapımıza hizmetten önce bu ekmek teknesi bize nasıl hizmet eder hesabı yaptık.

Kanaatimce gerçek hizmet etmek, çalıştığımız yerde ibadet aşkıyla çalışmak, terlemek, varlığımızı hissettirmek, yokluğumuzda aranan biri olmak, işimizden kaytarmamak, bugünün işini yarına bırakmamak, bulunduğumuz yerdeki imkanları kullanırken devlet imkanlarını şahsi işlerde kullanmamak, faydalandığımızdan daha fazlasını vermektir.

Farz edelim ki yapılması gerekenin en iyisini yaptık, kuruma artı katma değer kattık. Emekli olduk, ya da ayrıldık. Yeri geldiği zaman "Şu kadar yıl hizmet ettim" demekten ziyade "Elimizden gelen gayreti gösterdik, iyisiyle, kötüsüyle şu kadar yıl çalıştım" demek daha uygun olur diye düşünüyorum. Yaptığımızı kendimiz değil, arkamızda kalanlar ifade etsin. 08.11.2017


Müslümanların Başka Düşmana İhtiyacı Yok *

Tarihler, İngiltere ile Fransa arasında süren savaşlara  'Yüzyıl Savaşları' adını verir. İki ülke arasında 1337 yılında başlayan savaş 116 sürmüş ve 1453 yılında sona ermiştir. Aralarındaki anlaşmazlığı çözmüş olmalılar ki şimdi kardeş gibi geçiniyorlar. Hatta bir araya gelip sırt sırta vererek başka ülkeleri dizayn bile ediyorlar.

Halkı Müslüman olan ülkelerin birbiriyle olan ihtilafı, sürtüşmesi ve savaşı İngiltere-Fransa arasında geçmişte cereyan eden savaşlar gibi yüzyıl sürüp bitse şapkamı havaya atıp hele şükür diyeceğim. Karamsar değilim ama  Müslümanların birbirine düşmanca tavır içerisinde olma durumu -görünen köy kılavuz istemez- kıyamete kadar süreceğe benziyor. 

Hiçbir gün geçmiyor ki Müslümanlar kendi arasında kedi-köpek gibi olmasın. Şimdilerde gündemimizde İran ile Suudi Arabistan'ın gerginliği var. İki ülke tansiyonu düşüreceği yerde savaş tamtamlığı yapıyor birbirine karşı. Zaten aralarında savaş olmasa bile ikisini aynı kazana atsak birlikte kaynamazlar. Allah bu ülkelerden her ikisine "Cennete gideceksiniz, yalnız orada Suud-İran bir arada duracaksınız dese cennet yerine cehennemi tercih ederler. Güya biri Vahhabilik'in, diğeri ise Şiilik'in yılmaz savunucusu. Biri sünniliğin, diğeri Şiilik'in hamiliğini yapıyor. Müslümanlık ve Müslümanlar diye bir dertleri olsa hiç gam yemeyeceğim. Kendilerine grup ve mezhepçilik ile İslam arasında bir tercih yapın dense tereddütsüz hizipçiliklerini seçerler. Hiç Müslümanlık ve İslam dünyası gündemlerinde olmadı. Biri sırtını ABD'ye, diğeri Rusya ve Çin'e sırtını dayamış, birbirlerine karşı aslan kesilip horozlaşıyorlar. Tek dertleri sırtını dayadığı ülkelerin menfaatlerini korumak şartıyla güçlü görünmek ve ideolojilerini yaymaya çalışmak. Ayakta kalmaları da buna bağlı. Şımarıklık ve azınlıklarının nedeni petroldür. Dünya petrole gebe kaldıkça bunların borusu ötmeye devam edecek, devletler yüzüne bakmaya devam edecek. Merak ediyorum, bir gün petrol biterse yüzlerine kim bakar?

Bu iki devletin başını çektiği İslam ülkelerinde zerre kadar Müslüman feraset ve basireti olsa aralarındaki nizayı çözer, petrol silahını kullanarak Ortadoğu'daki tüm İslam ülkelerindeki akan kanı durdurur. Ama yapmazlar, çünkü İslam kaygıları yok. Yapamazlar, sırtını dayadıkları efendileri izin vermez. Başını İran ve Suud'un çektiği ülkelerden Müslüman kardeşin olacağına, açık-mert düşmanın olsun daha iyi. Bunlardan Müslümanlar'a hayır gelmez.

Kimse kusura bakmasın, yanlış anlamasın, böyle Müslüman kardeşin olacağına olmasın, dünyada yapayalnız kalalım, inanın durumumuz bugünden daha kötü olmaz. Birbirlerini kırıp geçirseler tüh, yazık oldu, demem. Bunlarda utanma, sıkılma, arlanma yok. Biraz sıkılma olsa 'Şimdi zamanı değil, zira İslam dünyası kan ağlıyor' diyerek aralarındaki sorunu buzdolabına kaldırırlar. Ama nerede? Bu ruhsuzluk ve çapsızlıklarıyla bunları ancak teneşir paklar.

Rabbim bunlara bu yaptıklarının hesabını soracak inşallah! Kendimi kurtarabilirsem, Rabbim imkan verirse rûzi mahşerde bunların hesaba çekilişini izlemek ve bunlardan şikayetçi olmak için müdahil olmak isterim. Rabbim bildiği gibi yapsın bunları ve İslam diye bir derdi olmayanları... 08.11.2017

* 18/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


İçimizdeki Suçluları Öldürsek Rahat Eder miyiz?

Ülkemizde değişik nedenlerle bazı insanlarımız suç işleyebiliyor, bazılarının üzerine suç isnat edilebiliyor, bazen de zamanında suç olmayan bir eylem bir müddet sonra suç sayılabiliyor.

Adı ne olursa olsun bunlar kanmış, kandırılmış, suça belenmiş, oradan çıkmaya çalışıyor veya içten içe pişmanlık duyuyor, içi kan ağlıyor olabilir ama belli etmeyebilir. Hiç pişmanlık emaresi göstermese bile bir akıl tutulması yaşıyordur, gerçekleri görme melekelerini kaybetmiştir, basiretleri kaybolmuştur. Bu tipteki insanın çoğu işini, aşını veya itibarını kaybetmiştir. Kaçıp gitmemişse aramızda sessiz-sakin dolaşıyordur. Öyle zannediyorum -bulabilirse- ne yediğinden zevk alır, ne de içtiğinden. Kolay kolay aramıza da giremezler. İçlerinde az sayıda da olsa öz eleştiri yapmaya kalksa böyleleri, "Şimdiye kadar aklın neredeydi, treni kaçırdın" diyoruz. Hasılı adamlar uzak kalsa da sorun, yanımıza yaklaşsa da. Suçluluk psikolojisi içerisinde dışlanmışlık sendromunu yaşıyorlar. Kazara birimiz onlara acımaya kalksın, hemen "Onların eline fırsat geçseydi bize acırlar mıydı" demeye başlıyoruz. Yani niyetlerini okuyoruz. Yahu bu adam iyi biri diyorsun, zaten onlar iyidir cevabı alıyorsun.

İşin garibi bu insanlar içimizde vebalı gibi yaşıyorlar. Ellerine imkan geçseydi bizi kıtır kıtır doğrarlar mıydı bilmiyorum. Çünkü gelecek hakkında bir şey söyleme imkanımız yoktur. Fakat gördüğüm bir şey var; bu durum böyle devam ederse, belirsizlik giderilmezse toplumsal yara iyice derinleşecektir. Devlete düşman nesiller yetişecektir.

Grup refleksi ile hareket eden bu insanları grubundan koparmanın yoluna gitmek gerekir. Bugünkü uygulanan bu yöntem bunları terbiye etmez, acından da ölmezler. Ya bunları birileri el altından destekliyorsa işte vahim olan budur. Çünkü yine onlara çalışmaya devam edecekler demektir.

Bir an için farz edelim ki bu insanlar suç işleyen bir grubun üyesi veya sempatizanı. Hepsini aynı kategoriye koyup kazana atmaktan ziyade suç işleyenlerin elebaşılarına ceza vererek pasif kalanlara gözdağı verilme yoluna gidilebilirdi. Askeriye mantığını bir tarafa bırakmak lazım. Askeriyede birkaç erat suç işler, tüm bataryaya ceza verilir. Halbuki ceza suç işleyene verilir, umumileştirilmez, bireyseldir. Hepsini potansiyel suçlu kabul edip aynı kategoriye koymanın kimseye, özellikle ülkeye bir faydası yoktur. Devlete, devlet aklıyla hareket etmesi yakışır. Maalesef bu konuda ne devlet ne de millet iyi bir sınav vermiştir. Kazara bugün suç işleyenlerin dünkü iyi görünümleri hakkında olumlu bir şey söylemişseniz, bu bile sizi, o suç ve suçlularla anılmanıza sebebiyet verebilir. Bu konuda hiçbir tavizimiz olmadı şu ana kadar.

Ülkenin birinde oynanan bir tiyatro oyununda rol gereği bir oyuncu, diğer arkadaşını kuru sıkı tabancayla öldürmesi gerekiyor. Fakat arkadaşı gerçek silah kullanır, adam can havliyle bağırır ve yere yıkılır. Seyirciden yardım ister, ölüyorum diye. Adam yerde kıvranıyor, bağırıp çağırıyor. Seyirciden yardım istedikçe 'Ne güzel rol yapıyor' diye seyirci, durmadan alkışlar ve sonunda adam sahnede iken ölür.

Kaçanlar, suça bizzat karışanlar için bir şey demiyorum. Bunlara en ağır ceza verilmelidir. Ama kaçmayıp içimizde sessiz duranlar için sessiz duruyorlar, konuşup öz eleştiri yaptıkları zaman takiyye yapıyorlar diyoruz. Gerçekten bize göre bu adamlar ne yapmalılar ki onların samimiyetine inanırız? Mesela tiyatro oyununda olduğu gibi bu adamları öldürsek veya kendilerini öldürseler içimiz rahat eder mi?

Halihazırda bizim durumumuz tiyatro oyunundaki seyircinin durumuna benziyor. Bence bu adamları rehabilite etmek, topluma kazandırmak gerekiyor. Beğensek de beğenmesek de bunlar bu toplumun insanıdır, hala da birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Dışlayarak, sürekli suçlayarak bir yere varamayız. 08.11.2017 Ramazan Yüce





7 Kasım 2017 Salı

Doğrular Bazen Ayrıntılarda Gizlidir *


İnsanın olduğu yerde sorun olur, olmaması da mümkün değil zaten. Çünkü insan hata ve yanlış yapmaya müsait bir varlıktır. Önemli olan aradaki sorunu diyalog yoluyla uygun bir zamanda çözmektir.

Taraflar sorunu çözmeyi dert edinmelidir, iletişim yolunu asla kapatmamalıdır. Sorunu çözmede akıl ön planda olmalıdır. Alınganlık ve duygular aklın önüne geçerse sorunun büyüklüğü veya küçüklüğü önemli değil, sorun çözülmez. Hatta daha da büyür. Taraflar sorunu çözmek için birbirini suçlamadan her şeyi ortaya dökmelidir, birbirinin hangi söz ve davranışına niçin alındığını ve kırıldığını açık yüreklilikle konuşmalıdır. Bunun için ortamın konuşmaya müsait olmasına, tarafların birbirini ön yargısız dinlemesine ihtiyaç vardır. Laf getirip götürene itibar etmemelidir, hatta böylelerini dinlememelidir, konuşma pozisyonu tarafların sakin olduğu, mantıklı düşündüğü ortam olmasına dikkat edilmelidir. Konuşma yeni yaralara ve sorunlara kapı aralamayacak şekilde nazik ve kibar bir şekilde olmalıdır. Birbirinin açıklamasını yeterli görmelidir, niyet okuma yoluna gitmemelidir. Haklı veya haksız olunsa da taraflar birbirinin gönlünü almak için özür dileme yoluna gitmelidir. Özür, bütün yağları eritir. Bu kişileri birbirini anlamaya yaklaştıran jesttir, iyi niyettir, benim için değerlisin demektir. Aynı zamanda öz eleştiridir, yapıcı olmadır, masaya sorunu çözmek için oturdum demektir. Böyle davranılmadığı müddetçe birbirlerine karşı alınganlık artar, her hareketleri birbirine batar, farklı farklı anlamlar çıkarılır. Birbirinden uzak kalsalar da birbiriyle yaşamaya devam eder. Bu hareket ne kendine fayda sağlar, ne de başkasına. Ne kendine ışık verir, ne de başkasına. Birbirlerini incittikleri, birbirlerini kırdıkları, birbirine eziyet ettikleri yanlarına kâr kalır.

Anlatmak istediğimi başımdan geçen şu olay en güzel şekilde anlatır sanırım: Adıyaman-Kahta'da görev yaparken beraber çalıştığımız iki arkadaş askere gittiler. Askere giderken iki ayrı kira vermeyelim diye iki evin eşyasını bir eve bıraktılar. Kira öderken bir ay biri, diğer ay da öbürü kira ödemesi yapıyordu. Ayın birinde sıra hangisinde ise kirayı gönderememiş. Ev sahibi yanıma gelerek 'Senin arkadaşların kirayı göndermedi' dedi. Telefonla askerdeki arkadaşlarla görüştüm. "Gönderemedik" dediler. Biz buradan karşılayalım dedim. Dönem enflasyonlu dönem. Tek maaşlı bir insanım. Aldığım kıtı kıtına yetiyor. Birazını ben karşılasam da kiranın tamamını karşılamam mümkün değil. Çare olarak kendisinde para olduğuna inandığım ortak bir arkadaşımıza gidip durumu anlattım. Ki eşi de çalışan biriydi. "Ben veremem, babama ilaç parası göndereceğim" dedi. Beklemediğin bu cevap beni üzdü, kırdı ve alındım o arkadaşa. Çaresiz güç-bela parayı denkleştirip arkadaşların ev sahibine kiralarını verdim. Kendisinde para olduğunu bildiğim arkadaştan uzaklaştım, mesafe koydum. Kendi kendime "Babasına ilaç parası gönderecekmiş, ilacın parasını devlet öder, sen sadece % 20'ini ödersin. Bunun da edeceği ne kadardır. Madem vermeyeceksin, adam gibi bir mazeret bul bari, senden olsa olsa iyi gün dostu olur..." dedim.

Gel zaman git zaman askerlerimiz tezkerelerini alıp göreve başladı. Gelip gidiyoruz birbirimize. Para vermeyen arkadaş da aramızda. Çünkü ortak arkadaşız. Bu arkadaşa mesafe ve soğuk duruşumu sezen çiçeği burnundaki askerlerimiz bir ara bizi bir araya getirdi. Kendisine açık yüreklilikle sordum, "Sayın hocam! Babana ne ilaç parası gönderecektin? Bildiğim kadarıyla ilaç bedelini zaten devlet ödüyor" dedim. Arkadaş bana, " Tarım ilacı alması için para gönderecektim" der demez 'Mübarek! Ben sandım ki eczane ilaç parası göndereceksin. Şimdi oldu. Ben yanlış anlamışım" dedim, konuyu kapattık.

Başımdan geçen bu olayı çözen tek cümle idi. Yanlış anlamam dolayısıyla 6 ay boyunca kendisine hem kararmış, hem de buğzetmiştim.

Günümüzdeki alınganlık ve kırgınlıkların çoğunda yanlış anlama olduğunu düşünüyorum. Yeter ki enine-boyuna konuşulsun, insanların arasında çözülemeyecek bir sorun kalmaz. 

* 01/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Çat Kapı Gelivermek

Telefonun çok yaygın olmadığı, televizyonun tek tük evlere girmeye başladığı yıllarda uzun kış gecelerinde köy yerinde oturanlar konu-komşu ziyaretleri yapardı kendi aralarında. Çat kapı gelirdi eş-dost haber vermeden. 'Ev sâbıı' (ev sahibi) diye bir ses evi kaplardı, ya da öldürerek gelirdi, veya zil olmayınca kapının tokmağına, kapının vurulabilen bir yerine gümbür gümbür vurulurdu. Kimi de pencereye hafif tıklatırdı. Sesle beraber ev halkı kendilerine ve evin vaziyetine bir çekidüzen verirdi. Zira oturulan oda yemek yenilen, yatılan yeri geldiğinde misafir ağırlanan bir yerdi. Odaların çoğunda soba olmazdı.

Kısa bir hoşbeşin ardından ikrama geçilirdi. İkram olarak çay çok nadiren olurdu. Çünkü çay içmek lükstü. Meyve pek olmazdı. Genelde günaşık, nohut, üzüm ikram edilirdi. Portakal-mandalina konursa kendi aralarında paylaşırdı herkes. Kabuklarını çocuklar düğme yapar, birbirine gösterirdi maharetlerini. Portakalın kabuğunu hiç kopukluk olmadan soymak ayrı bir zevk idi.

Çat kapı gelivermenin olumlu ve olumsuz yönleri vardı. Habersiz gelen misafir, senin gideceğin yeri engelleyebilirdi, ya da evinde bir başka misafir olabilirdi. Böyle olsa da gelip gitmeler doğaldı, kimse ev sahibinden ekstra bir şey beklemezdi. Hane sahibi de olanı koyardı misafirinin önüne. Gidip gelmeler oldukça herkes herkesin durumunu bilirdi. Böylece daha samimi bir ortam oluşurdu.

Günümüzde çat kapı gelivermek pek kalmadı. Çünkü cep telefonları yaygınlaştı. Artık herkes gideceği yere önceden haber vererek gidiyor. Eskilerin deyimiyle 'Tanrı misafiri' kavramı işlevini yitirdi. Hoş gelen-giden de kalmadı eskisi gibi. Herkes daha geniş evlerde kendi başına, yapayalnız. Kimse kimseye ihtiyaç duymuyor artık. Kimi tv başında dizi izliyor, kimi sosyal medyada geziniyor. İçindeki boşluğu bol bol sosyal medyada paylaşarak gidermeye çalışıyor.

Günlerce zilin çalmaz, kazara çalarsa ya postasıdır, ya kurye, ya dilenci, ya bir adres soran, ya saat okumaya gelen elektrikçi, sucu veya doğalgazcı, ya haberli biri ya da kargo görevlisidir. Şimdi çat kapı gelenler bunlar.

Çat kapı gelmenin dezavantajları olsa da samimiyetin, içtenliğin, hatır saymanın, sevip saymanın, mutluluğun adıdır aynı zamanda. Yaşlanıp büyüyünce bunu daha iyi anlıyor insan. Kapın çalındı mı kulak kabartıyorsun, acaba kimdir diye. Kapıyı çalan oğlun, kızın, gelinin, torunun, kardeşin... ise mutluluğuna diyecek olmaz. Ne yapacağını, ne yedireceğini, ne içereceğini, ne konuşacağını şaşırırsın. Onlar gittikten sonra da için kıpır kıpır eder. Daha rahat yatarsın o gece. İçindeki huzur ve mutluluk günlerce devam eder.

Allah herkesi kapısı çalınanlardan, hatırı sayılanlardan eylesin. Hatır bilip gelenlerin hatırlayanları bol olsun. Allah razı olsun. Kimseyi kimseye muhtaç etmesin, insanı kendi haline bırakmasın. 07.11.2017 Ramazan YÜCE

Ben O Tuvalete Girer miydim Hiç?

2001 yılında müdürlük seçme sınavına girmek için bir dolmuş dolusu arkadaşla birlikte Adıyaman-Kahta'dan Diyarbakır'a gittim. Bir ilköğretim okulunda sınava girdim. Sınavın son 15 dakikasına kadar sınav sakindi, herkes kendi halinde soruları çözmeye odaklanmıştı. 

Sınav esnasında sınav sessizliğini bozan tek şey, gözetmen ve salon başkanının fısır fısır konuşmasıydı. Acaba susarlar mı diye bekledim. Adamlar geyik muhabbeti yapıyorlar, anlaşılan birbirini tanıyorlar. Sonunda, biraz susar mısınız diye uyardım görevlileri. Biri özür diledi, diğeri ise sınav boyunca kinli kinli baktı durdu bana. Sınavın son 15 dakikasında adaylardan birisinin “Arkadaşlar, 76.soruyu kim, hangi şıkkı işaretledi” demesiyle sınavın sessizliği yeniden bozuldu. Arkası geldi artık. “Ben, B dedim, diğeri C dedim” konuşmaları sınav esnasında geldi geldi gitti. Bundan cesaret alan diğerleri de seçenekleri sormaya başladı birbirine. Gözetmenlere baktım. Onlar ortamdan şikayetçi değildi, elektrik direği gibi ortada dikiliyorlardı. “Arkadaşlar, lütfen, ne yapıyorsunuz” deseler herkes işine bakacaktı. Hoşnut olmadığım bu ortamdan çıkmak istedim. Sınavın son 15 dakikası…çıkamazsın” dedi görevlilerden biri. Demek ki sınav esnasında konuşmada sıkıntı yoktu, zira sınavın başında kendileri de konuşuyorlardı zaten. Sınavın tek uygulanan kuralı, son 15 dakika çıkılmamasıydı. Seçenekleri alayım bari beklerken dedim. Ona da ‘yasak’ dendi. Biliyordum yasak olduğunu aslında. Çalan bitiş ziliyle birlikte sınavdan çıktım.

Diyarbakır’ı bilmem, “Az sonra wc ihtiyacım falan olur, en iyisi arkadaşlarla buluşmadan önce bir wc’ye gireyim. Üstelik dışarıdaki wc’ler ücretli, işin yoksa hem bozuk para bulacaksın, hem de burada bedavası varken para vereceksin” dedi cebimdeki akrep. Hayran kaldığım bu görüşüme. Wc’ye doğru yollandım, bir kabine girdim. Benden başka girenler de oldu. Onlar da sanırım benim gibi düşünenlerden. Kabinden çıkmak istedim, kapı açılmıyor. İttim, çektim, asıldım…nafile. Ben böyle uğraşırken tuvalet iyice tenhalaştı, kimse kalmadı. Dış kapıda duran bir yetkili, “İçeride kimse var mı? Bak kapıyı kapatıyorum” diye bağırdı avazı çıktığı kadarıyla. Ben bunu duyuyorum ama çıkamıyorum maalesef kabinden. Aklını cebine bağlarsan olacağı buydu…

Tüm aklım bu kadar mıydı? Haydi düşün Ramazan dedim kendi kendime. Baktım yan taraftaki kabinin üstü açıktı. Kimse var mı diye duvarından vurdum yumruğumla. Ses çıkmadı. Hemen kapının koluna ayağımı basarak wc’nin üstünden diğer kabine indim bir çeviklikle. Kendimi okul girişinde buldum. Bu çözümü bulamasaydım bir pazar günü okulun tuvaletinde kilitli kalmış, pazartesi okul açılıncaya kadar bekleyecektim kabinde. İçinizden cebin yok muydu diyebilirsiniz. Derim cebimde akrep var, zaten bunun mağduruyum. Yine siz ben o cepten değil, cep telefonundan bahsediyorum derseniz. O zamanlar cep telefonu yaygın değildi maalesef. Ben o dediğiniz zımbırtıyı en son alanlardanım.

Sonuç, wc parası vermedim, biraz bir çabanın ardından arkadaşlarımla yeniden buluştum. Gördünüz değil mi azmin zaferini.

Şimdilerde sınava girsem okulun wc’ini kolay kolay kullanmam. Beni okul tuvaletine götüren saik wc’sinin ücretsiz olmasıydı. Şimdilerdeki gibi belediyelerin tüm wc’leri ücretsiz-bedava yaptı. Demek ki belediyeler benim 2001’deki çektiğim sıkıntıyı biliyor olmalılar. Gördüğünüz gibi belediyeler beni çok gerilerde takip ediyor. O gün tuvaletler, bugünkü gibi ücretsiz olsaydı ben o tuvalete girer miydim? 07/11/2017

6 Kasım 2017 Pazartesi

Alın Size Bir Sapık!

Türk sinema tarihi dendiğinde aklımıza her filme serpiştirilmiş, olmazsa olmaz ve değişmez sahneleri vardır: tecavüz sahneleri. Bu sahnelerin baş aktörü kim dense o dönemin filmlerini izleyenler bilir, Coşkun, der. Hatta bu tür sahnelerin vazgeçilmezi olduğu için namı diğer 'Tecavüzcü Coşkun' diye anılır. Tecavüz dendi mi Coşkun, Coşkun dendi mi tecavüzcü akla gelir. Bir dönemin kara sahneleridir, kimse hatırlamak istemez. Çünkü aile yapımıza, örf ve adedimize de yakışmayan görüntülerdi.

Bir döneme damgasını vuran zihniyet, her filme tecavüz sahnesi koyarak bu milletin bilinçaltına tecavüzü bilinçli bir şekilde işlemiş. Belki de bu yüzdendir bu toplumda kimse tasvip etmese de taciz ve tecavüzler eksik olmaz çoğu zaman. Çünkü eşeğin aklına karpuz kabuğu getirildikten sonra eşektir bu, mutlaka karpuzun kabuğunu yiyecektir ya da yeme azim ve iradesini hep taşıyacaktır.

Sinema tarihimizin kara lekesi olan bu tecavüz sahneleri tarihin tozlu raflarındaki yerini almışken adı tecavüzcü ile nam salmış kişinin verdiği röportajdan bir bölümü okudum internet gazetelerinde.
'73 yaşında olduğunu söyleyen tecavüzcü Coşkun, "Cinsel hayatım hala devam ediyor" diyerek yaşın cinsel hayat için o kadar da önemli olmadığını söyledi. Hayranlarının kendisini çok sevdiğini de belirten Coşkun, "Böyle rollerde oynamama rağmen seviliyorum." dedi. (Posta)

Röportajın tamamını bulamadım. Bu kadarını elde edebildim. Siz ne dersiniz bu cümlelere? Hangi saikle söyledi, bu röportajı kim yaptı, bilmiyorum. Haydi diyelim ki ekmek teknesidir, kendisine verilen rolü oynadı bir zamanlar, ayıplanacak bir durum yok diyelim. '73 yaşında olmama rağmen cinsel hayatım hâlâ devam ediyor' açıklamasını nereye koyacağız? Bir ayağı çukura girmiş bir insanın söyleyeceği bir şey mi bu? Ya da normal bir insan bunu söyler mi? Eğer kendisine cinsel gücünün devam edip etmediği sorulmuşsa soru ayıp bir defa. Sorulmadan böyle bir cevap vermişse bu adamın aklından zoru var denir. Eğer böyleyse, daha hala kendisini sahnelerdeki ortamdan uzaklaştıramamış, hâlâ aynı ortamın psikolojisini yaşıyor demek lazım. Yatak odasında ve kapalı kapılar ardında kalması gereken hayatını, basın ve yayın vasıtasıyla topluma duyuruyor. Nasıl bir psikoloji bu? Ben bu tipleri Freud'un günümüzdeki talebeleri olarak görüyorum. Dervişin fikri ne ise zikri de odur diyorum. Gazeteci kendisine geçmiş sahneleri sorsa bile 'Efendim bir dönemin kötü sahneleridir, ekmek kaygısından ben de oynadım. Artık bunlar geride kaldı. Lütfen bana böyle soruları sormayın" deseydi eh denip geçilirdi.

Doktorların bu psikolojik durumu iyice irdelemesi gerekir. Olsa olsa ar damarı çatlamış bir insanın psikolojisidir. Patolojik bir vakadır. Toplumun değerlerine yabancı bir insan olduğunu ele verir bu şekildeki açıklamalar. Edep yoksunu olduğunu gösterir. Ama suç bu tiplerin böyle fütursuz açıklamasında değil, bunlara sanatçı payesi verenlerde. 06.11.2017