7 Kasım 2017 Salı

Doğrular Bazen Ayrıntılarda Gizlidir *


İnsanın olduğu yerde sorun olur, olmaması da mümkün değil zaten. Çünkü insan hata ve yanlış yapmaya müsait bir varlıktır. Önemli olan aradaki sorunu diyalog yoluyla uygun bir zamanda çözmektir.

Taraflar sorunu çözmeyi dert edinmelidir, iletişim yolunu asla kapatmamalıdır. Sorunu çözmede akıl ön planda olmalıdır. Alınganlık ve duygular aklın önüne geçerse sorunun büyüklüğü veya küçüklüğü önemli değil, sorun çözülmez. Hatta daha da büyür. Taraflar sorunu çözmek için birbirini suçlamadan her şeyi ortaya dökmelidir, birbirinin hangi söz ve davranışına niçin alındığını ve kırıldığını açık yüreklilikle konuşmalıdır. Bunun için ortamın konuşmaya müsait olmasına, tarafların birbirini ön yargısız dinlemesine ihtiyaç vardır. Laf getirip götürene itibar etmemelidir, hatta böylelerini dinlememelidir, konuşma pozisyonu tarafların sakin olduğu, mantıklı düşündüğü ortam olmasına dikkat edilmelidir. Konuşma yeni yaralara ve sorunlara kapı aralamayacak şekilde nazik ve kibar bir şekilde olmalıdır. Birbirinin açıklamasını yeterli görmelidir, niyet okuma yoluna gitmemelidir. Haklı veya haksız olunsa da taraflar birbirinin gönlünü almak için özür dileme yoluna gitmelidir. Özür, bütün yağları eritir. Bu kişileri birbirini anlamaya yaklaştıran jesttir, iyi niyettir, benim için değerlisin demektir. Aynı zamanda öz eleştiridir, yapıcı olmadır, masaya sorunu çözmek için oturdum demektir. Böyle davranılmadığı müddetçe birbirlerine karşı alınganlık artar, her hareketleri birbirine batar, farklı farklı anlamlar çıkarılır. Birbirinden uzak kalsalar da birbiriyle yaşamaya devam eder. Bu hareket ne kendine fayda sağlar, ne de başkasına. Ne kendine ışık verir, ne de başkasına. Birbirlerini incittikleri, birbirlerini kırdıkları, birbirine eziyet ettikleri yanlarına kâr kalır.

Anlatmak istediğimi başımdan geçen şu olay en güzel şekilde anlatır sanırım: Adıyaman-Kahta'da görev yaparken beraber çalıştığımız iki arkadaş askere gittiler. Askere giderken iki ayrı kira vermeyelim diye iki evin eşyasını bir eve bıraktılar. Kira öderken bir ay biri, diğer ay da öbürü kira ödemesi yapıyordu. Ayın birinde sıra hangisinde ise kirayı gönderememiş. Ev sahibi yanıma gelerek 'Senin arkadaşların kirayı göndermedi' dedi. Telefonla askerdeki arkadaşlarla görüştüm. "Gönderemedik" dediler. Biz buradan karşılayalım dedim. Dönem enflasyonlu dönem. Tek maaşlı bir insanım. Aldığım kıtı kıtına yetiyor. Birazını ben karşılasam da kiranın tamamını karşılamam mümkün değil. Çare olarak kendisinde para olduğuna inandığım ortak bir arkadaşımıza gidip durumu anlattım. Ki eşi de çalışan biriydi. "Ben veremem, babama ilaç parası göndereceğim" dedi. Beklemediğin bu cevap beni üzdü, kırdı ve alındım o arkadaşa. Çaresiz güç-bela parayı denkleştirip arkadaşların ev sahibine kiralarını verdim. Kendisinde para olduğunu bildiğim arkadaştan uzaklaştım, mesafe koydum. Kendi kendime "Babasına ilaç parası gönderecekmiş, ilacın parasını devlet öder, sen sadece % 20'ini ödersin. Bunun da edeceği ne kadardır. Madem vermeyeceksin, adam gibi bir mazeret bul bari, senden olsa olsa iyi gün dostu olur..." dedim.

Gel zaman git zaman askerlerimiz tezkerelerini alıp göreve başladı. Gelip gidiyoruz birbirimize. Para vermeyen arkadaş da aramızda. Çünkü ortak arkadaşız. Bu arkadaşa mesafe ve soğuk duruşumu sezen çiçeği burnundaki askerlerimiz bir ara bizi bir araya getirdi. Kendisine açık yüreklilikle sordum, "Sayın hocam! Babana ne ilaç parası gönderecektin? Bildiğim kadarıyla ilaç bedelini zaten devlet ödüyor" dedim. Arkadaş bana, " Tarım ilacı alması için para gönderecektim" der demez 'Mübarek! Ben sandım ki eczane ilaç parası göndereceksin. Şimdi oldu. Ben yanlış anlamışım" dedim, konuyu kapattık.

Başımdan geçen bu olayı çözen tek cümle idi. Yanlış anlamam dolayısıyla 6 ay boyunca kendisine hem kararmış, hem de buğzetmiştim.

Günümüzdeki alınganlık ve kırgınlıkların çoğunda yanlış anlama olduğunu düşünüyorum. Yeter ki enine-boyuna konuşulsun, insanların arasında çözülemeyecek bir sorun kalmaz. 

* 01/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Çat Kapı Gelivermek

Telefonun çok yaygın olmadığı, televizyonun tek tük evlere girmeye başladığı yıllarda uzun kış gecelerinde köy yerinde oturanlar konu-komşu ziyaretleri yapardı kendi aralarında. Çat kapı gelirdi eş-dost haber vermeden. 'Ev sâbıı' (ev sahibi) diye bir ses evi kaplardı, ya da öldürerek gelirdi, veya zil olmayınca kapının tokmağına, kapının vurulabilen bir yerine gümbür gümbür vurulurdu. Kimi de pencereye hafif tıklatırdı. Sesle beraber ev halkı kendilerine ve evin vaziyetine bir çekidüzen verirdi. Zira oturulan oda yemek yenilen, yatılan yeri geldiğinde misafir ağırlanan bir yerdi. Odaların çoğunda soba olmazdı.

Kısa bir hoşbeşin ardından ikrama geçilirdi. İkram olarak çay çok nadiren olurdu. Çünkü çay içmek lükstü. Meyve pek olmazdı. Genelde günaşık, nohut, üzüm ikram edilirdi. Portakal-mandalina konursa kendi aralarında paylaşırdı herkes. Kabuklarını çocuklar düğme yapar, birbirine gösterirdi maharetlerini. Portakalın kabuğunu hiç kopukluk olmadan soymak ayrı bir zevk idi.

Çat kapı gelivermenin olumlu ve olumsuz yönleri vardı. Habersiz gelen misafir, senin gideceğin yeri engelleyebilirdi, ya da evinde bir başka misafir olabilirdi. Böyle olsa da gelip gitmeler doğaldı, kimse ev sahibinden ekstra bir şey beklemezdi. Hane sahibi de olanı koyardı misafirinin önüne. Gidip gelmeler oldukça herkes herkesin durumunu bilirdi. Böylece daha samimi bir ortam oluşurdu.

Günümüzde çat kapı gelivermek pek kalmadı. Çünkü cep telefonları yaygınlaştı. Artık herkes gideceği yere önceden haber vererek gidiyor. Eskilerin deyimiyle 'Tanrı misafiri' kavramı işlevini yitirdi. Hoş gelen-giden de kalmadı eskisi gibi. Herkes daha geniş evlerde kendi başına, yapayalnız. Kimse kimseye ihtiyaç duymuyor artık. Kimi tv başında dizi izliyor, kimi sosyal medyada geziniyor. İçindeki boşluğu bol bol sosyal medyada paylaşarak gidermeye çalışıyor.

Günlerce zilin çalmaz, kazara çalarsa ya postasıdır, ya kurye, ya dilenci, ya bir adres soran, ya saat okumaya gelen elektrikçi, sucu veya doğalgazcı, ya haberli biri ya da kargo görevlisidir. Şimdi çat kapı gelenler bunlar.

Çat kapı gelmenin dezavantajları olsa da samimiyetin, içtenliğin, hatır saymanın, sevip saymanın, mutluluğun adıdır aynı zamanda. Yaşlanıp büyüyünce bunu daha iyi anlıyor insan. Kapın çalındı mı kulak kabartıyorsun, acaba kimdir diye. Kapıyı çalan oğlun, kızın, gelinin, torunun, kardeşin... ise mutluluğuna diyecek olmaz. Ne yapacağını, ne yedireceğini, ne içereceğini, ne konuşacağını şaşırırsın. Onlar gittikten sonra da için kıpır kıpır eder. Daha rahat yatarsın o gece. İçindeki huzur ve mutluluk günlerce devam eder.

Allah herkesi kapısı çalınanlardan, hatırı sayılanlardan eylesin. Hatır bilip gelenlerin hatırlayanları bol olsun. Allah razı olsun. Kimseyi kimseye muhtaç etmesin, insanı kendi haline bırakmasın. 07.11.2017 Ramazan YÜCE

Ben O Tuvalete Girer miydim Hiç?

2001 yılında müdürlük seçme sınavına girmek için bir dolmuş dolusu arkadaşla birlikte Adıyaman-Kahta'dan Diyarbakır'a gittim. Bir ilköğretim okulunda sınava girdim. Sınavın son 15 dakikasına kadar sınav sakindi, herkes kendi halinde soruları çözmeye odaklanmıştı. 

Sınav esnasında sınav sessizliğini bozan tek şey, gözetmen ve salon başkanının fısır fısır konuşmasıydı. Acaba susarlar mı diye bekledim. Adamlar geyik muhabbeti yapıyorlar, anlaşılan birbirini tanıyorlar. Sonunda, biraz susar mısınız diye uyardım görevlileri. Biri özür diledi, diğeri ise sınav boyunca kinli kinli baktı durdu bana. Sınavın son 15 dakikasında adaylardan birisinin “Arkadaşlar, 76.soruyu kim, hangi şıkkı işaretledi” demesiyle sınavın sessizliği yeniden bozuldu. Arkası geldi artık. “Ben, B dedim, diğeri C dedim” konuşmaları sınav esnasında geldi geldi gitti. Bundan cesaret alan diğerleri de seçenekleri sormaya başladı birbirine. Gözetmenlere baktım. Onlar ortamdan şikayetçi değildi, elektrik direği gibi ortada dikiliyorlardı. “Arkadaşlar, lütfen, ne yapıyorsunuz” deseler herkes işine bakacaktı. Hoşnut olmadığım bu ortamdan çıkmak istedim. Sınavın son 15 dakikası…çıkamazsın” dedi görevlilerden biri. Demek ki sınav esnasında konuşmada sıkıntı yoktu, zira sınavın başında kendileri de konuşuyorlardı zaten. Sınavın tek uygulanan kuralı, son 15 dakika çıkılmamasıydı. Seçenekleri alayım bari beklerken dedim. Ona da ‘yasak’ dendi. Biliyordum yasak olduğunu aslında. Çalan bitiş ziliyle birlikte sınavdan çıktım.

Diyarbakır’ı bilmem, “Az sonra wc ihtiyacım falan olur, en iyisi arkadaşlarla buluşmadan önce bir wc’ye gireyim. Üstelik dışarıdaki wc’ler ücretli, işin yoksa hem bozuk para bulacaksın, hem de burada bedavası varken para vereceksin” dedi cebimdeki akrep. Hayran kaldığım bu görüşüme. Wc’ye doğru yollandım, bir kabine girdim. Benden başka girenler de oldu. Onlar da sanırım benim gibi düşünenlerden. Kabinden çıkmak istedim, kapı açılmıyor. İttim, çektim, asıldım…nafile. Ben böyle uğraşırken tuvalet iyice tenhalaştı, kimse kalmadı. Dış kapıda duran bir yetkili, “İçeride kimse var mı? Bak kapıyı kapatıyorum” diye bağırdı avazı çıktığı kadarıyla. Ben bunu duyuyorum ama çıkamıyorum maalesef kabinden. Aklını cebine bağlarsan olacağı buydu…

Tüm aklım bu kadar mıydı? Haydi düşün Ramazan dedim kendi kendime. Baktım yan taraftaki kabinin üstü açıktı. Kimse var mı diye duvarından vurdum yumruğumla. Ses çıkmadı. Hemen kapının koluna ayağımı basarak wc’nin üstünden diğer kabine indim bir çeviklikle. Kendimi okul girişinde buldum. Bu çözümü bulamasaydım bir pazar günü okulun tuvaletinde kilitli kalmış, pazartesi okul açılıncaya kadar bekleyecektim kabinde. İçinizden cebin yok muydu diyebilirsiniz. Derim cebimde akrep var, zaten bunun mağduruyum. Yine siz ben o cepten değil, cep telefonundan bahsediyorum derseniz. O zamanlar cep telefonu yaygın değildi maalesef. Ben o dediğiniz zımbırtıyı en son alanlardanım.

Sonuç, wc parası vermedim, biraz bir çabanın ardından arkadaşlarımla yeniden buluştum. Gördünüz değil mi azmin zaferini.

Şimdilerde sınava girsem okulun wc’ini kolay kolay kullanmam. Beni okul tuvaletine götüren saik wc’sinin ücretsiz olmasıydı. Şimdilerdeki gibi belediyelerin tüm wc’leri ücretsiz-bedava yaptı. Demek ki belediyeler benim 2001’deki çektiğim sıkıntıyı biliyor olmalılar. Gördüğünüz gibi belediyeler beni çok gerilerde takip ediyor. O gün tuvaletler, bugünkü gibi ücretsiz olsaydı ben o tuvalete girer miydim? 07/11/2017

6 Kasım 2017 Pazartesi

Alın Size Bir Sapık!

Türk sinema tarihi dendiğinde aklımıza her filme serpiştirilmiş, olmazsa olmaz ve değişmez sahneleri vardır: tecavüz sahneleri. Bu sahnelerin baş aktörü kim dense o dönemin filmlerini izleyenler bilir, Coşkun, der. Hatta bu tür sahnelerin vazgeçilmezi olduğu için namı diğer 'Tecavüzcü Coşkun' diye anılır. Tecavüz dendi mi Coşkun, Coşkun dendi mi tecavüzcü akla gelir. Bir dönemin kara sahneleridir, kimse hatırlamak istemez. Çünkü aile yapımıza, örf ve adedimize de yakışmayan görüntülerdi.

Bir döneme damgasını vuran zihniyet, her filme tecavüz sahnesi koyarak bu milletin bilinçaltına tecavüzü bilinçli bir şekilde işlemiş. Belki de bu yüzdendir bu toplumda kimse tasvip etmese de taciz ve tecavüzler eksik olmaz çoğu zaman. Çünkü eşeğin aklına karpuz kabuğu getirildikten sonra eşektir bu, mutlaka karpuzun kabuğunu yiyecektir ya da yeme azim ve iradesini hep taşıyacaktır.

Sinema tarihimizin kara lekesi olan bu tecavüz sahneleri tarihin tozlu raflarındaki yerini almışken adı tecavüzcü ile nam salmış kişinin verdiği röportajdan bir bölümü okudum internet gazetelerinde.
'73 yaşında olduğunu söyleyen tecavüzcü Coşkun, "Cinsel hayatım hala devam ediyor" diyerek yaşın cinsel hayat için o kadar da önemli olmadığını söyledi. Hayranlarının kendisini çok sevdiğini de belirten Coşkun, "Böyle rollerde oynamama rağmen seviliyorum." dedi. (Posta)

Röportajın tamamını bulamadım. Bu kadarını elde edebildim. Siz ne dersiniz bu cümlelere? Hangi saikle söyledi, bu röportajı kim yaptı, bilmiyorum. Haydi diyelim ki ekmek teknesidir, kendisine verilen rolü oynadı bir zamanlar, ayıplanacak bir durum yok diyelim. '73 yaşında olmama rağmen cinsel hayatım hâlâ devam ediyor' açıklamasını nereye koyacağız? Bir ayağı çukura girmiş bir insanın söyleyeceği bir şey mi bu? Ya da normal bir insan bunu söyler mi? Eğer kendisine cinsel gücünün devam edip etmediği sorulmuşsa soru ayıp bir defa. Sorulmadan böyle bir cevap vermişse bu adamın aklından zoru var denir. Eğer böyleyse, daha hala kendisini sahnelerdeki ortamdan uzaklaştıramamış, hâlâ aynı ortamın psikolojisini yaşıyor demek lazım. Yatak odasında ve kapalı kapılar ardında kalması gereken hayatını, basın ve yayın vasıtasıyla topluma duyuruyor. Nasıl bir psikoloji bu? Ben bu tipleri Freud'un günümüzdeki talebeleri olarak görüyorum. Dervişin fikri ne ise zikri de odur diyorum. Gazeteci kendisine geçmiş sahneleri sorsa bile 'Efendim bir dönemin kötü sahneleridir, ekmek kaygısından ben de oynadım. Artık bunlar geride kaldı. Lütfen bana böyle soruları sormayın" deseydi eh denip geçilirdi.

Doktorların bu psikolojik durumu iyice irdelemesi gerekir. Olsa olsa ar damarı çatlamış bir insanın psikolojisidir. Patolojik bir vakadır. Toplumun değerlerine yabancı bir insan olduğunu ele verir bu şekildeki açıklamalar. Edep yoksunu olduğunu gösterir. Ama suç bu tiplerin böyle fütursuz açıklamasında değil, bunlara sanatçı payesi verenlerde. 06.11.2017



Bu Tipin Adını Koyalım Birlikte

Bazı insanlara kendini beğendiremezsin. Hoş kimseye kendimi beğendirme gibi bir niyetim de yok. En doğru görüş onun görüşüdür. Başkalarının görüşüne itibar etmez. Kendisini Müslümanların hamisi görür, tuttuğu siyasi parti ile ilgili yapılan eleştirilere tahammül göstermez, bir cemaate bağlı ise cemaatine toz kondurmaz. Sevdiği-desteklediği kişi veya camiasının izahı mümkün olmayan bir icraatı olursa 'Büyüklerim en iyisini bilir, mutlaka bir hikmeti vardır, işin iç yüzünü bilmeden konuşmak onları yıpratır' bakış açısına sahiptir. Birey olmaktan ziyade grup psikolojisine göre hareket etmeyi tercih eder. Belki de böyle  yaparak bir ikbal kapma niyeti vardır.

Niyet okuyucu değilim. Bu tiplerin kalbinde ne beslediğini bilmem. Sadece verdikleri algı itibariyle haklarında bir kanaatte bulunmak istiyorum.

Bu tipler hatanı kollar durur. Yazı ve yorumlarını didik didik eder. Kazara bir yanlışını bulursa mal bulmuş mağribi gibi sevinir, belli etmese de ağzı kulaklarına değer ve seni ezmek için atışlara başlar. Adam bilge ya. Görev ve vazife edinir kendisine. Sana ağzının payını vermeye kalkar. Versin vermeye de ah sapla samanı karıştırmasa problem yok. Çünkü büyüğündür, aynı camianın insanısın.

Bu tipler varsa hatanı söylesin, tasvip etmesem de kendi üslubunca seni düzeltmeye kalksın. Gerekirse yerin dibine batırsın. Hepsine eyvallah! Ya eleştiri getirdiği şey, kendisinin dediği gibi değilse, kendisi iki ayrı olayı birbirine karıştırmışsa, kendisinin hata yaptığı ortaya çıkarsa işte buna ava giderken avlanmak, başkasını kınamaya çalışırken kınanma durumuna düşmek denir. Bu durumda bu tiplerin ne yapması gerekir. "Efendim, ben konuyu atlamışım, farklı anlamışım, özür dilerim veya kusura bakma" demesi gerekmez mi? Gerekir elbet. Çünkü o savunduğu değerler onun özür dilemesini gerektirir. Ama nerde... Sanki hiçbir şey yokmuş gibi bir davranış içine girmesine ancak pes denir. Ayıptır ayıp.

Önemli olan hata yapmamak. Bu, insan için mümkün olmadığına göre hatadan dönmek ve özür dilemek de bir erdemliliktir. Çünkü Ademî yol bunu gerektirir. Burnundan kıl aldırmamak bir Müslümana yakışmaz. Bir insanı nerede ezmeye çalıştıysan orada ayağa kaldırırsın. Çünkü bu işin telafisi ancak bu şekildedir.

5 Kasım 2017 Pazar

Eğitimde Başarının Anahtarı

ABD ve dünyanın önde gelen üniversitelerinden olan Harvard Üniversitesini ziyareti sırasında Abbas Güçlü, üniversite yetkilisine "Sizi diğer üniversitelerden farklı kılan nedir" diye sorar.

"Bizi farklı kılan bir şey yok…güzel binalar, iyi derslikler, donanımlı kütüphaneler, iyi hocalar, iyi öğrenciler birçok yerde var. Hepimiz aynıyız. Bizi farklı kılan, biz değil; bizi öyle gören" cevabı nı verir yetkili.

Ne zaman okullarımıza bu gözle bakarsak eğitimde başarılı oluruz. Başarının reçetesi budur. Yoksa hiçbir sistem bize çare olmaz. Her yeni sistem bize acı reçete sunmaya devam edecektir.

O zaman güzel bakıp güzel düşünmek gerekiyor. Olanı kabul edip olanla yetinmek, olanın en iyisi olmak için çabalamak gerekiyor. Olumsuz bakış açısı bizi bir yere götürmez. Sonu hüsrandır, hezimettir.

Bunun için tüm paydaşlar bakışımızı müspete döndürelim. Diyelim ki;
-En iyi okul, okuduğum okuldur,
-En iyi okul, görev yaptığım okuldur,
-En iyi okul, evime en yakın okuldur,
-En iyi öğrenci, okuttuğum öğrencidir,
-En iyi okul, mahallemdeki okuldur,
-En iyi yönetici, bizim yöneticimizdir,
-En iyi veli, bizim velilerimizdir,
-En iyi öğrenci, ihtiyacını bilen öğrencidir,
-En iyi öğrenci, sorumluluğunu taşıyan öğrencidir,
-En iyi veli, korumacı olmayan velidir,
-En iyi arkadaş, okulumdaki, sınıfımdaki öğrencidir,
-En iyi bakan, öğretmenine değer veren, onlara saygı gösterendir,
-En iyi paydaş, olanla yetinip üzerine koymaya çalışandır,
-En iyi sistem, mevcut sistemdir,
-En iyi personel, okulumuzun personelidir,
-En iyi çocuk, kendi çocuğumdur,
-En iyi iç ve dış paydaş, birbirine empati yapandır,
-En iyi iç ve dış paydaş, eleştiriye açık olandır,
-En iyi iç ve dış paydaş, işini ibadet aşkıyla yapandır,
-En iyi iç ve dış paydaş, birbirine çelme takan değil, birbirinin eksikliğini örten ve tamamlayandır,
-En iyi iç ve dış paydaş, birbirine faydalı olandır,
-En iyi eğitim, rızık endişesi taşımayan eğitimdir,
-En iyi eğitim iç ve dış paydaşların kenetlendiği okuldur,
-En iyi bakış açısı, olaylara olumlu bakmaktır,
-En iyi iç ve dış paydaş, dışarıdan destek ve takviye almayandır,
-En iyi iç ve dış paydaş, birbirindeki cevheri ortaya çıkarandır,
-En iyi sistem uzun soluklu olan, kaç nesli aynı kriterlerle mezun edendir,
-En iyi okul, paydaşları motive edendir,
-En iyi okul, notun hakkaniyet ölçüsünde verildiği yerdir, herkesin hakkına razı olduğu mekandır,
-En iyi okul, birbirinin hakkını koruyan, birbirinin hakkını çiğnemeyen okuldur,
-En iyi okul, paydaşlarını suçlamadan sorgulayan ve birbirine karşı vicdani sorumluluk çerçevesinde hesap veren okuldur,
-En iyi okul, problemi örten okul değil, çözmek için emek sarf eden okuldur...
 05.11.2017

Okullar Sahasında Nasıl Bir Numara Olur?

Liselere geçişle ilgili yeni açıklanan sisteme göre ortaokulu bitiren öğrencilerin % 90’ı adrese dayalı sisteme göre bölgesindeki okullara yerleştirilecek. Her sistemin olumlu-olumsuz yönleri olabilir. Çünkü hiçbir sistem kendi başına yüzde yüz doğru bir sistem değildir. Normal şartlarda adrese dayalı öğrenci yerleştirilmesini savunurum. Çünkü en iyi okul evine en yakın okuldur. Normal akışına bırakılırsa, ayrıca mahallemizdeki okula; öğrencisiyle, velisiyle, öğretmeniyle, idarecisiyle, mahalle sakinleriyle gereken önemi verilirse mahallemizdeki okul, pekâlâ başarılı olur. 

Öncelikle tarafların mahallesindeki okuluna inanması ve kafalarındaki “Mahallemizdeki okul kötüdür” algısını değiştirmeleri gerekiyor. Bu değiştirilmediği müddetçe biz çok sistem eskittiğimiz gibi okul da eskitiriz. Aslında okulları okul yapan öğrencinin kendisidir, bakış açımızdır aynı zamanda. Bakış açımızı değiştirsek her şey hallolunur. Eğitim ve öğretimle ilgili yazılar yazan Sayın Abbas Güçlü, 19/08/2017 tarihli Milliyet gazetesindeki köşesinde “Harvard’ı dünyanın en iyisi yapan değerler ne?” başlıklı yazısında şu açıklamaya yer verir: Harvard’ı temsilen “Prof. Herschbach’a  … Harvard’ı farklı kılanın ne olduğunu sordum. “Bizi farklı kılan bir şey yok…güzel binalar, iyi derslikler, donanımlı kütüphaneler, iyi hocalar, iyi öğrenciler birçok yerde var. Hepimiz aynıyız. Bizi farklı kılan, biz değil; bizi öyle görenler” dedi.

Sayın Güçlü’nün ne demek istediği sanırım anlaşılmıştır. Harvard’ı Harvard yapan çevrenin, okumak isteyenlerin bakışı. Demek ki okul hakkında güzel düşünmüşler, meyvesini de güzel bir şekilde topluyorlar. Harvard’a bakan gözleri buraya getirelim, ya da biz Harvard’a bakan kişiler gibi okullarımıza bakalım, okullarımız başarı üstüne başarı yakalar. Mahallemizdeki okulu beğenmez, burun kıvırırsak okulumuzda dünyanın en iyi sistemi uygulansa, birinci sınıf öğretmen ve yönetici okulumuzda çalışsa inanın mesafe kat edilmez. Eğri oturup doğru konuşalım, her birimiz en iyi okul, en iyi öğretmen, en iyi müdür arayışı içindeyiz. Çoğumuz muhitimizdeki okulu beğenmeyip daha uzaklara çocuğumuzu kaydediyoruz. Çünkü “Bizim okul iyi değil, mahallenin çocuklarının seviyesi düşük, zaten buraya düzgün öğretmen gelmez” şeklinde bir algımız var. Biz hep uzağı severiz. Sanırız ki uzaktan gelen davulun sesi hoş çıkar misali. Evlenirken de böyle değil miyiz? Mahallemizde gelin adayı komşu kızı veya damat adayı oğlan vardır. Onu hiç görmeyiz. Gözümüzü uzağa dikeriz. Okullara bakışımız da maalesef böyledir.

Mahallesindeki okulu beğenmeyen, okul iyi olsun diye çabalamayan ve alıp çocuğunu ötedeki okula veren bir kişiye kusura bakmasın kendine Müslüman derim. Tüm mahalleli öncelikle kendi mahallesine, kendi çocuğuna, kendi öğretmen ve idarecisine inanmalıdır. Herkes önce kendi evinin önünü ve mahallesini temizlemelidir. Güzel gören güzel düşünür. Kafasındaki olumsuzlukları atamayan kişilerin eğitim ve öğretime verebileceği bir şey yoktur.

Çocuğumuz hangi okul türüne giderse gitsin her okulu sahasında en iyi yapmak için tüm paydaşların inanarak ellerini taşın altına koymalıdır. Hepsi inanırsa mahalle okulunda iyi bir sinerji meydana gelecektir.
Sonuç, kötü olarak gördüğümüz okul kötü, iyi olarak gördüğümüz okul iyi olacaktır. İnanmıyorsanız haydin hep birlikte deneyelim. Zaten denemediğimiz sistem kalmadı. Bunu da denersek bir şey kaybetmeyiz. 05/11/2017