Duydum ki bugünkü yönetici atama kriterinde uygulanan sözlü mülakatın yerine yazılı+sözlü önerisini getiriyorsunuz. Yapılan sözlünün liyakatı ölçecek şekilde düzenlenmesini istemişsiniz. Bu istediğinize sadece günaydın denir. Heyhat ki heyhat denir. Biraz değil, çok geç kalmadınız mı bu açıklama ve rapor için? Neredeydiniz be kardeşim şimdiye kadar? Sizi şimdi ayıktıran nedir? Sizi yeni bir arayışa iten sebepler nelerdir?
Kimsenin niyetini sorgulama gibi bir niyetim yok. Diyelim ki samimisiniz bu görüşünüzde. Geç de olsa yapılanın yanlış olduğunu anladınız. Pekiyi bu açıklama bu kadarla mı kalmalıydı? Hiç öz eleştiri yok mu? Tamam siz mevzuat yapıcı ve atayan irade değilsiniz. Pekiyi siz bu değirmene su taşımadınız mı? Kanun yapıcının dümen suyuna girmediniz mi? Her hangi bir okula veya kuruma yönetici alımında liste oluşturmadınız mı? Satranç veya dama taşı oynar gibi kimin nereye geleceği iradesini kullanmadınız mı? Ehil veya değil üyelerinizden talepte bulunanı elinizle yerleşmesini sağlamadınız mı? Yağma Hasan'nın böreği gibi veya ulufe dağıtır gibi makam ve mansıp dağıtmadınız mı?
Sadece soruyorum. Bunları yaptınız demiyorum. Kamuoyundaki algı, tüm bunları fazlasıyla yaptığınız şekildedir. Eğer böyle değilseniz kamuoyunda oluşan bu algıyı değiştirmek için nasıl bir çalışma yaptınız? Yaptıysanız kimin haberi var böyle bir çalışmadan? Yönetici atama kriterlerine göre adam seçtik diyorsanız ve bunun bir hata ve yanlış olduğunu düşünüyorsanız hazırladığınız raporda, ' Biz geçmişte birilerine sırtımızı verdik, kamuya yönetici seçiminde birlikte paslaştık. Bunun yanlış olduğunu geç de olsa anladık' şeklinde bir öz eleştiri niçin yok.
Sahi, hiç eleştiriye geldiniz mi? Böyle bir şeye cesaretiniz var mı? İnanın yapın böyle bir kritik, üzerinizdeki tüm tepkiler müspet bir bakışa döner. Gördüğüm kadarıyla böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu da düşünmüyorsunuz. Haydi işin başından beri bu tür yönetici seçimine karşıydınız, sesinizi kimseye duyuramadınız, ya da ülkeyi yöneten irade sizden yönetici istedi. Çıkıp meydana biz bu tür yönetici seçimini tasvip etmiyoruz. Üyelerimizden ricamız bu görevlere talip olmamaları şeklinde bir açıklamanız var mı? Bildiğim kadarıyla böyle bir açıklamanız da yok. Sonra sizi bugün böyle bir çağıştay düzenlemeye ve rapor hazırlamaya iten sebep ne? Halbuki yönetici görevlendirmeye yetkili kişilerle al gülüm, ver gülüm diyerek ne güzel paylaşıyordunuz. Ne değişti şimdi? Yoksa artık sizin üyelerinizden yönetici seçmeyeceğiz mi dediler? Yoksa deniz mi bitti. Sanırım yönetici olmak için koşanların sayısı azaldı, görev alanlar ayrılmaya başladı, yeni yönetici olmak için yeterince müracaat yok. Okulların çoğunun müdür ve müdür yardımcılığı boş. Bu işte bir iş var. Gidişat iyi değil, en azından inisiyatif alalım mı demek istiyorsunuz? Eğer böyleyse bilin ki Basra harap oldu. Kolay kolay da yeniden inşa edilmez. Keşke iş Basra'nın harap olmasıyla kalsaydı. Basardın parayı, Basra'yı yeniden imar edersiniz. Burada yıkılan güvendir, itibardır. Gönüllerin yıkılmasıdır. Zedelenen insan onurudur. Var mı bunu tamir etmenin yolu?
Hiç kusura bakmayın, sınıfta kaldınız defalarca. Emaneten aldığınız makamın altında boğuldunuz. Size güvenen üyelerinizi mahcup ettiniz. Sizin görevleriniz arasında iktidar sahipleriyle paslaşmak var mıydı? Bugün kaç üyeniz sendikasının adını rahatça söyleyebiliyor, benim sendikam şu diyebiliyor? Çünkü yaptıklarınızla yüz ağartmadınız. Zaten bu yüzden ne üyenizin ayağına gidebiliyor, ne de yeni üye kazanmak için çabalıyorsunuz. Oturduğunuz birden fazla koltuğa yapışıp kaldınız. Gün bu gün, ne kadar oturursam kar diyorsunuz. Biz bu işi yapamadık, camia iyice lekelenmesin, en azından taşıyamadığımız ve ağzımıza yüzümüze bulaştırdığımız bayrağı bir başkasına devredelim de demiyorsunuz. Biliyor musunuz mirasyedisiniz. Baba parasını hoyratça harcadınız. Bugün o oturduğunuz koltuktan kalkamazsınız. Çünkü koltuğun içine ettiniz. Oradan iniverseniz tüm kazanımlarınız yok olacak, belki de yüzünüze bakacak kimse kalmayacak.
Değer miydi idealleri olan bir camiayı bir koltuk uğruna heba etmek. Şimdi nasıl getireceksiniz bu itibarı? Deniz bittikten, yönetici olacak eleman bulamayınca mı aklınız başınıza geldi? Keşke yaptıklarınızda samimi olsaydınız, tüm hatalarınızla beraber baş tacı yapardım sizi. Ama değilsiniz. Sağır sultan bile biliyor sizi. Siz en iyisi ne yapın biliyor musunuz? Yeniden kafanızı kuma gömün, yine işinizi yapmaya devam edin. Kırıldığı yere kadar gitsin. 04.11.2017 Ramazan YÜCE
4 Kasım 2017 Cumartesi
Takım Elbise Alırken Telefon Hafızamla İmtihanım
Evlenecek çocuğumun mürüvveti öncesi hanım tutturdu,
kendine bir takım elbise al diye. Kaç defa 'Hanım, evlenecek olan ben değilim,
oğlun evlenecek; takımı o alsın, ben eski takımlarla idare ederim' dedimse de
huzurum için istemeyerek de olsa bir mağazaya yolum düştü.
Moda,
renk, desen takip eden biri değilim, seçmeyi de bilmem. Çünkü bulduğumu giyen
birisiyim. İster yakışsın, ister yakışmasın. Yine de 'Şu sana daha iyi gider'
diyen bir rehbere ihtiyaç duyarım. Yanımda kimse olmasa genelde renk seçimim
mavi yönünde olur. Nedendir bilmem maviye karşı bir zaafım var. Tıpkı Kürtler
için 'Kırmızı olsun, beş fazla olsun' söylendiği gibi.
Evden
çıkarken rengi mavi olsun dedi hanım. Halbuki önceleri “Hep mavi giyiyorsun,
biraz farklı renklere yönel” diyen hanım, nedense bu sefer “mavi al istersen”
dedi. Ardından “Giyince watsaptan fotoğrafını gönder, ben bir bakayım” dedi. Ev
ödevimi iyice öğrendim, zira sıkı sıkıya tembih edildim. Kendime takım değil,
hanımı memnun edecek bir takıma bakmalıydım. İstersen yapma. Çünkü huzurun
kaynağının ne olduğunu biliyorum artık.
Bana
destek olsun diye yanıma bir arkadaşı alarak mağazaya girdim, yanımda da onun
bir tanıdığı olduğu halde. Mağazadaki elemana, 'Kardeş, düğünde giyeceğim. Bana
öyle bir takım elbise ver ki misafirler damada değil; bana, yani takımıma baksınlar'
dedim. Eleman bir bana baktı, bir de takımlara. Bu mümkün değil dedi. Halbuki
köre kör değmeyeceğini bilmeliydi eleman. Demek ki bana şöyle bir baktı, ahı
gitmiş, vahı kalmış bu adamın. Hiçbir takım bunu paklamaz, daha modacılar
böylesini piyasaya sürmedi diye düşündü sanırım. Yanımdakiler yeterince olmasa
da sağ olsun biraz destek oldular. Onlar bana yol gösterse de içişleri
bakanının da görüşünü almam lazımdı. Bunun için denemek için giydiğim takım
elbisenin fotoğrafını çekip hanımdan onay alayım istedim. Bir takımın
fotoğrafını çekip gönderdim, sonrasında ne mümkün efendim! Telefonuma yeni
fotoğraf ekleyemedim. Çünkü her çekişimde “Telefonunuzun belleğini kontrol edin”
uyarısıyla karşılaştım. Takım üzerimde, telefon elimde. Hemen birkaç resim
silip yeniden çekip göndermek istedim. Yine bellek uyarısı. Tekrar biraz daha
sildim, yine olmadı. Firmadaki görevli, yanımdaki arkadaş ve ben ayakta işi
gücü bıraktık, fotoğraf çekmeye uğraşıyoruz. Biraz daha sildim yine olmadı.
Sonunda arkadaşın telefonu ile çekip içişleri bakanına görücüye çıkmak istedim.
Arkadaşın şarjı imkan vermedi. Sonunda gözüm ve gönlüm siyah takımda kalsa da
hanımın istediği mavi takımı beğendim, ödemesini yapıp mağazadan ayrıldım.
Alışverişi yapmanın hazzını yaşamaya başladım. Şükür bir
dertten kurtulmuştum. Dinlenmek için bir çay ocağına oturduk. Ama derdim
bitmemişti. Şimdi de telefonun hafıza işi vardı. Silmek için telefonu yeniden
elime aldım. Silmekle baş edemediğim, sildikçe hafızası bir türlü boşalmayan
watsaptan gelen Cuma mesajlarını silmeye başladım yeniden. Zaten hafızamı
dolduran da hep Cuma mesajlarıydı. Sağ olsunlar bana Cuma mesajı gönderenler,
cumanın dışındaki diğer günlerde de yanımdaydı hep. Dost dediğin de böyle olur,
iyi ve kötü gününde hep yanında olur, varlığını hissettirir. Üstelik takım
elbise alırken, düğün yaparken hiç peşimi bırakmadılar. Onları hayırla yâd ettim.
İçimden homurdana homurdana tüm resimli mesajları işaretleyerek kalıcı olarak
silinsin diye tuşa bastım. Dostlarım kusuruma bakmasınlar, başka da çarem
yoktu.
Dostlarım ne istiyorlar ki benden? Anlayamadım gitti. Ne
olur, göndermeyin bana herhangi bir kutlama mesajı dedimse de bir türlü derdimi
anlatamadım. Amaçları beni cumaya göndermekse yeminle söylüyorum, gençliğimde cumasız
takıldığım birkaç hafta hariç hiç Cuma kaçırmadım. Üstelik seferi olduğum
zamanlarda bile Cuma namazına gidiyorum. Nedense kaç defa yazıp sosyal medyadan
paylaştım bu serzenişimi. Bir türlü derdimi anlatamadım. Anlayıp göndermeyen
oluyor, ama bu sefer yerine bayrağı bir başkası alıyor. Teşbihte hata olmasın.
Sanki Mute Savaşı gibi. Hani Mute Savaşında peygamberin üç tane komutan
görevlendirmesi var. Birinin başına bir şey gelirse bayrağı, öbürü. Onun başına
bir şey gelirse bayrağı diğeri alsın buyurduğu gibi benim dostlarım da iyilikte
yarışıyor nedense. Biri bırakıyor, diğeri devreye giriyor. Sanki bu adamı boş
bırakmaya gelmez, olur ya! Ya cumaya gitmeyi falan bırakır, biz durmadan buna
mesaj gönderelim diye anlaşmışlar gibi.
Gördüğünüz gibi acele zamanımda telefonum işlev görmedi. Ne
olur, beni anlayın. Bu konuda samimi olduğumu size nasıl anlatacağım? Ne
isterseniz, onu söyleyin, inan yapacağım. Yok, sen şaka yapıyorsun bu konuda
samimi değilsin diyorsanız, size bunu ispatlamak ne yapmam lazım, bari onu
söyleyin. Yahu beni çok düşünüyorsanız ne olur bana birileri tarafından hazırlanıp
resim formatına getirilen resimli mesajları yollayacağınıza benim için o Cuma günü
dua edin, olur ya icabet saatine denk gelir. Ben de bu vesileyle yıllardır ters
giden bahtımı düze çıkarmış olurum sayenizde.
Düğün öncesi tek derdim bu idi, haberiniz olsun. Bereket
hanım takım elbiseyi beğendi. Ya beğenmeseydi farkında olmadan bir aile
faciasına sebebiyet verecektiniz. Ama bu sizin için önemli değil sanırım. Tek yaptığınız bana cuma günleri perşembe akşamından başlayacak şekilde cuma mesajı göndermek. bari resimli göndermeyin, yazarak gönderin. 04/11/2017
Ramazan YÜCE
3 Kasım 2017 Cuma
Ali Ağabey, Namı Diğer Mahkum Ali
Okul ailesi olarak acımız büyük! Ali ağabeyi,
namı diğer mahkum Ali, bugün itibariyle aramızdan ayrıldı. Çünkü sayılı gündü
emektar Ali Ağabeyin bizdeki misafirliği. Karayollarından
erken emekli olanlardan. Emekli olsa da rızkını temin için define macerasına
atılmış. Hiç kazandı mı bilmem ama yakalanıp soluğu cezaevinde almış. Cezasını
biraz çektikten sonra şartlı salıvermeden faydalanmış. Günlük 3 saat resmi
kurumlarda çalışma görevi verilmiş kendisine. Daha önce hizmetli ihtiyacım var
diyen nüfus müdürü, ihtiyacım yok diyerek fikir değiştirmiş. Bu her yeri altın
olan cevherden biraz da başka kurum faydalansın istemiş sanırım. Seç-Beğen
derken talih kuşu okulumuza güldü. Ne edersin ki sayılı gün geçti gitti.
Ne
de çabuk kaynaşmıştı bizimle 1,5 aylık zaman diliminde. Sanki 40 yıllık dost
gibiydik. Bizden biri oldu kısa zamanda. Okulun dış temizliğinden sorumluydu.
09.00-12.00 arası bahçe temizliği ondan sorulurdu. Teneffüs ziliyle beraber o
da teneffüs yaptı. Zira kolay değildi koca bahçenin kağıtlarını toplaması.
Öğretmediği kalmadı bize 10 dakikalık teneffüste. Bahçe dışındaki tatlı su
çeşmesi şahit buna. Define nasıl aranır? Nerelerde vardır? Emrinde kaç kişiyi
çalıştırdığını, nasıl yakalandığını, şartlı salıverme cezası bittikten sonra
tekrar gideceğini anlattı durdu bize. Poşete doldurduğu altınları hangi ağacın
altına koyduğunu bile söyledi. Biz kaçtık o geldi. Bulduğu bir ton altını
duyunca bir an için öğretmenliği bırakıp peşi sıra takılmayı düşünmedim değil.
Ama bende maharet yok ki! Cesaret de edemedim. Halbuki düğünler öncesi ne de çok
işime yarayacaktı, onun peşine takılıp gitmek. Kaderde gömü bulup köşeyi dönmek
de vardı, kodesi boylamak da. İkinci seçenek garantiydi benim için. Ama
Allah, “yürü ya kulum!” derse...neyse geçti artık. Ama kendisine az bir kırgınlığım
var. Onu söylemeden geçemeyeceğim. Bana bir ton altın buldum dedi, müdür beye
iki ton buldum demiş. Benden gizledi biraz kendisini. Demek ki güvenmedi bana. İşin garibi hep altın konuştu, muhabbetinden başka altının yüzünü de görmedik. İstedim bir tane ver diye. Vermem dedi. Sadece çölde serap misali sarı sarı altınları gözümün önüne geldi geldi, gitti.
On
dakikalık teneffüste içtiğimizi burnumuzdan getirse de, anamızdan doğduğumuza
pişman etse de, aramızda hep o konuşsa da -biz sabahçı içici grup- gıdamızı
fazlasıyla aldık. Okulumuzda az daha kalsaydı bana içmeyi bıraktırmaması hiçten
değildi. Dışarı korka korka çıktım, göremeyince hele şükür der demez, hemen
çıktı piyasaya. Teneffüste o kafamızı doldurdu, biz gidip derste
boşalttık. Çünkü ders bize teneffüs gibi geldi. Zaman zaman devlet buna mı ceza verdi, yoksa bize mi diye düşünmedim değil.
Bir gün öğretmenlere ait çay ocağında sigara
içmeyi takmış kafasına. Gidip yakmış. Kendisini çay işlerine bakan Ahmet Bey müdahale etmiş.
İçersin-içemezsin atışmasının galibi Ahmet Bey oldu. Oldu olmasına ama o melek
gibi Ahmet’i zıvanadan çıkaracaktı neredeyse. Sayesinde dinlemeyi, sabrın en
güzel örneklerini uyguladık mecburiyet karşısında. "Sen kim oluyorsun da bana sigara içtirmiyorsun, benim dokuz yıl yöneticiliğim var" dedi. Bir gün yanıma bir iki
arkadaşı alarak hışımla müdür beyin odasına vardım. Kendisine, “Hocam ben bu
okula geleli bir yılı geçti, sizden bugüne kadar hiç talepte bulunmadım. Bugün
buraya bir istekte bulunmak için geldim. Biz sabahçı grup, Ali Ağabey’den çok memnunuz, fakat öğlenci
grup bu cevherden faydalanamıyor. Bizim faydalandığımız yeter. Biraz da öğlenci
grup faydalansa olmaz mı?” dedim. Müdür bey, bizden de dertliymiş. Ama isteğimizi
yerine getiremedi maalesef. Çünkü Ali Ağabey’in çalışma saatleri savcılıkça
ayarlanmış, 09.00-12.00 arası çalışması gerekiyormuş.
Hasılı erken kalkan erken yol alır misali biz Ali Ağabey’den
çok şey öğrendik, aynı zamanda çok estağfurullah çektik, ya sabır dedik. Dini
ritüellerin en güzel örneklerini verdik teneffüs aralarında. Ama geç kalkıp
okula gelen öğlenci grup maalesef bu imkandan faydalanamadı. Okul
yöneticilerine “Ali Ağabey, bu Cuma ayrılıyor, onun için herhangi bir program
veya yemek düşünüyor musunuz” dedim. Olmadığını söylediler maalesef. Kendi imkanlarımla
bari ardından bir helva dağıtayım dedim, düğünler öncesi tasarruf tedbirlerine
takıldı. Hoş düğünler olmasa da cebimde akrep var, kolay kolay elim cebime gitmez
ya neyse. En iyisi iki rekat şükrü namazı kılayım bari. Biz kurtulduk kurtulmaya. Bundan sonra okul, bahçe temizliğini kime yaptıracağım diye düşündün dursun.
İçinizde olur ya şaşar-düşer, yazıyı okumaya kalkanınız
olursa, “Yazı amma da uzun olmuş” derseniz…doğrudur. Yazım uzun olmuştur. Ama
Ali Ağabey’i anlatmak sayfalara sığmaz. Onun bize anlattıklarının yanında bu
yazı ne ki? Biliyorum bu yazı Ali Ağabey’i anlatmak için yeterli değil. Zira
Ali Ağabey anlatılmaz, ancak yaşanır.
Okulumuza çok geçmiş olsun! Çok da sevinmeyelim, beterin beteri var, bakarsınız yarın bir başka şartlı salıverme daha geliverir başımıza. 03/11/2017
Ramazan YÜCE
2 Kasım 2017 Perşembe
Kendisini Dünyanın Merkezine Alan Tipler!
Hayatımızın vazgeçilmezlerindendir fıkralar. Hazır cevabın
en güzel örneklerini görmek mümkün fıkralarımızda. İçinde zeka kokusu vardır.
Kimsenin düşünemediği cevapları barındırır. Güldürürken düşündürür. Kıvamında
anlatıldığında 'cuk' oturur. Dinleyen herkese kıssadan hisse verir.
Şimdi
size -fıkra gibi- yaşanmış bir olaydan bahsedeceğim. Ardından da içimizde
yaşayan dediğim dedikçiler için birkaç kelam etmek isterim. Güneysınır
yöresinde yaşanmış bir olaydır. İsmi Hasan Hüseyin olsa gerek, Camgöz Hasan
Hüseyin Lakaplı yaşlı amcanın hindisini bir kamyoncu çiğner. Kamyoncu
birçok kamyoncu gibi değildir. Hemen aracından iner, hindi can çekişirken
murdar olmadan boynunu keser. Hindinin sahibini sorar, soruşturur. Sahibinin
Camgöz Amca olduğunu tespit eder. Anlaşmak için amcayı yanına çağırır.
"Amca!
Oldu bir kere, senin hindiyi çiğnedim, parasını vereyim," der. Amca:
"Olmaz"
cevabı verir. Kamyoncu,
"Yeni
bir hindi alayım sana" der. Amca yine,
"Cık
olmaz" der. Kamyoncu,
"İyi
amca, parasını kabul etmiyorsun. Yenisini alayım diyorum, onu da kabul
etmiyorsun. Ne yapacağız ya?" der. Amca,
"Ben
hindimi isterim" diye tutturur. Kamyoncu,
"Amca,
biliyorsun hindi öldü, gerisin geriye gelmez. Şu inadı bırak da dediğimi kabul
et, ben de yoluma gideyim," der. Camgöz amca,
"Ben
onu, bunu bilmem; ne paranı, ne de yenisini kabul ederim. Benim hindinin
boynunu ulayacaksın, hindi dirilecek, ben camiye giderken ardımdan gulu, gulu
diye ötecek" demiş.
Fıkralara
taş çıkartan ve inadın en güzel örneği bir olay diye düşünüyorum. Olayın bu
kadarını biliyorum. Kamyoncu ile Camgöz amca anlaştı mı, nasıl bir yol buldular
bilmiyorum. Zaten gerisi de önemli değil. Camgöz amcaya Allah rahmet eylesin,
mekanı Cennet olsun. Fakat günümüzde Camgöz amcaya rahmet okutacak
"dediğim dedik, astığım astık, benim sözüm doğru, en iyisini ben
düşünürüm, mutlaka benim dediğim olacak..." kişiler vardır. Asla
konuşamaz, kazara konuşmayı denesen de bir orta yol bulmazsın. Böyleleri
dünyanın merkezine kendisini alır, dünyanın ve çevresindekilerin kendi etrafında
dönmesi gerektiğine inanır. Mutlaka bu tiplerin dediği olacak. Acaba karşı
tarafın söylediklerinde haklılık payı olabilir mi diye asla düşünmezler. Çünkü
başka düşüncelerin doğru olmasına düşmandır. Fazla da düşünmezler, empati
yapmazlar, yaptıkları empati tek taraflıdır. Sadece kendisine yontar. Bu;
alınma hakkına sahip, başkasına söz söyleme yetkisine sahiptir. Ömrü başkasını
eleştirmekle geçer. Kendisine hayatta yaptığın hiç hata var mı desen,
tevazusundan vardır dese de örnek veremez. Kendisine karşı yapılan hata ve
yanlışa asla tahammülleri yoktur. Ne zaman, neye alınacağını, neden
hoşlandığını sen kestireceksin. Tabii kolay değil, kişinin kendisini dünyanın
merkezinde görmesi.
Memnun
edebilir misin böylelerini? Ne mümkün... Dünyayı altına sunsan, sırtında
taşısan Nuh der, peygamber demez. Çünkü bu tipler yeniliğe, yeniye, farklı
bakış açısına kapalıdır. Geçmişte yaşamaya devam eder. Rumi'nin dediği gibi "Dün
dünde kaldı cancağızım, bugün artık yeni şeyler söylemek lazım" demez.
Geçmişi bir tarafa bırakmadığı, zihninde taşıdığı müddetçe hem kendine yazık
eder, hem de etrafında iletişim halinde olduğu kişilere. Kendi hatasını
söylesen asla kabul etmez, ardı arkasına mazeret, gerekçe ve bahane üretir. İyi
bir niyet okuyucusudur aynı zamanda.
İnsanları olduğu gibi kabul etmek isterim ama insanlar tek
başına kaldıkları zaman acaba bende de hata var mı diye sorgulamasını isterim.
Kendisine ışık vermeyen bu tipler etrafına da ışık vermezler/veremezler.
Unutmayalım ki öz eleştiri yapmak Ademi bir yöntemdir, saldırmak, kırmak,
dökmek, savunmak, gerekçe üretmek, bahane üretmek ise şeytani bir yoldur. Allah
bilerek veya bilmeyerek şeytanın adımlarını takip ettirmesin. Atamız Adem’in
yolunu seçmek en güzeli bence.
Allah kendisini sorgulayan iyilerle karşılaştırsın. Hep
geçmişte yaşayan bu tiplere de yardım etsin. Ramazan YÜCE 02/11/2017
2.740,61 TL veya Para Biriktirmenin Yolu
Bazı
insanlar “Para yetmiyor, ihtiyaçlarımı karşılayamıyorum, maaşım kıtı kıtına
yetiyor, tasarruf yapamıyorum, elimde ne varsa harcayıveriyorum gibi dertlenir durur. Böyle kişilere yol gösterebilirim. Zira
burada tecrübe konuşuyor, haberiniz olsun. Yolumu takip ederseniz paranız yettiği
gibi tasarruf da yapabileceksiniz. Tek yapabileceğiniz beni takip etmektir. 15
ay gibi bir zaman zarfınca 1740,61 TL para biriktirdim. Nasıl mı?
Diyelim ki
uzamayan ve kısalmayan bir maaşınız var. Yani bordro mahkumusunuz. Aylık
hesabınıza ne yattıysa harcayabilirsiniz. Bunun için ne yapıp ne edip
maaşınızın yanlış hesaplanmasını, yani maaşınızdan bazı kalemlerin
hesaplanmamasını sağlayacaksınız. Az veya çok maaşınızdan bazı kalemleriniz
hesaplanmayınca ister istemez maaşınızı da düşük alacaksınız. Aldığınız maaşa
göre harcama yaptınız, hesabınızda kuruş kalmadı her ay. Nice sonra maaşınızdaki
hesaplanmayan kalemlerin hesabını yaptırıp bağlı bulunduğunuz saymanlığın ödeme
yapmasını sağladığınızda elinize birikmiş bir yekûn para geçecektir. Al sana
birikmiş para işte! Parayı toplu alınca hesabınıza fazladan para gelmiş gibi
hissedersiniz kendinizi. Bir sevinç, bir sevinç! Deme gitsin. Hani birikmiyor
diyordun. Gördün değil mi tasarrufu ve para biriktirmeyi? Sanırım tam iyi
anlaşılamadı. O zaman ben 1740,61 TL’yi nasıl biriktirdiğimi anlatayım.
22/07/2016
tarihinde müdürlük yaptığım bir okuldan bir başka okula öğretmen olarak nakil gittim.
2017’nin Kasım ayına kadar yeni okulumdan maaş aldım. Aldığım maaştan ne kadar
paraya ihtiyacım varsa çekip harcadım. Ne kadar maaş aldığıma pek bakmadım. Üç
aşağı, beş yukarı aldığım maaşımı bilirim o kadar. Bir akşam arkadaşlarla
beraber otururken özel sektörde çalışan bir arkadaşa içimizden biri “eline 4
bin lira geçiyor mu” diye sordu. Arkadaş da geçtiğini söyledi. Akşam evlerimize
gitmek üzere ev sahibiyle vedalaşıp ayrıldık. Yolda özel sektör bir de para
vermez derler, bakın bu arkadaş lise mezunu olmasına rağmen bizden fazla gelir
elde ediyor. Biz daha 3500,00 lira
alıyoruz, dedim. Araçtaki arkadaşlar, “Biz de 3800,00 civarında alıyoruz
deyince ben internet şubemden hesabıma yatan maaşıma baktım. Yanlışınız var,
bakın 3527,00 lira yatmış bana dedim. Herkes -e devlet sayfasına girerek
bordrosuna baktı. Diğer arkadaşların maaşları dedikleri gibiydi. Ama emsal
olmamıza rağmen benimki düşüktü. Maaş işlerinden anlayan bir arkadaş benim
bordroma baktı. “200 lira eksik alıyorsun ağabey,” dedi. İncelemesi sonucunda
uzman öğretmenlikten kaynaklanan ek tazminatımın hesaplanmadığını söyledi. Eve
geldikten sonra yeni okulumdaki tüm aylara göz attım. Hiçbir ay ek tazminatım
hesaplanmamış. Yani 15 ay boyunca. Memur maaş katsayısının her altı ayda
değiştiği, ek tazminatın aylara göre farklılık gösterdiği hesaba katılınca
ortalama her ay 170 ila 195 arasında düşük almışım.
Okulum ile
irtibat kurdum, “Hesaplanmayan ek tazminatımın hesaplanarak hesabıma yatırılması
gerektiğine” dair dilekçe verdim. Eklenmesi gereken evrakı ekledim. Hazırlanan
çeşitli ödemeler bordrosuna göre 2740,61 TL devletten alacağım çıktı. Bugün
hesabıma baktım. Devletten alacağım toplam para hesabıma yatmış. Halihazırda
hesabımda bu para duruyor. Sanki bulmuş gibi oldum. Bir sevindim bir sevindim. Şimdi
içimdeki sevinçle beraber bu parayı ne yapacağım diye kara kara düşünmeye
başladım. Ama sevinç, kara kara düşünmemden daha baskın.
Gördünüz
para biriktirmenin yolunu. Yeter ki devletten alacağınız olsun ve siz de buna
azmedin. 15 ay gecikmeli de olsa aldım ve hesabımda ve bana ait tamı tamına
2740,61 lira para var şimdi. Hani birikmiyor, artmıyor diyordunuz. Buyurun size
birikmiş para. Yitik para veya bedavadan gelmiş bir para gibi geldi bana. Bunun için tek yapacağınız bir yolunu bulup maaşınızdan eksik
ödeme yapılmasını sağlamak. Ama bunu siz bilmeyeceksiniz. Maaşınızı eksik
alırken ayağınızı yorganınıza göre uzatacaksınız. Sonra bir bakmışsın ki eksik
ödeme damlaya damlaya bir yekûn oluşturmuş.
1 Kasım 2017 Çarşamba
"Enişte buyur!"
Küçükken beni, tanımadıklarım 'Hey çocuk, lan çocuk' diye çağırırlardı. Büyüyüp genç oldum. "Hey delikanlı!" şeklinde çağırır oldular. Nadir de olsa birkaç kişi 'beyefendi' dedi. Sağıma-soluma baktım, kime diyor diye. Baktım kimse yok. Demek ki bana diyorlarmış dedim. Hoşuma da gitmedi değil hani bu hitap. 'Abi, bizim oğlan, hemşerim, hişt...' diyen de oldu. Bazısı da 'sarı, kırmızı, turuncu, havuç kafa, çilli...' dedi kaportama uygun olarak.
Göreve başladım, 'hocam' demeye başladılar. Bunlar benim hoca olduğunu nereden öğrendiler diye düşünürken bir duydum ki hocam, bir hitap şekliymiş tanımadıkları insanlar için.
Büyüyüp yaşlandım. Amca, dayı, dede, hacı abi, hacı amca...hitaplarını duymaya başladım. Kimin dağarcığında ne varsa artık. Hele dede denmesi hiç kabul edeceğim şey değildi. Bu hitap zor gelse de yaşlanmıştım. Zamanla alıştım, hatta bazen de hoşuma gitmiyor değil. Zira yer veren çıkıyor toplu taşımalarda az da olsa.
Geçen gün pazarda yeni bir hitapla daha karşılaştım. Pazarcı, 'Buyur enişte!' demez mi? Hiç duymadığım bu hitap karşısında irkilmedim değil. Bir an için kafamı kaldırıp baktım, bizim kayın birader, pazarcılığa mı başladı diye. Tanımıyorum adamı. Yoksa 29 yıldır tanımadığım bir kayınım daha mı var? Eğer bu adam kayınımsa acaba kayınpeder gizli gizli ikinci evlilik yaptı da ikinci hanımından mı bu adam' diye aklıma gelmedi değil. Madem akrabayız düşüncesiyle pazar alışverişini kayının tezgahından yaptım.
Pazardan ayrıldım ama yeni kayınımın 'enişte' diye seslenmesi kulağımda çınladı durdu. Ne demek istedi, bu hitap tarzı yeni versiyon mu diye düşünürken garip gelen bu hitap tarzı bana makul gelmeye başladı, üstelik yabancısı da değildik. Sanırım pazarcı, enişte diyerek eşin benim bacımdır demek istedi. Zira bizde tanımadığı bayanla konuşması gerekirse bir erkek, 'bacım' diye hitap eder. Ayrıca erkekler arasında bir kadının ismi geçerse 'Dünya-ahiret bacım olsun' der. Kültürümüzü, örf ve adetimizi hatırlayınca hem taşlar yerine oturdu, hem de enişte.
Gördüğünüz gibi ismimi bilmeyenler bana hitapta çok zorluk çekmediler. Akıllarına ne geldiyse, beni nasıl gördülerse öyle hitap ettiler. İsim önemli ama ismim olmasaydı da hayatta çok zorluk çekmeyecektim. Zira ismime çok ihtiyaç duyulmadı, yarım asrı devirdiğim bu süreç zarfında. İsmim dışında her hitaba alışmıştım zira.
Her türlü hitap tarzına alıştım alışmaya da yine de bayan ve erkekler için ortak bir hitap tarzı benimsesek fena olmaz hani, ya da ismimizi yazıp yakamıza taksak, hitap edecek olan yaka kartına bakıp ismimizle hitap etse...
Allah kimseyi yazacak konu sıkıntısı çektirmesin. 01.11.2017 Ramazan YÜCE
Göreve başladım, 'hocam' demeye başladılar. Bunlar benim hoca olduğunu nereden öğrendiler diye düşünürken bir duydum ki hocam, bir hitap şekliymiş tanımadıkları insanlar için.
Büyüyüp yaşlandım. Amca, dayı, dede, hacı abi, hacı amca...hitaplarını duymaya başladım. Kimin dağarcığında ne varsa artık. Hele dede denmesi hiç kabul edeceğim şey değildi. Bu hitap zor gelse de yaşlanmıştım. Zamanla alıştım, hatta bazen de hoşuma gitmiyor değil. Zira yer veren çıkıyor toplu taşımalarda az da olsa.
Geçen gün pazarda yeni bir hitapla daha karşılaştım. Pazarcı, 'Buyur enişte!' demez mi? Hiç duymadığım bu hitap karşısında irkilmedim değil. Bir an için kafamı kaldırıp baktım, bizim kayın birader, pazarcılığa mı başladı diye. Tanımıyorum adamı. Yoksa 29 yıldır tanımadığım bir kayınım daha mı var? Eğer bu adam kayınımsa acaba kayınpeder gizli gizli ikinci evlilik yaptı da ikinci hanımından mı bu adam' diye aklıma gelmedi değil. Madem akrabayız düşüncesiyle pazar alışverişini kayının tezgahından yaptım.
Pazardan ayrıldım ama yeni kayınımın 'enişte' diye seslenmesi kulağımda çınladı durdu. Ne demek istedi, bu hitap tarzı yeni versiyon mu diye düşünürken garip gelen bu hitap tarzı bana makul gelmeye başladı, üstelik yabancısı da değildik. Sanırım pazarcı, enişte diyerek eşin benim bacımdır demek istedi. Zira bizde tanımadığı bayanla konuşması gerekirse bir erkek, 'bacım' diye hitap eder. Ayrıca erkekler arasında bir kadının ismi geçerse 'Dünya-ahiret bacım olsun' der. Kültürümüzü, örf ve adetimizi hatırlayınca hem taşlar yerine oturdu, hem de enişte.
Gördüğünüz gibi ismimi bilmeyenler bana hitapta çok zorluk çekmediler. Akıllarına ne geldiyse, beni nasıl gördülerse öyle hitap ettiler. İsim önemli ama ismim olmasaydı da hayatta çok zorluk çekmeyecektim. Zira ismime çok ihtiyaç duyulmadı, yarım asrı devirdiğim bu süreç zarfında. İsmim dışında her hitaba alışmıştım zira.
Her türlü hitap tarzına alıştım alışmaya da yine de bayan ve erkekler için ortak bir hitap tarzı benimsesek fena olmaz hani, ya da ismimizi yazıp yakamıza taksak, hitap edecek olan yaka kartına bakıp ismimizle hitap etse...
Allah kimseyi yazacak konu sıkıntısı çektirmesin. 01.11.2017 Ramazan YÜCE
Gelin Bu Hesabın İçinden Siz Çıkın!
21.10.2017 günü iki numaralı çocuğumun, ikizimin ilkini sade bir düğünle başgöz ettim. Tereyağından kıl çeker gibi kolay bir düğün oldu.Bu mutlu günümüze eş-dost da şahitlik yaptı. Davetimize icabet eden, hatır bilen dostlara teşekkür ediyorum. Darısı onların başına inşallah!
Düğün demek masraf, maliyet demektir. Çünkü yeni bir yuva kuruyorsunuz. Hele düğünde eşe-dosta ikram etmek için yemek verecekseniz mutlaka hesap-kitap yapmanız gerekiyor. Bunun için davetli listesi hazırlarken sıkı bir elemeye tabi tutarsın. Çünkü Konya'da verilen düğün yemekleri ucu açık yemeklerdir. Kimin kaç kişiyle geleceğini, davetinize icabet edip etmeyeceğini bilemezsiniz. Bu yüzden yemeğim yeter mi, yetmez mi diye dokuz doğurur düğün sahibi. Düğün yemeğinde verilen her davetiye kartı 3 ile çarpılır kaba bir hesapla.
Dostlar arasında zorunlu bir eleme yaparak 400 kart dağıttım. Yani 1200 kişilik yemek. Düğünden önce mazeretinden dolayı gelemeyeceğini ifade eden dostlarımız oldu, kimi de düğünden sonra aradı, ya da evime kadar ziyaretime gelerek hayırlı olsun dedi. Kimi ise hiç aramadı. Ne diyelim? Gelen de gelmeyen de sağ olsun!
Firmanın yüzde 10 ilavesi olmasaydı pilavımız yetmeyecekmiş. Zira düğünümüzde 1260 kişiye yemek ikram edildi, katılanlar doyasıya yedi. Kimse aç olarak geri dönmedi. Burada anlayamadığım bir husus var. Davet ettiğim kişiler içerisinden 65 kart sahibi katılmamış veya katılamamış. Yani 195 kişi demektir bu. Şayet tüm davetlilerim davetime icabet edebilseydi 20 sofraya daha ihtiyaç olacaktı. Garip olan 1200 kişiyi beklediğim yemeğe 195 kişi katılamadığı halde 1260 kişiye yemek vermemiz. Bu demektir ki düğün yemeğimize epey bir davetsiz misafir katılmış. Gelen misafirlerimi 6 sofralık ilaveyle doyurdum, herkese yetti. Benim için sevindirici olan bu. Fakat davetsiz misafirlere ne demeli? Güya biz gücümüzü aşar diyerek davet listemizi sınırlandırdık. Ama asalak ve parazitlerin böyle bir derdi ve hassasiyeti yok. Onlar için yemeğin nereden geldiği, kime ait olması önemli değil, önemli olan karınlarını doyurmak. Girişte davetlileri karşılarken zaman zaman gelip karnımızı doyurabilir miyiz diyenler oldu, 112 acilden gelip yemek yiyebilir miyiz diyenler oldu. Böylelerini soframıza buyur ettik. Kapıda dururken bana ve dünürüme selam vermeden geçenler de oldu. Dünürüme sordum, sizden mi bunlar diye. Aldığım cevap, "Tanımıyorum' oldu. Demek ki bunlar da davetsiz tiplerdendi. Düğün bittikten sonra dünürle bir durum değerlendirmesi yaptık, kadınlar arasında oturmuş bazı kadınların davetlilere ait masaya konmuş telefonu almaya çalıştıklarını duyduğunu söyledi. Demek ki hırsızlar da varmış aramızda. Tabii kambersiz düğün olur mu? Değerli davetkilerimiz arasına maalesef hırlısı da gelmiş, hırsızı da. Anlaşılan bu tipler düğün salonlarının durumunu biliyor, utanmadan kalabalığın arasına dalıyor. Yol geçen hanı gibi buralar diye düşünmeden edemiyor insan. İşin garibi sayıları da az değil, yenen yemeği ve gelmeyen misafir sayısını hesaba katınca.
Düğünden sonra hırsız ve davetsiz misafirleri duyunca aklıma bir hikaye geldi. Bunu da sizinle paylaşmak isterim. Abbasiler döneminde -sanırım- Halife Me'mun zamanında zaptiyeler bir kalabalık grubu saraya götürürken herhalde davet var diye bunların peşine biri de katılmış, karnımı iyice doyurayım düşüncesiyle. Kalabalık gide gide halifenin huzuruna çıkar. Halife grubun içerisinde sırası gelene, 'Bu ne yaptı' diye sorar. Zaptiye, 'Efendim bu adam birini öldürdü' diye cevap verir. Halife, 'Vurun kellesini' der. Gelenlerin kimi hırsızlıktan, kimi katillikten vb. dolayı buraya getirilmiş. Halife tek tek cezalarını çekmesi emrini vermiş. Gruba yolda katılana sıra gelince halife, 'Sen ne yaptın, suçun ne' diye sormuş. Adam ağlamaya başlamış. 'Efendim, benim bir suçum yok. Ben kalabalığı görünce davet var, karnımı bir güzel doyururum diye katıldım bu gruba' deyince, halife; 'Ha sen asalak birisin, senin gibi parazitin cezası 40 sopadır' diyerek adamlarına emir verir. Neye niyet, neye kısmet! Adam umduğunu değil, bulduğunu yemiş oldu neticede.
Nasıl aramazsın günümüzdeki başkasının sırtından geçinen parazitlere cezasını vermesi için halife Me'mun'u? 01.11.2017
Ramazan YÜCE
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)