26 Ekim 2017 Perşembe

Velime

Evlilik ve düğün hazırlıkları tatlı telaş olarak isimlendirilir bizde. İçerisinde mutluluk ve heyecanı, stres ve telaşeyi, meşakkat ve maliyeti barındırır. Evlenenle, ev yapana Allah yardım eder misali bu hayırlı işe kalkıldı mı arkası geliyor. Karşılıklı anlayış çerçevesinde mutlu sonla bitiyor evliliğe atılan ilk adım. Çocuklar mutlu olursa aileler de mutlu olur. Geçim olmazsa taraflar yatsın-kalksın, ağlasın-dursun.

Evlilik ve düğün başlı başına bir maliyettir. Borçla da olsa altından kalkılır. İş düğün aşamasına geldi mi sırada davetiye listesi hazırlama vardır. Düğün aşamasında yapılan hesap-kitap liste hazırlamada da yapılır. Çünkü düğün demek, yemek demektir aynı zamanda. Çünkü çocuklar gençliğe adım atar atmaz eş-dost 'Pilavını ne zaman yiyeceğiz' diyerek şaka yollu dokundurur. Gelen davetiyede ilk önce yemek var mı, yok mu diye göz atılır. Bulunduğun şehirde herkese ve tüm tanıdıklara yemek verilemeyeceğinden tutulan salonun kapasitesi, yemeğin maliyeti gözönünde bulundurularak eş-dost ve ahbap arasında bir eleme yapılır ve davetiye dağıtımına başlanır. Her davetiye verdiğin 'Hayırlı olsun, inşallah geliriz' der. Dağıtılan davetiyeye göre her kart üç ile çarpılarak üç aşağı, beş yukarı gelecek misafir sayısı da belli olur. Düğün konvoyuyla birlikte misafirler gelmeye başlar. Bir taraftan gelen misafirleri karşılayıp hayırlı olsun tebriklerini kabul ederken diğer taraftan inşallah yemeğimiz güzel olur ve yemeğimiz yeter denir. Düğün kazasız-belasız bittikten sonra verdiğin karttan fazla yemek vermiş olmana rağmen gözünün önüne davetiye verdiğin ve geleceğim diyen tanıdıkların gelir. Nedense fire var. Gelemeyeceğim de dememiştir. Mazeret beyan eden kişinin sayısı bir elin parmağını geçmez. Beklersin düğünden sonra arar mı diye. Bu şekilde arayanın sayısı da bir yekûn tutmaz. Bu sevinçli anında üzülüp gönül koyarsın. Çünkü insan beklediğine gönül koyar. Beklediğin kişiler gelmediğinde düğün orta yerde kalmıyor. Sayıp severek gelen eş ve dostla birlikte düğün yapılıyor ve sünnet olan velime yemeğini ikram etmiş oluyorsun. 

Düğüne davet edilen kişiler gelemeyeceklerini söyleseler en azından diğer dostlarından birini daha davet etmiş olursun.  Düğünde velime vermek sünnetse, davete de icabet etmek sünnettir. Nedense bu duyarlılık çoğumuzda oluşmamış görünüyor.

Düğün demek büyük bir organizasyon demektir. Hele yemek vermek başlı başına bir külfettir. Düğünde herhangi bir aksaklığa meydan verilmemesi için davetiye verilen kişinin katılıp katılamayacağını bildirmesi, kaç kişi ile katılacağını beyan etmesi daha iyi olur diye düşünüyorum. Hiç olmazsa düğün sahibi de yemek işlerini, davetli listesini yeniden gözden geçirerek güncelleme yapar. Böylece herhangi bir aksamaya mahal verilmemiş olur. Çünkü haber verilmediği zaman yemeğin elde kalması veya yetmemesi söz konusu olabiliyor.

Bakarsın bu duyarlılık bir gün yerleşmiş olur. 26.10.3017



Sünnet-Hadis Meselesi *

Ne zamandır ateşi düşmeyen bir gündemimiz var: Sünnet-hadis konusu. Yazılı-görsel medyada ve sosyal medyada epey bir yer işgal ediyor. Merak ediyorum, sünnet-hadis tartışması da olmasa bu mütedeyyin insanlar ne yapacaklardı? İşin garibi bu tartışmanın galibi de olmayacak. Çünkü tarafların birbirini dinleme, sonlandırma ve hakikati öğrenme gibi bir niyetlerinin olmadığı da görünüyor. Üstelik bu tartışmanın İslam'a ve Müslümanlara zarar vermesinden öte bir faydası da yoktur. Çünkü nafile ve beyhude bir çabadır bu gündem. Kıyamet saatine kadar da devam eder. İşin garibi konu hadis mi, sünnet mi o da belli değil. Zira çoğu zaman bu iki terim birbirine karıştırılıyor.

Sünnet-hadis konusunun en kısa zamanda gündemden düşmesi gerekiyor. Bu tartışma gündemde kaldıkça yaramız iyileşmediği gibi derinleşecektir iyice. Çünkü kimse kimseyi ikna edemiyor, suçlamanın ötesine gidilmiyor. Bir kesim diğerini 'Sünnet ve hadisi kabul etmiyor' diye itham ederken diğer kesim 'Sünnet ve hadis adı altında gelen her türlü haberi savunuyor' diye eleştiri getiriyor. Bir taraf kendini savunmak için sünnetle ilgili ayet ve hadisten delil gösterirken diğer taraf, hadis külliyatından seçtiği hadisi öne sürerek 'Bu hadis peygambere iftiradır, peygamber böyle demez' şeklinde savunma geliştirmektedir.

Bildiğim kadarıyla Edip Yüksel gibi birkaç kişinin dışında hadis ve sünneti inkar eden yoktur. Bugün tartışmanın odağında olan hadislerdir. Geçmişte senet yönünden cerh ve tadile tabi tutulan hadisler metin yönünden iyice irdelenmemiştir. Taraflar tamamen ret ve tamamen kabul toptancılığını bir tarafa bıraksa, savunma ve saldırı anlayışından vazgeçse, birbirlerini ön yargısız dinlese orta yerde sünnet ve hadis tartışmasının olacağını sanmıyorum.

Hadis ve sünnet tartışmalarının kime, ne faydası var? Bizi daha Müslüman mı yapıyor,  ya da yeni Müslüman mı kazandırıyor? İslam'a mesafeli olanlar bu tartışmaya bıyık altından gülerken mevcut Müslümanların bir kısmının kaynaklarımıza bakışında bir mesafe ve soğuma göze çarpmaktadır. Kimsenin böyle bir ortamın oluşmasına hakkı yoktur.

Ne yapılmalı bu konuda? DİB başkanlığında işinin ehli ve uzmanı olan kişilerden sünnet-hadis konusunu irdeleyecek, sorulara cevap verecek ... bir komisyon kurulmalı. Önce sünnet ve hadisin ayrı ayrı tanımları yapılmalıdır. Hadis külliyatındaki hadisler tek tek incelenerek hangisinin hadis, hangisinin sünnet olduğu tasnifi yapılmalıdır. Kütübü Sitte ve Kütübü Tis'a'da geçen senedi sağlam hadisler metin yönünden incelemeye alınmalıdır. Hadisleri incelemeden önce hadis inceleme kriterleri ortaya konmalıdır. Tüm hadis kitaplarından alınan hadislere yeni numara verilerek hadisler kitap haline getirilmeli, aynı zamanda dijital ortama aktarılmalıdır. Hadisleri inceleme ve tartışma kamuoyuna kapalı bir ortamda yapılmalıdır. Uzmanları dışında başkasının bu konuda söz söylemesine prim verilmemelidir. Bu konuda basın yoluyla konuşanların ne söylediğine bakmaksızın  uyarılmalıdır. 26.10.2017

* 06/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




23 Ekim 2017 Pazartesi

Düğün Dediğin Ses Getirmeli

İnternethaber'in verdiği bilgiye göre Samsun'un İlkadım ilçesinde yapılan bir düğün merasiminde takılan takıların kız evi tarafından 'Takılar kız evinde kalacak demesi üzerine kız ve oğlan evi arasında çıkan kavgada aralarında gelinin de olduğu 12 kişi yaralanmış. Yapılan meydan savaşı ölüm/lere sebebiyet vermeden güvenlik güçleri tarafından engellenmiş. Kavgayla ilgili taraflardan çok kişi gözaltına alınmış.

Düğün devam etti mi, kavgaya sebep olan takının yekûnü ne kadardı, takı savaşını kim kazandı, kavgaya değdi mi, gözaltına alındıktan sonra kavga nezarethanede devam etti mi, yaralılardan kaç tanesi oğlan evinden, kaç tanesi de kız evinden bilmiyorum. Çünkü başka bilgiye ulaşamadım. Ama heyecanlı bir düğünmüş, hoşuma gitmedi değil hani. Düğün dediğin böyle olmalı. Türkiye'de haber olmalı, gündem oluşturmalı. Akılda kalmalı,  taraflar hayatları boyunca unutmamalı, kız tarafı; 'Takılar bizde kalacak' cesaretinde bulunmamalı, bu düğün herkesin kulağına küpe olmalı. Yoktan yüzük atanlar eğer düğünlerinin ses getirmesini istiyorlarsa bu düğünü örnek alabilmelidir.

Düğünle ilgili üzüldüğüm nokta ölümün olmaması. Demek ki taraflar beceriksizmiş. Aralarından şöyle üç-beş tane de ceset çıkarsalar fena olmazdı hani. Uluslararası ajanslarda ilk haber olarak geçerlerdi. Belki de hedeflerinde ceset de vardı. Ama ne yazık ki çevik kuvvet fırsat vermemiş, kursaklarında bırakmış iş yapacak kişilerin üzerine çiş yaparak. Vazifeleri sanki. Filmlerdeki Türk polisinin olay bittikten sonra olay yerine geldiğinden hiç örnek almamışlar gayri belli. Halbuki taraflar ne kadar da hazırlık yapıp plan kurmuşlardı. Ne işe yaradı şimdi. Ben olsam bu tarafların yerine bu işi burada bırakmam. İçeriden çıktıktan sonra da sürdürür, işi kan davasına dönüştürürüm. Hatta kendilerini derdest edip götüren polislerden de şikayetçi olurum, 'Biz ne güzel eğleniyorduk, biz sevincimizi mutlu günümüzde böyle gösteririz. Ama gel gör ki polisler bizi anlamadı. Nereden anlayacak. Zira eşek hoşaftan ne anlar. Bizim mutluluğumuzu yarıda kesen bu polislerden davacıyız, eğlencemizin ve cümbüşün içine ettiler, salona da o kadar para vermiştik, düğüne de az para harcamadık hani! Sonra polise göre bizim bu yaptığımız kavga ise bilsinler ki bu kavga ekmek kavgasıdır. Düğüne o kadar para harcadık, o kadar borç nasıl ödenecek, en azından bir kısmını takıyla kapatsak fena mı olurdu' diyerek suç bastırma yoluna gitmeliler ki ava giden polisler avlandığını anlasın. Bunu da mı ben söyleyeyim? Hiç mi örnek almadılar darbe üzere yakalanan kişilerin mahkemedeki inkârlarını?

Hasılı ülke, ülke değil. İnsanımızda anlayış yok. Özgürlük desen yok. Adamı bırakıp düğünde bir kavga etmesine bile izin vermiyorlar. Polise mi soracaklar nasıl eğleneceklerini? Sahi, takılar kimde kaldı? İçeriden çıkıncaya kadar kim ne kadar takı aldıysa taksalar da bir züğürt tesellisi olarak eğlenseler! 23.10.2017

20 Ekim 2017 Cuma

İşte Bu da Bir Eğitimci!

Ders işlerken bir yardımcı kaynaktan test çözmeye çalışan bir öğrenciyi birkaç kez yaptığının doğru olmadığını izah ettim. Dersi de dinlediğini söyledi.

Nasıl ki bir insanda iki kalp olmazsa yine insan aynı anda hem test çözüp hem de dersi dinleyemez, ben de böyle bir yetenek yok, siz de varsa bilmiyorum, dersi de dinlemiş olsan testi evinde çözmelisin. Ayrıca bu tür davranış doğru değil, bir şeyi yaparken diğerini yıkmayalım. İstersen biraz empati yap. Farz edelim ki ileride öğretmen oldun. Ders işlerken bir bakmışsın ki bir öğrenci test çözüyor. Bu durumda ne yaparsın dedim. Kızarım dedi. Ardından kaldığımız yerden derse devam ettik.

Ertesi hafta yine aynı sınıfa derse geldim. Derse başlamadan öğrenci söz istedi. 'Öğretmenim diz geçen dersinizde ders esnasında test çözmenin uygun olmadığını söylediniz. Ama etütteki öğretmenimiz dedi ki "Haftada 1200 soru çözeceksiniz. Yetiştirebilmek için okulda din kültürü, görsel sanatlar, teknoloji ve tasarım derslerinde de test çöz' dedi. Sizin ders esnasında test çözmeyin görüşünüz çelişiyor" dedi. "Kızım ben olsam ilk işim o etüt merkezini bırakırım, sana şu derslerde test çöz diyen hocadan da ders almam. Bir defa o öğretmenin size vereceği bilgiden ziyade önce etik değerlere ihtiyacı var. Bu yaptığı çok ayıp" dedim. Derse geçtim.

Durum aynen bu şekilde. İçinizden çocuk yalan söyleyebilir diyebilirsiniz. Öğrenciyi tanırım. Tertemiz ve saf bir çocuk. Oksnı aynen aktarır. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz bilmiyorum ama bu kişi eğitimci olmuş ama adam olamamış bir defa. Hangi derslerin gerekli olup olmadığı hükmünü de vermiş. Bu öğretmen allameyi  cihan olsa, ardından ders almam için milyonlar koşsa benim nazarımda sıfır kadar bile değeri yok. Devletin yasakladığı merdiven altı etüt merkezlerinde okul çıkışı  gizli-kaçak çalışarak istediği kadar ders versin, dünyanın parasını kazansın, kısa zamanda evini-barkını, atını-arabasını alsın, paraya para demesin. Nazarımda beş paralık değeri yoktur. Bu kişinin her şeyden önce edebe ihtiyacı var. Öğrenciye iki net daha fazla yaptırıp isim yapacağım, ardından ünümü duyuracağım, sonra gelsin paralar hesabı yapan bu menfeatperestin bu ülkeye, eğitim ve öğretimimize verebileceği bir şey yoktur. İyi ki ülke falan bunun elinde değil. İnanın üç kuruşa satar bu ülkeyi. Öyle zannediyorum kazandığı paranın vergisini de vermiyordur devlete.

Ne yazık ki böylesi tip benim meslektaşım. Mesleğin yüz karasıdır bu psikolojideki biri. 20.10.2017


19 Ekim 2017 Perşembe

Okullar Yeniden Dilenciliğin Merkezi Olmaya Doğru Gidiyor

Bir zaman okullar 'kömür parası, yakıt parası, yakacak parası' ile anılır olmuştu. Zira okul yöneticileri, öğrencileri üşütmemek için çözümü öğrenciden para istemekte bulmuştu. Çünkü devlet ya yakacak göndermiyor, ya da gönderilen yakıt yeterli değildi.

Son yıllarda devlet, okulların hemen hemen her türlü ihtiyacını karşılar oldu. Öğrencilerden pek para toplanmaz olmuştu. Çünkü MEB, ardı arkasına gönderdiği yazılarda her ne ad altında olursa olsun öğrenci ve velilerin para toplanmaması istedi.

Son bir iki yıldır ne olduysa okullar yine para toplamaya koyuldu. Üstelik okul yönetimi bir ayrı istiyor, öğretmen ise bir ayrı. İstenen para da yüklü bir para olsa bari. Okul yönetimi kırtasiye ve kazanım değerlendirme sınavı adı altında para isteme yoluna giderken öğretmenler de ders notları vereceğim diyerek öğrencilerden para isteme yoluna gidiyor. Sınavlar başladığında sınav kağıdı adı altında yine bir başka para isteme ortaya çıkacak. 

Toplanan paraya sözüm olmaz. İhtiyaç var ki toplanıyor. Demek ki devlet eskisi gibi ödenek gönderemiyor anlaşılan. eğer devlet yeterince okulların ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa o zaman ilköğretim ve ortaöğretimde eğitim parasızdır demeyecek. Devlet ihtiyaç duyarsa velilerden makul bir ücret alır diyecek.

Okullarda para toplarken Çin işkencesi gibi adamı bezdirircesine para toplamaktan ziyade sene başı toplantısında tüm giderler hesaplanır, öğrenci başına ne kadar toplanacaksa belirlenir. Veliden bir veya iki taksit halinde ücret talep edilir. Öğretmen de kendi başına haydi sınav kağıdı, haydi ders notu parası gibi isimlerle küçük paralar toplama yoluna gitmez. Bu durumdan ne veli şikayetçi olur, ne de öğretmen.

Okullarda bu şekilde parça parça toplanan para insanları bezdirdiği gibi bazılarının aklına, "Toplanan bu kadar para nereye gidiyor" şeklinde bir soru getirebilir. Bu durum camilerde sürekli toplanan yardım parasına benzer. Çoğu atmadan geçer, atanın çoğu da cebindeki bozuk parayı atar. yeri geldiği zaman da "Sürekli toplanıyor, bu paralar nereye gidiyor" demeye başlıyor.

İnsanların ağzını büzemeyeceğimize göre okullarda her ne ad adı altında toplanırsa toplansın toplanan paraların adının konmasında fayda vardır. 19/10/2017

18 Ekim 2017 Çarşamba

03.02'de Beni Uyandıran Densiz!

Salı akşamı gece 01.00 sularında uyumak için yatağa girdim. Ne zaman uykuya daldım bilmiyorum. Acı acı çalan telefon sesiyle uyandım. Ne zaman sabah oldu, daha uykumu da alamadım diye düşünürken eşimin, "Kim o arayan, telefonuna bakar mısın" demesiyle telefonu elime aldım. Baktım arayan 'özel numara' idi. Telefonu meşgule aldım. Tekrar yattım. Çünkü daha gecenin 03.02'i idi. Çalan alarm değil, kendini bilmez birinin yediği halttan ibaretti.

Uyku bölündükten sonra yat yatabilirsen, uyu, uyuyabilirsen. Sağa dön, sola dön derken canım geçmiş,  06.20'ye kurduğum alarm çalmaya başladı. Şimdi kalk kalkabilirsen. Ah şu 03.02'de beni arayan adını, sanını bilmediğim davetsiz misafirimi bir elime geçirsem! Neler yapmazdım ona. Alırdım elime sopayı, 'Neren ağrıyor, şurası mı, burası mı' der. Vücudunun her bir yerine vurdukça vururdum. Sopayı bırakır, boğazını sıkar, 'Öldüreyim mi seni' diyerek ellerimi boğazına doğru götürür, gecenin üçünde derdin neydi, yatamadın mı deyip ölümü gösterirdim ona. Ama öldürmezdim. Çünkü ölüm onun için kurtuluş olurdu. Akıl ve hayale gelmedik öyle şeyler yapardım ki en azından bundan sonra bir başkasını rahatsız etme yoluna gitmezdi.

Telefonunu 24 saat açık tutarım. Olur ya ölüm olur, kaza olur diye. Gecenin bir vaktinde arayıp rahatsız edeni görünce, 'Be Ramazan, keşke telefonu kapatıp uyusaydın' diyorum kendi kendime. Ama nereden bilecektim telefon sapığının bana bir otun oynayacağını. Neyse adam sapık olmaya sapık. Benim uykumu kaçırmaya kaçırdı. Uyumaya çalıştım tekrar. Zoraki de olsa uyudum. Sabahleyin uykuluca uyandım. Şimdi düşünüyorum da adı üzerinde sapık. Ne zaman, ne yapacağı belli olmaz. Madem uyandırıldıktan sonra bir müddet uyuyamadın. Bari kalkıp teheccüd kılsaydın ya! Bu uçkuru beynine bağlı adamın yaptığı kötülüğü böylece iyiliğe dönüştürmüş, gecenin karanlığını kâra dönüştürmüş olurdun. Hem de tertemiz bir ibadet olurdu. Sen zamanı değerlendirmediğine yan!

Sahi telefon aramalarında ismi gizlemek yasaklanmadı mıydı? Yasaklansa da devletin derdi kötülerle değil. Zira kimse kötülerle başa çıkamaz. Olan vatandaşa oluyor.18.10.2017


17 Ekim 2017 Salı

Vücudun Bağışıklık Sistemi ve Antibiyotik Kullanımımız *

Evren yasalarından biyolojik yasa gereğince Allah, vücudumuzda 'Bağışıklık sistemini de yaratmıştır. Bildiğiniz gibi "Bağışıklık sistemi, bir canlıdaki hastalıklara karşı savunma mekanizmasını oluşturan, patojenleri ve tümör hücrelerini tanıyıp onları yok eden, vücudu yabancı ve zararlı maddelerden koruyan karmaşık bir sistemdir." Gördüğünüz gibi bize mükemmel bir vücut veren Allah, vücudu kendi haline bırakmamış, aynı zamanda vücudumuzu hastalıklara karşı koruyacak bir mekanizmayı da var etmiştir.

Pekiyi bağışıklık sistemi olmasına rağmen bu kadar hastalık nedir diye bir soru aklımıza gelebilir. Vücut yapımız hastalıklara karşı dayanıklıdır, zayıf düşünceye kadar korumasını devam ettirir bağışıklık sistemimiz. Sağlıktan anlamam, zira hekim değilim. Bu konudaki görüşlerim tamamen kişisel görüşlerimdir.

Geçen hafta haberleri izlerken bir haber dikkatimi çekti. Türkiye antibiyotik kullanımında dünyada birinci sıradaymış. Şükürler olsun! Her alanda gerilerdeyiz ama habere göre ilk sıradayız. Her 10 reçetenin 3 tanesinde antibiyotik tipi ilaçlar yazılıyormuş. Antibiyotik ilaçlar niçin verilir? Bakterilerin neden olduğu hastalıkları iyileştirmek için. Olur-olmaz kullanılan antibiyotiklerin 2050 yılında küresel tehlike haline geleceği, kanserden ölenlerin sayısından fazla olacağı belirtiliyor. Yani kanserden ölenlerin sayısı 8 milyonda kalırken antibiyotik direncinden dolayı ölenler 10 milyonu bulacakmış. Çünkü gerekli-gereksiz kullanılan antibiyotikler, antibiyotik direnci meydana getiriyor. Vücut antibiyotiği ala ala ileride önemli hastalıklarda kullanılacak antibiyotiklerin fayda vermeyeceğini, vücudun kabul etmeyeceğini anlayabiliriz.

Bu ülkede bilinen çok basit hastalıklarda doktora gidildiği, reçetesiz dönülmediği herkesin malumudur. Eskilerin tabiriyle peynir-ekmek gibi hap kullanıyoruz. Çoğumuzun evinde ecza dolabı var. Başım ağrıyor hap, karnım ağrıyor, hap. Midem ekşime yapıyor, hap. Öksürüyorum, hap. Hapşırıyorum, hap. Neredeyse hap kolik olduk. Bilinçsiz bir şekilde hap tüketiyoruz. İşin garibi kullandığımız hapların  prospektüsünü üşenmeyip okuduğumuzda yazılan yan etkilerini görünce “Bu ilacı çıkaranın amacı beni tedavi etmekten ziyade öldürmek” aklımıza ne gelir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi bir şey bu. Ya da bir yerini iyileştirmeyi amaçlarken vücudun diğer taraflarında başka hastalıklara davetiye çıkarıyor. Öldürse daha iyi. Çünkü öldürse bir daha ilaç satamayacak bana. Amacı süründürmek ve ilaca bağlı kılmak. Böyle yazarken “hiç ilaç kullanılmasın, ilaçtan uzak durun, doktora gitmeyin, ilaçlar faydasız…” iddiasında bulunmuyorum. İdeali hiç hastalanmamak, hiç ilaç kullanmamaktır. Bu mümkün olmadığına göre yaratılışımızda vücudumuzu hastalıklara karşı koruma görevi olarak bahşedilen bağışıklık sistemini yok etmemek için hastalandığımızda bilinçli ilaç kullanmamızda fayda vardır. Zira başta antibiyotikler olmak üzere bilinçsiz bir şekilde kullanılan ilaçlar vücudun bağışıklık sistemini yok ediyor. Çünkü bugünkü ilaçların hemen hemen hepsi fabrikasyon ve kimyasal üründür. Çoğu ilaçların hastalığımıza deva olmasından ziyade sanki zehir görevi var gibi geliyor bana. Kemoterapi tedavisinde kullanılan ilaçları isterseniz gözünüzün önüne bir getirin, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Birilerinin bizi diri tutmaktan ziyade süründürme gibi bir görevi misyon edindikleri aklıma geliyor. Dünyada nasıl ki ileri ülkeler yaptıkları silahları satmak için dünyanın değişik ülkelerinde sürekli huzursuzluk çıkararak devletleri silah almaya sevk ediyorsa, ilaç sektörü de insanımızı sürekli ilaç kullanacak şekilde hasta ediyor diye düşünüyorum. Bazılarının anasını boyayıp babasına yeniden sattığını aklımıza getirirsek paraya doymak bilmeyen insanların bunu yapmamaları için hiçbir sebep yok. Çünkü bugünkü birçok insanın dini, imanı paradır. Kazanmak için her yolu dener. Hele ihtiyarlayınca rapora bağlı ilaçları torba torba ihtiyarların önünde görünce bu ilaçlar mı bunları ayakta tutuyor, yoksa bu ilaçlara rağmen bu ihtiyarlar hala ayakta mı kalıyor diye aklıma geliyor. Antibiyotikler ve ilaçlar hakkındaki görüşüme ister katılın, ister katılmayın. Bana kızmayan bir doktorlar, bir de eczacılar kalmıştı. Onlar da bana kızarak sayı tamamlanmış olur. Bu konudaki acizane görüşüm, mümkün olduğu kadar ilaçlardan uzak duralım, zorunlu olmadıkça ilaç kullanmayalım. Hele bilinçsiz ilacın yanına hiç uğramayalım. Hatta ilaca selam vermeyelim, o bize selam verse de selamını almayalım.

Sağlığımız açısından durum bu iken maddi boyutu itibariyle de aldığımız ilaçlar devletin bütçesinde kara delikler açmaya devam edecektir. Sağlık alanındaki harcamalar bu şekilde artarak devam ederse ileride devlet hasta katkı payını, ilaçlardan aldığı yüzdeyi daha da artırma yoluna gidebilir.

Allah hepimize sağlık versin, dermansız dert vermesin. Allah’ın verdiği bağışıklık sistemini bozmamayı ve bilinçsiz ilaç kullanımından uzak durmayı nasip etsin hepimize. 17/10/2017

* 23/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.