26 Nisan 2017 Çarşamba

Evet oyları niçin beklentilerin altında gerçekleşti?

Referandum öncesi kamuoyunda evet oylarının yüzde 60’lar civarında olacağı şeklinde bir beklenti vardı. Sonuç, halk sistem değişikliğine yüzde 51,40 ile onay verdi. Bunun sebepleri üzerine kamuoyunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Ben de acizane evet oylarının beklenildiği gibi olmadığının nedenleri üzerine kafa yormak istiyorum.

1.Kamuya eleman alımında, yönetici ve öğretmen atamasında sözlü mülakata yer verilmesi.
2.Halk arasında FETÖ soruşturması çerçevesinde kamuda açığa alınan ve ihraç edilenler arasında masumların olduğu kanaatinin olması, ihraç ve açığa almaların nerede duracağının kestirilememesi, kurulan komisyonlarda bazı komisyonların kraldan daha fazla kralcı kesilmesi,
3.FETÖ ile ilgili temizlik hareketinin aşağıyla sınırlı tutularak yukarıya özellikle üst bürokrasi ve siyasilere dokunulmaması.
4.Okullara görevlendirilen müdür ve yardımcılarının ağırlıklı olarak bir sendika üyeleri arasından seçilmesi,
5.Proje okul kapsamına alınan okullara öğretmen alımında objektif bir kriterin olmaması ve bu okullarda çalışan öğretmenlerin tedirgin olması,
6. Günümüz gençliğinin Türkiye’nin 2002 öncesi şartlarını bilmemesi,
7.Sistem değişikliğinin sırf Erdoğan için yapıldığı algısının oluşturulması, Erdoğan sonrasının muamma olduğunun pompalanması,
8.Ekonomik verilerin iyiye gitmemesi, piyasada bir durgunluğun olması, enflasyonun çift hanelere çıkması, gıda vb ürünlerdeki fiyat artışları,
9.Taşeron işçilere kadro sözünün yeterince yerine getirilmemesi,
10.Referandumun sistem değişikliğinden ziyade Erdoğan severler ve nefret edenler şekline dönüştürülmesi, tek adamlığa gidiliyor propagandası, bir kişiye verilen yetkilerin fazla olduğu fikrinin empoze edilmesi,
11.Yargının daha da bağımlı hale geleceği korkusu,
12.Evet kampanyasında teşkilatların yeterince ağırlığını koymaması, teşkilatlarda ve vekillerde nasılsa bizim adımıza meydanlarda Erdoğan var rehavetine kapılması,
13.Mahalli idarelerde birçok belediye başkanının yeni bir icraat ortaya koymayıp kendini tekrarlar duruma gelmesi, halkın içerisine girmemesi, kalıcı hizmetlere yönelmemesi,
14.Bazı danışmanların eyalet sistemini dillendirdiğinin iddia edilmesi,
15.Anayasa değişikliğinin referanduma götürülmesinde aktif rol alan partinin kendi teşkilatına yeterince hakim olamaması,
16.Propagandanın başlarında hayır oyu vereceklerin bölücü terör örgütlerinin ekmeğine yağ süreceği şeklindeki açıklamalar,
17.Referandum atmosferinde yapılan mitinglerde getirilen yeni sistem anlatılacağı yerde sürekli ana muhalefet liderinin eleştiri konusu yapılması,
18.Referanduma az bir zaman kala evet oylarının yüzde 60’lar civarında olacağı şeklinde açıklanan anketlerin evet oyu vereceklerde bir rehavete dönüşerek sandığa gidilmemesi,
19.Referandumda hayır oyu vereceğini açıklayan bazı kişilerin işlerini kaybettiğinin kamuoyunda dillendirilmesi,
20.Geçmişte birlikte çalışılmış yol arkadaşlarının basındaki bazı kalemşörler tarafından ciddi bir eleştiri bombardımanına tabi tutulması, yukarının bunlara sessiz kalması, 26/04/2017

Dört doğruya bir doğru da bizden

Türkiye sınav ülkesi dense yeridir. Ortaokulu bitirince başlayan merkezi sınav maratonu üniversiteye girme, sonrasında da devlette bir işe girmek için KPSS ile devam eder. Sınavların genelinde dört yanlışın bir doğruyu götürmesi şeklinde bir sistem uygulanır. Bildiğim kadarıyla bunun tek istisnası TEOG sınavıdır. Bu sınavda yanlışlara verilen cevaplar doğruyu götürmüyor.

Bugün milyonlarca ortaokul öğrencisinin ter döktüğü TEOG sınavları yapılıyor. Bir gün öncesinde televizyonlarda ne var ne yok diye kanalları gezinirken sahasında uzman biri sınavla ilgili öğrenci ve anne-babalara tavsiyelerde bulunuyordu. Biraz dinleme imkanım oldu. Konuşmasının sonlarına doğru “Bu sınavda dünyada bir ilk olarak yanlışlar doğruyu götürmüyor. Yani yanlış yapmanın öğrenciye bir zararı yok. Öğrencinin boş bırakmamasını öneririm. Yapamadıklarını rastgele atmaktan ziyade doğru yaptıkları seçeneklere bir göz atmasında fayda var. Diyelim ki öğrenci en fazla işaretlediği doğru seçenekler  A ve C seçeneklerinde yoğunlaşmış ise boş bıraktığı seçenekleri B ve D seçeneklerine paylaştırması yerinde olur. Çünkü üç aşağı beş yukarı doğru seçeneklerin dağılımında bir oran vardır. Doğru olarak tutturma ihtimali daha yüksek…” şeklinde tüyolar veriyordu. Bu şekil kopyayı vermek için işin uzmanı olmak gerekmiyor. Bizde zaman zaman öğrencilere bu şekilde yol gösteriyoruz. İşin garibi buna yol gösterme diyoruz. Atmanın ve sallamanın mantıklıcası da denebilir buna.

İşin uzmanı olanların veya uzmanı geçinenlerin gösterdiği bu yöntemi görünce doğruyu bulma yöntemlerimize şaşırmadım değil. Maalesef eğitimde geldiğimiz nokta bu. Doğruyu bul da nasıl bulursan bul. Atmanın acaba başka yöntemi olamaz mı? Aşağıda sanal alemden alıntıladığım fikir babasının kim olduğunu tespit edemediğim bir öneri var. Üzerinde düşünmeye değer. “Neden sınavlarda ‘4 yanlış bir doğruyu götürür’ şeklinde bir uygulama ile
öğrenciler cezalandırılırlar da; ‘4 doğru bil, bir doğru da bizden’ şeklinde bir kampanya başlatılıp zekaya ve riske girme cesaretine ödül verilmez?” Öneriyi nasıl buldunuz bilmiyorum ama kanaatimce uygulanmaya değer. Çünkü bilinçli yapan, doğru yapacağım diye kendini riske atan öğrenciye bir ödül söz konusu burada. Öğrenci boş bıraktıklarını rastgele işaretlemektense bilerek işaretlemesine bir katkı var. Tamam, yanlış yapan öğrenci yaptığı yanlıştan dolayı cezalandırılmasın. Ama atmaktan ziyade “Ben bu soruyu bilmiyorum” diye boş bırakmasında fayda var. Çünkü bilmiyorum demek ilmin yarısı denir bizde. Kişinin kendisini bilmesidir bu. Hatta “Lâ edri” diye ifade edilir çoğu kimse tarafından.

“Dört doğruyu bil, bir doğru da bizden” uygulaması puan eşitliğinin de önüne geçebilir. Öğrenci merkezi sınavlarda 100 tam puan alacaksa bu şekilde 125 tam puan almış olur. Eğitim sistemimizde uygulamadığımız sistem kalmadı. Bir de bunu uygulasak sanırım kıyamet kopmaz. Eksileri çıkarsa atarız çöpe. Yerine yeni bir sistem buluruz. Bu konuda çok tecrübeliyiz değil mi? 26/04/2017


Endişenizde haklısınız bayım! *

Hepimiz biliriz ki Kandil PKK'nın yuvalandığı yer. PKK şimdi ikinci bir karargah için Sincar'ı üst seçmiş durumda. Türkiye, PKK'nın ikinci bir yerde yuvalanmasının önüne geçmek için hava harekatı düzenledi. ABD Dışişleri Bakanlığı, “TSK'nın Sincar'a yaptığı operasyon sonrası endişeli olduğunu” belirten bir açıklamaya yer verdi.

Türkiye'nin stratejik ortağını endişelendirmeye hakkı yok diye düşünüyorum. Sonra biz kimiz ki operasyonumuzla dünyaya dizayn veren büyük bir ülkeyi endişelendirmek. Ne haddimize. Derhal Türkiye hava harekatını durdurmalı. Türkiye'nin dostlarımızın midesini bulandırmaya hakkı yok. Yerini ve haddini bilmeli. Stratejik ortağımız az mı çaba sarf etti, az mı masraf etti PKK'yı kurmak, beslemek ve büyütmek için. Sonra insafa sığar mı daha yeni yerleşen örgütü daha tam yerleşmeden bombalamak. Bizde su içerken  bile yılana dokunulmaz.  Ayrıca dostumuza lazım bu örgüt. Onlar oraya iyice yerleşecekler ki efendilerinin hizmetine koşacaklar. Yerine iyice yerleşemeyen amirinden aldığı emirleri nasıl yerine getirecek? Türkiye sınırlarını aştı iyice. Bir defa sınırları dışında bir yere Türkiye’nin operasyon düzenlemesi hoş değil. Bu, Türkiye’nin işi değil. Türkiye’nin işi ülke sınırları içerisine bir terörist girerse ya o teröristi görmezden gelecek, ya “Beyefendi! Lütfen silahını indirir misin,” diyecek. Teröristle asker veya polis arasında çatışma çıkacak. Terörist elindeki silahla karşısındakileri tarayacak. Yeterince güvenlik kuvvetlerimizi öldürdükten sonra canı alınacak. Çatışma sonucunda şehit olan güvenlik güçlerimiz için siyasiler: “Bunun kanı yerde kalmayacak” şeklinde açıklama yapacak. Ardından şehitlerin cenaze törenine katılacak. Yaralı ailesine baş sağlığı dileyecek. Şehit ve gazi ailelerinin özlük haklarını iyileştirecek…Bu, yıllardır böyle idi. Şimdi ne oldu da Türkiye değişti. Hem içerideki teröristlere göz açtırmıyor, hem de ülke sınırları dışarısında operasyona imza atıyor. Bir defa Türkiye çizmeyi aştı. Türkiye’nin görevi pansuman tedbirlerle uğraşmak. Terörü kesin yok etme gibi bir görevi yok. Sonra bir örgüt kolay mı kuruluyor? Maliyetini hiç düşünüyor mu Türkiye. Bu böyle gidemez.

Türkiye kabuğuna çekilmeli, kendi başına ülkesini korumak için inisiyatif almamalı. Başta stratejik ortağımız olmak üzere 1963 yılından beri kapısında beklediğimiz AB ülkelerini endişelendirmeye mahal vermemeli. Hatta gidip Sincar’ın alt yapı vb hizmetlerini kendi elleriyle yapmalı. Attığı her bir bomba, öldürdüğü her bir terörist için binlerce kez özür dilemeli; verdiği zarardan dolayı örgüte, öldürdüğü her bir can için ailelerine yüklü maddi tazminat ödemeli. Bir terörist kolay mı yetişir sanıyor Türkiye. Bundan sonra da bir harekata kalkışmamalı. Eğer iç siyaset için bir operasyon yapacaksa önce stratejik ortağımıza günler öncesinden haber vermeli. Ortağımız da örgütün ileri gelenlerine haber uçurmalı. Örgüt de geçici bir süreliğine Sincar’ı boşaltmalı. Türkiye uçakları da boşaltılmış karargahın taşını toprağını bombalayarak zayiat vermeden geri gelmeli.

Ben bugüne kadar ülkemin başka ülkeden hiç özür dilemesini istemedim. Ama bu defa durum farklı. Türkiye dostlarımıza endişe veren bu haddini bilmez operasyonundan dolayı mutlaka birinci elden özür dilemelidir. Bir defa Türkiye’nin sonuç alma gibi bir görevi yoktur. Önemli olan dostlarımızı memnun etmektir. Hasılı yıllardır peşinden koştuğumuz, bir dediklerini iki etmediğimiz ağabeylerimize karşı çok ayıp etmiş oluyoruz. 26/04/2017



* 29/04/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bizde seçim kaybetme gerekçeleri

Ülkemizde yapılan seçim veya referandumlarda kazanan ve kaybeden partiler, seçim sonrası seçim analizlerine yer verir. Analizlerin bir kısmı makul olmakla beraber özellikle seçimi kaybedenlerin analizleri iyi bir öz eleştiri yapmaktan ziyade nesnellikten uzak, kazananı ve seçmeni suçlar nitelikte olur hep.

Kaybedenlerin veya kaybedenleri destekleyenlerin seçim değerlendirmesi diye ortaya koydukları kendilerini ve seçmenini tatmin etmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü yaptıkları, değerlendirmeden ziyade mağlubiyete gerekçe bulmak, bahane üretmek ve mağlubiyete kılıf bulma amacı taşır. Her mağlubiyetten sonra her türlü alternatif düşünülür, sonuçlar enine boyuna tartışılır. Burada mindere çıkıp kaybeden asla kendisinde bir hata bulmaz. Her bahane ile koltuğunu garanti altına alır ve partisinde tartışılmaz tek adam olmaya devam eder. Akıllarına gelmeyen tek şey partide bayrağı bir başkasına vermedir.

Mağlubiyet gerekçelerinin bir kısmına göz atalım. “Efendim, seçim eşit şartlarda yapılmadı. İktidar orantısız bir güç kullandı, devletin tüm imkanlarını seferber etti. TV kanalları bizi yeterince göstermedi, propaganda yapmamıza izin verilmedi…vs.” Bizde yapılan her seçimde ben hiç seçim ekonomisi uygulamıyorum diyen iktidar mutlaka devletin imkanlarını seçimlerde kullanır. Muhalefetin söylediği bu gerekçe makul ve mantıklı görünmekle beraber iktidarın bu yaptığı seçim sonuçlarını etkilemez. Eğer öyle olsaydı hiçbir iktidar muhalefete düşmezdi. Geriye dönük Türkiye seçimlerini incelersek arka arkaya seçim kazanan iktidarın sayısı fazla değildir. Gerekçe bulanların gözden kaçırdığı bir şey var. Bu millet sağduyu sahibidir. Feraset ve basirete göre oy verir. Oy verirken de iktidar olanaklarını fazla kullanana, her ilde miting yapana göre vermez. Vatandaşın oy vermede genelde tercih ettiği mağdur olan veya mağdur olduğuna inandığı bir parti varsa oyu o tarafa doğru kayar. Bu millet hapiste yattığı halde bazı kişileri vekil seçmiştir. Televizyonların bir iki cümleyle geçiştirdiği partileri iktidara taşımıştır. Türkiye siyaset tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bu yüzden bu bahane seçmen nezdinde genel geçer bir mazeret değildir. Seçimde hile var, oylar değiştirildi…vb gerekçeler ise mazerete kılıftan başka bir şey değildir. Şunu herkes bilir ki sandık kurullarında her partinin temsilcileri olur. Birlikte tutulan tutanak sandık başkanı tarafından ilçe seçim kuruluna teslim edilmeden sandık üyeleri veya parti müşahitleri tarafından partilere ulaşıyor. Bence seçim kazanamayan siyasi partiler mazerete kılıf bulacağım diye halkın gözünde gülünç duruma düşüyorlar.

Muhalefetin niyeti gerçekten seçim sonuçlarını enine boyuna nesnel bir şekilde değerlendirmek ise bunun için Amerika’yı yeniden keşfe, öyle uzun uzadıya toplantı yapmalarına gerek yok. Oturup adamakıllı, “Seçmene kendimizi yeterince anlatamadık, anlattıklarımızda seçmen bizi ikna edici bulmadı, biz bu seçim atmosferinde şu şu hataları yaptık, aday tercihinde isabet ettiremedik, seçmenin dilini anlayamadık, vatandaş bizi değil, x partisini seçti. Seçim sonuçlarına saygı duyuyoruz…” deseler inanın vatandaş onları takdir eder. Seçmenin istediği siyasi partinin,  kendi öz eleştirisini yapmasıdır. Her seçimden sonra yenilgiye gerekçe üretmek bir sonraki seçimi de kaybetmektir. Çünkü kendini görmüyor demektir. Kafasını kuma gömen deve kuşu misalidir bu. İyi bir öz eleştiri bir sonraki seçimin ucundan tutmak demektir. Kazanmaya odaklanma demektir.
İktidara gelen parti de kendisini yenilemez ve zafer sarhoşluğuna devam ederse vatandaş onu da sandığa gömer. Vatandaşın önünden giden partiler hep el üstünde tutulur. Kendini seçmenini anlamaya adayan partiler sürekli çıtasını yükseltir. Hep aynı yerinde duran, seçmenin gidişatını okuyamayan siyasi partiler ise her seçimde bildik oylarını almaya devam ederler. 26/04/2017


AB maceramız sona ermeli *

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Türkiye’yi siyasi denetime alma kararı verdi. AKPM Türkiye’yi 1996-2004 arası denetime geri döndürdü. Alınan kararda Türkiye’ye epey bir ödev yüklenmiş görünüyor. Gerekçelerinde ise Türkiye’de OHAL’in devam etmesi, KHK ile kararlar verilmesi ve demokratik kurumların işleyişinin bozulduğu sayılıyor.

1839 Tanzimat Fermanı ile Avrupa hayranlığımıza adım atmışız. 1856 Islahat Fermanı ile devam ettirmişiz. Ardından I. Ve II. Meşrutiyetler ile kendimizi iyice Avrupa’nın kucağına atmışız. 1949 yılında Avrupa Konseyine üye olmuşuz. 1959 yılında ortaklık başvurusunda bulunmuşuz. 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile ortaklık sürecimiz  başlamış oldu. Önceleri hayranlıkla başlayan Avrupa maceramız 1960’lardan itibaren Birliğe girme şekline dönüşmüş.  Gördüğümüz gibi Tanzimat’tan bu yana 178 yıllık bir Avrupa maceramız var. Bizim AB üyesi olma müracaatımızdan sonra onlarca devlet Birliğe dahil edildi. Biz hala kapılarında Birliğe girmek için bekliyoruz. AKPM’ye en fazla destek veren altı ülkeden biri olan Türkiye Kopenhag kriterlerini yerine getirmediği gerekçesiyle işe sil baştan başlatılmak isteniyor. İçimizde beslediğimiz bir kısım sözüm ona vekil de oylamada Türkiye’nin aleyhine oy kullanmış. Eksik olmasınlar. Bizim beslemelerimiz daha ağır yaptırım gelsin diye önerge de vermişler ama sağ olsun Avrupalı dostlarımız -lütuf edip- reddetmiş. Yine Konsey, Türk vekillerinin verdiği FETÖ’nün terör örgütü ilan edilmesi önergesini de reddetmiş. Darbenin arkasında FETÖ’nün olduklarına da inanmıyorlarmış. Bizim vekillerimiz ödevlerine iyi hazırlanmamışa benziyor. Darbenin arkasında Avrupa var, bunu oylayalım deselerdi, daha inandırıcı olurlardı. Öyle zannediyorum Konsey bunu kabul ederdi. Yine onlara göre 15 Temmuz kurgulanmış ‘Kontrollü bir darbe’ idi ne de olsa. Bizim parlamenterlerin bizdeki terörün milyonda biri olan Fransa’da OHAL ne zaman kalkacak diye bir soru da sormalarını beklerdim.

Türkiye Devleti’nin yaşından daha fazla olan Avrupa hayalimize artık bir nokta koymanın zamanı geldi. Kendi içinde dağılma sürecine giren Avrupa’yla ortaklık komedisine, Batı aşıklığına son denmeli artık. Bu milletin onuruyla kimsenin oynamaya hakkı yoktur. Birilerinin bize sormadan Avrupalı olma hayallerini kursaklarında bırakmanın tam sırası şimdi. Bu konu referandum olarak halkın önüne gelmeli ve halka sorulmalı. Birliğin üyesi olan İngiltere bile AB’den ayrılmışsa bizim hayli hayli çıkmamız gerekir. Hatta durduğumuz hata. AB’nin kapısında beklemek bıyık ise oraya girmek sakaldır bizim için. Avrupa'yı bizim darbe artıkları ile baş başa bırakmalı.

Türkiye, AB sürecinde adına Kopenhag Kriterleri denilen mevzuatın başlığını Ankara Kriterleri şeklinde değiştirerek yoluna devam etmelidir.  Konsey’in -yapmamız için- verdiği ödevleri gözden geçirerek -AB istediği için değil- ülke ve ülke insanının faydasına olanları uygulamak için harekete geçmeli. Ülke içinde sosyal barışın sağlanması için elinden gelen çabayı ivedilikle sağlamalıdır. OHAL dolayısıyla insan hakları ihlalleri varsa, -ki var görünüyor- hiç zaman kaybetmeden bu mağduriyetler giderilmelidir.

 Türkiye hem içeriden hem de dışarıdan bir kıskacın içerisine çekilmek üzeredir. Yapılanlarla Türkiye’nin burnu sürtülmek istenmektedir. Zaman kenetlenme zamanı. Dışarı ile özellikle AB ile ilişkileri kesmeden, kapıları kapatmadan, sonuç alıcı bir diplomatik yol izlenmelidir. İçeride sosyal barışın sağlanması için hızlı adımlar atılmalıdır. Unutmayalım ki, içte bütünleşme sağlanmadan dışarıda başarı elde edilemez. Bunun için kutuplaşma ve gerilim siyasetinin yerine kimseyi dışlamadan herkesi kucaklayıcı bir yol/yöntem izlenmelidir. 25/04/2017


* 01/05/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

25 Nisan 2017 Salı

İkinci Lale Devri

yenihaberden.com
Osmanlı Devletinin 1718-1730 yılları zevk ve sefa devri olarak bilinir. Daha sonraları bu döneme Lale Devri ismi verilmiştir. Adını da o dönemde İstanbul'da yetiştirilen ve ünü tüm dünyaya yayılmış lale çiçeklerinden almıştır. 

Son yıllarda Konya lalenin merkezi oldu. Türkiye'nin lale ihtiyacının yüzde 97'sinin bu şehirden karşılandığını geçti bugün ajanslar. Yan taraftaki resim Alaaddin Tepesinden bir görüntü. Bu görüntülerin benzerini İstanbul ve Ankara yollarında, ana arterlerde, Mevlana Müzesinin önünde milyonlarcasını görebilirsiniz. Gördüğünüz gibi rengarenk. Görülmeye değer. 

Konya'da 80 çeşit lalenin olduğu belirtilmektedir.
lale ve konya ile ilgili görsel sonucuÖzel bir firmaya ait 300 dekarlık alanda lalenin her türlüsünü bulmak mümkün. Göze ve gönle hitap eden bu laleleri görünce nedense aklıma Osmanlı Devletindeki Lale Devri geldi. Bu dönem yukarıda da belirttiğim gibi zevk ve sefa dönemi olarak anlatılır. Zaten bir isyanla da son bulmuştur. Günümüzde o zamanki gibi zevk ve sefa var mı bilmiyorum ama asli ihtiyaçlarımız varken -güzel görünse de- milyonlarca laleyi şehrin değişik yerlerine ekmeyi çok doğru bulmadığımı ifade etmek isterim.

Ne zararı var? Olsun diyebilirsiniz. Olsun olmaya. Ama önceliklerimiz içerisinde olmamalı diye düşünüyorum. Bu şehrin laleden önce yeni cadde ve yollara ihtiyacı var. Bazı caddeler araç trafiğine kapatılarak yayalara açıldı. Mevcut caddeler trafiği çekmiyor. Çoğu zaman kilitleniyor. Yetkililerin şehri yeşillendirmesinden önce trafiği rahatlatacak alternatif yollar açması lazım. Bizde bir söz var: Camiye lazım olan mescide haram" diye. Kanaatimce önceliğimiz alt yapı ve trafik sorununu tam halletmek olmalıydı. Eğer yetkililerin amacı, trafik tıkandığı zaman trafikte beklerken insanımız lalelere bakarak vakit geçirsin, sıkılmasın, moralleri bozulmasın, içleri açılsın, göz ve gönüllerine hitap etsin diye düşünüyorlarsa bilmem. Ama gördüğüm kadarıyla her gün yeni aracın trafiğe çıktığı günümüzde mevcut yollar daha fazla bu sıkleti çekmez.

Osmanlı Devletinde  bir döneme adını veren Lale Devri tamı tamına 12 yıl sürmüş. Bizdeki bu ikinci Lale Devri ne kadar sürer bilmem. Bir taraftan seyir zevkimize hitap eden lalelerimiz Türkiye'nin lale ihtiyacının yüzde 97'sini karşılaya dursun.  Yetkililerin gönlümüze girecek şekilde kalıcı eserlere imza atmasını bekliyoruz. Bu, yeni yol ve caddeler mi olur, ucu bir görünüp arkası gelmeyen metro mu olur? Artık onu yetkililerimiz bilir. Çünkü bizde ağanın eli tutulmaz. 24/04/2017





24 Nisan 2017 Pazartesi

Mızıkçılık bazılarının genlerinde var **

Referandum bitti. Vatandaş kararını verdi. Sonuçlar açıklandı. Kıl payı da olsa evet kazandı. Çoğunluk sonucu kabullendi. Vatandaş işine gücüne döndü. Hala referandumda kalan bir kesim var. Oylama sonucuna itiraz ediyor. Önce YSK'ya başvurdu, ardından Danıştay'a. Buradan da sonuç alamadı, yönünü Anayasa Mahkemesine döndürdü. Orası da bize getirmeyin dedi. Böylece iç hukuku bitirmiş oldu. Şimdi sırada AHİM var. Burası zaten onları hazır bekliyor. Netice ne olur, zamanla göreceğiz.

Bu kesim hak arama yeri olan mahkemelerin yanında siyaseten de mücadele ediyor. Toplantı üzerine toplantı yapıyor. Kah referandum sonuçlarını yok kabul ediyor,  kah adil olmadı, kah yeniden sayılsın diyor. Kah sert muhalefet yapmaya hazırlanıyor, kah sineyi millete dönelim diyor. Kah halkı meydanlara çağırıyor. Hangisini yapacaklar, anlayan varsa beri gelsin?

Bir sonuca itiraz olmalı, hak aranmalı. Ama işi tadında ve dozajında bırakmak gerekiyor. Fazla mızıkçılık, arabozanlık, naz insanı bezdirir. Sonra sert muhalefet yapacağız sözü bana 1950'li yıllarda muhalefete düşen partinin bir vekilinin Meclis kürsüsünden iktidar sıralarına dönerek: “Vatandaş bize muhalefet görevi verdi, biz sizin iyi yaptıklarınızı tasvip edeceğiz, yanlış yaptıklarınıza ise muhalefet edeceğiz” şeklinde bir konuşma yapınca ana muhalefetin lideri: “Olur mu öyle şey, biz muhalefetiz, onların yaptığı her şeye karşı çıkacağız” şeklinde söylediği bir sözü hatırlattı. Böyle bir konuşma oldu mu, olmadı mı bilmiyorum. Ama halk arasında bu şekil bilinir.

1950’den beri doğru dürüst iktidar olmadığı halde devlette, devletin kurumlarında ve bürokraside hep iktidar olan bu müzmin muhalefet partisinin sanırım genlerinde var itiraz, mızıkçılık, oyunbozanlık. Nedense bir türlü gerçekleri kabullenmek istemezler. Ortamı germeyi, puslu hava oluşturmayı iyi beceriyorlar. Kendilerini kurucu irade olarak gören bu zihniyet bir türlü muhalefette olmayı içine sindiremiyor. İşin garibi iktidar olma gibi bir niyetleri de yok. Kendilerini değiştirmeden, vatandaşın ayağına, huyuna, suyuna gitmeden iktidarın  altın tepsi içerisinde kendilerine sunulmasını bekliyorlar. Kendilerini hep dev aynasında görüyorlar, insanımıza ve onun değerlerine hep tepeden bakarak oyun gelmesini ümit ediyorlar. Ülkeyi kendilerinden başkasının yönetmesine bir türlü tahammül edemiyorlar. Hazımsızlıkları da bundan olsa gerek.

Seçmenden yeterince  yüz bulamayan bu zihniyet son umutlarını mahkemelere bağlıyor. YSK son karar mercii olmasına rağmen bu referandumda Danıştay’ın yolunu tuttu. Eskiden iktidar olamasalar da mahkemeler yoluyla işlerini halledebiliyorlardı. Şimdi bir şaşkınlık içerisindeler. Sanıyorlar ki 367 garabetine imza atacak mahkeme kaldı. Oldu olacak Sulh Ceza Mahkemesini de deneseler bari. Hele bu referandumda hayatları boyunca göremeyecekleri bir yüzdeye ulaşınca nereye bastıklarını da bilmiyorlar. Yine bu cephenin oylarının hepsinin kendilerine ait olduğunu sanıyorlar. Ayrıca bu referandumu yok kabul ettiklerine göre olmayan bir şeyin neyini iptal ettirmeye çalışıyorlar? Bu da manidar bir durum. Sonra sert muhalefet ne demek? Gerginliğin kime ne faydası var. Yapacaklarsa yapıcı muhalefet yapsalar bari.

Türkiye’nin yıllardır iktidar yüzü görmeyen bu zihniyeti iktidar olmak istiyorsa ilk önce vatandaş ne istiyor. Bunun analizini yapıp ona göre politika geliştirseler daha mantıklı iş yapmış olurlar. Yeter ki halk onlara inansın, kendilerini samimi bulsun. Muhalefet olmak sorumluluk gerektirmiyor, biz bu durumdan memnunuz diyorlarsa onların memnuniyeti bizim de memnuniyetimizdir. Ama yapılan bir referandumu "şayia var, hile var" diyerek ortalığı velveleye vermesinler. Her şeyden önce vatandaşın verdiği oya ve tercihe saygı göstermeyi öğrensinler. 24/04/2017

** 27/04/2017 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.