8 Nisan 2017 Cumartesi

Mevzuata uygun ölmek ister misin?

“Belli bir konuda yürürlükte bulunan yasal düzenlemeler…bir ülkede yürürlükte bulunan yasa, tüzük, yönetmelik, kararname vb.nin tümü” demektir mevzuat. Bir ülke yönetiminin olmazsa olmazıdır. Bu yüzden mevzuat olmalıdır. Yoksa kaos ve kargaşa eksik olmaz yönetimlerde. Fakat mevzuat hep halkın ve olayların önünden giden olmalıdır. Arkada kalırsa çözüm yerine ayak bağı olur. Hiçbir anlamı kalmaz. Hatta sıkıntı verir. Hele bir de hiç inisiyatif alamayan gölgesinden korkan bir bürokratın elinde olursa böyle bir mevzuat. Ölürsün de ağlayanın olmaz. Çünkü hiçbir yarana merhem olmaz.

Mevzuatın ne olduğunu anlatmaya çalışacağım ama ne kadar da anlatsam aşağıdaki fıkra gibi anlatamam. Birlikte okuyalım. (Fıkrayı sanal alemde paylaşan Mehmet CÖMERT’e teşekkür ederim.)

“Bir bürokrat görevi gereği, emrinde çalışanları yerinde görmek, denetlemek için Şehir'den Kasaba'ya doğru gidiyormuş. Yolda bir köyde, sulak ama bataklık bir yerde mola vermiş, nasıl olmuşsa ayağı kayıp bataklığa düşmüş.
"İmdat" diye bağırmış.
"Boğuluyorum. Kurtarın beni!"
O civardan geçen bir köylü, sesini duyup yaklaşmış.
Bürokrat, "Bataklığa düştüm. Kurtar beni!"
Köylü, "Geçmiş olsun" demiş
Ama kurtarmak için hiç gayret göstermiyor.
Hani neredeyse dönüp gidecek.
Bürokrat paniklemiş ister istemez,
"Lütfen" diye yalvarmış.
"Bir dal uzat. Kurtar beni!"
Köylü, "Olmaz" demiş.
"Sen şu anda Hazine toprakları üzerindesin.
Hazine malından bir şey almak suçtur!"
"Sen, dalga mı geçiyorsun" diye bağırmış
Ağzına dolan çamurlarla bürokrat
"Ölüyorum. Kurtar beni!"
Köylü hiç istifini bozmadan cevap vermiş.
"Ben Hazine'den mal alıp suçlu duruma düşemem.
Fakat, seni böyle bırakacak değilim.
Gidip muhtara haber vereceğim.
O kaymakama, kaymakam da valiyi arar mutlaka.
Malmüdürüne talimat verilir.
Şayet, Hazine arazisi değilse,
İtfaiyeye talimat verir ve seni kurtarırlar..."
"Yahu" demiş bürokrat,
"Bunlar oluncaya kadar ben ölürüm."
Köylü gülmüş.
"Ben ölmezsin demiyorum ki" demiş.
"Ölsen de, mevzuata uygun ölürsün!"...”


Allah kimseyi bu fıkrada olduğu gibi mevzuata uygun ölmeyi nasip etmesin, herkese hayırlı ömürler versin. 08/04/2017

Cuma mesajları

Haftada bir telefonumdan uyarı gelir: Telefonunuzda güncellenmeyi bekleyen programlar var. Hafızanız dolu olduğu için güncelleme yapılamıyor diye. Kullandığım ve işimi gören programların nesini güncelliyorlar. Bunu da anlamış değilim ama neyse. Derdim şimdi bu değil.

Derdim telefonumun hafızasının dolması. İçinizden bu da sorun mu? Alırsın bir hafıza-bellek, olur biter diyebilirsiniz. Onu da alıp taktım. Üstelik 32 gb. Fakat telefonun özelliğinden midir bilmem. Telefonuma gelen her türlü bilgi, doküman ve belge dahili bellekte depolanıyor. Bilgisayar mı bu, bu kadar belge ile işin ne diyebilirsiniz? Belge dediysem fotoğraf. Yani belirli günler için özellikle cuma günler adına gönderilen, "hayırlı cumalar" mesajları.

Bir hafta on gün geçti mi, gelen fotoğraf görünümlü mesajlar telefonun belleğini dolduruyor. Sık sık gelen hafızanız dolu uyarısından sonra işi-gücü bırakıp gelen cuma mesajlarını silmeye oturuyorum. Üstelik bu defa telefonumdaki tüm fotoğrafları da silerek hafızayı sıfırladım. Artık bundan sonra dostlar rahat bir şekilde cuma mesajları gönderebilirler.

Sağ olsun, eş-dost bıkıp usanmadan haftada bir cuma ile ilgili hayır dileklerini gönderirler bana. Dertleri benim cumamı mı kutlamak, yoksa belleğimi mi doldurmak...bunu da anlamış değilim. Tek mesaj gönderse yine gam yemeyeceğim. İyi dilek ve temennileri hem whatsapp, hem mesaj yoluyla geliyor. Anladığım kadarıyla kime ne gönderdiğini bilmiyor. Telefonundaki kayıtlı herkese aynı anda gönderiyor. Bazıları ile aynı zamanda whatsapp grubumuz var. Aynı mesajı hem whatsapp grubundan hem de özelden gönderiyor. Telefonun aynı anda iki defa gönderme özelliği yoksa öyle zannediyorum, filtrelemeden, kime gönderdiğine bakmadan bulduğu hayırlı cumalar şablonunu gönderiyor. Üstelik perşembe akşamından başlıyor bu tip mesajlar gelmeye. Bu adam gece yatacak mı falan demeden gece boyunca gelmeye devam ediyor. Telefonu kapatamıyorum da…olur ya ölüm-kalım, önemli bir durum olur, eş-dost ulaşabilsin diye. Tam yatıyorsun hemen bir mesaj. Hayırlar getire! İnşallah ölüm-kalım olmaz deyip kalkıyorsun: Gelen cuma mesajı. Beni hiç yanıltmadı bu zamana kadar. Bir gün gelen cuma mesajıdır diye kalkıp bakmayacağım. O zaman da önemli bir haberleşmeyi atlamış olacağım.

Dert edindiğine bak. Adam senin iyiliğini istiyor. Ha gelsin diyebilirsiniz. Haberleşmeyi, hayırlaşmayı, hal-hatır sormayı, anmayı ve anılmayı severim. Ama gelen mesajların çoğu sanal alemden kes-kopyala-yapıştır marifetiyle elde edilenler. Kişilerin doğru-yanlış kendi ürettikleri bir şey olsa, onu gönderse inanın daha çok sevineceğim. İnternete bakınca güzel cuma mesajları diye sayfalar bile var. Yani bana gelen mesajların ekseriyetini sanal alemden kendim bulabiliyorum. Üstelik bu tür mesajlar telefonumun hafızasını da doldurmuyor. Yine bu konuda da hazırcıyız. Kendimiz bir şey üretmiyoruz. Başkasının hazırladığını gönderiyoruz… bunu da anlamadım gitti. Kimse kusura bakmasın, bana bu şekil gelen mesajlar kuru ve bayat geliyor. Eskiden eşe-dosta mektup göndermek için çizgisiz kağıt ve zarf alır, içini içimizden geldiği gibi tükenmez veya dolma kalemle doldurur, göndermek için postaneye götürürdük. Bayramlar geldi mi postanenin önünde satışa sunulan kartpostal veya bayram tebriklerinden göndereceğimiz kişi sayısınca alıp arkasını el emeği göz nuru ile doldurur, postalardık. Kendimize de bu şekil geldiğinde dünyalar bizim olurdu. Şimdiki anma, hatırlama, hayırlar dileme sanaldan olduğu için midir bana duygulu anlar yaşatmıyor, soğuk geliyor. Çünkü gelen mesajlarda ne adım var, ne de soyadım. Hal-hatır sorma yok. Başkasının ürününü bana gönderme var. Üstelik bir defa basılan ‘gönder’ tuşuyla. Bazıları bu işi rutine bindirdi. Hiç şaşmıyor. Eskiden mesajların bir maliyeti vardı, şimdi o da yok. İşi de yok sanırım. Oturup kalkıyor mesaj gönderiyor. Hele bazılarının başkasından gelen mesajı yönlendirmesi yok mu? İnsan altındaki başkasına ait ismi siler bari gönderirken.

Bu şekil hayır dileklerini mesaj gönderenler twitter veya facebooktan bir sayfa oluştursa veya whatsapp marifetiyle durum denilen yerden paylaşsa aslında daha iyi olur. Hem bu vesileyle daha fazla kişiye ulaşma, daha fazla kişinin görme ve faydalanma imkanı olur. Bana gönderdiğine göre acaba benim cuma ile ilgili bir sorunum var da beni yola mı getirmeye çalışıyor diye düşünmeden edemiyorum bazen. İnanın cumaya gidiyorum, hiç kaçırmıyorum. Cumasız falan değilim. Üstelik cumayla ilgili sorunum da yok. Seksenlerden sonra “Bu ülkede Cuma kılınır mı kılınmaz mı” tartışmalarının olduğu dönemde “Bu ülkede cuma namazı kılınmaz” zehabına kapılarak birkaç hafta cumaya gitmediğim onun yerine öğle namazını kıldığım olmuştur. Bu yanlıştan çabuk döndüm. Seferi olduğum zamanlar da bile cumaları kaçırmamaya çalışıyorum. Eğer dostların böyle bir düşüncesi varsa vazgeçsinler bundan. İsterlerse cuma namazını kılarken bir selfi çekip sanal alemden paylaşayım. Şimdi saçmaladın diyebilirsiniz. Kusura bakmayın, saçmaladığım falan yok. Sadece bu konuda ne yapacağımı bilemiyorum.

Sonuç olarak, eş-dost bana cuma veya bir başka gün adına mesaj göndereceklerse kendi el emekleri, göz nurları olsun. Başımın üstünde yerleri vardır. Gece gündüz gönderdiklerini okumaya hazırım, hem de bıkmadan usanmadan. Umarım derdimi anlatabilmişimdir. Anlatabildiysem ne mutlu bana! Yok, anlatamadıysam zaten anlaşılmamak benim kaderim. Çekerim yine çekmesine. Kaderim der devam ederim yoluma. 08/04/2017






Trafikte saç-baş yolduran tipler

08/04/2017 günü yayımlanan "Tabakhane yolcuları" başlıklı yazımdan sonra trafiğimizi felç eden bir başka kesim daha var. Onlardan da bahsetmesek olmaz. Bunlar da trafikte saç-baş yolduran kesimdir. Bu güruhu da bilirsiniz aslında. Çünkü pek yabancınız değildir. Her cadde ve sokakta karşılaşırsınız böyleleriyle. Yeter ki siz trafiğe çıkın.

Bir cadde veya sokakta trafiğin belirlediği hız sınırıyla yol alıyorsunuz. Trafik fazla yoğun değil. Frene basmak ve yavaşlamak durumunda kalıyorsunuz. Çünkü önünüzde bir faciayla karşı karşıyasınız. Adam hız sınırının altında aracını stop ettirmeden götürmeye çalışıyor. Bu da ayrı bir maharet.  Ne sağından geçebilirsin, ne de solundan. Çünkü şeridin tam ortasında yol alıyor. Eğer buna yol alma denirse. Yol versin diye selektör yaparsın, olmadı korna çalarsın. O hiç istifini bozmadan gitmeye devam eder. Ne sağa yanaşır, ne de sola. Yolların hakimi. Kime yol verirse huzursuz olur. Çünkü geçilmeye tahammül edemez. İşi yok gayri, belli. Akşama kadar şu cadde, şu sokak senin gidecek gidebildiği kadar. Çünkü avare adam. Gezmeye çıkmış. Bizde araç sadece iş icabı kullanılmaz. Gezme ve avare avare dolaşmak için de araçlar elimizde bir oyuncaktır. Hız sınırına göre hareket etse sağı-solu seyredemeden gidecek. O zaman da gezdiğine değmeyecek. Önündeki bu bencilden kurtulmanın tek çaresi var. Yaklaşmakta olduğunuz ışıktan belki adam senin gittiğin yöne gitmez. Öyle ya! Önünde üç tane seçenek var. Ya sağa, ya sola döner, ya da düz gider. Yüzde yetmiş de olsa bir şansın var. Umutla ışığın yanmasını ve bu adamdan kurtulmayı beklersin. O da ne! Adam senin içini okumuşcasına senin döneceğin yola dönmez mi? Ya sabır çeker, ardına takılırsın. Artık o gider, sen gidersin. Sanki aracın arızalanmış da adam hayrına çekiveriyor. Bereket inip "Beni niye takip ediyorsun" demiyor. Saçını-başını yolsan da, dişlerin boğazına dökülse de, içinde 'La havle' çeksen de bu adam senin imtihanındır. Çaresiz takip edeceksin. Dua et ki yakıtı bitmesin. Biterse yolun tam ortasında kalır. Yine geçemezsin. Şu anda en azından iyi-kötü yol alıyorsun, kağnı gibi de olsa. Sonunda ağzından ta derinden gelen bir 'şükür' çıkar. Çünkü adam dönmüştür bir yere. Sen yoluna devam edersin. Hatta biraz da hızlanırsın. Bu duruma çok sevinmemek lazım. Çünkü her daim böyle biriyle karşılaşma durumun söz konusu. Hatta daha beteri bile çıkabilir. Çünkü bunlar tek kişi değildir.  İnsanların sabrını ölçen, hemen hemen her yol ve caddede karşına çıkan koca bir ordudur. Hatta içlerinde öyleleri var ki, sen yol alırken ara yoldan kafasını çıkarır. Tam yaklaşmışken hızını yavaşlatacak şekilde önüne kırar. Sanırsın ki acelesi var. Yola çıktıktan sonra su koyuverir. Aheste aheste yol alır. Sanki önüne özel çıkarılmış gibi. Yine böylelerini sen ara yoldan ana caddeye çıkarken de görebilirsin. Yol onundur, geçişini bekleyeyim dersin. Sen bekleye dur, adam senin çıktığın ara yola sapar, sinyalini vermeden. Yine hiç istifini bozmadan yoluna devam eder. Burada da maksat hasıl olmuştur. Sonunda seni sinirlendirdi ya. Zaten bunu asıl görevi de buydu. Seni kızdırmak.

Trafikte gidiyor mu gitmiyor mu belli olmayan bu tiplerin de tabakhane yolcularından fazla bir farkı yoktur. Her ikisi de trafiği felç eder. Biri hızıyla diğeri de yavaşlılığıyla. Her ikisi de Türkiye’yi temsil eder. İfrat ve tefrit yani. Bu ülkede hiçbir şeyin ortası olmaz. Orta yolu takip edenlerin sayısı fazla olsa da bunların sesi pek çıkmaz. Hep aşırıların sesi çıkar. Gündemi de hep bunlar belirler. Sağ olsunlar, bu tiplerin iyi yönleri de var. Bize sabır göstermeyi, olaylara kaşı tahammüllü olmayı öğretirler. Ağzımızdan duanın hiç eksilmemesini de sağlarlar. Hal ve tavırlarıyla bizi ağzı dualı insan yaparlar.

Çok beğendiyseniz bu tipleri, isterseniz bulunduğunuz muhite yönlendirebilirim. 08/04/2017

Futbol ve seçimler *

Referanduma ramak kala yediden yetmişe milletçe sandık gününe ve akşamında açıklanacak olan sonuçlara kenetlendik. Evde, çarşıda, pazarda…işte ortak gündemimiz bu. Zaten başka bir gündem ortaya çıksa yönümüzü dönüp de bakmayız. Milletçe siyaseti seviyoruz vesselam. Sandıktan çıkacak sonuçları görmek için çoğumuz seçim gecesini TV ekranında geçiririz. Sonuçlar geldikçe kimimiz dört köşe olur, kimimiz de sinirinden dudaklarını ısırır. Ardından uykusuz geçen gecenin gündüzünü -gece kaim, gündüz naim misali- uykuya ayırırız.  Birkaç hafta da sonuçları değerlendirir, TV'lerde yapılan yorumları dinleriz.  

Bizdeki seçim öncesi ve sonrası bu -kırıcı- muhabbet, derbi maçlarına benzer. Bu tip maçlarda da maç öncesi tansiyon yüksek olur. Tansiyonu da yetkili taraflar oluşturur. Maç gergin başlar, gergin biter. Maç bittikten sonra da birkaç gün  maçın sonucunu değerlendiririz. Genelde de yenilen taraf hakemin taraflılığına dem vurur. Hele bir de tartışmalı pozisyon varsa televizyonlarda ağır çekimini defalarca izler, bunun üzerine yorum ve değerlendirmeler yaparız. Nedense o kadar tekrar tekrar izlemeye rağmen kafamızda daha önce oluşturduğumuz yargılardan kendimizi kurtaramayız.

Seçimler de böyle bizde. Seçim çalışmaları siyasilerin kendilerini anlatmasından ziyade rakibini eleştirmesiyle geçer. Toplum iyice kutuplaştırılır. Seçim günü milletin hakemliliğine gidilir. Akşamında açıklanan sonuçları, yenilen kabul etmez. Birçok seçim kuruluna itirazlar yapılır. Bundan bir sonuç alınamazsa bu sefer; seçmenin yanıltıldığı, seçime eşit şartlarda girilmediği vb açıklamalara yer verilir. Nedense seçimi kaybeden çıkıp dobra dobra, "Halkımıza kendimizi tam anlatamadık, halkımız tercihini bu şekilde verdi, saygı duyuyoruz, biz bundan sonra yetkili organlarımızı toplayarak nerede hata yaptık konusunu irdeleyeceğiz" demez. Mutlaka suçlu aranır. Suçu da hiç üstlerine almazlar. Nasıl ki maçlarda suçlu olarak hakemin kararlarını gösteriyorsak, sandık sonucunda da yine hakemi yani milleti suçlarız. Ben siyasi olsam  ben de aynı -suçlu bulma- stratejisini izlerdim herhalde. Açıklamalarımı, yenilgimi ikna edici bulup ardımdan gelenler oldukça aklıma da bir başka şey gelmez. 

Siyasiler seçim sonuçlarını değerlendirirken eskiden kalma alışkanlık olarak seçmeni suçlamamalıdır. Bir defa seçim sonuçlarını hazmetmeliler. (Politikacılarımızın bu durumu aynı zamanda dersinden başarılı olamayan öğrencinin okulunu ve öğretmenini kötülemesine benzer.) Başarılı olamayanlar iyi bir öz eleştiri yapabilmelidir. Sonucunda da bayrağı partisinden birine bırakmak için partisini olağanüstü kongreye götürmelidir. Bunun için dünyayı yeniden keşfe gerek yok. Her şeyimizle örnek aldığımız Batı'nın siyasetine baksınlar. Bu yeterli. Oralarda hangi bir siyasi yenile yenile 'Yenilen güreşçi güreşe doymaz' misali  hala partisinin başında kalır. Dünyanın neresinde hep muhalefette kalınarak saltanat sürülür? Bizimkiler de aynısını yapmalıdır. Seçim sonuçlarını değerlendirmede dürüst olsunlar. İnanın siyasetimiz temizlenir. Yok arkadaş! Biz durumumuzdan memnunuz. Çünkü muhalif olmak sorumluluk gerektirmiyor. Bir elimiz yağda, diğeri balda zaten saltanat sürüyoruz deniyorsa onlara size iyi saltanat sürmeler demekten başka bir söz bulamıyorum. Yenilmelerine rağmen yine partilerinin başında kalmaya devam edeceklerse tek istediğim seçmene karşı dürüst olsunlar. Çünkü bu millet sağduyuda birleşir, yanlış üzerine isabet etmez. Seçmenine dürüst olmayan, onlara saygı göstermeyi bilmeyen siyasilere Türkiye siyasetinde yer yoktur.

Seçim ve seçim sonuçlarını değerlendirdikten sonra ne yapacağız? Beni de şimdi bu düşünce aldı. Nereden bakarsak daha 2019 seçimlerine iki yıl var… Bu da bir şey mi? İki yıl öncesinde araziye çıkmış, olayları enine-boyuna daha iyi irdelemiş oluruz. Bizde ne seçim biter, ne de muhabbeti… İnanın seçime verdiğimiz ve üzerine konuştuğumuz kadar kendimizi, yaptığımız işe versek her birimiz işimizde bir numara oluruz.


Seçimin sonuçlarıyla birlikte ülkemize hayırlar ve huzurlar getirmesini diliyorum. 08/04/2017 

* 15/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Nisan 2017 Çarşamba

"Denize dökülmeden" önce **

Türkiye'de gündem sürekli değişir. Değişmeyen tek gündemimiz var: Seçimler. Biri biter, diğeri başlar.  12-13 yaşındaki bir ortaokul öğrencisi "Öğretmenim evet mi diyeceksin, yoksa hayır mı? Okul dışındayız. Görüşünü söyleyebilir misin? Haydi ne olur!" diye soruyorsa milletçe çok politize olmuşuz demektir.

Demokrasinin bir gereğidir seçimler. Olsun olmaya. Bu kadar seçim yapıyoruz. Nedense bir türlü tecrübe kazanamadık. Çünkü hiçbir seçim şenlik havası içerisinde geçmez. Hep hayat-memat meselesidir bizde. Gerginlik, kaos, yıldırma, tehdit vs hepsi var. Gürültü kirliliği ve dezenformasyon hiç eksik olmaz. Küskünlükler ve dargınlıkların ardı arkası kesilmez.

Anayasa değişikliği olacak mı olmayacak mı, partiler anlaşılabilecek mi, Meclisten referanduma gidilebilecek sayıya ulaşılabilecek mi? 2016 yılının ikinci yarısı bu şekilde geçti. 2017 yılından bugüne de referandumda evet mi çıkar, yoksa hayır mı sorusu gündemimizde şimdi. Yediden yetmişe ya evet ile yatıyoruz, ya da hayırla. Evde, işte, çarşıda, pazarda, ekranlarda, kahvehane köşelerinde, miting meydanlarında insanın olduğu her yerde seçim var. Kimi muhabbetini, kimi çalışmasını yapıyor. Ruhun gıdası denilen müziklerimiz bile var. Kalabalık yerlerde seçim çalışması yapan evet ve hayırcı siyasilerin çalışmalarında kullanmak üzere hareket halindeki araçlarına verdikleri müzikler de bir propaganda türü. Bu şekil gürültü kirliliğine sebep olan müzik nasıl ruhun gıdası olacaksa. Eskiden aracının camını indirerek müziğin sesini herkesin duyacağı şekilde sonuna kadar açan birini görünce "Bu gök görmedik de kimmiş" diye herkes ona bakardı. Şimdi artık o sonradan görmeler biraz ehlileşti. Milletin garibine giden bu yöntem siyasilerimizin seçim propagandası son yıllarda. Üstelik bu şarkıyı yaptırmak için yüklü paralar da ödüyorlar.
***
Referandum öncesi seçimler yine bildiğiniz gibi. Tehditler yine arka arkasına geliyor. Kimi siyasiler evet diyenleri denize dökmeye kalkıyor. Sanki orta yerde düşman varmış gibi. Bu tipleri bu şekilde düşünceye sevk eden bilinçaltının dışa vurmasından ibarettir. Türkiye’yi yönetmeye talip kişiler maalesef bunlar. İstemediği görüşün sahiplerini denize dökmeye kalkıyorsa bunun başka izahı olamaz. Yine bunlar ağızlarını açar açmaz: “Türkiye tek kişinin yönetimine doğru gidiyor. Bu, dikta yönetimidir” diyor. Ülke diktatörlüğe gider mi gitmez mi bilmem ama bildiğim bir şey var. Evetçileri denize dökmeye kalkan bu tiplerin eline imkan geçerse işte o zaman tek parti diktası gelir bu ülkeye. Zaten geçmişten tecrübeleri de var. Girdiği bütün seçimleri açık ara kaybetmesine rağmen hala birileri partisinin başında veya yönetiminde söz sahibi olarak durmaya devam ediyorsa, bir de bunların iktidara geldiğini düşünün. Görünen köy kılavuz istemez. Adamlar kaybederken zaten tek adamlar. Dünyanın hiçbir yerinde birkaç seçim kaybeden bir siyasi, partisinin başında durmaz. Bu da maalesef bize yani doğu toplumlarına özgü bir durum.
***
Eskiden seçim sathı mailine girildi denirdi. Şimdi artık bu kelime demode oldu. Çünkü hiç seçimlerin içinden çıkamıyoruz. Neredeyse ömrümüz seçimle geçiyor. Yine dünyanın hiçbir ülkesinde seçimlere katılım bizdeki kadar olmaz. Bizdeki kadar da ölüm kalım mücadelesi şeklinde geçmez. Herkes işinde gücünde. Gelen ülkeyi daha iyi yöneteceğim diye gelir. Bizde ise birilerinden kurtarmak için gelinir. Denize dökme isteği de zaten bunu gösteriyor.  Yine bize öbür dünyada ömrünü, zamanını nasıl geçirdiğin sorusu da sorulacaktır. Umarım bu soruya evelemeden-gevelemeden cevap veririz.

Seçime ramak kala karşıt görüşün çadırlarına siyasiler tarafından yapılan ziyaretlerin yerinde bir hareket olduğunu, bu durumun toplumsal barışa katkı sağlayacağını düşünüyorum. Başlatan siyasimize de buradan teşekkürü bir borç bilirim. Gerginliğin diz boyu olduğu bu günlerde siyaset adına yapılan güzel bir davranış bu. Demek ki istenildiği zaman oluyormuş.

Öğrencimin okul dışında sorduğu merakını da gidereyim buradan. Zira kendisine cevap vermedim, siyasi çalkantılardan uzak dursun diye. Referandum sonrası denize dökülürsem öğrencim görüşümü de öğrenmiş ve merakı giderilmiş olur. 05/04/2017

** 07/04/2017 günü kahta söz gazetesinde yayımlanmıştır.


Öğrencilere verilen değer bu kadar ucuz olmamalı

'Konya Kitap Günleri'nin beşincisi Mevlana Kültür Merkezinde 27 Mart günü törenle okuyucuların hizmetine sunuldu. Kitapseverleri kitapla ve yazarlarıyla buluşturmayı hedefleyen bu etkinlik 09 Nisana kadar açık kalacak. Yapılan planlama ile ortaokul ve lise öğrencileri de belediyeye ait otobüslerle taşınıyor Mevlana Kültür Merkezine.

03.04.2017 günü çalıştığım okuldan 200 kişiye yakın 7.sınıf öğrencisini 6 öğretmen ve bir idareci nezaretinde 'Kitap Günleri'ne gitmek için belediyemiz tarafından tahsis edilen körüklü bir otobüse bindirdik. İğne atsan düşmeyecek şekilde doluydu otobüs. Her dönüşte, her frende kıyamet sahnesi yaşandı. Bağırış, çağırış, çığlık, vaveylâ...hepsi vardı. Camlar kapalı, klima ise çalışmıyordu. 20 dakikalık bir yolculuk sonucu menzilimize vardık. Biraz bekledikten sonra  kitaplara kavuşmak için sırayla girdik. Kitaptan fazla öğrenci vardı içeride. Çünkü başka okullardan da öğrenciler gelmişlerdi. Yarım saat kadar durabildik. Doğru dürüst kitaplara bakamadan geri dönmek için tekrar otobüse doluştuk. Çünkü bize verilen süre dolmuştu. Aynı güzergahtan tekrar okulumuza döndük.

Yetkililerin açıklamasına göre iki hafta içerisinde Kültür Merkezini 250 bin kişinin ziyaret etmesi bekleniyormuş. Öğrenciler bu şekilde taşınırsa öyle zannediyorum 500 bini de bulur. Bulsun. Okulların böylesi yerlere getirilmesi… güzel olmasına güzel. Ama taşınma şekli anormalin de ötesinde. En ufak bir kaza tehlikesinde bu kadar öğrenciden kaçı sağ kalır? Yetkililerin başka türlü tedbir alması için illaki bir otobüsün kaza mı yapması gerekiyor? Allah göstermesin bir kaza olduğu takdirde yetkililer bunun hesabını nasıl verecek? Haydi hesap verdiler diyelim. Ölümlü ve yaralamalı bir kaza sonucunda nasıl vicdanları rahat edecek?

İş yapalım derken çiş yapmayalım. Bu çocuklar bu şekilde taşınmaz. En ufak bir tehlike anı bile birbirini çiğnemesine sebep olabilir. Kimse konforlu bir araç olsun derdinde değil. Hatta öğrenciler bir koltuğa iki, iki koltuğa üç kişi oturdular. Bunlar şanslı kişiler. Ya ayakta kalanlar… Öğrenci ayakta gitmeye de razı. İçlerinde ayakta yer bulup da bir yere tutunabilenler de şanslı. Bir de hiçbir yere tutunamayan öğrencilerin sayısı da az değil. Ayakta yolculuk yapan bir öğrencim “Hocam, bu şekilde taşınması doğru mu? İkinci bir otobüs gönderilemez miydi” dedi. Ona sadece, diğer okullar da taşınıyor. Belediyenin yedekte beklettiği araçlar yeterli gelmemiş olabilir, dedim. Başka da bir şey diyemedim.

Sahi bu araçların hiç istiap haddi yok mu? Bu tip yerlere gidilirken hep bu şekil sıkışık bir şekilde mi gidip geleceğiz? Bereket kazasız belasız gidilip gelindi. Ama testi kırılmadan tedbir almakta fayda var. Bu konuda tedbir ve önlemler almak için illa bir aracın kaza mı yapması gerekiyor? Bir araçla hayvan taşınırken bile o aracın bir taşıma sınırı olur. İnsan taşıma bu şekil ucuz olmamalı. Tasarruf yapılacaksa öğrencinin canı tehlikeye atılarak tasarruf yapılmaz. Uygun ve yeterli araç bulunamıyorsa gerekirse öğrenciler götürülmez. Zaten bedava taşıyorum. Bedava taşıma bu şekil olur denirse…kimse bedava gidelim derdinde değil. Gerekirse bedeli alınsın ama adam gibi taşınsın. Yetkililer bu konuda yaptığı tasarrufu lütfen başka kara deliklerde yapsın.


Bu şekil taşıma ile yetkililer bir iyilik yaptıklarını düşünüyorlarsa bu yapılan bir iyilik değildir. Bir eziyettir, rezilliktir. İnsan sağlığını ve güvenliğini hiçe saymamaktır. Kendileri böyle kalabalık bir araca binip beş dakikalık bir yolculuk yapsınlar. Eğer tahammül edebilirlerse öğrenciler bu şekilde gitmeye razı. Sadece biraz empati yapsınlar yeter…

Geleceğimizin teminatı çocuklarımıza verilen değer bu kadar ucuz olmamalı... 05/04/2017 

3 Nisan 2017 Pazartesi

Tabakhane yolcuları *

Siz hiç tabakhane yolcusu gördünüz mü? Ya da biliyor musunuz böylelerinin kim olduğunu? Biliyorsanız ikinci baskı olacak ama bizde konunun önemine binaen "ettekraru ahsen velev kane yüz seksen*" denir. Bu durumda bildiğinizi bilmiyormuş gibi davranarak tecahül-i arif de yapabilirsiniz. Yok, eğer bilmiyorsanız tam yerine geldiniz…Siz bu muhteremleri tanıyorsunuz aslında. Yeter ki bir trafiğe çıkın.

Trafik işaretleri insanlığın bulduğu en güzel icatlardan biridir. Hele ışıklar... Kırmızı yanınca -her ne kadar hoşumuza gitmese de- kaos, kargaşa ve kazayı önler ve trafiğin düzenli bir şekilde akmasını sağlar.

Genelde kırmızılara yakalanırım. Sağ olsun hiç peşimi bırakmaz. Yeşilin yanmasını beklemeye koyulurum. Yerine göre 50 ya da 75 saniye beklediğim yerler olur. Ben bekleye durayım. Zaten işim yok. Zira 7/24 müsaitim. Ben müsait olabilirim ama bir başkasının zamanı çok önemlidir. Adam nasıl dursun öyle bir dakika kadar? Bu durumda adam ne yapmalı? Hemen ışığa yaklaşırken sağına soluna bir göz atar. İlk  olarak AB standartlarına göre -neredeyse- yol seviyesine indirilmiş kaldırım  çarpar gözüne. Kaldırımda yaya yoksa, herhangi bir araç da park edilmemişse eline geçen fırsatı kaçırmaz. Bir manevra ile  sağındaki kaldırımın üzerinden geçerek senin döneceğin tarafa hızlı bir şekilde geçiş yapar. Kazara yayanın biri araç yolundan yürümeyi bırakır da kaldırımdan o anda geçmeye kalkarsa bizim beyefendinin aracının altında kalmaması için hiçbir bahanesi olamaz. Bunlar gözü açık geçinen ve kendini akıllı sanan tiplerdir. Tabakhane yolcuları yani. Böyle bir geçiş buldu mu? Orayı kendine otoban yapar artık. Alışkanlık haline getirir. Hiç ışığa takılma derdi olmaz. Biz bekleye duralım. Atı alan Üsküdar'ı geçer böyle. Adam ne zamana kadar böyle devam eder? Bir cami duvarına işeyene kadar. Bu tiplerin acelesi ne ki diye düşünebilirsiniz? Ayıplamamak lazım.  Efendim bu tipler tabakhane yolcularıdır. Oraya yetişmeleri gerekiyor. Senin gibi boş değil. Bir dakikaları bile önemli. Sen boş olduğuna yan! Işıklarda beklemek benim gibi boş insanların işi.
***
Aracınla yine ışıktasın. Yeşilin yanmasını beklersin. Sen önündeki ışığa bakarken arkana yanaşan ise yaya ışığını takip eder. Yayanın yeşili kırmızıya döner dönmez arkandaki çok bilmiş tip önce bir selektör, ardından korna çalar. Ne oluyor, ben uyudum da ışığı es  mi geçtim diye tekrar ışığa göz atınca ışık sarıya yeni geçer. Sen dersin ki ardımdaki sürücünün çok acelesi var, beklemeye tahammülü yok. Neyi var deme artık. Malum...Bu da tabakhane yolcusu. Üstelik çok dikkatli. Gözünden de hiçbir şey kaçmıyor. Aslında mevcut polislerin işine son verip bu şekil dikkatli insanları almak lazım polisliğe. Akıl küpü adam. Zeka fışkırıyor her bir yerinden. Aracın camları kapalı olmasa da etrafa saçılan zekasından biraz faydalansak diyesi geliyor çoğu zaman insanın.
***
Şehir içindeki yollarımızın çoğu çift şeritli. Ama şeridin sağında ara ara park edilmiş araçları görünce zaten geriye tek şeritli bir yol kalır. Trafiğin belirlediği hız sınırına göre giderken arkandan acı acı çalan bir korna sesi, ardından selektör seni kendine getirir. Dikiz aynasından gördüğüne göre adam üzerine çıkacak. Sanırsın ki yol üstünlüğü olan ambulans. “Yolların hakimi benim. Çekil ayağımın altından. Yoksa çiğnerim” der gibi gelir. Eğer bir kuytu yer bulup sağa yanaşmazsan seni çiğner geçer. Yol vermezsen/veremezsen eli-ayağı, kolu-bacağı, dili-gözü, jest ve mimikleri gibi -Allah ne verdiyse- tüm organlarını kullanır. Aslında bu tipler yollarda eriyip gidiyor. Yazık oluyor bunlara! Halbuki iyi bir sinema oyuncusu olurlar. İşte bu tipler de aynı yolun yolcularıdır.

Tabakhane yolcuları çeşit çeşittir. Biliyordunuz aslında böylelerini. Hepsinin ortak özellikleri yangından mal kaçırır olmalarıdır. Başkasına saygısı olmayan, nefsine düşkün, sadece kendini düşünen, kural tanımaz tiplerdir. Çok uzakta aramayın. Etrafınızda bolca vardır. Maalesef birlikte yaşıyoruz bunlarla…03/04/2017
*Tekrar etmek güzeldir. Velev ki 180 kere de olsa…

* 08/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.