30 Mart 2017 Perşembe

İte mi taş atalım yoksa sahibine mi? *

Ülkemiz terör ülkesi malumunuz. Özellikle son yıllarda epey canımız yandı. Her kanlı olayla birlikte toplum olarak topluca katliamı gerçekleştiren PKK'ya, DAİŞ'e, FETÖ'ye, DHKP-C'ye lanet okuduk. Zaman zaman yine lanetlemeye devam ederiz. Çünkü olayı ya üstlenmiştir, ya da suç mahallinde bırakılan iz bizi bu örgütlerden birine götürmüştür. Nedense terör örgütünü telin ederken esas geri planda onları üzerimize salanları es geçiyoruz çoğu zaman.

Bilmemiz gereken hiçbir terör örgütü arkasını bir güce dayamadan eylem yapmaz. Bugünün sömürgeci devletlerinin kiralık piyonları var. Bir ülkeye had bildirecekse maşa varken elini kora sokmaz. Hemen devreye her dediklerini yaptırdıkları ayak takımları girer. Ülkede bir olay olmuşsa ilk kınayan da itini üzerimize salan olur. “Türkiye’nin acısını paylaşıyoruz. Terörle mücadelesini destekliyoruz. Faillerin en kısa zamanda yakalanması için işbirliğine hazırız” mesajı verirler. Hatta bu terörist devletler birkaç gün öncesinden vatandaşlarını da Türkiye’ye gitmeyin diye uyarır. Bu modern görünümlü katil sürüleri senaryoyu hazırlar. Taşeronları da hiç aksamaya meydan vermeden filmini oynar. Hatta senaryoya göre bazen terör eyleminde bulunan kişi de yakalanır. Nedense ağzından tek kelime alınmaz. Alınsa da önceden ezberletilmiş şekilde nakarat gibi bir gerekçe söyler. Gerekçe de terör örgütünün amacını açıklayıcı şekilde olur. Aslında biz buzdağının görünen kısmıyla uğraşırken çağımızın medeni canavarlarının planları tıkır tıkır işler. Biz düşman olarak hep maşaları muhatap alırız, onlara had bildirmeye çalışırız. Birden sonuca gitmeye çalışır, fevri hareket ederiz. Bir türlü soğukkanlılığımızı takınmayız.

Üzerimize salınan köpeklerle mutlaka uğraşılacak. Hatta en acımasız bir tavır içerisine girilecek, onlara göz açtırılmayacak. İnlerine girip dünyayı dar etmek için çaba sarf edilecek. Tüm bunları yaparken istihbaratımız gözünü kulağını iyi açacak. Diğer taraftan da bu terör olaylarının arkasında kim var? Bunun üzerine kafa yorulması gerekir. Sürdüğümüz iz bizi azmettiriciye götürmesi lazım. Olayın geri planı irdelenirken hiç kimseye sataşmadan, konuşmadan, meydan okumadan yapmalıyız bunu. Hatta yanlış iz sürer gibi bir politika da izlenebilir.

Bu konuda en güzel ve doğru sözü "İte taş atarken, biraz da sahibine bakalım diyorum!" diyerek Emin PAZARCI ifade etmiş. Evet, iti taşlayalım taşlamasına. Hatta attığımız taş kaşını, başını yarsın. Basiret ve ferasetimizi takınarak itin sahibini bulup ona laf söyleyelim. İti iyi takip edersek sahibine ulaşırız zaten. Suçüstü yakalayabiliriz. Bunun için çok yönlü düşünmemizde fayda vardır. Sadece ite bakmak, onu taşlamak olayı çok sathi değerlendirdiğimizi gösterir. İz takip ederken de bu terör eylemi kimin işine yaradı sorusuna da cevap aramak gerekir. Esas katil, olaydan faydalanandır zaten. Bunun için de olaylara analitik bakıp derinlemesine analiz yapılabilmelidir.

Olayın perde gerisini okuyamazsak daha biz çok it taşlamaya devam ederiz. 30/03/2017

* 20/05/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Şivlilik günü okul

Bugün 08.10'da dersim başlıyor. Okula gelirken ellerinde poşetleri olan çocukları bir evin ziline basarken gördüm. Saat tam 08.00 idi. Anlaşılan öğrencilerin koşuşturması mesai ile birlikte başlamıştı.

Kapının açılmasını beklerken çocuklar kendi aralarında tartışıyorlar: "Gidelim, kapıyı açan yok. Baksana kapının önünde zaten ayakkabı yok" şeklinde. Bir tanesi: "Oğlum kapının önünde ayakkabının ne işi var" diye itiraz ediyor. Kapının açılması gecikince bir kısmı 'Vakit kaybetmeyelim, gidelim' diyerek kapının önünden uzaklaşmaya başladı. Bir tanesi ise kapının deliğinden binanın evin bahçesini gözetliyor. Kapının açıldığını görür görmez, "Gelin, kapı açılıyor" diye seslendi arkadaşlarına. Uzaklaşanların hepsi koşarak geri geldi. Ev sahibinin uzattığı şivlilikten aldılar.

Bugün şivlilik günü idi. Regaip Kandilinin ilk günü yani. Akşamından başlayan ateş yakıp üzerinden atlamalar günün ilk ışıklarıyla beraber yerini ev ev gezerek şivlilik adı verilen çikolata vb ikramları toplama almıştı. (Bu arada yatsı namazı çıkışı sokakta çocukların yaktığı ateşin yanına geldim. 53 yıldır hiç yapmadığım bir şey yaptım. Çocuklardan izin alarak ateşin üzerinden atladım.)

Okula geldim bahçesinde bir sessizlik. İçeri girip sınıfa geçtim. Sadece boş sıralar vardı içeride. Sınıfın fire vereceğini biliyordum da tümden gelmeyeceklerini hiç hesaba katmamıştım. Gelen 10-15 öğrenci ile ders işlerim diye düşünmüştüm. Hatta elimde dünden aldığım şivliliğim ile birlikte gelmiştim. Hem yer, her ders işleriz diye. Elimde paketle öğretmenler odasına girerek  kime niyet, kime kısmet misali öğrencilerin nasibini öğretmenlere dağıttım.

Şivlilik bahanesiyle okulu kıran öğrenciler tanısın tanımasın tüm evlerin ziline basıp nasibini toplaya dursun. Biz de sinek avlayan esnaf misali müşteri bekler gibi beklemeye koyulduk öğretmenler odasında. Öğretmenlerin çoğu koyu bir muhabbete daldı bu vesileyle. Bana da şivlilik günü şivliliği ve okul ortamını yazmak düştü nasibime.

Konya'ya has bu şivlilik günü de fena değilmiş hani. Hoşuma gitmedi de değil. Konya merkeze has bu kutlama gününün yetkililer tarafından mahalli tatil olarak değerlendirilmesinde fayda var. Niyetim tatil bolluğu yaşadığımız ülkemizde yeni bir tatil günü istemek değil. Fakat bu fiili durumun resmiyete binmesinde fayda var. Ya da bugün öğrenciyi okulda tutacak bir formül bulunsun. 30.03.2017

Eskiye dönüş

Eskiden alışverişe giderken elimizde pazar çantası, file vb. kap kacak götürürdük. Market alışverişlerinde ise aldıklarımız kese kağıdına konurdu. Bazıları da  gazete kağıtlarına sarar verirdi.

Nice zamandır alışverişlerimize önce siyah, sonra değişik renklerde naylon poşetler girdi. Hatta birçok firma poşetin üzerine firmasının adını yazdı. Hasılı hayatın vazgeçilmezi oldu.

Bakanlık 2018 yılından itibaren naylon poşeti kaldırmayı düşünüyor. Yerini de doğada  kendiliğinden yok olan biyobozunur poşetler alacak. Geçiş süresinde karton veya bez torba hediye edilecekmiş. Naylon poşetlerin yasaklanma gerekçesi de doğada çözülmesi yüzyılları almakta, hem de insan sağlığını tehdit etmesi olarak ifade edilmektedir. Vatandaşı naylon poşet kullanımından vazgeçirmek için de market ve mağazalarda poşetlerin ücretli olacağı belirtilmektedir.

Yanlışın neresinden dönülürse kardır. Yerinde bir karar. Fakat bu derece doğaya ve insan sağlığına zararlı olduğu ayan beyan bilinen bu poşetlerin yasaklanması için illaki Bağdat'ın harap olması gerekmezdi. Madem bu kadar zararlı, ne diye bu kadar yıl beklendi. Hiçbir zaruret insan sağlığından daha önemli değildir halbuki. 

İnsanoğlu böyledir. Önce üretir. Sağı-solu yıkar geçer. Nice sonra aklı başına gelir yasaklama veya kaldırma yoluna gider. Dünyada problem mi görmek istiyorsun? Hiç sağa sola bakmaya gerek yok. Sadece insan denen varlığı takip etmek yeterli. Çünkü biteviye sorun üretir. Önce üretir, sonra çözmek için sorunu bir başka sorunla çözer. Şimdilerde kendiliğinden yok oluyor deyip piyasaya sürülmek istenen biyobozunurların kaç yıl sonra zararlı olduğu söylenecek? Bunu da zaman gösterecek. Sonra poşetler zararlı ise -ki zararlı- o zaman ne diye paralı satışa sunuluyor. kaldır gitsin.

2018'den itibaren bu sorunu ne kadar çözeceğimiz ortaya çıkacak. Yine poşet kullanmaya devam edecek miyiz? Yoksa eskisi gibi bez torba veya fileler yeniden hayatımıza girip eskiye dönecek miyiz? Bunu da göreceğiz. Poşetin yerine piyasaya sürülecek olan biyobozunurlar, naylon poşetlere göre iki kat daha maliyetli imiş. Bu demektir ki alışverişlerimize ilave maliyetler binecek. Çünkü biz kolay kolay fileye falan dönmeyiz. 29/03/2017

Kantin kültürü/sorunu

Okullarda öğrenci yoğunluğunun çok olduğu yerlerden birisidir kantinler. Teneffüsü dört gözle bekleyen öğrenci çıkış ziliyle birlikte soluğu buralarda alır. Okulun yüzde doksanı buraya akın eder. Çalışanlar öğrenciye satış yapmaktan başını kaşıyacak zaman bulamaz. Koşarak gelip alışverişini yapan öğrencinin mutluluğuna diyecek yoktur. Hele bir de sıraya girip alma alışkanlığı yoksa itiş kakışla birlikte istediğini alan öğrenci gemisini kurtaran kaptan gibidir.

Yiyecek ve içeceğini alan öğrenci hem yürür hem de yemeye başlar. On dakikalık teneffüsün kalan kısmında  yediğini yer, yiyemediğini sınıf ortamına getirir. Nedense alınan hiçbir şey teneffüste bitmez. Ders öğretmeni izin verirse sınıf ortamında aleni, izin vermezse ya gizli gizli yer, ya da diğer teneffüste yemek için sırasının altına koyar. Sıranın altında yarım bırakılmış yiyecek dururken derse kendini verebilirse verecek. Öğretmen de derse başlayabilirse başlayacak. Zaman zaman da elinde nevalesiyle sınıfın kapısında öğretmenin gelmesini bekleyen  öğrenciler olur. “Öğretmenim bitirebilir miyim” diye izin ister. İzin alabilen öğrencinin sevincine diyecek yoktur. Kapının önünde ayakta işini halleden öğrenci nice sonra çıkar gelir sınıfa.

Okullarda ilk dört-beş teneffüs bu şekilde çalışır kantinler. Dağılma saatine yakın teneffüslerde satış yavaşlasa da yine müdavimleri eksik olmaz. Bu sefer gelenler artık zevkine gelenlerdir. Ya çikolata, ya çiğ köfte, ya da dondurma alır. Nedense dondurma  yeme işi de teneffüste bitmez. Mutlaka derse sirayet eder. İzni koparan kapının önünde, alamayan ise sınıfta yer. Hiç de acele edilmez. Yavaş yavaş yalar. Bitince çöpünü atmak için kalkar. Bitsin artık bu çile diyeceksiniz ama bitmiyor maalesef. Ardından elini yıkamak için lavaboya gitmek için ister. İzin alamazsa bu sefer sınıfa: Islak mendili olan var mı diye seslenir. İlkokul ve liseleri bilmem ama ortaokullarda durum bu vaziyet. Çünkü büyük bir çoğunluk ya gereksinim duyuyor, ya da zevkine takılıyor. İzin versen de bir dert, vermesen de. Garibine gitse de, sınırlama getirsen de, yapılanın yanlış olduğunu söylesen de, bazı öğrencilerin vicdanına hitap edip vazgeçirsen de bazıları her teneffüs mide derdinde, hep boğaz mücadelesi veriyor. Bu durumda senin de mücadelen ya sabır çekmek. Teşbihte hata olmasın. Sanki Salih peygamberin devesi gibi işi-gücü yemek-içmek. Para aileden, yemesi de ondan. Bu şekil çocukları gören diğer çocukların bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildir. İmkanı olmayan veli de çocuğum ezilmesin diye şartları zorlayarak aynı yola girebiliyor.

Bu durum yeni neslin geldiği nokta mı yoksa kantin kelimesinin adından mı diye sözlüğü karıştırdım. TDK’nın sözlüğünde: “Kışla, fabrika, okul vb. yerlerde yiyecek ve içecek maddelerinin satıldığı yer” şeklinde tanımlanmış buralar. Dilimize Fransızca’dan geçmiş. Bir yerde kantin varsa evden kahvaltı yapmadan çıkmak mubah sayılıyor artık. Herkes ihtiyacını buradan karşılıyor. Evlerden beslenme getirme, kahvaltıyı yaparak gelme diye bir geleneğimiz kalmadı. Kantinler artık hayatımızın bir parçası, olmazsa olmazıdır. Bu sektörden ekmek parası kazanan büyük bir kitle de var. Kantinler olsun olmaya. Ama yeme ve içmede alışkın olmadığımız bir kültüre doğru evriliyoruz. Bizim kültürümüzde ayakta veya yürüyerek yeme ve içme çok doğru görülmez. Hatta Osmanlı’da ayakta yiyen içenin şahitliği kabul edilmezmiş denir. Üstelik yeme içme, kantin bölgesinde giderilmesi gerekirken sınıflar kantinin koltukları işlevi görüyor. Kimi yiyor, kimi onlara bakıyor. Bakanın canının çekmemesi mümkün değildir. Ekseriyet kıyameti koparmaya çalışıyor. Çünkü biri yer, biri bakar. Kıyamet ondan kopar sözünü unutarak.

Okullarda kantinin olmaması bir sorunsa, olması da bu şekilde bir sorundur. Kanaatimce kantinlere belirli bir standart getirilmelidir. Kutu gibi bir yere kantin yapıp öğrencinin yiyeceği bir ortam sağlamamak olmaz. Yiyecek ve içecek sınıf ortamına götürülmemelidir. Mutlaka alışveriş yapan öğrencinin oturarak yiyebileceği ortamlar da yapılmalıdır. Yine kantin bölgesinde el-yüz yıkamak için lavabolar olmalıdır. Okullarda mutlaka öğrencinin ihtiyacını giderebileceği beslenme saatleri ayarlanmalıdır. Abur-cubur, hızlı bir şekilde yemeden ziyade öğrenci hazmede hazmede yemelidir. 30/03/2017




29 Mart 2017 Çarşamba

İleri saatin azizliği

İleri saat uygulamasının ilk mesai günü derse geç kaldım diye hızlı bir şekilde okula gelen öğretmene, okulu yeni açan hizmetlinin "Hocam hayırdır" sorusuna, " Derse geç kaldım, derse geçeceğim" cevabı verir. "Hocam derse girmeye bir saat var" deyince "Nasıl olur, saat 08.50 değil mi" der.  "Hocam  daha saat 07.50 yeni oldu" cevabı verir. Hocanın derse girmesine daha bir saat olduğu için artık düşünmeye de fırsatı var. Bu iş nasıl oldu diye düşünürken sonunda bulur: Kendisi sabah kalkınca bir saat ileri alır. Bir de akıllı saati gece ileri alır. Sonunda ileri saatin ilerisi bir saati olur böylece.

Böylesi öğretmen okul yönetiminin sevdiği en iyi öğretmendir. Darısı diğerlerinin başına... 29/03/2016

28 Mart 2017 Salı

Geçmiş ve günümüz yurt ortamları

1979-1986 yılları arasında özel bir ortaöğretim öğrenci yurdunda kalmıştım. Yemeğinden yatmasına varıncaya kadar yurtta hayat zordu. Yurdun girişi belli, çıkışı belliydi. Her şey askeriye mantığında dizayn edilmişti. Herkes zamanla yarışır, oyalanma gibi bir lüksü olmazdı.

Eşyalarımızı koyduğumuz dolaphane adı verilen yer binanın bodrum, yatakhaneler ise binanın üst katlarında idi. Bir odada bulunan  14 çift ranzada toplam 28 öğrenci kalırdı. Dolaphane ve yatakhane belirli saatlerde, süreli açılır kapanırdı. Süresi içerisinde ihtiyacımızı gidermek zorunda idik. Yoksa dolaphane veya yatakhanede kilitli kalma durumu söz konusuydu. Sabah namazından önce veya sonra bir, akşam da iki olmak üzere toplam üç etüt yapardık. Banyo yapmak için kalk saatinden önce kalkıp ihtiyacımızı gidermemiz gerekiyordu. Sabah erken kalkıp ilk banyo yapan öğrenci şanslı idi. Çünkü sıcak su bulabilirdi. Ardından sıra bekleyenin nasibi soğuk suyla banyo yapmaktı. Banyo kilitlenmeden yarı sulu-sabunlu banyo yapıp giyindin mi gemisini kurtaran kaptandın. Yoksa ertesi sabaha kadar yıkanmadan kalma da vardı işin ucunda.

Sabah kahvaltısını yapmak için yemekhaneye inerdik. Eğer menüde çay var ise dolaphaneden kendi bardağımızı da alıp çıkmamız gerekiyordu. Kazanlarda kaynayan çayımız karavana olarak gelirdi önümüze. Her masada bir nöbetçi olurdu. Kepçe ile katardık çayı bardağımıza. Bir masada oturan on kişinin nasibi birer bardak çay içmekti. Bardağı büyük olan öğrenci pek makbul sayılmaz, homurdanma olurdu zaman zaman. Bardağına iyi sahip çıkacaksın. Düşüp yuvarlandı mı kırılır, sabah çayını içmekten mahrum kalabilirdin. Menüde ise çürümeye yüz tutmuş 5-6 siyah zeytin, kibrit büyüklüğünde kireci andıran beyaz teneke peyniri. Birkaç gün öncesinden bayatlatılmış ekmekle beraber yediğin peynirin imdadına eğer çay yetişmezse boğazında kalıp ölüm-kalım mücadelesi vermek de vardı işin ucunda. Haftanın bir-iki günü mercimek çorbası, bir gün margarin ve reçel, diğer günlerde de çay çıkardı.

Öğle yemeğine biraz özen gösterilir, üç çeşit yemeğimiz olurdu. Akşam yemeğinde ise iki çeşit yemek verilirdi. Tıpkı kahvaltıda olduğu gibi önümüze karavana ile gelen yemek nöbetçi tarafından pay edilirdi. Nöbetçi ekmeği pay ederken diğerleri ise hangi kaba ne kadar yemek konduğunu takip eder, diğer taraftan da sele ile gelen ekmekten eliyle seçme yapardı. Eline aldığı ekmeği sıkıştırır, tekrar koyardı. Ekmek seçenler dilimlenmiş ekmeğin köşesini alırlardı. Çünkü ortasına göre daha az bayatlamış bir görüntüsü vardı. Ekmek biter, diğer masalara bakılır, oralarda da durum farklı olmazdı, varsa da biz yiyeceğiz diye vermezlerdi. Nöbetçi öğretmenden ekmek istenir, nöbetçi öğretmen hizmetliye sorar. O da: Ekmek kalmadı derdi. Aslında ekmek olurdu olmasına da. Yok dediği bayat ekmekti. Çünkü gelen ekmek bayatlamadan verilmezdi. Bayat ekmeği de belletici öğretmenimiz hazmı kolay, mide çabuk sindirir, taze ekmek mideye oturur kalır şeklinde izah eder. Bayat ekmeğin faziletlerini anlata anlata bitiremezdi.

Yemeğe vaktinde gelmemek büyük riskler barındırırdı. Sonradan gelen dona kalırdı. Ya nöbetçi öğretmenden bir çuval azar işitir o şekilde doyardın, ya da payın için ayrılan yemek yok, gelmeyecek diye masandakiler tarafından diğer dokuz kişiye pay edilirdi. Sen de gecikmenin bedelini aç sabahlayarak öderdin. Başka da seçenek yoktu zaten. Kantin akşamleyin kapalı olur, dışarıya çıkmana da izin vermezler. Zaten çıkmana izin verseler de cepte metelik olmazdı. Akşamleyin çıkan ana menümüzün istenmeyen yemeği bazı zamanlar kara şimşek adı verilen siyah mercimekti. Genelde pek yiyen olmazdı, ama ısrarla gelirdi önümüze. Öğle yemeğinde verilen hoşafın içinde zaman zaman beklenmeyen misafirleri ağırlaman gerekebilirdi. Yüzerdi mübarek. Ya gözünü yumar, misafirini midene gönderirdin görmeden. Ya bırakır içmezdin, ya da kaşığının ucuna alıp boşalan karavananın içine koyardın kimse görmeden.


Ayda bir hafta sonu memlekete gitmene izin verilir, diğer zamanlar 7/24 okul-yurt arasında ömür tükenirdi. Evi merkezde olup evine gitmek isteyenler velisinin tasvibi yurt idaresinin onayıyla çıkartılan evci belgesi ile  cumartesi günü evlerine gidebilirdi. Evi kırsalda olanlar ise hafta sonunu banyoda veya tuvalette kirli çamaşırlarını yıkayarak geçirirdi.
***
Ben yurt hayatından uzaklaşalı 30 yılı geçmiş. Yeniden geçmişin depreşmesinin sebebi, şimdilerde haftada bir hatıra binaen bir orta öğretim öğrenci yurdunda belletmenlik yapmaya başladım. Bir kendi yaşadığım dönemdeki imkanlara baktım, bir de şimdikine. Gayri ihtiyari nereden nereye demişim. Şimdi biraz da 2017'nin yurt ortamından bahsedeyim izin verirseniz...

Yan tarafta gördüğünüz menü 28/03/2017 günü devlete ait bir ortaöğretim yurdunun sabah kahvaltısından bir görüntüdür. Gördüğünüz gibi iki çeşit zeytin, reçel, bal, tereyağı, üçgen peynir, kaşar peyniri ve teneke peyniri. Eline tabldotunu alan öğrenci self-servis olarak kendisi istediği kadar alabiliyor. Aldıktan sonra doymayan tekrar gelip ilave ediyor. Ekmek ise en önde dilediği kadar. Üstelik taze mi taze. Hemen ilk girişte üzerinde üç çaydanlık olan büyük çay seti var. Yanında da şekeri, pet bardağı. İsteyen çayını buradan alıyor, isteyen ise masalara konmuş termostan dolduruyor. Görüntü beş yıldızlı otellerdeki tam porsiyonu andırıyor. Bu fotoğrafı çektiğim esnada yan tarafta kahvaltısını yapmakta olan görevli: "Hocam haftanın diğer günlerinde bunlara ilaveler var. Haftada bir gün patates kızartması, bir gün sucuklu yumurta, bir gün yumurta olacak şekilde" dedi.

Öğle ve akşam yemekleri ise 3-4 çeşit yemekten aşağı değil. Her öğünde çıkan yemeklerin içinde özellikle ana yemekte mutlaka et, ya da et ile pişirilmiş yemek olur. Yine öğrenci her yemekte ilave alma hakkına sahip. Masalarda ise lokanta usulü baharat, peçete vb eksik değil. öğrenci suyunu çeşmeden değil, mini buzdolapları vasıtasıyla gidermektedir. Akşam etütler bittikten sonra yine öğrencilere ara öğün verilmektedir.

Öğrencilerin yatak odalarına göz attığım zaman her odada 4-8 kişi kalabilecek şekilde ranzalar konmuş, yataklarının yanında öğrencilerin eşyasını ve elbisesini koydukları dolapları. He katta dinlenme, oyun vb ihtiyaçlarını gidermek için dinlenme salonları mevcut. Yine her katta 24 saat sıcak suyu bulunan banyoları faal durumda.

Yurdun girişinden itibaren öğrenci ayakkabılarını çıkardıktan sonra oda ve koridorlar halı ile döşenmiş durumda. Sadece yemek salonuna geçtikleri zaman raflarda bulunan terlikleri giyiyorlar. Hasılı yurt değil, ev ortamı sanki. Belki de çoğu öğrencinin evinde bulamadığı imkan ve ortam ile teşrif edilmiş. Hem rahat, hem konforlu. üstelik sıcak. Tam bir aile sıcaklığı.

Yurdun imkanlarını görünce bir geçmiş yurt imkanlarını bir de günümüz yurt imkanlarını kısaca bu şekilde kıyaslama aklıma geldi. Gerçekten nereden nereye. Allah devletimize zeval vermesin. Her türlü imkanı öğrencilerin lehinde kullanmak için çaba sarf ediyor. Burada devletin verdiği bu imkanı öğrencilerine sunan yurt yönetimini de takdir etmek gerekir. İnşallah kıymet bilen ve değerlendirenlerden oluruz. 28/03/2017

Kulüpleri silkelemeli *

Üç büyüklerden  bir kulübümüz terör örgütü üyesi olmaları dolayısıyla 2 kişinin kulüp üyeliğinin düşürülmesini oy çokluğuyla reddederek üyeliklerinin devamına karar verdi. Yakın tarihin acımasız terör örgütü üyelerini ihraç etmeyerek bir garabete imza attı. Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine bir gün sonrası acil kod adıyla yaptığı toplantıda ise sekiz yıldır üyelik aidatını ödemediklerini gerekçe göstererek adı geçen iki üye dahil toplam 2700 kişiyi üyelikten çıkardı. Bu ihraç kararı da en az birinci kadar garip ve komedi idi.

Bildiğim kadarıyla kulüpler 'Dernekler Kanununa' tabi. Kanunun içeriğini bilmiyorum ama herhalde kanunda 'Dernekler suçluları barındırır' diye bir madde yoktur. O zaman bu dernekler nasıl yönetiliyor? Bir gün öncesi suçluyu koruma oylaması yapılıyor, ikinci gün bir başka gerekçe ile üyelikten çıkarılıyor. Aidat vermeyen üyeleri ihraç için en az 8 yıl mı beklenmelidir? Geçmişi başarılarla dolu, asırlık bir kulüp  bu şekilde yönetiliyorsa yazık gerçekten. İki günde aldığı birbirine zıt iki kararla adından çok söz ettireceğe benziyor. Eskisi gibi başarısıyla ön plana çıkamayınca en azından bu şekilde ülke gündemine oturup adından söz ettirmesi de bir başarıdır. Reklamın iyisi-kötüsü olmaz. Vezir de yapar, rezil de.

Bir kısmını tenzih ederim ama anladığım kadarıyla birileri kulüpleri çiftlik gibi yönetiyor. Dingonun ahırı sanki. Ne giren belli, ne de çıkan. Ne kadar denetleniyor bilmiyorum. Denetlense de kitabına uydurulur bizde. Gördüğüm kadarıyla UEFA-FİFA, kulüplerimizi ülkemizin denetim mekanizmalarından daha iyi denetliyor. Nasıl bir şeyse gelen kolay kolay gitmiyor. Hep kulübün başında kalabiliyor birileri. Birçoğu da borç batağında. Tek yaptıkları yabancı futbolcu almak. Gelen yabancı futbolcu ülke futboluna katkı sağlayan olmalı. Alt yapıdan futbolcu yetiştirmeye gerektiği gibi önem verilmiyor. Bu yüzden midir? Milli Takım yerlerde sürünüyor. Takımlar iyi olursa Milli Takım da iyi olur.

Kulüp yönetenler için mutlaka kriterler konmalı, yönetim kurulunda görev alanlar bir kamu görevi yaptığının bilincinde olmalı, siyasetten uzak durmalı. Kulübü töhmetlerden uzak tutmalı. Arkasında milyonlarca taraftar ve seveni olan kulüpler birkaç kişinin çıkarına alet edilmemelidir. Kulüplere leke getirecek davranışlardan kaçınılmalıdır.
***
İhraç edilenlerden biri attığı tweetinde yaptığı açıklamadan sonra adını yazıp altına "...'yi ve ülkesini çok seven bir vatandaş" diye tanımlamış kendini. Sevsinler seni! Yazarken biraz samimi ol bari! Bu nasıl sevmek? Üyesi bulunduğu takıma ödemesi gereken aidatı yıllardır ödemiyor ve bu takımı sevdiğini söylüyor. Hasta ana-babasını bırakıp yurt dışında firari durumda ve ülkesini sevdiğini söylüyor. Sormazlar mı adama: Bu nasıl sevmek diye. Ülkesini seven vatandaşın dışarıda ne işi var? Suçsuzsan niçin kaçaksın? Elini-kolunu sallaya sallaya ülkene gelirsin. Suçluysan gelir, adam gibi cezanı çekersin. Memleketi sevmek ancak böyle olur. Öyle kuru kuruya vatanı sevmek ve hamasi konuşmak vatanseverlik değildir. Kedinin ciğeri sevmesine benziyor bu vatan sevgisi. Vatan sevgisi gerekirse uğrunda çile çekmektir. Bedel ödemektir.

Ülkesi için bedel ödeyenler bu ülkenin geleceğinde söz sahibi olur. En ufak bir zorlukta kendini dışarı atanlar unutulmaya mahkumdur. 28.03.2017


* 29/03/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.