30 Mart 2017 Perşembe

Eskiye dönüş

Eskiden alışverişe giderken elimizde pazar çantası, file vb. kap kacak götürürdük. Market alışverişlerinde ise aldıklarımız kese kağıdına konurdu. Bazıları da  gazete kağıtlarına sarar verirdi.

Nice zamandır alışverişlerimize önce siyah, sonra değişik renklerde naylon poşetler girdi. Hatta birçok firma poşetin üzerine firmasının adını yazdı. Hasılı hayatın vazgeçilmezi oldu.

Bakanlık 2018 yılından itibaren naylon poşeti kaldırmayı düşünüyor. Yerini de doğada  kendiliğinden yok olan biyobozunur poşetler alacak. Geçiş süresinde karton veya bez torba hediye edilecekmiş. Naylon poşetlerin yasaklanma gerekçesi de doğada çözülmesi yüzyılları almakta, hem de insan sağlığını tehdit etmesi olarak ifade edilmektedir. Vatandaşı naylon poşet kullanımından vazgeçirmek için de market ve mağazalarda poşetlerin ücretli olacağı belirtilmektedir.

Yanlışın neresinden dönülürse kardır. Yerinde bir karar. Fakat bu derece doğaya ve insan sağlığına zararlı olduğu ayan beyan bilinen bu poşetlerin yasaklanması için illaki Bağdat'ın harap olması gerekmezdi. Madem bu kadar zararlı, ne diye bu kadar yıl beklendi. Hiçbir zaruret insan sağlığından daha önemli değildir halbuki. 

İnsanoğlu böyledir. Önce üretir. Sağı-solu yıkar geçer. Nice sonra aklı başına gelir yasaklama veya kaldırma yoluna gider. Dünyada problem mi görmek istiyorsun? Hiç sağa sola bakmaya gerek yok. Sadece insan denen varlığı takip etmek yeterli. Çünkü biteviye sorun üretir. Önce üretir, sonra çözmek için sorunu bir başka sorunla çözer. Şimdilerde kendiliğinden yok oluyor deyip piyasaya sürülmek istenen biyobozunurların kaç yıl sonra zararlı olduğu söylenecek? Bunu da zaman gösterecek. Sonra poşetler zararlı ise -ki zararlı- o zaman ne diye paralı satışa sunuluyor. kaldır gitsin.

2018'den itibaren bu sorunu ne kadar çözeceğimiz ortaya çıkacak. Yine poşet kullanmaya devam edecek miyiz? Yoksa eskisi gibi bez torba veya fileler yeniden hayatımıza girip eskiye dönecek miyiz? Bunu da göreceğiz. Poşetin yerine piyasaya sürülecek olan biyobozunurlar, naylon poşetlere göre iki kat daha maliyetli imiş. Bu demektir ki alışverişlerimize ilave maliyetler binecek. Çünkü biz kolay kolay fileye falan dönmeyiz. 29/03/2017

Kantin kültürü/sorunu

Okullarda öğrenci yoğunluğunun çok olduğu yerlerden birisidir kantinler. Teneffüsü dört gözle bekleyen öğrenci çıkış ziliyle birlikte soluğu buralarda alır. Okulun yüzde doksanı buraya akın eder. Çalışanlar öğrenciye satış yapmaktan başını kaşıyacak zaman bulamaz. Koşarak gelip alışverişini yapan öğrencinin mutluluğuna diyecek yoktur. Hele bir de sıraya girip alma alışkanlığı yoksa itiş kakışla birlikte istediğini alan öğrenci gemisini kurtaran kaptan gibidir.

Yiyecek ve içeceğini alan öğrenci hem yürür hem de yemeye başlar. On dakikalık teneffüsün kalan kısmında  yediğini yer, yiyemediğini sınıf ortamına getirir. Nedense alınan hiçbir şey teneffüste bitmez. Ders öğretmeni izin verirse sınıf ortamında aleni, izin vermezse ya gizli gizli yer, ya da diğer teneffüste yemek için sırasının altına koyar. Sıranın altında yarım bırakılmış yiyecek dururken derse kendini verebilirse verecek. Öğretmen de derse başlayabilirse başlayacak. Zaman zaman da elinde nevalesiyle sınıfın kapısında öğretmenin gelmesini bekleyen  öğrenciler olur. “Öğretmenim bitirebilir miyim” diye izin ister. İzin alabilen öğrencinin sevincine diyecek yoktur. Kapının önünde ayakta işini halleden öğrenci nice sonra çıkar gelir sınıfa.

Okullarda ilk dört-beş teneffüs bu şekilde çalışır kantinler. Dağılma saatine yakın teneffüslerde satış yavaşlasa da yine müdavimleri eksik olmaz. Bu sefer gelenler artık zevkine gelenlerdir. Ya çikolata, ya çiğ köfte, ya da dondurma alır. Nedense dondurma  yeme işi de teneffüste bitmez. Mutlaka derse sirayet eder. İzni koparan kapının önünde, alamayan ise sınıfta yer. Hiç de acele edilmez. Yavaş yavaş yalar. Bitince çöpünü atmak için kalkar. Bitsin artık bu çile diyeceksiniz ama bitmiyor maalesef. Ardından elini yıkamak için lavaboya gitmek için ister. İzin alamazsa bu sefer sınıfa: Islak mendili olan var mı diye seslenir. İlkokul ve liseleri bilmem ama ortaokullarda durum bu vaziyet. Çünkü büyük bir çoğunluk ya gereksinim duyuyor, ya da zevkine takılıyor. İzin versen de bir dert, vermesen de. Garibine gitse de, sınırlama getirsen de, yapılanın yanlış olduğunu söylesen de, bazı öğrencilerin vicdanına hitap edip vazgeçirsen de bazıları her teneffüs mide derdinde, hep boğaz mücadelesi veriyor. Bu durumda senin de mücadelen ya sabır çekmek. Teşbihte hata olmasın. Sanki Salih peygamberin devesi gibi işi-gücü yemek-içmek. Para aileden, yemesi de ondan. Bu şekil çocukları gören diğer çocukların bu durumdan etkilenmemesi mümkün değildir. İmkanı olmayan veli de çocuğum ezilmesin diye şartları zorlayarak aynı yola girebiliyor.

Bu durum yeni neslin geldiği nokta mı yoksa kantin kelimesinin adından mı diye sözlüğü karıştırdım. TDK’nın sözlüğünde: “Kışla, fabrika, okul vb. yerlerde yiyecek ve içecek maddelerinin satıldığı yer” şeklinde tanımlanmış buralar. Dilimize Fransızca’dan geçmiş. Bir yerde kantin varsa evden kahvaltı yapmadan çıkmak mubah sayılıyor artık. Herkes ihtiyacını buradan karşılıyor. Evlerden beslenme getirme, kahvaltıyı yaparak gelme diye bir geleneğimiz kalmadı. Kantinler artık hayatımızın bir parçası, olmazsa olmazıdır. Bu sektörden ekmek parası kazanan büyük bir kitle de var. Kantinler olsun olmaya. Ama yeme ve içmede alışkın olmadığımız bir kültüre doğru evriliyoruz. Bizim kültürümüzde ayakta veya yürüyerek yeme ve içme çok doğru görülmez. Hatta Osmanlı’da ayakta yiyen içenin şahitliği kabul edilmezmiş denir. Üstelik yeme içme, kantin bölgesinde giderilmesi gerekirken sınıflar kantinin koltukları işlevi görüyor. Kimi yiyor, kimi onlara bakıyor. Bakanın canının çekmemesi mümkün değildir. Ekseriyet kıyameti koparmaya çalışıyor. Çünkü biri yer, biri bakar. Kıyamet ondan kopar sözünü unutarak.

Okullarda kantinin olmaması bir sorunsa, olması da bu şekilde bir sorundur. Kanaatimce kantinlere belirli bir standart getirilmelidir. Kutu gibi bir yere kantin yapıp öğrencinin yiyeceği bir ortam sağlamamak olmaz. Yiyecek ve içecek sınıf ortamına götürülmemelidir. Mutlaka alışveriş yapan öğrencinin oturarak yiyebileceği ortamlar da yapılmalıdır. Yine kantin bölgesinde el-yüz yıkamak için lavabolar olmalıdır. Okullarda mutlaka öğrencinin ihtiyacını giderebileceği beslenme saatleri ayarlanmalıdır. Abur-cubur, hızlı bir şekilde yemeden ziyade öğrenci hazmede hazmede yemelidir. 30/03/2017




29 Mart 2017 Çarşamba

İleri saatin azizliği

İleri saat uygulamasının ilk mesai günü derse geç kaldım diye hızlı bir şekilde okula gelen öğretmene, okulu yeni açan hizmetlinin "Hocam hayırdır" sorusuna, " Derse geç kaldım, derse geçeceğim" cevabı verir. "Hocam derse girmeye bir saat var" deyince "Nasıl olur, saat 08.50 değil mi" der.  "Hocam  daha saat 07.50 yeni oldu" cevabı verir. Hocanın derse girmesine daha bir saat olduğu için artık düşünmeye de fırsatı var. Bu iş nasıl oldu diye düşünürken sonunda bulur: Kendisi sabah kalkınca bir saat ileri alır. Bir de akıllı saati gece ileri alır. Sonunda ileri saatin ilerisi bir saati olur böylece.

Böylesi öğretmen okul yönetiminin sevdiği en iyi öğretmendir. Darısı diğerlerinin başına... 29/03/2016

28 Mart 2017 Salı

Geçmiş ve günümüz yurt ortamları

1979-1986 yılları arasında özel bir ortaöğretim öğrenci yurdunda kalmıştım. Yemeğinden yatmasına varıncaya kadar yurtta hayat zordu. Yurdun girişi belli, çıkışı belliydi. Her şey askeriye mantığında dizayn edilmişti. Herkes zamanla yarışır, oyalanma gibi bir lüksü olmazdı.

Eşyalarımızı koyduğumuz dolaphane adı verilen yer binanın bodrum, yatakhaneler ise binanın üst katlarında idi. Bir odada bulunan  14 çift ranzada toplam 28 öğrenci kalırdı. Dolaphane ve yatakhane belirli saatlerde, süreli açılır kapanırdı. Süresi içerisinde ihtiyacımızı gidermek zorunda idik. Yoksa dolaphane veya yatakhanede kilitli kalma durumu söz konusuydu. Sabah namazından önce veya sonra bir, akşam da iki olmak üzere toplam üç etüt yapardık. Banyo yapmak için kalk saatinden önce kalkıp ihtiyacımızı gidermemiz gerekiyordu. Sabah erken kalkıp ilk banyo yapan öğrenci şanslı idi. Çünkü sıcak su bulabilirdi. Ardından sıra bekleyenin nasibi soğuk suyla banyo yapmaktı. Banyo kilitlenmeden yarı sulu-sabunlu banyo yapıp giyindin mi gemisini kurtaran kaptandın. Yoksa ertesi sabaha kadar yıkanmadan kalma da vardı işin ucunda.

Sabah kahvaltısını yapmak için yemekhaneye inerdik. Eğer menüde çay var ise dolaphaneden kendi bardağımızı da alıp çıkmamız gerekiyordu. Kazanlarda kaynayan çayımız karavana olarak gelirdi önümüze. Her masada bir nöbetçi olurdu. Kepçe ile katardık çayı bardağımıza. Bir masada oturan on kişinin nasibi birer bardak çay içmekti. Bardağı büyük olan öğrenci pek makbul sayılmaz, homurdanma olurdu zaman zaman. Bardağına iyi sahip çıkacaksın. Düşüp yuvarlandı mı kırılır, sabah çayını içmekten mahrum kalabilirdin. Menüde ise çürümeye yüz tutmuş 5-6 siyah zeytin, kibrit büyüklüğünde kireci andıran beyaz teneke peyniri. Birkaç gün öncesinden bayatlatılmış ekmekle beraber yediğin peynirin imdadına eğer çay yetişmezse boğazında kalıp ölüm-kalım mücadelesi vermek de vardı işin ucunda. Haftanın bir-iki günü mercimek çorbası, bir gün margarin ve reçel, diğer günlerde de çay çıkardı.

Öğle yemeğine biraz özen gösterilir, üç çeşit yemeğimiz olurdu. Akşam yemeğinde ise iki çeşit yemek verilirdi. Tıpkı kahvaltıda olduğu gibi önümüze karavana ile gelen yemek nöbetçi tarafından pay edilirdi. Nöbetçi ekmeği pay ederken diğerleri ise hangi kaba ne kadar yemek konduğunu takip eder, diğer taraftan da sele ile gelen ekmekten eliyle seçme yapardı. Eline aldığı ekmeği sıkıştırır, tekrar koyardı. Ekmek seçenler dilimlenmiş ekmeğin köşesini alırlardı. Çünkü ortasına göre daha az bayatlamış bir görüntüsü vardı. Ekmek biter, diğer masalara bakılır, oralarda da durum farklı olmazdı, varsa da biz yiyeceğiz diye vermezlerdi. Nöbetçi öğretmenden ekmek istenir, nöbetçi öğretmen hizmetliye sorar. O da: Ekmek kalmadı derdi. Aslında ekmek olurdu olmasına da. Yok dediği bayat ekmekti. Çünkü gelen ekmek bayatlamadan verilmezdi. Bayat ekmeği de belletici öğretmenimiz hazmı kolay, mide çabuk sindirir, taze ekmek mideye oturur kalır şeklinde izah eder. Bayat ekmeğin faziletlerini anlata anlata bitiremezdi.

Yemeğe vaktinde gelmemek büyük riskler barındırırdı. Sonradan gelen dona kalırdı. Ya nöbetçi öğretmenden bir çuval azar işitir o şekilde doyardın, ya da payın için ayrılan yemek yok, gelmeyecek diye masandakiler tarafından diğer dokuz kişiye pay edilirdi. Sen de gecikmenin bedelini aç sabahlayarak öderdin. Başka da seçenek yoktu zaten. Kantin akşamleyin kapalı olur, dışarıya çıkmana da izin vermezler. Zaten çıkmana izin verseler de cepte metelik olmazdı. Akşamleyin çıkan ana menümüzün istenmeyen yemeği bazı zamanlar kara şimşek adı verilen siyah mercimekti. Genelde pek yiyen olmazdı, ama ısrarla gelirdi önümüze. Öğle yemeğinde verilen hoşafın içinde zaman zaman beklenmeyen misafirleri ağırlaman gerekebilirdi. Yüzerdi mübarek. Ya gözünü yumar, misafirini midene gönderirdin görmeden. Ya bırakır içmezdin, ya da kaşığının ucuna alıp boşalan karavananın içine koyardın kimse görmeden.


Ayda bir hafta sonu memlekete gitmene izin verilir, diğer zamanlar 7/24 okul-yurt arasında ömür tükenirdi. Evi merkezde olup evine gitmek isteyenler velisinin tasvibi yurt idaresinin onayıyla çıkartılan evci belgesi ile  cumartesi günü evlerine gidebilirdi. Evi kırsalda olanlar ise hafta sonunu banyoda veya tuvalette kirli çamaşırlarını yıkayarak geçirirdi.
***
Ben yurt hayatından uzaklaşalı 30 yılı geçmiş. Yeniden geçmişin depreşmesinin sebebi, şimdilerde haftada bir hatıra binaen bir orta öğretim öğrenci yurdunda belletmenlik yapmaya başladım. Bir kendi yaşadığım dönemdeki imkanlara baktım, bir de şimdikine. Gayri ihtiyari nereden nereye demişim. Şimdi biraz da 2017'nin yurt ortamından bahsedeyim izin verirseniz...

Yan tarafta gördüğünüz menü 28/03/2017 günü devlete ait bir ortaöğretim yurdunun sabah kahvaltısından bir görüntüdür. Gördüğünüz gibi iki çeşit zeytin, reçel, bal, tereyağı, üçgen peynir, kaşar peyniri ve teneke peyniri. Eline tabldotunu alan öğrenci self-servis olarak kendisi istediği kadar alabiliyor. Aldıktan sonra doymayan tekrar gelip ilave ediyor. Ekmek ise en önde dilediği kadar. Üstelik taze mi taze. Hemen ilk girişte üzerinde üç çaydanlık olan büyük çay seti var. Yanında da şekeri, pet bardağı. İsteyen çayını buradan alıyor, isteyen ise masalara konmuş termostan dolduruyor. Görüntü beş yıldızlı otellerdeki tam porsiyonu andırıyor. Bu fotoğrafı çektiğim esnada yan tarafta kahvaltısını yapmakta olan görevli: "Hocam haftanın diğer günlerinde bunlara ilaveler var. Haftada bir gün patates kızartması, bir gün sucuklu yumurta, bir gün yumurta olacak şekilde" dedi.

Öğle ve akşam yemekleri ise 3-4 çeşit yemekten aşağı değil. Her öğünde çıkan yemeklerin içinde özellikle ana yemekte mutlaka et, ya da et ile pişirilmiş yemek olur. Yine öğrenci her yemekte ilave alma hakkına sahip. Masalarda ise lokanta usulü baharat, peçete vb eksik değil. öğrenci suyunu çeşmeden değil, mini buzdolapları vasıtasıyla gidermektedir. Akşam etütler bittikten sonra yine öğrencilere ara öğün verilmektedir.

Öğrencilerin yatak odalarına göz attığım zaman her odada 4-8 kişi kalabilecek şekilde ranzalar konmuş, yataklarının yanında öğrencilerin eşyasını ve elbisesini koydukları dolapları. He katta dinlenme, oyun vb ihtiyaçlarını gidermek için dinlenme salonları mevcut. Yine her katta 24 saat sıcak suyu bulunan banyoları faal durumda.

Yurdun girişinden itibaren öğrenci ayakkabılarını çıkardıktan sonra oda ve koridorlar halı ile döşenmiş durumda. Sadece yemek salonuna geçtikleri zaman raflarda bulunan terlikleri giyiyorlar. Hasılı yurt değil, ev ortamı sanki. Belki de çoğu öğrencinin evinde bulamadığı imkan ve ortam ile teşrif edilmiş. Hem rahat, hem konforlu. üstelik sıcak. Tam bir aile sıcaklığı.

Yurdun imkanlarını görünce bir geçmiş yurt imkanlarını bir de günümüz yurt imkanlarını kısaca bu şekilde kıyaslama aklıma geldi. Gerçekten nereden nereye. Allah devletimize zeval vermesin. Her türlü imkanı öğrencilerin lehinde kullanmak için çaba sarf ediyor. Burada devletin verdiği bu imkanı öğrencilerine sunan yurt yönetimini de takdir etmek gerekir. İnşallah kıymet bilen ve değerlendirenlerden oluruz. 28/03/2017

Kulüpleri silkelemeli *

Üç büyüklerden  bir kulübümüz terör örgütü üyesi olmaları dolayısıyla 2 kişinin kulüp üyeliğinin düşürülmesini oy çokluğuyla reddederek üyeliklerinin devamına karar verdi. Yakın tarihin acımasız terör örgütü üyelerini ihraç etmeyerek bir garabete imza attı. Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine bir gün sonrası acil kod adıyla yaptığı toplantıda ise sekiz yıldır üyelik aidatını ödemediklerini gerekçe göstererek adı geçen iki üye dahil toplam 2700 kişiyi üyelikten çıkardı. Bu ihraç kararı da en az birinci kadar garip ve komedi idi.

Bildiğim kadarıyla kulüpler 'Dernekler Kanununa' tabi. Kanunun içeriğini bilmiyorum ama herhalde kanunda 'Dernekler suçluları barındırır' diye bir madde yoktur. O zaman bu dernekler nasıl yönetiliyor? Bir gün öncesi suçluyu koruma oylaması yapılıyor, ikinci gün bir başka gerekçe ile üyelikten çıkarılıyor. Aidat vermeyen üyeleri ihraç için en az 8 yıl mı beklenmelidir? Geçmişi başarılarla dolu, asırlık bir kulüp  bu şekilde yönetiliyorsa yazık gerçekten. İki günde aldığı birbirine zıt iki kararla adından çok söz ettireceğe benziyor. Eskisi gibi başarısıyla ön plana çıkamayınca en azından bu şekilde ülke gündemine oturup adından söz ettirmesi de bir başarıdır. Reklamın iyisi-kötüsü olmaz. Vezir de yapar, rezil de.

Bir kısmını tenzih ederim ama anladığım kadarıyla birileri kulüpleri çiftlik gibi yönetiyor. Dingonun ahırı sanki. Ne giren belli, ne de çıkan. Ne kadar denetleniyor bilmiyorum. Denetlense de kitabına uydurulur bizde. Gördüğüm kadarıyla UEFA-FİFA, kulüplerimizi ülkemizin denetim mekanizmalarından daha iyi denetliyor. Nasıl bir şeyse gelen kolay kolay gitmiyor. Hep kulübün başında kalabiliyor birileri. Birçoğu da borç batağında. Tek yaptıkları yabancı futbolcu almak. Gelen yabancı futbolcu ülke futboluna katkı sağlayan olmalı. Alt yapıdan futbolcu yetiştirmeye gerektiği gibi önem verilmiyor. Bu yüzden midir? Milli Takım yerlerde sürünüyor. Takımlar iyi olursa Milli Takım da iyi olur.

Kulüp yönetenler için mutlaka kriterler konmalı, yönetim kurulunda görev alanlar bir kamu görevi yaptığının bilincinde olmalı, siyasetten uzak durmalı. Kulübü töhmetlerden uzak tutmalı. Arkasında milyonlarca taraftar ve seveni olan kulüpler birkaç kişinin çıkarına alet edilmemelidir. Kulüplere leke getirecek davranışlardan kaçınılmalıdır.
***
İhraç edilenlerden biri attığı tweetinde yaptığı açıklamadan sonra adını yazıp altına "...'yi ve ülkesini çok seven bir vatandaş" diye tanımlamış kendini. Sevsinler seni! Yazarken biraz samimi ol bari! Bu nasıl sevmek? Üyesi bulunduğu takıma ödemesi gereken aidatı yıllardır ödemiyor ve bu takımı sevdiğini söylüyor. Hasta ana-babasını bırakıp yurt dışında firari durumda ve ülkesini sevdiğini söylüyor. Sormazlar mı adama: Bu nasıl sevmek diye. Ülkesini seven vatandaşın dışarıda ne işi var? Suçsuzsan niçin kaçaksın? Elini-kolunu sallaya sallaya ülkene gelirsin. Suçluysan gelir, adam gibi cezanı çekersin. Memleketi sevmek ancak böyle olur. Öyle kuru kuruya vatanı sevmek ve hamasi konuşmak vatanseverlik değildir. Kedinin ciğeri sevmesine benziyor bu vatan sevgisi. Vatan sevgisi gerekirse uğrunda çile çekmektir. Bedel ödemektir.

Ülkesi için bedel ödeyenler bu ülkenin geleceğinde söz sahibi olur. En ufak bir zorlukta kendini dışarı atanlar unutulmaya mahkumdur. 28.03.2017


* 29/03/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


27 Mart 2017 Pazartesi

Ekmeğe saygı lütfen!

Yan tarafta gördüğünüz fotoğrafı dolmuşta giderken İstanbul Caddesinde kırmızı ışıkta durduğumuz esnada çektim. Arabanın içi şoför mahalli dışında tamamen tandır ekmeği dolu. Ekmek selelerinin içine konmuş. Bagajında da ekmek var gördüğünüz gibi. Bagaja da o kadar doldurmuş olmalı ki bagaj açık kalmış.

Aracın plakası okunmasın diye resmi kırptım. Bagajı tam seçebiliyor musunuz bilmiyorum. Bagajın içinde de ekmek selesi var. İçine ekmek konmuş. Ya sele yoktu, ya da sepeti sığdıramamış olmalı ki, altına hiçbir şey sermeden tandır ekmeklerini kaportanın üzerine istiflenmiş. Üst tarafı da tam kapanmadığına göre kapağın altı da ekmeklere sürtüyor olmalı.

Zaman zaman kaldırımlarda, cami önlerinde yandır ekmeğinin poşetin içerisine dörder tane konarak satıldığını görürüm. Bu tür ekmeğin özel müşterileri var. Satışı da iyi gördüğüm kadarıyla. Öyle zannediyorum bu arkadaş da satmaya götürüyor.

Ekmeğini taştan çıkartan, elinin emeğini yiyen, rızkının peşinde koşan insanlara saygım büyüktür. Bu tür tandır ekmeği de her yerde bulunmaz. Müşterinin ayağına gitmesinde fayda var. Fakat taşımasını uygun bir ortamda, hijyen bir şekilde yapması gerekir. Kendisi gördüğünde tiksinmeden alabileceği ekmeği piyasaya sürmelidir. Nasıl ki kendimiz bir yiyeceğin temiz olmasını istiyorsak sattığımız malı da o şekilde piyasaya sürmeliyiz.

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ve belediyeler üzerine düşen görevi yerine getirmeli, denetimlerini artırmalı. Güpegündüz şehrin merkezinde bu şekilde ekmek taşımaya kimse cesaret edememeli. Hijyen olmayan ortamlarda satışa izin vermemeli. Nasıl ki kapalı yerler haricinde simit satışı yasaklanmışsa bu şekil ekmek taşıma ve satış işine de bir standart getirilmelidir.

Ekmek bu toplumda tıpkı Kur'an gibi saygı değerdir. Yere ekmek atılmaz. Atılmışsa elimize alır, kurt-kuş yesin diye yüksek bir yere koyarız. Bazılarımız yemin ederken ekmek-Kur'an çarpsın diye dua eder. Emeğe saygı bekleyenler siz de ekmeğe saygı gösterin lütfen! 27.03.2017

26 Mart 2017 Pazar

Güya dershaneleri kapatmıştık biz

Güya dershaneleri kapatmıştık biz
Çin hükümeti, vatandaşın yaya veya binitli olarak 40 günde gidip geldiği iki şehrin arasına  tren yolu döşemeye karar verir. Çalışmaları görev vatandaşlar mühendislere, ne yaptıklarını sorar. 40 günde gidip geldiğiniz yeri bundan sonra 4 günde gidip geleceksiniz. Çünkü tren yolu döşeyeceğiz der mühendisler.  Vatandaş sevineceği yerde kara kara düşünmeye başlar ve mühendislere tekrar sorar: Pekiyi biz, geriye kalan 36 günde ne iş yapacağız diye.

Çinlilere benzer miyiz, benzemez miyiz bilmem. Renk, boy-pos olarak uymadığımız belli. Ama Çinlilerle ortak bir yönümüzü tespit ettim. Ne alaka diyebilirsiniz? Tıpatıp benziyoruz. Çin hükümeti karda-kışta uzak mesafeyi yürüyerek gidip gelen vatandaşlarını bu sıkıntıdan kurtarmak için 40 günlük mesafeyi 4 güne indiren bir projeye imza atarken vatandaş ise geriye kalan 36 günde ne iş yapacağının hesabını yapıyor. Malumunuz bizde bir ticarethane haline gelen ve her köşede mantar gibi biten dershaneleri kaldırdık birkaç yıl önce. Üstelik okulların haftalık ders saatlerini artırdık, öğrenciler okul dışına ihtiyaç hissetmesinler diye. Eğer ihtiyaç hissedilirse okulda ücretsiz takviye ve yetiştirme kursları açılabileceği de karara bağlandı. Vatandaş olarak sevineceğimiz yerde hepimizi bir üzüntü kapladı. Okul dışında benim çocuğum geriye kalan zamanda ne yapacak diye. Çünkü kafamızda: “Bu okullarda iş yok, çocuğum mutlaka takviye almalı, dershane olmazsa çocuklar  nasıl yarışacak” şeklinde bir problem vardı. Bu problemi de tereyağından kıl çeker gibi çözdük. Üstelik eskiden sadece dershaneler vardı. Şimdi ise alternatifimiz bile var: kurs merkezleri, etüt merkezleri, okulların açtığı yetiştirme ve takviye kursları. Üstelik eskiden 2,5-3 bin liraya çocuklarımız dershanelere giderken şimdi kurs merkezlerinde fiyatlar daha bir astronomik. Eskiden bir kısım öğrenci ders çalışmaya ve dershaneye gitme imkanım olsun diye son sınıfın birinci döneminden itibaren açık liseye geçiş yapardı. Şimdi ise son sınıfa kadar devletin okulunda okuyan çocukların çoğu son sınıfta temel liselere geçerek 10-20 bin lira arasında bir para ödemek durumunda kalıyorlar. Çocuklarımız yine eskisi gibi yarış atı olarak sınav odaklı yarıştırılıyor. Sahi biz ne anladık 3 yıl öncesinde dershaneleri kapatmaktan? Görüntü gelenin gideni arattığı şeklinde. Üstelik velilere de daha fazla yük bindi. Sanırım biz dershane sözcüğüne karşıymışız. Başka adlar altında aynı sistem devam ediyor.

Kafa yapısı değişmediği müddetçe biz her şeyi yasaklasak mutlaka yerine yenisini buluruz. Şunu iyice anladım ki biz toplum olarak bir problemi çözerken yeni problemlere üretiyoruz. Problemle yaşamayı seviyoruz. Her çözme işinde yeni problemler dağ gibi olup çıkıyor karşımıza. Dün eğitim v e öğretim seviyesinden kimse memnun değildi, bugün de memnun değil. Yoğun ders yükünün üzerine binen kurslar ve sosyal hayattan kopuk bir şekilde yarışımız hala devam ediyor. Ne çocukluğunu yaşayamayan çocukları, ne de etüt merkezlerine giden parayı düşünen var. Eski  hamam eski tas. Okullarda ücretsiz olarak açılan takviye ve yetiştirme kursları ise daha bir içler acısı. Çünkü okullar  bugün etüt merkezi gibi işlev görüyor. Veli ve öğrenci ders ve öğretmen seçiyor, kursa katılacağım diye sisteme giriyor. Fakat büyük bir çoğunluğu devam etmiyor. Kimse ne yaptığını-yapacağını bilmiyor. Devletin ücretsiz kurslar için ödediği katlamalı ücret de bu şekilde hedefine ulaşmıyor. Yazık gerçekten yazık! Devletin ve milletin harcadığı paraya yazık. Bunların hepsi bu ülkenin milli serveti.

Eğitim ve öğretim için harcanan paranın hesabı yapılmaz  diyebilirsiniz. İnanın parayı düşünmüyorum. Verecek olan versin. Herkesin şunu düşünmesinde fayda vardır. Dolu beyin yeni bilgi almaz. Bu çocukların beyni dolu. Yorgun piyade gibiler. Ortaokullarda günlük 7, liselerde ise 8 saat dersten sonra üzerine kurs görmek, hafta sonunu kurs merkezlerinde geçirmek, akşamleyin kursun ve okulun ödevlerini yapmak demek bu çocukları öldürmek demektir. Bırakın bu çocuklara faydasını, sadece bu çocukları uyuşturur. Bilgi beyin ve zihinde yer edinmelidir. Öğrendiği bilgiyi analitik düşünebilmek için öğrencinin boş zamana ihtiyacı vardır.

Demek ki kapattık demekle olmuyor. Biz yine aynı problemlerin ağırını yaşıyoruz bugün hem bedenen, hem madden. Okul dışında bir başka yerlere, takviyeye ihtiyaç duymayacak, okulları daha işlevsel hale getirecek çözüm yolları bulmamız lazım. Yoksa bu nesil bu sıkleti daha fazla çekemez.


Okul dışında bir başka takviyeye ihtiyaç olmadığına ilk önce velileri ikna etmek gerekiyor. Bu konuda önce veliler eğitilmelidir. Şunu kimse unutmasın. Haftalık ders saati 5-6 saat olan bir dersin kursu 2 saattir. 6 saatte öğrenilmeyen bir ders iki saatte mi öğrenilecek? Kimse kendini ve birbirini kandırmasın. Kendinize acımıyorsanız çocuğunuza acıyın. Nedir bu çocukların sizlerden çektiği? 26/03/2017