9 Mart 2017 Perşembe

ÖSYM kriterleri *

Bir ara kopya skandallarıyla bir darbe yemiş olsa da ÖSYM'nin yaptığı sınavlar sınav öncesinden, sınav esnasına ve sınav sonuna kadar her şeyiyle düzen ve tertip çerçevesinde yürüyor. Bu tür sınav sistemine eleştirel bakmakla birlikte milyonlarca kişinin sınavını binlerce görevli bir orduyla tereyağından kıl çeker gibi sorunsuz yapması takdire şayan gerçekten.

Mantığın kabul etmediği kurallara, sınav komisyonundan; salon görevlilerine, sınava giren öğrencisinden; velisine varıncaya kadar  herkes uyuyor, itiraz da yok: 10.00’da başlayacak sınav için öğrenciler  en geç 09.45’de sınav yerinde olması gerekiyor. Gelemeyen durumuna razı olup boynunu büküp geri dönecek. Sınav esnasında ilk 120 dakika çatlasan da patlasan da salon dışına çıkamıyorsun, sınavın bitimine 15 dakika kala kimse yine çıkış yasak. Sınav esnasında kimse kimseyi rahatsız etmiyor, sınav bitmiştir sözüyle herkes kalemleri bırakıyor. Sınava girerken öğrencisinden görevlisine –neredeyse- elbisesinin dışında hiçbir şey ile giremiyor içeriye. Elimizden düşürmediğimiz, neredeyse yatağa beraber yattığımız cep telefonları bile böylesi sınavlarda saatlerce dinlenmek suretiyle istirahate çekiliyor. Cebindeki bozuk paranla bile giremiyorsun, varın siz gerisini düşünün.

Sınavın sorunsuz olmasının kanaatimce en önemli nedeni kurallarının acımasız olması ve kuralların uygulanıyor olması. Bence esas mesele bu. ÖSYM hangi sınav kuralını koymuşsa, kural mantıklı da olsa mantıksız da olsa uygulama imkanı bulması. Burada kuralları yazıp hem vaktinizi almayacağım hem de sayfamı doldurmayacağım. Hiç sınavla alakası olmayanımız bile sanal alemde kısa bir gezinti yapsa kuralları görür. Her şey yasak anlayacağınız. Hele şükür aldığımız nefese karışmıyor. Eğer ÖSYM aldığımız nefeslerden şüphelense öyle zannediyorum nefes almamızı da yasaklar. Şimdilik böyle bir şüphe yok sanırım.

Şimdi sadede gelelim, derdim üniversite sınavları değil. ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda birçoğu; acımasız, gereksiz ve mantıksız görünen yasaklar uygulanma imkanı buluyor. Genelde bu ülkede her şeyde bir kural vardır. Her şeyin kuralları belirlenmiştir. Kurallar iyi düşünülüp konulmuş ama bir sorun var. Bu ülkede kurallar hep çiğnenir, uygulanmaz. Bizim huzur, refah, düzen ve tertibimiz için konmuş bu kurallara uysak günlük hayatı kendimize ve birbirimize zehir etmeyiz. ÖSYM'nin mantıksız görünen kuralları tıkırında işliyor da diğer kurallarımız niçin çiğneniyor?  Hayatı zindan ederiz kendimize ve çevremize. ÖSYM sınavında görev alanlar, sınava girenler de bu ülkenin insanı. Dışarıdan ithal edilmiş değildirler.  O zaman mesele nedir?

Mesele kural tanımaz aymazlığımızdadır. O zaman ÖSYM bu işi çözmüşse sosyal, siyasal, ekonomik vb hayatın her alanına ait kuralları ÖSYM koysun. Cezaları da tıpkı sınavlardaki gibi ağır olsun. Cezalar mutlaka uygulansın. Bize biraz kural öğretsin olmaz mı? Hatta biz hiç AB ve Kopenhag kriterleriyle uğraşmayalım, hatta adına Ankara kriterleri de demeyelim. (Şimdilerde bu kriterlerden pek bahsedilmiyor artık.) Tüm kriterlerimiz ÖSYM kriterleri olsun, adam gibi uygulansın. Bizim ÖSYM kriterlerimiz dünyaya örnek olsun.

Kurallarla yaşamaya başlayınca bu ülkeye dirlik ve huzur, birbirimize saygı ve sevgi hakim olur. Kurallara uydukça hayatın anlamının olduğunu bir kat daha iyi  anlarız. Çocuklarımıza yaşanılır bir ülke bırakırız. Bilelim ki bu ülkenin sorunu, kural eksikliğinden değil, kurallara uymadığımızdandır. Kural tanımaz tavrımızdandır.  


Yarın  YGS sınavına 2.265.902 kişi katılıyor. Allah gençliğin baharındaki bu gençlerimizin yardımcısı olsun. Hepsine emeklerinin karşılığını versin, başarılar dilerim. 08/03/2017

11/03/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Uzaklaştığımız değerlerimizden vefa

“Borcunu ödeme,  sözünü yerine getirme, sözünde durma; sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat,  sevgide bağlılık” gibi anlamlara gelen vefa hepimizin bildiği gibi dört harften oluşuyor. Görüldüğü gibi kendisi küçük ama anlamı büyük bir kelime.

Hepimize lazım oluyor bir gün. Bir konuda yalnız kaldık mı hatırlarız bu kelimeyi. Çoğu zaman da dertleniriz; vefa kalmamış, İstanbul'da bir semtin adı deriz. İçimize kapanır, hayata küseriz. 

İnsan büyüdükçe daha çok arıyor bu vefayı. Hele bir de unutulmaya yüz tuttuğu zamanlarda daha fazla bir ihtiyaç duyuyor. Vefa; unutulmamak, hatırlanmak, aranmaktır. İyi günde ve kötü günde dostunu yalnız bırakmamaktır. Sevinç ve üzüntülü anlarına ortak olmaktır. Geçmişte içilen bir acı kahvenin 40 yıl hatırını gütmektir. İyi gün değil, kötü gün dostu olmaktır. Yıllar geçse de bir hal-hatır sormadır, gönül almadır. Dostuna, yanında ayrı bir yeri ve değerli olduğunu hissettirmedir. Sözde değil, özde sevmedir.

Tarihimiz, kültürümüz vefaya ayrı bir yer vermiştir. Örnekleri de çoktur. Vefa sadece dostumuza, sevdiğimize değil; onun çoluk ve çocuğuna da gösterilir, baba dostu tabiri de sanırım buradan gelmektedir. Bize küçüklüğümüzde öf demeyen anne ve babaya büyüdüğümüzde "öf" bile dememekti, bakımlarını üstlenmekti. Onları horlayıp dışlamamaktı. Onlardan ilgi, alaka ve güler yüzü esirgememekti. Kültürümüzde huzur evlerine yer yoktu... Değerlerimiz böyle idi.

Birçok değerlerimizde olduğu gibi vefada da bir yozlaşma söz konusu günümüzde. Anne-baba bir yüktür artık evladının gözünde. Çünkü muhtaçlığı kalmamıştır. Yük olduğu hissini edinen anne-baba soluğu, adına huzur dedikleri kimsesizler ve sahipsizler yurdunda alıyor… Öğretmen için; "Vurduğu yerde gül biter... Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum" bakış açısından "Çocuğuma yan bakanın yuvasını bozar, hayatı zindan ederim" noktasına gelindi. Öğretmenin başarısı öğrencinin başarısına endekslendi. İyi öğretmen en fazla net çıkartan öğretmen oldu artık. Kimse öğretmenin değer ve davranış vermesini istemiyor. 

Bir dostumuzdan borç alma dönemi neredeyse bitti. En iyi dostumuz kapısını çaldığımız zaman bize kapısını ve kasasını açan bankalar oldu. O kadar vefalılar ki elimizi verdiğimiz zaman kolumuzu kapıyor. Salmıyor hiç. Ömür boyu müşterisiyiz artık, ona olan borcumuzu ödemek için. Öğrenci ve öğretmen, anne-baba ve evlat, komşuluk, dostluk, amir ve memur vs ilişkileri menfaat ilişkisine dayanır oldu. İşimiz bitinceye kadardır. Çıkarımız kalmayınca bir daha geri dönmeyecek şekilde terk eder olduk.


Dilimizden hiç düşürmediğimiz bu vefanın sözde değil özde olması için bir ve beraber iken isteyerek veya istemeyerek meydana gelmiş hoş olmayan durumları kuma yazmak, gördüğümüz iyilikleri ise kayaya yazmak gerek. Almadan vermeyi alışkanlık haline getirmek, çok büyük beklentiler içerisine girmemek, karşılıksız sevmek, insanları olduğu gibi kabul etmek gerekir diye düşünüyorum. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur dendiği gibi geçmişi hayırla yad etmek için ziyaretler yapmak, hediyeleşmek geçmişi diri tutar, vefayı yarınlara taşır. Vefa gösterenlerden ve vefa görenlerden olmamız dileklerimle!... 09.03.2017

8 Mart 2017 Çarşamba

Bu -gereksiz- bilgileri biliyor muydunuz?

Bu -gereksiz- bilgileri
·         Süper lig şampiyonluğunda; Galatasaray'ın 19, Fenerbahçe'nin 19 defa şampiyon olduklarını,
·         Türkiye Federasyonu kupasını Galatasaray'ın15, Fenerbahçe'nin 6 defa kazandığını,
·         Başbakanlık kupasını F.Bahçenin 8, G.Sarayın 5 defa kazandığını,
·         G.Sarayın Kadıköy’de F. Bahçeyi yendiği 99 yılından bu yana G.Sarayın 6, Fenerbahçe’nin 6 şampiyonluk kazandıklarını,
·          Galatasaray'ın üst üste 3 kez şampiyon olan tek takım olduğunu, UEFA ve süper kupayı kazanan tek takım olduğunu,
·         Şampiyon olduğu halde Fenerbahçe’nin Avrupa'da Türkiye’yi 2 yıl boyunca temsil edemediğini,
·         Galatasaray'ın bundan sonra Kadıköy'de oynayacağı maçlara Akhisarspor'un formasıyla çıkabileceğini,
·         Türkiye'de futbol oynayan birçok futbolcunun 15 yıl çalışarak kazandığını 65 yaşına kadar çalışan bir prof'un kazanamadığını,
·         Futboldaki fanatizmin hiç bir spor dalında olmadığını,
·         Maça gitmeyenin ya da maç seyredenin konuştuğu kadar profesyonel futbolcunun maç hakkında konuşmadığını,
·         Bazılarına göre, Fenerin Galatasaray'ı, Galatasaray'ın Fener'i yenmesinin şampiyon olmaktan daha değerli olduğunu,
·         Büyük takımların kendi aralarında yaptığı maçlarda rakip seyircinin stada giremediğini,
·         I. Dünya Savaşını kaybeden Osmanlı'nın Çanakkale Meydan Muharebesinde gösterdiği zaferi ön plana çıkardığını,
·         Futbolda asıl olan sezon sonunda şampiyonluk olmasına rağmen, lokal başarı ile günlerce ve hatta 16 yıl boyunca sevinildiğini, haticeye değil neticeye bakılması gerektiğini,
·         Avrupalılara karşı hep geçmiş başarıları anlattığımızı,

·         Sanal alemdeki tek taraflı mağrurluğu görünce hayatında hiç maça gitmemiş birisine bu yazıyı yazdırdığınızı...
                                                              Biliyor muydunuz? 09/03/2015

Adımı ve branşımı unutmuyorum artık!

 Adım, soyadım ve branşımın yazılı olduğu fotoğraflı tanıtım kartlarımız geldi, yan tarafta gördüğünüz gibi. Kartın diğer tarafında da yine adım, soyadım, branşımın yazılı olduğu kısım var. Buraya ilave olarak 'nöbetçi öğretmen' ilave edilmiş. Haftada bir gün nöbet tutarken bu kartı boynumuza takmamız gerekiyor.

Böylesi hizmet sadece takdir ve teşekkür edilir. Tanımayanlar adını, soyadını sormaz, yorulmamış olursun. Öğrenci katındaki nöbetçi öğretmenin kim olduğunu bilir. Bir diğer faydası da kişi kendi adını unutmaz. Şayet unutursa, boynundaki karta bakarak ismini hatırlamış olur.
Bir kişi adını unutur mu diyebilirsiniz. İnsan dediğin nisyan ile maluldur biliyorsunuz. Sayısı az da olsa unutanlar var tabi. Mesela Hebenneka bunlardan biridir. Hebenneka'yı bilirseniz tanıtım kartının önemini daha iyi kavramış olursunuz. Hebenneka adını unuturmuş. Her adını sorduklarında sorun yaşarmış. Sadece madalyasını görünce adını hatırlarmış. Sordukları zaman zor duruma düşeceğime en iyisi madalyayı boynuma takayım, adımı sorduklarında madalyaya bakıp ismimi hatırlayayım diyerek madalyasını sürekli boynunda taşımaya karar verir.

Birgün yorgunluktan Hebenneka yol kenarında çömelerek duvara yaslanmış bir şekilde gözleri kapalı kestirir. Onu tanıyan biri boynundaki madalyasını alarak kendi boynuna takar. Ardından Hebenneka'yı uyandırır ve ona seslenir: "Hebenneka! Hebenneka! Ben kimim, adımı söyle" der. Hebenneka yerden doğrulur, adama bir göz gezdirir. Hemen gözü madalyaya takılır ve cevabı yetiştirir: "Sen Hebenneka'sın, ama ben kimim" diye sorar.

Gördüğünüz gibi Hebenneka kendi çapında sorunu çözmüştür. Yönetim sanırım Hebenneka'dan haberdar olmalı ki bizler için böyle bir yol izleme yoluna gitmiştir.
Bizim gibi kartı olmayanlar! Kıskanmayın, çalışın sizin de olur. Bu hizmetten mahrum kalmayın. İdareniz size bir telefon kadar yakındır. Israrla kartınızı istemeyi unutmayın! 08.03.2017











Ders bir emanettir

Günümüz okullarında aksaklık eksik olmaz. Bunlardan biri de okul müdürü veya yardımcısının girdiği derslerinin zaman zaman boş geçmesi. Yöneticiler toplantı vb. nedenlerle bazen derse giremeyebiliyor. Böylesi durumlar için okul yönetiminin yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü bu tür toplantıları organize edenler kendileri değildir.

Okullarda öğretmen ve öğrencinin dikkatini çeken okulda olduğu halde idarecinin dersine girmemesi. Dersine girmeyen idareci ne yapıyor? Masa başı işlerle uğraşırken ya dersini unutuyor, ya yoğunluktan giremiyor. Girse de ya geç giriyor veya erken çıkıyor. Olan da öğrencilere oluyor. Çünkü öğrencilerin dersi boş geçiyor. Dersi boş olan öğrenci başıboş kalınca eğer görevlendirme ve takip yapılmazsa okulun altını üstüne getiriyor. Öğrenciye gün doğuyor yani. Yönetici odasında evrak işleriyle uğraşadursun bu durumda bu başıboş çocukların ceremesini ise o katta veya yan tarafta ders görmekte olan diğer sınıf ve öğretmen çekiyor. Dersinin boş olduğunu gören öğrenci felekten bir gün çalarken rahatsız olan bir başkası bunlara müdahale edince sevinçleri kursaklarında kalsa da burada en rahat kişi dersini unutan, dersine gitmeyen yönetici olsa gerek. Çünkü ne sesten haberi var, ne de dersinden. Kendini kaptırmıştır işe-güce. Okul yıkılsa da haberi olmaz.

Aklınıza idarecilerin işi bu kadar çok mu diye bir soru gelebilir. Zaman zaman her kurumda olduğu gibi bunların da işlerinin yoğun olduğu gün veya anlar olabilir. Özellikle sene başı ve dönem sonlarında…Ama sürekli iş olmaz. Hatta bazen işsizlikten sıkıldıkları da olur. İşlerin rayına girdiği dönemlerde de derslerin  unutulduğu olur. Çünkü koltuk öyle bağımlılık yapmıştır ki gözü derste olmaz. Ders hiçbir zaman önceliği arasında yer almaz. Zaten idareci derse girse de girdiği dersten hayır gelmez. Ya kafasında yetişmesi gereken bir evrak ya da hazırlaması gereken bir iş vardır. Derse de hazırlıklı gelmez. Haftada girdiği iki ders saati ona ölüm gibi gelir. Atalarımız boşuna söylememiş, “Bir koltukta iki karpuz taşınmaz” diye. Bu durumda okulun düzenini sağlaması gereken idareci sorunun bir parçası olup çıkıveriyor. Olan da okul ve çocuklara olmaktadır. Çünkü işlenmeyen ders işlenmiş gibi deftere işlenir daha sonra. Çocuk görmediği dersi görmüş gibi olur.

Sonuç itibariyle zararı öğrenciyedir. Yazık bu öğrencilere. Türkiye’nin değişik yerlerinde çalıştım. Görüştüğüm velilerden hiçbirinin çocuğunun dersine bir yöneticinin girmesini istediklerini görmedim. Hatta keşke çocuğumun dersine girmesin dediklerine şahit oldum. Bir gün bir lisede nöbetçiyim. Sorumlu olduğum katın öğretmenleri bir bir derslerine girdikten sonra bir sınıfa hala öğretmenin gelmediğini gördüm. Sınıfın ders öğretmeninin okul müdürü olduğunu öğrendikten sonra üşenmeyip müdürün odasına vardım. Makamda her zaman olduğu gibi okulun müdavimlerinden olan okulun dernek başkanı var. Hocam falan sınıfa dersiniz var, girebilecek misiniz dedim. Bir bana baktı, bir misafirine, sonra da saatine. Ardından: “Ramazan Bey! Vakit geçmiş, misafirim de var, ben gelemiyorum, dedi. Yine bir okulda çalışırken son saat bir sınıfa derse girdim. Bir türlü derse motive olamadım. Kapı bir açıldı, bir kapandı. Ardından bir daha. Sanki yol geçen hanı  gibi oldu. Çünkü bir sınıfa dersi olan yöneticimiz derse gelememiş/gelmemiş. Öğrenci bu. Durur mu yerinde. Dersin öğretmeni gelmeyince kapıyı da kapatamayan öğrenciler üşenmeden sınıf sınıf dolaşarak kapılarını açacak bir anahtar arıyorlar. Son saat olunca sınıf defterini toplayan öğrenci, ardından bir başka nöbetçi, sonra kapıya vurup kaçan öğrenciler sağ olsun son dersimizde bizi yalnız bırakmadılar. Güç-bela dersi bitirdikten sonra yöneticimize baktım. Yine her zamanki gibi ekranda bir işlerle uğraşıyor. Yukarıda falan sınıfın dersi sanırım boştu, öğrenciler maalesef katta kimseye dirlik vermediler. Gelmeyen öğretmen mi vardı, dedim. Programa baktı. "Ders dolu, hocam, falan ders" dedi. Öğrencilerin sağda solda dolaştığını, kapılara vurup kaçtığını söyledim. "Allah Allah!" dedi. Tekrar baktı. "Benim dersmiş hocam, yoğunluktan unutmuşum" dedi. Hele şükür! Ders bittikten sonra da olsa dersinin olduğunu hatırladı. Hatırlamasaydı daha ne kadar dil dökecektim kim bilir?

Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi idarecinin girdiği dersten hayır gelmez, gelse de zamanında gelmez, ya da ders sonunu beklemez. Bu durum Türkiye'nin bir kaderi. İdareciler profesyonel olup derse girmemeli. Çünkü bu şekil dersler dostlar alışverişte görsün sadedinde yürümektedir. Derse girip girmemelerinin kararını verecek olan siyasi iradedir. Kaldırır veya kaldırmaz. Madem ki az da olsa girecekler. O zaman o dersin hakkını vermeye çalışmak lazım. Eğitim ve öğretim, okul dendi mi öncelik öğrencidir. Hiçbir şey öğrenciyi mağdur etme üzerine kurulmamalıdır. Sonra bu ders bize emanettir. İyi bir planlama ile dersimize de girebiliriz. Girmek istemesek bin bir türlü mazeret buluruz. Hiç mazeretimiz olmasa bile unuturuz. Çünkü oynamak istemeyen gelin nasıl ki yerim dar diyorsa, derse girmek istemeyen de mutlaka bir yolunu bulur. Hiç bir önemli iş dersin önüne geçmez/geçemez/geçmemelidir. Kendi dersine girmekten kaçınan bir idareci yarın personeli derse girmediği veya herhangi bir görevi aksattığı zaman söz söylemeye hakkı olmasa gerektir.

Koltuk, ekran ve masa insanı mayıştırıyor, tembelleştiriyor, ekran insanı sersemletiyor...Böylece insanın koltuktan kalkası gelmiyor. Böyle mi düşünelim? Yoksa kalkarsam koltuğumda gözü olan biri gelir oturur diye mi düşünülüyor? Nasılsa o koltuğa oturmak için bir kriter yok. Ramazan! Yine kötü niyetini ortaya koymaya başladın. İdarecilerimiz çok yoğun. Sen böyle bil!... 08/03/2017

Yeni telefon alındığında önceki rehber nasıl aktarılır?

Eski telefondaki numaralar bir ajandaya tek tek yazılır, sonra ajandadan yeni telefona tek tek yazılır.
Faydası:
◆ Kaydetmedeki en garantili yoldur.
◆ Uzun süre efor sarf edince rehberin kıymeti bilinir.
◆ Ajandaya yazarken kalem ve yazmayı unutmuş eller pratik kazanır.
◆ Yeni telefonun arızalandığında ulaşmak istediğin numara için ajandaya müracaat edebilirsin.
◆ Ajandaya yazarken bazı numaraları ezberleyebilirsin.
◆ Pazar gününü yeni bir meşgale ile değerlendirmiş, iki günü eşit kullanmamış olursun.
◆ Numara ve isimleri rehbere kaydederken isim ve numaraları yeniden güncelleme yapmış olursun, bir temizlik hareketi başlatabilirsin, hangi ismi ne şekilde kaydettiğini bilirsin.
◆ Kaydederken isimlere bakarak "bu kimdi...kimdi acaba" diyerek hafızanı ve beynini çalıştırmış olursun.
◆ ◆◆◆Eğer böyle bir yöntemle telefon rehberini oluşturursan bunu kimseye anlatma ,bu da kendine sakladığın sırrın olsun. Bu yöntemin tek kötü yanı; görüşmüyorum nasılsa diye sildiğin bir kişi seni aradığı zaman "numaramı sildin mi yoksa" dediğinde "telefonum servise gitmişti, telefonum suya düştü, arızalandı" diye söyleyemeyeceksin.08/03/2015

6 Mart 2017 Pazartesi

Hizmette Sınır Tanımayan Belediyemiz

Büyükşehir Belediyemiz göz dolduran hizmetlerine bir yenisini daha ekledi. Atlı zabıtalarımız arzı endam etmeye başladı. Türkiye'de bir ilk olma özelliğini taşıyormuş bu uygulama. Kimin aklıysa alnından öpmek lazım.

Anladığım kadarıyla birileri macera peşinde. Reklamın kötüsü olmaz. Reklam reklamdır mantığından hareket ediliyor olmalı. Konyalı'nın aklıyla dalga geçiliyor. Sanki Konya'da vasıtanın giremediği sokaklar varmış gibi. Öyle zannediyorum ata ihtiyaç yok. Hangi akla hizmetle at alınıyor, para veriliyor. Bu atların bakımı kolay sanılıyor. Bu atlar için ahır gerekiyor. Saman, yem gerekiyor. Atlara bakacak kişi lazım. Atın nalı vs. hepsi masraf. Arabadan daha külfetli ve masraflı olacağını düşünüyorum. Atların kaç paraya alındığını ise aklıma bile getirmek istemiyorum.

Bu at alma kimin fikri, kimin onayı ise iyi yapmadığını, yerinde karar vermediğini düşünüyorum. Kendini yenileyemeyenin, yeni bir şeyler üretemeyenin macera peşinde koşmasından başka bir şey değildir. Millet aya giderken yaya kalma demektir. Çağ dışı bir zihniyeti temsil ediyorlar. Milletin parasını çarçur etmektir. Yazık gerçekten. Alaaddin-Adliye arasına yapılan hafif raylı sistem hizmeti ölü bir yatırım iken şimdi de zabıtaya at hizmeti olsa olsa evlere şenlik bir projedir. Üçüncü dönemi olmasına rağmen hizmet üretemeyen bir zihniyetin tükenmişlik sendromudur.

Halbuki üç dönem ardı arkasına başkan seçilen birinden, ölmez eserler bırakması beklenirken gülünç duruma düşürecek böylesi hareketler maalesef seçildiği partiye zarar vermektedir. 06.03.2017