29 Aralık 2016 Perşembe

Bir insanı tanımanın yolları*


Bir Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu.
Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,
"Be adam n seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir" dedi.
Orada bulunanlardan birisi, "Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer, "Nasıl bilirsin?" diye sordu.
O da, "Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum" cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu: "Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?"
"Hayır" diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti: "İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?"
Adam tekrar, "Hayır" dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa; "Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı?" diye sordu.
Adam bu soruya da, "Hayır" cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.) "Sen onu tanımıyorsun" dedi ve sonra da adama dönerek, "Git, seni tanıyan birini getir" buyurdu.

Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin...

Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın.
Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun. (www.kar-der.org.tr)

Tanımanın bir diğer yolu  da, o kişiye makam, mevki, şöhret ve yetki vererek denemedir.
◆ Adaletiyle ünlü Hz Ömer'in insanı tanıma metodu....Ömer'in yolundan gidenlere selam olsun. 29/12/2014

28 Aralık 2016 Çarşamba

Öğretmenlik can çekişiyor

Konu öğretmenlik mesleğinden açıldı mı: "En güzel mesleği icra ediyorsunuz, en kutsal görevi ifa ediyorsunuz, öğrenci yetiştiriyorsunuz, ne güzel" denir. Ardından "olacaksan öğretmen olacaksın bu devirde 3-4 ay tatil yapıyorlar, yaz ve 15 tatilleri var, kar yağdı mı okula gitmezler, haydi öğrencilere tatil, öğretmenler niye gitmiyor okula. haftada 10-15 saat derse giriyorlar, sabahçı ve öğlenci olma durumları var. yarım gün gidiyorlar işe. haftada bir iki gün de dersleri boş oluyor. Bizim bir tanıdığımız var, okula gitmesiyle gelmesi bir oluyor, öğrenciler okulların tatil olmasına yakın son haftalarda okullara gitmiyorlar, çünkü öğretmenler ders işlemiyorlarmış, çocuklara bir şey öğretmiyorlar, ne veriyorlar ki bir de ek dersleri var. Bunların yaptığı öğretmenliği ben bile yaparım. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz bu kişiler görevlerini layıkıyla yapmıyorlar, bu işi para için yapıyorlar..."gibi şikayet ve serzenişleri duyabilirsiniz.

Toplumda hiçbir meslek grubu öğretmenlik kadar eleştirilmez. Ağzı olan konuşur bu ülkede. Haklı-haksız eleştirilerin ardı arkası kesilmez. İşin ehli de konuşur, olmayanı da. Öğretmenlik kadar şeffaf olan bir başka meslek de yoktur. Toplumun her bir bireyi -öğrenci dahil- öğretmenin neler yapması gerektiğini, neleri yapamayacağını bilir. Toplumda öğrencilere her şeyi vermesi gerektiğiyle ilgili sorumluluk verilen fakat elleri kolları bağlı olan yetkisi olmayan kişilerdir bunlar. gelen vurur, giden vurur. Eğitim ve öğretimimiz zaten sorun. Altından kalkılamayacak sorunlarla boğuşuyor. Sorunun sorumlusu da belli: öğretmen. Vurun abalıya.

Tarihte hiç olmadığı kadar öğretmenlik can çekişiyor. Hiçbir devirde bu kadar eleştirilen ve toplum nezdinde tu kaka yapılan bir meslek grubunun başarılı olması ve itibar kazanması mümkün değildir. Mevdut öğretmenleri beğenmeyince hepimiz eski öğretmenleri sitayişle anarız, kendi öğrenciliğimizi unutarak.

Bugün okullar esas eğitme görevini bir tarafa bırakmış, çocuk avutma yeri, öğretmenler de birer dadı durumundadırlar. Biliyorsunuz dadılar, sadece çocuğun emrindedir. Çocuğun bir dediğini iki etmez. Tüm gününü çocuğun memnuniyeti üzerine kurar. Çocuğa ne kızar, ne ceza verir. Eğer çocuğun dediğini yapmazsa akşam aile bireylerinden çekeceği var çünkü. Çocukları memnun edemezse kapının önüne konur. Dadının işte tutunabilmesinin tek yolu çocuğun memnuniyetidir. Bugün okullarda öğretmenin işine son verme söz konusu değildir ama yetkisiz korkuluk deyneğidir. Dersi boyunca çocuğa hem ders anlatacak, hem onu memnun edecek. Kızmadan, bağırmadan, ceza vermeden sınıfa hakim olacak. Çocuğu ne sınıfta bırakabilir, ne de düşük not verebilir. Veliler ve devlet yetkililerindeki tek istek öğretmenin tüm maharet ve yeteneğini göstererek düşük not vermeden, sınıfta bırakmadan, çocuğu asla kızmadan onu geleceğe hazırlamaktır. Öğretmen kazara bunları yapmazsa şikayet, eleştiri, inceleme ve soruşturma durumlarına muhatap olması kuvvetle muhtemeldir. Devlet ve velideki bu aşırı koruma hastalığı devam ettiği müddetçe bu gidişle okullarda ders de işlenemeyecektir. Bir çok sorumlu çocuk heba olacaktır. Öğretmen taşın altına elini koymaktan kaçınacaktır. Olan da geleceğimizin teminatı çocuklara olacaktır. Ailenin ve devletin yaptığı masrafa değmeyecektir. Çünkü aşırı korumacılıkta mazeret üretme, bahane bulma, başkasını suçlama refleksi daha iyi gelişir. Ne çocuk, ne veli üzerine toz kondurur.

Tedbir alınmazsa eğer MEB, yakın bir gelecekte okullarda görev yapacak öğretmen bulamayacaktır. Halihazırda çalışan ve görev almak isteyenler de mecburiyetten bu işi yapıyorlar. Nasıl ki şimdi okullarda görev yapacak idareci bulmakta zorlanıyorsa aynı durum öğretmenliğe de gelecektir. Şayet eğitim ve öğretimde kalıcı ve yararlı kararlar/tedbirler  alınmayacaksa devlet ve ailenin okul-servis-yeme, içme gibi konularda masraf etmesine gerek yok. İlkokuldan sonra tüm okulları açık okul durumuna getirsin. Belirli periyotlarla çocuklarımız sınıf geçsin, diploma sahibi olsun. Yazık değil mi devlet bu kadar öğretmene maaş veriyor. Eğitim ve öğretime epey bir ödenek hazırlıyor. Okullar açık okul durumuna gelirse devletin eğitim ve öğretime ayırdığı pay bir başka alanlara kaydırılacaktır. Zaten okullarda eğitim yapılmıyor, sadece öğretim yapılmaya çalışılıyor. Öğretimi de dijital ve sanal alemden yürütebilir. Çocuğunun eğitimini aşırı korumacı olan ailesi evinde versin. 28/12/2016

Doğu ve Batı çocukları

Eğitim ve öğretim ve çocuk yetiştirme konusunda yeterli donanım, tecrübe ve bilgi birikimine  sahip olmamama rağmen zaman zaman bu konularda da kalem oynatırım. Çünkü dert edindiğim konuların başında gelir. Whatsappıma mesaj olarak gelen uzun bir yazı bu konu üzerine. Yazı kime ait  belli değil.Görebildiğim yazım ve imla düzeltmelerini yaparak aynen yayımlıyorum:
Doğu & Batı Çocukları” *
(Doğu çocukları niçin daha egoist, Batı çocukları niçin daha öz güvenli yetiştirilmekte?)
Yurt dışına dil öğrenimi ve eğitim için çıkmıştım. Türkiye’de daha önce ciddi hiçbir iş deneyimim yoktu, rahat bir öğrencilik hayatım olmuştu... Yaşam masraflarını karşılamak için bir restaurantta çalışmaktaydım. Benimle birlikte 14-15 yaşlarında yerli bir lise öğrencisi çocuk daha çalışıyor, hafta sonları gece saat 10-11’e kadar bulaşık yıkıyordu. Acıyordum çocuğa. Arada izin veriyor, yerine ben yıkıyordum.
Ülke refah düzeyi yüksek bir ülke idi. Bir gün, çocuğa niçin çalıştığını sordum. “Yaşam masrafları için... kiramı ödemem lazım,” dedi.
“Kiminle kalıyorsun? Ailen ödemiyor mu kirayı,” dedim. “Ailemle kalıyorum ve aileme ödüyorum.” (İçimden ‘Vay acımasızlar,’ dedim) Bir yandan çocuğa üzülüyor bir yandan da ona elimden geldiği kadar yardım ediyordum bizim oraların yüreğiyle ”Aman ezilmesin bu yavrucak,” diyordum.
Haftalar geçti.. Bir gün gazete okuyordum. Ülkenin vergi rekortmenleri listesi açıklandı. Tam gazete okuyorken çocuk geldi. Bana selam verdi içeri girerken. Ben de bir anda ”Bak bu adam sana ne kadar benziyor,” dedim. Adam cidden benziyordu ama ben şaka yapıyordum.
Yanıma geldi gazeteye baktı ”Babam,” dedi. Bu sene 2. olmuş. Geçen sene 3. idi,” dedi. İnanamadım. Çocuğun babası ülkede en çok vergi veren 2. zengin iş adamıydı. Çocuğun ailesine karşı içimde duyduğum kızgınlık daha da artmıştı. “Şuna bak, ülkenin en zengin adamlarından birisinin çocuğu hafta sonu sabahlara kadar bulaşık yıkıyor, kirasını ve yaşam masraflarını karşılamak için uğraşıyor; ailesiyse yardım etmiyor,” diyordum. Çocuk beni çok severdi. Bir gün doğum günü partisine davet etti. Gittim. Denize sıfır, harika bir villada yaşıyordu. Ailesi ve bütün arkadaşları oradaydı. Partide babası ile tanışma ve konuşma fırsatı buldum. İyi bir adama benziyordu. Sıcak kanlıydı, herkesle teker teker ilgileniyordu. Daha ceberrut bir baba bekliyordum karşımda. Konuşup konuşmamak konusunda içim içimi yiyordu.
Kendimi tutamadım. Adama: Bu çocuğa niye sahip çıkmıyorsun, niye korumuyorsun dedim. Adam şaşkınlıkla bana bakarak, “Niçin böyle düşünüyorsun,” dedi. “Bu çocuk hafta sonları yanımızda bulaşık yıkıyor.” Adam şaşırdı: “Koruyorum işte,” dedi, “Çalışıyor ve kimseye muhtaç değil. Yaşam masraflarını şimdiden kendisi çıkartıyor,” dedi. Kızgınlıkla, “Bu çocuğun okuması gerek. Kira alarak mı sahip çıkıyorsun bak şunun haline… Bizim de ailelerimiz var; bizim için her şeyi yapıyorlar. Bir de vergi rekortmenisin. Yazık şu yaptığına,” dedim.
Adam önce şaşırdı ve sonra güldü. Daha sıcak bir ifadeyle, “Bak,” dedi, “sizin yardım etmek anlayışınızla, bizim yardım etme anlayışımız çok farklıdır. Balık vermek yerine balık tutmayı öğretmeyi tercih ediyoruz. Senin dediğin gibi bu çocuğun masraflarını ailecek biz karşılasak, bu çocuk rahat bir eğitim dönemi geçirir; ancak asalak, bencil, kibirli bir çocuk olur. Toplumla ve insanlarla bağında hep problem olur ve herkese üst perdeden konuşur. Evet kira alıyorum, yaşam masraflarını kendisi karşılıyor. Bana şükran borcu yok. Hayatın ne olduğunu biliyor. Hayat hep bir şeylerin masrafını ödetmiyor mu sana? Bunu erken yaşlarda öğrenip, ona göre gerçekleri görmesi ve hayatını daha rasyonel, temelde ona göre kurması olumsuz birşey mi?”
Salonun daha sakin bir köşesine geçtik. Pencere kenarına kadar attığımız adımlar bitince adam devam etti:
“Eğitim çocuğa harika bir kapı açabilir, bu sayede çok para da kazanabilir. Ancak meslek öğrenmesi insanları hayatı genç yaşta tanıması onu farklılaştırır, olgunlaştırır. Toplumda sadece kendisinin olmadığını ve öteki insanların da olduğunu fark eder. Eğitim insanı farklı bir yöne, meslek farklı bir yöne hazırlar. Kira almasam, bütün parası kendisine kalsa kazandığı parayı gidip uyuşturucuya, eğlenceye, alkole, kumara harcayacak. Kira sorumluluğu olduğu için bütçesini ona göre ayarlıyor. Bu yaşta bütçesini yönetebiliyor. Oğlum seni çok sever. Bahsetti. Çok iyi bir insanmışsın. Ona yardım ediyormuşsun. Üniversite okumuşsun, ancak iş yerinde bir domatesi bile kesemiyor, kızıyor ve küfür ediyormuşsun; elin bir çok ise yatmıyormuş restaurantta. Oğlum, komik hallerini anlatıp gülüyor. Biz de ailecek gülüyoruz. Ancak bir domatesi kesemiyorsan, yetiştirilme tarzında eksiklikler var demektir. Bir yerde üniversite diploması ile iyi bir iş bulabilirsin. Ancak hafife aldığın, basit gördüğün domates kesme işini yapan adamı aşağılarsın,” dedi.
“Yeri gelecek şu gördüğün bütün servetim bu oğlumun olacak. Çalışmadan servet sahibi olursa canavara dönüşür. Herkesi aşağılar. Bir işçinin nasıl iş yaptığını, nasıl işçi maaşı ile geçindiğini bilmez. Sürekli onlarda kusur arar, uğraşır durur. Ben bir evlat yetiştirmek istiyorum; bir canavar yetiştirmek istemiyorum. Sadece eğitimi önemsiyorsunuz. Mesleği önemsemiyorsunuz. Eğitim ne yapacağını öğretirken, mesleki tecrübe başkalarıyla birlikte nasıl yapacağını öğretir. Meslek sayesinde egoyu atar. İş yapabilme yeteneği ile öz güveni gelişir. Hem yetenekleri çoğalır, hem insanları anlar,’ dedi.
Söyledikleri çok etkilemişti. Gelelim bana… Kendi hikayemi anlatacağım ama bilin ki bu hikaye neredeyse hepimizin hikayesi… Bütün eğitim dönemimde ailem masraflarımı karşıladı. Hiç çalışmadım o dönemler. Durmadan kitap okudum, durmadan dolaştım, eğlendim ve durmadan siyaset yaptım... Bir çoğunuz gibi çocukluğun ilk günlerinden ” Büyük adam olacak, ya da ünlü adam olacak, ” diye yetiştirildim.
Bizim gibi toplumlarda, “Büyük devlet adamı, kurtarıcı vs” gibi yetiştirilen çocukların durumunu destekleyen bir de rüya görülür. Bir yakınımız, biz çocukken rüyasında büyüyünce çok büyük bir adam olacağımızı görür. Ya bu rüyayla ya da çocukken söylediğimiz bir sözün keramet alameti sayılmasıyla hepimiz ayrıcalıklı, üstün ”Büyük adam” adayı olarak yetiştiriliriz. Doğu toplumlarının destan, efsane ve masal toplumları olması, kahramanlık temasının bu efsanelerde, masallarda ve destanlarda çok yüklü olması da başka bir faktördür.
TR’deyken herhangi bir kitabı okuyup bitirince, “Çok güzel bir kitap ama birşey eksik yine,” derdim. Cevabını yurt dışında buldum: ” Hayatın kendisi eksikti...
Beğendiğim bütün hikayeler, bütün sonuçlar bütün deneyimler ne kadar güzel olursa olsun bana değil, başkalarına aitti. Başkalarının tecrübeleriyle geldiği sonuçtu okuduğumuz kitaplardaki öyküler, romanlar ve tavsiyeler…
Gelelim bizim anne ve babalarımıza..
Bu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum…
Bizim annelerimiz ve babalarımız çok iyi insanlar, ancak çok “kötü” anne ve babalar. Çocukları gerçeklere göre değil, hayallere göre yetiştiriyorlar. Batı’da çocuk hayallere göre değil, gerçeklere göre yetiştiriliyor. Gerçekleri daha erken gören çocuğun hayalleri de daha gerçekçi oluyor. Gerçekçi olunca gerçekleştirilme oranları da hayliyle yüksek oluyor. Ailemizin bir yanlışı var. Anne babalarımız sebebi ne olursa olsun hayatta kendi gelemedikleri yerlere bizleri getirmeye çalışıyorlar. Çocuklarından kahramanlar, kurtarıcılar çıkartmaya çalışıyorlar.
Hiçbir annenin ve babanın hayatta kendi gelemediği yere çocuğunun gelmesini beklemek gibi bir hakkı yoktur. Bu arzu çocuğun yaranına görünse ve masum gibi dursa da değildir. “Senin için neler çektim. Sana verilen imkanları kimsenin çocuğu göremedi. Saçımı süpürge ettim,” gibi anlayışlar son derece zarar vericidir.
Annelere babalara şunu söylüyorum. Çocuğunuz için fedakarlık yapmayın. Onu da küçük yaşta hayata atın. Hem sorumluluk alsın hem de görsün herşeyi. Bizde çocuk 23-25 yaşlarında üniversiteyi bitiriyor ve hayatı öğrenmeye ancak mezun olunca başlıyor. Batı’da üniversite bitiren çocuk eş zamanlı olarak çalıştığı için hayatı da bir bakıma görmüş, öğrenmiş oluyor. Bizim Doğu toplumlarında çocuk sürekli korunduğu ve sürekli olağanüstü hayallerin varisi olarak yetiştirildiği için ” Egoist” oluyor.
Bir gün parkta küçük bir çocuk seviyordum, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sordum. Annesi güldü. Sonra bir daha sordum, bu sefer memnuniyetsiz bir ifade belirdi yüzünde. “Çocuğa böyle sorular sormayın. Ne olacağına yıllar sonra hayatı görüp karar verecek. Şimdiden kafasının bununla meşgul olması anlamsızdır. Şu an öğreneceği şey ayakkabılarını bağlamak, yatağını toplamak, tabağını yıkamak gibi disiplin ve organize edici şeyler yapmak; bir de çocukluğunun tadını çıkartmak.
Batı’da çocuğa ilk yatak toplamayı, ayakkabılarını bağlamayı öğretirler. Önemlidir bu. Her gün yatağını toplayan çocuk düzen, disiplin öğrenir. Bizde düzen, disiplin, sistem, organizasyon öğretilmez. Bütün hayatımız boyunca en büyük eksikliğimizdir aslında. Her şeyi anne baba yapar. Çocuk geleceğin dehasıdır, büyük adamıdır, kahramanıdır ya da kurtarıcısıdır, yeter ki ezilmesin.
Öz güven, insanın yaptığı işlerden, uğraşlardan, becerilerden, yarattıklarından, ürettiklerinden gelmektedir. Bizler uzun süre hiç çalışmıyoruz yaratmıyoruz, üretmiyoruz da. Batı’da çocuk küçük yaşta kendine uygun işlerde çalışarak önce ÖZ GÜVENİNİ geliştiriyor.
Bizde, çocuk sürekli korunarak ve aşırı övülerek EGO’su olağanüstü şekilde şişirilmektedir. Bizler büyük adam, olarak yetiştirildiğimiz için daha çok EGOİST, bencil ve kibirli oluyoruz. Buna rağmen iş yeteneğimiz ve becerimiz olmadığı için ÖZGÜVEN’imiz çok daha azdır.
Egoizmin, kibirin pan zehiri küçük yaşta becerimizi, iş yapabilme yeteneğimizi, başkalarıyla ortak hareket edebilme tecrübemizi geliştirmek, yani yaşamla ve gerçeklerle erken tanışmaktır. Tanıdığım ne kadar üst düzey müdür ve yönetici varsa hepsi zamanında bulaşıkçılık, cafe işçiliği, benzincilik gibi bizim hor gördüğümüz işleri yapmış. Zengin fakir hepsi çalışmış. Toplumun her tabakasıyla empati kurabilme yeteneğini bu yüzden geliştirmiş.
Şu an ne zaman dışarıdan yiyecek alsam ve gittiğim yer kalabalık olsa, servis yapan elemana hep “Acelem yok, rahat ol; önce öteki müşterilere bak,” derim. Çünkü o adamın o an neler yaşadığını iliklerime kadar bilirim. İlk geldiğim yıllar ben de o işi yapıyordum. O duyguyu her haliyle tecrübe etmiştim. EMPATİ ancak böyle öğretilebilir, diye düşünüyorum. Bizim ÖZ GÜVENİMİZ yok. Çünkü becerilerimiz, hünerlerimiz, iş yapabilme yeteneklerimiz, kendimize yeterliliğimiz ve bunun yanında başkalarıyla birlikte yaşama duygularımız pek gelişmemiş.
O yüzden daha çok EGOmuz var. EGO ile ÖZ GÜVEN tamamen ters orantılıdır. Ancak hep birbiriyle karıştırılır. Egoist bir insanın kibri yüksek Öz güven sayılır. EGOİST insanlara bakın, ÖZ GÜVENLERİ olmadığı için sürekli kibir abideleri gibi dolaşırlar. Ancak ellerinden hiçbir şey gelmez. Birçok şeyi beceremezler. Hep başkalarını suçlayarak ezerler. Hayatta çocuğu hayata hazırlamanın en güzel yolu, onu hayatla en kısa zamanda tanıştırmaktır.
Hayatla en kısa zamanda tanışmak çocuğa; insanlar arasındaki ilişkileri, kazandığının değerini bilmeyi, bedel ödemeyi öğretip, geleceğe yönelik önemli kararları almak hususunda son derece de gerçekçi olmasını sağlayacaktır. Bizde yanlış bir anlayış var: Çalışan çocuk okumaz deyip çocuğu hiç işe vermemek, ya da bir iş yerine, “Eti senin kemiği benim,” diyerek verip, gizliden tanıdık patrona çocuğu ezdirmek.
İkisi de çok yanlış bakış açıları…
Haftada 1-2 gün 3-5 saatte olsa çocuğunuzu ise verin.
Topluma ” Sen benim kim olduğumu biliyor musun? ” diyen ve kendisinden daha güçsüz gördüklerini ezen, onlara parayla, güçle, lüksle hava atan bir canavar yetiştirmek istemiyorsanız bir konfeksiyoncunun, marangozun, kasabın, manavın, tamircinin hayatını tecrübe etmiş bir çocuk yetiştirin; EMPATİ böyle edinilir, başka reçetesi yoktur.
Doğu toplumları yaşadıkları sorunların kaynağını yönetimde, Batı toplumları üretimde aramaktadır. O yüzden bizler çocuklarımızı hep “üstün yöneticiler” olmaya yetiştiririz. Ülke meselelerini üretim (ekonomi) değil, hep yönetim (siyaset) boyutuyla tartışırız. Üretim yapılarını değil, yönetim yapılarını hedef alırız.
Çocuklarınızı yönetici olmaya değil, önce üretici ve katılımcı olmaya yetiştirin.
Bırakın çocuğunuz kendi yeteneklerine, becerilerine ve tecrübesine göre kendisi seçsin hayatta izleyeceği yolu. Lisede zaman bulabildikçe hafta sonları, yaz tatilleri çalışan çocuk hem insanları, hem hayatın nasıl kazanıldığını hem kendi becerilerinin neler olduğunu öğrenecek.
Yani hem toplumu hem kendisini tanıyacak.
Lise sonrası eğitim veya çalışma hayatında en doğru tercihi yapacak. Yarın çok büyük bir makam, mevki de elde etse, karşısına çıkan alt tabakadan insanları ezmeyecek, onları kendi geçmişinden tanıyacak. 28/12/2016

* yazı kime ait bilmiyorum. Alıntıdır.



27 Aralık 2016 Salı

Yardıma ilk önce nereden başlanmalı?

Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz aslında. Yakın akrabadan uzağa doğru verilir. Sadece yardım değil; davet, tebliğ, iyiliği emretme,  kötülükten sakındırma vb her türlü işimizde ilk önce yakın akrabadan başlanır.

Bizim için örnek olan Hz Muhammed'in hayatında bunun örnekleri çoktur. Davete ilk önce yakın akrabalarını uyararak başladı. Faizi kaldırdığı zaman ilk önce amcası Abbas'ın haksız kazancını kaldırdı. Kan davalarını kaldırmak için yine amcası Rebia'nın kan davasına son verdi.

Zekat, sadaka, hayır ve hasenatın verilmesi hususunda Kur'an hep yakın akrabayı işaret eder. Bunları zaten biliyoruz. Niye anlatıyorsun? Sorun nedir derseniz? Çoğumuz kurban bedeli, zekat ve sadaka olarak uzağı tercih ediyor. Genelde yurt dışı veya vakıf ve dernekler. Yani ayet ve hadisin emirlerinin tam tersini yapıyoruz. Niçin acaba?

Tam sebebini bilmiyorum. Uzağı tercih edenlerin hepsi tek düze değildir. Bu konuda tam bir tespitten ziyade yorumda bulunmak istiyorum. Sanırım en önemlisi yakın akraba olarak ihtiyaç sahibi kişilerin yaşantısını beğenmiyoruz. Hak etmiyor diye düşünüyoruz veya uzaktaki ihtiyaç sahibini buradakinden daha yoksul diye düşünüyoruz. İlki ve en önemli gerekçe bu olsa gerek. İkincisi; vakıf, dernek vb yardım kuruluşlarımız  görsel ve yazılı medyayı kullanarak yurt dışındaki  bir ülkeyi yardım edilecek en öncelikli ülke seviyesine çıkarabiliyor. Bir diğer sebep, özellikle kurban bağışı için yurt dışı seçeneği bağışçı için fiyatı ülkeye göre daha cazip gelebiliyor. Daha başka sebep ve gerekçeler olabilir. İnsanımız bağışını yurt dışına göndermese de bağlı olduğu veya kendisini yakın hissettiği vakıf ve derneklere göndermek suretiyle onların gerçek ihtiyaç sahiplerini bulabileceği kanaatini taşımaktadır. Çünkü yardımını verdiği yakınındaki insan çoğu zaman verileni uygun yerde kullanmıyor, kendisinin almadığı eşyayı aldığını, bu mevsimde daha kendisinin kiraz almadığını, fakir diye verdiğimiz kiraz alıyor...gibi gerekçeler üretmektedir. 

Yardımını kim ne amaçla ve niyetle kime veya nereye verdiğini bir kendisi bilir bir de Yaradan. Kimsenin niyetini yargılamamız söz konusu olamaz. Gerekçemiz ne olursa olsun tavrımızın Kur'an'a uymadığını söyleyebiliriz. Çünkü tövbe süresi 60.ayette zekat ve sadaka verilmesi gerekenler olarak: "Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak ancak yoksullara,düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm'a ısındırılacak) olanlara, (esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen) esir ve kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda olanlara, (harçlıksız kalmış) yolcuya mahsustur. Allah alîm ve hakîmdir." şeklinde 8 sınıf zikredilir. 

Dikkat edersek burada yardım yapılacak kişiler olarak Müslüman olmak veya düzgün yaşayan kişiler geçmemektedir. Kur’an, ihtiyaç sahiplerini sıralamaktadır. Hatta ‘Kalbi İslam’a ısındırılmak istenen kişiler’ diyerek gayri müslimlere de verilebileceğini belirtir. Biz bırakın gayri müslimi yardım yapacağımız insan eğer sigara içiyorsa, içki mübtelası ise bir defa böylesine zırnık koklatmayız. Kur’an dememesine rağmen kafamızda oluşturduğumuz şablona göre doğru-dürüst, evliya gibi bir adam arıyoruz. Bulamayınca da uzağa gönderiyoruz. Doğru mu yapıyoruz? Bilmem. Kara sizin!.. 27/12/2016


26 Aralık 2016 Pazartesi

Fikir hürriyetinin neresindeyiz? *

Hem içindeyiz, hem dışında. İçindeyiz; İslam dini, fikir ve vicdan özgürlüğünü savunur, dinde zorlama yoktur, baskı ve cebir yoktur." deriz. Bu konuda bilgi yüklüyüz. Dışındayız. Çünkü İslam'ın ve Kur'an'ın bu emirlerini yerine getirmeyiz. Herkes bizim fikrimizde olmalıdır. Çünkü benim görüşüm en doğru fikirdir, düşüncesini bizzat yaşıyoruz. Farklı fikre asla tahammülümüz yoktur. Hele bu fikri savunan bir de bizden biri olursa, çekeceği var. Ne ajanlığı, ne hainliği, ne özenti, ne gaflet ve dalalet içerisinde olduğu kalır muhatabımızın. Bununla da yetinmeyiz. Yedi ceddini katarız işin içine. Hızımızı alamayız. Daha önce hangi konuda ne görüş serdettiğini, kimlere hizmet ettiğini, neleri inkar ettiğini, kimlere özenti duyduğunu, kimler tarafından beslendiğiyle ilgili tüm cemaziyel evvelini ortaya dökeriz.

Muhatap "Yanlış anlaşıldım, maksadım bu değildi, benim cümlem çarpıtılmıştır, esas görüşüm şudur" dese de asla kabul görmez. Buna da 'kıvırma' der geçeriz. Kişilerin de hata yapıp özür dileyebileceğini asla kabul etmeyiz. Hakaret, iftira ve gıybet ardı arkasına gelir, mahalle baskısı uygular dururuz. Adamı öbür mahalleye göndermek için elimizdeki tüm imkanları seferber ederiz. Öbür mahalleye gidince de "İşte gördünüz mü, layığını buldu, zaten onlara göz kırpıp duruyordu" deriz. 

Ne zaman öğreneceğiz katılmadığımız bir görüşe tahammül etmeyi, saygı göstermeyi bilemedim gitti. Amacımız üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi? Şu çok mu zor: "Beyefendinin şu konuda yaptığı açıklamaya katılmıyoruz. Bunun doğrusu budur" demek. Ya da yanına gidip "Şu sözünüzle neyi kastettiniz" diye sormak ve yapılan açıklamayı yeterli bulmak. Katılmadığımız görüşünü savunmada ısrar ediyorsa "Görüşünüz İslam'ın şu hassasiyeti ile bağdaşmamaktadır, yanlışta ısrar ediyorsunuz" diyerek konuyu kapatmak ve kendi doğru görüşümüzü kamuoyuna açıklamak çok mu zor gerçekten. Niyetimiz adam kazanmak mı, yoksa kaybetmek mi? Görünüşe bakılırsa adam kazanma gibi bir derdimiz yok.

Bu ülkeye ve İslam dünyasına müsamahanın 'M' si, hoşgörünün 'H' si, toleransın 'T' si uğramamış maalesef. İslam gelmiş ama onun istediği gibi Müslüman olamamışız. Ne diyorsa biz onun tersini yapmak için yarışıyoruz. İslam bize teslim oluverse bizden iyisi olmayacak. 

Olaylara farklı/yanlış pencereden bakan Müslüman kardeşlerimize bu hıncımız nereden geliyor? Niçin kafire, gayri müslime gösterdiğimiz hoşgörünün milyonda birini kendi insanımıza göstermiyoruz? Bu yaptığımızla Muhammed süresinde geçen "Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidir" ayetine ters davranmıyor muyuz? Niçin "Onlarla en güzel şekilde mücadele et" ayetinde olduğu gibi fikre, fikirle karşılık vermeyerek belden aşağı vuruyoruz? Bizim bu yaptığımızın birbirini öldüren Müslümanlardan ne farkı vardır? "Fitne katilden beterdir" ayetiyle çelişmiyor mu orta yere çıkardığımız fitne? Birliğe ihtiyacımız olduğu bugünlerde ayrışmayı, ötekileştirmeyi körüklemek kime hizmet eder? Bu kafa yapımızla kendi insanımızı kendimizden soğutmuş, küstürmüş olmuyor muyuz? Yazılanlarda ve yapılan yorumlarda bir nefret dili hakim bizde. Öldürme imkanımız olsa inanın öldürürüz bu hızımızla. Belki de beceriksizliğimizden başvurmuyoruz bu yönteme. Yoksa bunu da yaparız. Bu şekilde davranarak bir insanı öldürmekle kalmıyor, onu öldürmekten beter yapıyoruz. 

Ne olur! Biraz soğukkanlı, basiretli, ferasetli olalım. Düşmanları güldürmeyelim birbirimize düşerek. Hikmet ve mev'ize-i hasene ile insanımıza; yumuşak, nazik ve güzel bir üslupla yaklaşalım. Firavun gibi bir zalim ve kafire bile "Ona kavli leyyin ile konuşun" diyor Rabbimiz. Yahu karşımızda tu kaka yapıp dışladığımız insan Firavun'dan da mı kötü! Gidin Allah'ın aşkına. Başkasının gözündeki çapağı görürken kendi gözümüzdeki merteği görelim! 26/12/2016

* 14/01/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




25 Aralık 2016 Pazar

Karlar Değerlendirilemez mi

Son yıllarda yağmayan kar yağdı. Konya şehir merkezinde 30 cm, ilçelerde 40-50, köylerde 50-60 cm, yüksek yerlerde daha fazla karımız oldu. Keremine şükür! Doldurdu her yerimizi. Bembeyaz oldu sağımız, solumuz, çatımız ve yerlerimiz. 

Salı gecesi yağmaya başlayan kar, çarşamba günü yerleri doldurmuştu. Gördüğümüz göreceğimiz bu derken perşembe ve cuma günleri aralıklarla yağdı. Kara doyduk denir ya, öyle bir şey.

Bir daha kar yüzü görür müyüz,  yağarsa ne zaman yağar, hangi kış yağar Rabbim bilir. Geçen sene olmayan kıştan sonra da baharın ve yazın yağmayan yağmurlar dolayısıyla içme sularımız çekilmişti iyice. Birçok yerde yağmur dualarına çıkılmıştı.

İçimizdeki masumların hürmetine yağdı da yağdı. Yağan karın ardından, buzlanma ve don olayı da meydana gelmedi. Kaldırımlarımız hala karla kaplı, birçok sokağa girilmiyor kardan. Açılan yolların kenarları boy boy kar yığını. Dağlara yağan karlar eriyince barajlara iner. Tarlalara yağan karı toprak eme eme mahsüllere fayda sağlayacak. Her yeri beton, yerleşim yeri  ve kaldırım  olan şehir merkezindeki karlara gelince, bu karlar eridikçe oluşan karlar rögarlardan kanalizasyonlara akıp gidecek. Yani heba olup gidecek. Pis suya karışacak olan bu rahmet dediğimiz sulara yazık değil mi? Bu karları değerlendirmek lazım. Ama nasıl? Ne yapılır, nasıl yapılır bilmem ama bu karlar toplanıp barajlara boşaltılabilir. Tepelerden gelen kar suyu ile barajlar zaten dolar denebilir. Kamyonlara doldurulup tarlalara, açık alanlara boşaltılabilir. Hatta meskun mahal dışında, uygun yerlere çukurlar açılıp karlar içine doldurulabilir. Bu tür yerlerin etrafı tel ile çevrilebilir. Buralarda eriyen karların, yerin altında su katmanları oluşturmasına katkı sağlanabilir.

İnanın eriyince lağıma karışacak olan bu nimetin mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor. Etkili ve yetkili kişilere duyurulur. Belki yakın zamanda bu karları çok ararız. Ama o zaman iş içten geçmiş olur. Benden söylemesi. 25.12.2016

Konuşturmayın, vurun!

İslam’da fikir ve düşünce hürriyeti vardır” sözüne karşı çıkan bir Müslüman olmaz. Çünkü doğru bir sözdür. Hatta bizde “Öyle fikir hürriyeti var ki, “Allah bir” sözü dışında her konu tartışma konusu olmuştur” denir konuşma arasında. Bu ne demektir? İslam’da cebir, zorlama, baskı yoktur. Herkes hür bir şekilde fikir serdedebilir bir konuda demektir. Teoride böyleyiz. Ya pratikte?

Ne mümkün efendim! Farklı fikre asla tahammülümüz yoktur. Hele sevdiğimiz bir kişi, bir kesim veya bir camia hakkında söz söylenilirse  hemen tukaka yaparız. Kişiyi bir sözünden dolayı ona yapmadık hakaretimiz kalmaz. Anasından girer, babasından çıkarız. Yedi ceddini sorgularız. Sözün hangi anlamda, ne maksatla söylendiğine bakmayız. Koro halinde saldırırız. Söylediği sözün yanlış anlaşıldığını düşünerek adam kazara bir açıklama yapsa yapılan açıklamayla yetinmeyiz. Şimdi de kıvırmaya başladı deriz. Aynı zamanda iyi bir niyet okuyucuyuz.

Gerçekten ne olacak bizim bu halimiz? Birbirimizi yaptığımız şeylerden dolayı güzel bir şekilde kırmadan, dökmeden, incitmeden, ötekileştirmeden eleştiremeyecek miyiz? Sonra bir konuda hepimiz aynı fikirde olmak zorunda mıyız? Katılmadığımız görüşe: “Arkadaş, senin savunduğun bu fikri kabul etmiyorum. Ben olaya senin baktığın muvaceheden bakmıyorum. Ben bu konuda şöyle düşünüyorum” diyemeyecek miyiz? Fikir ve görüşüne katılmadığımız adamla en güzel şekilde tartışarak mücadele edemeyecek miyiz? Bu bakış açımızla İslam’da hoşgörü var, zengin bir fikir dünyasına sahibiz diye nasıl söyleyeceğiz? İnsanlar hata yapıp hatasını düzeltemez mi bizde? Hemen boğmaya ve yok etmeye çalışıyoruz. Biz olaylara bu şekilde girersek bizde fikir hürriyeti ve gelişme asla olmaz. Böyle birbirimizi ötekileştirerek kısır tartışmalara devam eder dururuz.

Her söylenen sözden sonra bir adama çullanılırsa bizde nasıl fikir zenginliği olacak? İnsanlar nasıl rahat bir şekilde bir konuda görüşünü söyleyebilecek? Derdini, dert edindiğini, sorun olarak gördüğünü insanlar rahat bir  şekilde söyleyemezse bu sefer karnından söylemeye başlar. Her sözü eleştiri konusu olan kişinin geri kalan ömrü kendisini savunma ve fikrini desteklemek için başka gerekçeler bulmayla geçecektir.

Bize hayat hakkı tanımayan düşmanın yaptığıyla sevdiğimize toz kondurmamak bazen aynı kapıya çıkabilir. Her ikisi de tehlikelidir. Bir camia eleştirilerle büyür ve gelişir. Toz kondurmamak korumak anlamına gelmeyebilir her zaman. Bazen seven insanların bir camiaya verdiği zarar nefret edenlerden fazla olabilir. Sevgi ve nefrette aşırıya gitmemek lazım. Maksadın dışında anlaşılma ihtimali olan bir söz ile ne kastettiği pekala sorulabilir. İletişim yollarını tıkamamak ve kapamamak lazımdır. Bir defa konuşandan zarar gelmez. Siz esas konuşmayandan ve gizli  ajandası olanlardan korkun. Mahallemizde söz söyletmediğimiz insanlara birileri kucak açar. Bir bakarsın bir başkasının emrine girmiş, bizimle mücadele eder duruma getirebiliriz. Çünkü marifet, iltifata tabidir.


Her birimizin aynı fikirde olmasını istemekten ziyade birbirimizi anlamaya çalışalım, ne olur? Konuşturmayıp diğer mahallelere gönderip kaybettiğimiz insanların sayısı hiç az değil. Bu durumda giden kadar gönderen bizlerin de sorumluluğu vardır. Sözlerimi Allah kelamıyla sona erdirelim: “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir. 25/12/2016