14 Aralık 2016 Çarşamba

PISA mı eğri, biz mi?***

Eğitim-öğretim Osmanlı’dan beri karşımızdaki en önemli sorunlardan biri olarak duruyor. Osmanlı’nın devlet kadroları için acil yetişmiş insan gücüne ihtiyacı vardı ve açtığı okullarla bu ihtiyacı nispeten karşılayabildi. Hem geleneksel okullardan hem de modern okullardan yetişen çok sayıda Osmanlı aydını ilerleyen yıllarda Cumhuriyet’in münevverleri olarak karşımıza çıktılar.
Maalesef az da olsa devraldığımız bu kaliteyi ideolojik sebepler ve öngörüsüzlük yüzünden zamanla kaybettik. Batı’ya yetişme adına attığımız adımlarla kendi köklerimize sırtımızı dönerken tuhaf bir şekilde dil öğrenme kabiliyetimizi de yitirdik. Türkçe dışında Arapça ve Farsça bilen, Batılı tarzdaki okullarda Fransızca öğrenen Osmanlı-Cumhuriyet okuryazarı zamanla Arapça ve Farsça bilmeden sadece Fransızca ile yetinmek zorunda kaldı. Sonraki yıllarda dil öğrenme istatistiklerimiz giderek düşerken belli başlı okullar dışında dil öğretemez hale geldik.
Dil öğrenemesek de sistem uzun süre kendi içinde yeterli insan gücünü yetiştirmeyi başardı. Gelecekle ilgili planlar sadece okul üzerine kurulu olmadığı için okul uzun yıllar alt gelir grupları için yükselme fırsatı iken seçkin sınıfların üstünlüğünün devamı için bir araç olarak önemini korudu.
Hızlı nüfus artışımıza paralel gelişemeyen ekonomik alt yapımız ve değişen tüketim alışkanlıklarımız okulların orta sınıfa geçişteki ayrıcalıklı konumunu zayıflattı ve önemini giderek azalttı. Eğitimde reform adına atılan her adım eğitimi daha da içinden çıkılmaz hale getirirken 8 yıllık kesintisiz eğitim ve kaynaştırmalı eğitim politikası ile seviye dip yaptı.
Sınıf tekrarının maliyeti yüksek oluyor denilerek geçme sisteminin sürekli kolaylaştırılması, mesleki eğitim yerine çocuklara ve ailelere üniversite eğitiminin hedef olarak gösterilmesi kaybedilmiş nesillere yol açtı.
Ve Ak Parti de geride kalan 14 yıllık tek parti iktidarında ciddi bir sitem değişikliğine gidemedi. 4+4+4 ile yakalanan fırsat çok büyük yatırımlara rağmen maalesef sığ ideolojik saplantılarla harcandı. Yüzlerce okul açıldı, binlerce derslik yapıldı, okullar akıllı tahtalarla donatıldı. MEB tarihinin en büyük öğretmen atamaları bu dönemde gerçekleştirildi.
Ama maalesef her dönemde olduğu gibi bu dönemde de eğitim-öğretimin asıl müşterisinin insan olduğu unutuldu. Okullar akıllı tahtalarla donatılırken öğrencilerin sosyal aktiviteleri için mekânlara ihtiyaçları olduğu unutuldu. Meslek edinme yaşının sürekli yukarı çekildiği ve bunun uzun vadede yaratacağı problemler ya görülemedi ya da görüldü ama önlem alınamadı.
Tabii ki toplum da bu başıboşluğa zemin hazırladı. Öğrencilerin yarış atı gibi sınavdan sınava koştuğu bir sistemde velilerin ezici çoğunluğu çocuklarının sadece sınıf geçmeleri ile ilgilenirken bir kısmı aldığı notların peşine düştü. İnsan yetiştirdiğimizi veli-MEB ikilisi olarak unuttuk. Eğimin bir diğer sacayağı öğretmenleri ise itibarsızlaştırmak için her fırsatı kullandık ve öğretmenler bakıcı konumuna kadar düşürüldü. Öğretmenlere bakıcılar kadar bile yetki vermezken veli-amir fark etmez hepimiz başarısızlığın birinci müsebbibi olarak onları görmeyi tercih ettik. Hem eleme olmayan, kapıdan girenin ister yapsın ister yapmasın mezun olduğu bir sistem kurduk hem de yapılamayanların vebalini öğretmenlere yıktık.
PISA 2015 sonuçları açıklanınca da çok ama çok şaşırdık. Açıkçası neden şaşırdığımızı ben anlamıyorum. Eğitimin her türlü aktivasyonunu sadece sayı ve yüzde olarak gören bir toplum neden şaşırır ki? PISA sorularını bugün bırakın 15 yaşındaki öğrencileri üniversite öğrencileri bile zor yapar. Neden? Çünkü PISA’nın soru mantığı ile bizim çocuklara dayattığımız soru-cevap mantığı örtüşmüyor. 4 ya da 5 şıktan birini işaretlemeye alıştırılan, kendisine sunulan seçenekler dışında tercih şansı tanınmayan çocukların bu soruları yapamaması gayet doğal. Maalesef yine sorunu konuştuk; nasıl çözeriz? Başka zamana…
*** Şenol KALUÇ'un 14/12/2016 tarihli Karar gazetesinde çıkan yazısıdır.

Halep'den son mesaj

Halep'de sağ kalıpta hayat-memat mücadelesi verenlerden son mesajlar gelmeye devam ediyor. Çırpınıyorlar, ağlıyorlar, sızlıyorlar, taş ve kayadan daha kaskatı olmuş dünyaya seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ama nafile. Dünyanın gören gözü görmez, işiten kulağı duymaz oldu. Kalpler taş kesildi.

Yürekleri dağlayan çığlıklara  hiçbir şey yapamamanın acizliğini yaşayan duyarlı insanlar ise en azından karınlarını doyuracak temel gıda ihtiyaçlarını gönderebiliyor. Hiç bu kadar aciz kalmadı insanlık...naçar durumda. Mazlumun sesi Türkiye'nin sesi çıkıyor onca sıkıntısının arasında. İslam dünyası yine her zamanki gibi üzerine ölü toprağı serpilmiş durumda. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" bilinçaltını yaşıyor.

İmkanı ve gücü olmayan insanların dua etmekten başka çaresi de yok. Fakat son gelen mesajda bu kızımız dua da istemiyor. Whatsapp aracılığıyla Mehmet CÖMERT kardeşimden gelen yürekleri dağlayacak bir mesajı paylaşmak istiyorum sizlere. Mesaj doğru mu, uydurma mı bilmiyorum. Uydurmaysa bile insanın içi götürmez. Eğer aslı varsa zaten yürek dayanmaz. İşte bir kızın son haykırışı. Allah'a yürüyen mesajı. Yaptığı doğru mu, yanlış mı, bunu değerlendirmemizi istemiyor, dua da istemiyor. Sözün bittiği yer olsa gerek:

"Halep'den Ümmetin ulemasına, Arapların eşraf ve liderlerine Halep’in iffetli kızlarından birinin az önce yazdığı bir mektup:

Ümmetin hocalarına.. Çeşitli grupların şer’î yetkililerine… Bir zamanlar Ümmetin akidesinin derdini çektiğini iddia edenlere…

Ben biraz sonra tecavüze uğrayacak Halep kızlarından biriyim. Zira Vatan ordusu denen şu vahşilere karşı bizi koruyacak ne silah kaldı ve ne de erkek!

Sizden hiçbir şey istemiyorum.. Hatta dua bile istemiyorum.. Henüz konuşmaya takatim var.. Sanırım benim duam, sizin laflarınızdan daha doğru...

Sizden tek istediğim, kendinizi Allah yerine koymayın, ben öldükten sonra varacağım yer hakkında fetva vermeye kalkışmayın…

Ben intihar edeceğim! Benim Cehennemlik olup olmayışım hakkında ne dediğiniz hiç de önemli değil!

İntihar edeceğim! Geride bıraktıkları hakkında içi yanarak ölen babamdan sonra artık dayanamayacağım..

İntihar edeceğim.. Başka bir sebepten dolayı değil, sadece cesedimden şu vahşiler zevk almasınlar diye… Birkaç gün öncesine kadar Halep’in adını bile ağzına almaktan korkanlar..

İntihar edeceğim.. Çünkü Halep’de Kıyamet koptu. Sanmam ki daha şiddetli bir cehennem olsun...

İntihar edeceğim... İyi biliyorum ki benim Cehennemlik olduğuma dair fetva ile uğraşacaksınız…Sizi birleştiren tek şey, bir kız intihar etmiş olacak. Önemli değil, nasıl olsa senin annen, kız kardeşin, karın değil.. sadece bir kız işte…

Sözümün sonunda tekrar ediyorum: Fetvanızın benim gözümde şu hayat gibi, hiç bir değeri yok artık.. Onu kendinize ve ailenize saklayın siz…

Bu mesajımı okuduğunuzda artık ölmüş olacağım..
Herkese rağmen, tertemiz bir ölü..." 

Bu mektup üzerine ne denir? Allah sonumuzu hayır eylesin. 14/12/2016

13 Aralık 2016 Salı

Karsız kışlarımız

Arabayı garaja koymak için 13/12/2016 akşamı 10.30 sularında dışarıya çıktım. Soğuk mu soğuk! Zemheri, karakış ne derseniz deyin. Kışın en şiddetli zamanı yani.

Arabayı güç bela koyup geldikten sonra hava raporlarına baktım. Sıcaklık -2, hissedilen sıcaklı ise -19'u, çarşamba akşamı ise -21,-22'yi gösteriyor termometreler. Dışarıda biraz hareketsiz bir şekilde durulsa öyle zannediyorum, insanı dondurur. Evsiz, barksız olanlara Allah yardım etsin bu kışta, kıyamette. Güç-bela ev-bark bulup da yakacağı olmayanlara da yardım etsin Rabbim! Allah kimseyi soğukla imtihan etmesin. Bu soğukta dışarıda çalışmak zorunda olan güvenlik güçlerimize ve elinin emeğiyle geçinmek için kar, kış, soğuk dinlemeden koşturan insanımıza da yardım etsin Mevlam!

Aralığın 13'ü oldu. Hala kar yüzü görmedik, bu gidişle kara da hasret kalacağız. Yağış zaten uğramadı. İşin garibi çöl iklimi olan Arabistan'a bile yağdı kar bu sene. Nedense semtimize uğramadı. Başka yere kar yağar, Konya'nın nasibine de kuru ayaz düşer. Hem de dondurucu soğuklar. Hikmetinden sual olmaz, en iyisini Rabbim bilir ama öyle zannediyorum, bu da bir imtihan.

Karı mı küstürdük yoksa. Kar berekettir, toprağın örtüsüdür. Nice yıllardır örtüye hasret kaldı "Çocukların baharı" toprağımız. Gayretullaha mı dokundu yoksa bir yaptığımız? Ülkemizde felaket tellalı eksik değil. Günler öncesinden vaveyla koparılır: "Karakış bastırdı, kış kapıda, beyaz kabus geliyor, dondurucu soğuklar geldi-geliyor, araçlar yolda mahsur kaldı, yollar açılmadı, şu kadar kaza oldu, kayan araçlar zincirleme kazaya sebebiyet verdi, okullar tatil, okullara kar engeli..." şeklinde haber diye verilir bizim yazılı ve görsel medyamızda.

Allah ülkemizi ve insanımızı altından kalkamayacağı yüklerle imtihan etmesin. Ülkemize kıtlık vermesin. Bereketini esirgemesin Rabbim! Belki hak etmedik, biliyorum. Yüzümüz yok Yaradan'a. Çünkü nankörüz. Ama yine biliyorum ki O, merhamet sahibidir, Rahman ve Rahim'dir. 13/12/2016

Ubuntu ne demek bilir misiniz?

Ubuntu kelimesini ilk defa duydum. Hem telaffuzu zor, hem de anlamını bilmiyorum. Üstelik garip bir kelime. Ne anlama geldiğini öğrenince kelimeyi sevdim. Öyle zannediyorum, siz de ilk defa duymuş ve anlamını da bilmiyorsanız, anlamını öğrenince siz de seveceksiniz.

Aşağıda Mehmet CÖMERT tarafından whatsappta gönderilen  kime ait olduğunu bilmediğim bir alıntıyı sizinle paylaşmak istiyorum:

"Afrika'da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Oyun basittir. Çocukları belirli bir yerde yan yana sıraya dizer ve açıklar. 'Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak.'

Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır. İşte o anda bütün çocuklar el ele tutuşur ve beraberce koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar.

Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli manidardır;
Biz ”UBUNTU" yaptık. Yarışsaydık, aramızdan sadece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir? Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik."

UBUNTU; ”BEN, Biz OLDUĞUMUZ ZAMAN ’BEN'İM" demektir...

İşte 'BEN' yerine 'BİZ' diyebilmenin ne güzel örneğidir bize verilen. Hem de çocuklar tarafından.
Üzerinde durmaya,  biraz kafa yormaya değmez mi sizce?

Düşünsenize paylaşmak, o tadı almak nasıl güzel bir mutluluktur. Kalbimizde o naif sıcaklığı hissederiz, yüzümüze kocaman tebessümler yer ederken. İşte bu bakış açısı ile hayatın getirdiklerini paylaşalım. Var olan tüm güzelliklerin tadına BERABERCE varalım, olmaz mı? Şimdi bir daha sormak isterim; bunu başarmak çok mu zor dersiniz? Bence değil, asıl olan doğayı, insanları, tüm canlıları sevmek; saygıyla yaklaşmak ve empati yapabilmek. Kısacası UBUNTU yapmayı unutmamak, o kadar."
13.12.2016

12 Aralık 2016 Pazartesi

Öğretmenler sınıfının öğretmeni

Noktası virgülüne dokunmadan bir başka okulda görev yapan bir meslektaşımın dert edindiği bir mesele ile ilgili değerlendirmesini yorumsuz paylaşmak istiyorum sizinle:

"Arka arkasına derse girmekten ziyade aralarda bazen boşluk olması zaman zaman dinlendirici olur, eksikliklerimiz varsa tamamlama imkanım olur derdim. Sağ olsunlar ders programımda bazı günlerde buna dikkat edilmiş, herhangi bir isteğim olmasa da.

Boş derslerde kafa dinlendirmeye, kendimi dinlemeye fırsat bulamadım nedense bugüne kadar. Çünkü başım dertte. Çünkü benim tüm boş derslerimde de dersi boş olan kültürlü, tecrübeli ve nazik bir meslektaşım var. Hem eli çalışıyor, hem de dili. Sabahın erken saatinde, teneffüs aralarında ve boş derslerde hiç ara vermeden konuşma özelliğine sahip. İki dinle ve bir konuş anlamına gelen iki kulak, bir dili tersine döndürmüş durumda. Konuştukça açılıyor, açıldıkça coşuyor. Yorulmuyor da. Bu adamın dersi ve derdi var mı demeden makineli tüfek gibi konuşuyor maşallah. Falan yaramaz sınıfa gideceğim diye derse isteksiz gitmekte olan öğretmene dersi boş olup öğretmenler odasında kalanlar: "Keşke o sınıfa giden ben olsaydım" diye temenni ediyor dense yeridir.

Boş dersi değerlendireyim derken herhangi bir işle uğraşanlar, işlerini yapmaya devam ededursunlar; meslektaşım hiçbir olumsuz durumdan etkilenmeden maşallah her konuda arzı endam etmeye devam ediyor. Bu durumu bilenler sigara içmediği halde soluğu ya dışarıda sigara içenlerin yanında soğukta beklemekte alıyorlar, ya da bir idarecinin yanına giderek kafa dinlendirmeye çalışıyorlar. Geç de olsa ben de anladım bu durumu. Haydi ben boş olan beş ders saatimde bu bitmek bilmeyen imtihanımı zor da olsa veriyorum. Ya derste öğrenciler, ya evde çoluğu, çocuğu ne yapıyor bu durumda? Orası muamma tabii.

Kendisine göre dersi de en önemli ders. Finlandiya'nın eğitim ve öğretimdeki başarısının altında onun dersine verdikleri önem yattığı kanaatinde. Buna kendisini inandırmış. Tek görevi bu dersin önemini bize kavratmaya çalışması. Acaba bu meslektaşıma okul yönetimi ücret mi veriyor diye düşünmüyor değilim. Ücret tahakkuk ettiriliyorsa o zaman görevini yapacaktır. Başka çaresi yok. Ücret kesilirse belki bu görevinden vazgeçer. Ya ücret ödenmiyorsa bu işi meccanen amatörce, hobi olarak yapıyorsa  işte o zaman yandık demektir.

Bugün boş dersimde bir başka meslektaşımla otururken hayretimden: "O, yok mu" dedim. "Yok galiba" dedi. Kendi halimizde işimize devam ederken meslektaşım kulağıma eğilerek: "Allah'tan başka şey isteseydin olmaz mıydı" dedi. Bir an için ne dediğini anlayamadım. Kafamı kaldırdığım zaman maalesef onun geldiğini gördüm. Felaket tellalıyım, ne yapayım dedim.

Bu durumdan kurtulmak için acaba şu adamın yaptığı yöntemi uygulasak faydası olur mu?

Yaşlı bir amca, cadde veya sokağa bakan evinin önünde sürekli gürültü yapan çocukları bu işten vazgeçirmek için bir yol takip eder. Amca çocukları çağırır. Çocuklar: Ben gürültüyü severim, bundan sonra evimin önünde yapacağınız gürültü karşılığında size her gün 5 lira para versem kabul eder misiniz, der. Hem gürültü yapacaklar, hem de karşılığında para alacaklar. Çocuklar teklifi kabul eder. Birkaç gün geçtikten sonra amca: Çocuklar! Durumum biraz kötüleşti, bundan sonra size ancak 3 lira verebileceğim, der. Hiç yoktan iyi diyen çocuklar yine gürültülerine devam ederler oyun oynarken. Amca her geçen gün çocuklara vereceği paranın miktarını biraz daha düşürür. En sonunda: "Çocuklar, artık bundan sonra size para veremeyeceğim, kusura bakmayın" deyince çocuklar: "Amca! Kusura bakma, biz bedava iş yapmayız. Bundan sonra burada oynamayacağız" diyerek oradan uzaklaşırlar. Böylece amca muradına ermiş.

Anlaşılan okul yönetimi de rahat çalışabilmek için bizi kobay olarak kullanıyor. Bu da öğretmenliğin bir cilvesi. Çekecek çilemiz varmış meğer. Ne yapalım?"

Senin derdin dert midir, benim derdimin yanında mı diyorsunuz yoksa? Bütün derdimiz bu olsun. 12/12/2016

Teröre karşı alacağımız önlemler*

Her terör saldırısından sonra can havliyle yetkililer açıklama yapar: "Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak..." şeklinde. Meclis özel gündemle toplanır, ortak açıklama yapılır. Terör tel'in edilir: Acımız büyük, terörü kınıyoruz” denir. Eli kalem tutanlar bu menfur olayı ele alırlar. TV’ler günlerce bu gündem üzerine program yapar.

Vatandaş ise patlamaya hazır bir bomba. Her yanan candan sonra sinirler biraz daha geriliyor. İhmal var mı diye sorgularız. Saldırıyı kim üstlendi diye sorarız hemen. Ölü sayısının artmamasını temenni ederiz. Millet olarak tek vücut oluruz şer cephesine karşı. Biz böyle iken ya ateşin düştüğü evler ne durumda. Esas sıkıntıyı onlar çekmekte. Allah çektikleri acıların ecrini versin onlara.

Terör saldırısından sonra özellikle devleti yönetenler konuşmaktan ziyade soğukkanlı ve metin bir şekilde sağ gösterip sol vurma taktiği izlemelidir. Teröristi gafil avlamak için gizli bir çalışma yürütmelidir. Asl olan terör ve canlı bomba potansiyeli taşıyanlar sıkı takibe alınmalıdır. Devletin nefesini daha fiiliyata geçmeden ensesinde hissetmelidir. Zor günler yaşadığımız bu günleri sıkıntısız atlatmak için devlet istihbarata daha fazla bir önem vermelidir. Başka istihbarat örgütleriyle sıkı bir ilişkiye girmelidir. Dur emrine uymayan şüpheliler güvenlik güçleri tarafından etkisiz hale getirilmelidir. Vur emri rahatlıkla kullanılmalıdır. Trafiğe çıkan araçların sık sık kontrolleri yapılmalıdır. Devlet ve hükümet ülke ve dış siyaseti etkileyecek bir karar aldığında güvenlik birimleri tarafından denetim ve kontroller sıklaştırılmalı ve sürekli bir teyakkuz halinde olunmalıdır. Özellikle insan yoğunluğu olan yerler sürekli gözetim altında tutulmalıdır. Olaydan sonra değil, olaylar olmadan önce güvenlik kordonu oluşturulmalıdır. Güvenlik güçlerinin bir yere intikalinde kesinlikle toplu taşımalardan kaçınılmalıdır. Polis gideceği yere değişik sivil araçlarla gitmelidir. Olay mahallinde görev yapan polislerin güvenliğini sağlamak için yüksek binalarda görev yapacak başka polisler görevlendirilmelidir.

Kanlı terör eylemini gerçekleştiren örgütlerin ismi kesinlikle kamuoyuna açıklanmamalıdır. Çünkü bu tür örgütler bu şekilde ses getirecek eylemlere başvurarak gücünü ispatlama niyeti taşımaktadır. Her olaydan sonra biz bağırıp çağırdıkça, öfke duydukça, örgütün adını ağzımızda telaffuz ettikçe onların ve şer güçlerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Onlar bu durumdan  dört köşe olmaktadır. Çünkü reklam reklamdır onlar için. İyisi-kötüsü olmaz.

Acılarımızı -hiçbir şey olmamış gibi- içimize gömerek işimize ve gücümüze yoğunlaşmalıyız. Fevri hareket etmemeliyiz. Çünkü infial başka olaylara sebebiyet verebilir. Tabiat boşluk kabul etmez prensibi gereğince devlet hiçbir alanı boş bırakmamalıdır. Vatandaşa daha güvenilir bir ortamı sağlamak için sessiz ve derinden işini yürütmelidir. Kendi içinde değişik birimler kurmalıdır. Kurulacak olan bu birim; terör örgütlerinin ne zaman, nerede, hangi olaylardan sonra harekete geçtiğinin analizini yaptıktan sonra şer odaklarının ne zaman, hangi dilimde, nerede ortaya çıkabileceği...şeklinde beyin jimnastiği yapmalı ve bunu raporlayarak istihbarata göndermelidir.

Vatandaş nerede bir şüpheli hareket görmüşse güvenlik birimlerine haber vermelidir. Az sayıdaki kötülerin şerrinden korunmak için devlet ve vatandaş hep birlikte el ele verip bize diz çöktürmek isteyenlere karşı tek vücut olmalıyız. Kimin nerede oturduğu, ne iş yaptığı, nereye girip çıktığı, ekmeğini ne şekilde kazandığı sıkı takibe alınmalıdır. Her mahalle, her muhitin fotoğrafı çekilerek içeriden ve dışarıdan takibe alınmalıdır. Suçlu potansiyelinin çok çıktığı meskun mahaller, girişi ve çıkışıyla sürekli kontrol edilmelidir. Özellikle hangi evi, ne zaman, kim kiraladı, kim oturuyor, kimler girip çıkıyor...devlet bundan haberdar olmalıdır.

Bu vesileyle cumartesi gecesi meydana gelen menfur terör saldırısında şehit olanlara Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar ve milletimize başsağlığı diliyorum. Ülkemiz için dirlik, birlik, huzur ve iyi bir gelecek temenni ediyorum. Bu kötü günlerin, güzel günlerin doğum sancısı olması dileklerimle. 12/12/2016

14/12/2016 tarihli Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



11 Aralık 2016 Pazar

Anayasa değişikliğinin bazı maddeleri üzerine**

Yeni Anayasa değişikliği teklifinde 21 madde yer almaktadır. Diğer değişik teklifleri için bir sözüm yok. Hatta olumlu bakıyorum. 2 tanesinin mantığını anlayamadım. Bunlardan biri, seçilme yaşını 18'e indirmek, diğeri de, Meclis üye sayısını 600'e çıkarmak.

Öğrenciler liseyi 18 yaşında tamamlamaktadır. Daha üniversiteye bile başlamamış demek bu. Ailesi liseyi bitirinceye kadar okul-servis-etüt merkezi ve ev şeklinde bir hayat çizmiştir mutlaka. Yani ailesinin yeter ki okusun diyerek saçını süpürge ettiği, hiçbir sorumluluk vermediği, sosyal hayatın içine girmemiş dense yeridir. Birçoğunu ailesi belki de ekmek almaya, bir fatura yatırmaya bile göndermemiştir. İki ayağı üzerinde duramayacak bir yaştadır halen. Aile ve ev sorumluluğu almadan koca bir ülkenin sorumluluğunu vermek bu gençleri ezmekten başka bir işe yaramaz. Bırakın 18 yaşında seçilme hakkını, 25 yaşı bile yeterli görmem. Bu çocukları rahat bırakalım, üniversitesini okusun, askerliğini yapsın. Hayatın içerisinde biraz daha pişsin. Bu maddenin düşürülmesinde fayda görüyorum.

Mecliste bizi temsil edecek vekil sayısını 550'den 600'e çıkarmak ve yedek vekil durumunun da yeniden gözden geçirilmesinde fayda vardır. Yüz ölçümü ve nüfus yönünden hangi ülkede bu kadar vekil vardır, merak ediyorum. 450 bile fazla iken önce 550'ye, şimdi de 600 rakamını telaffuz etmek yine mantıklı gelmedi bana. Milletin sırtına bir yük daha yüklemekten başka bir işe de yaramaz. Hele yedek vekil durumu ise netameli bir konu. Felaket tellallığı yapmak istemem ama normal yol ile ölen her bir asil vekilin ölümünde acaba sorusu sorulursa hiç şaşırmam.(Yazıyı yazarken yedek vekillik tekliften çıkarılmıştır.)

Türkiye'nin derdi seçilme yaşı ve vekil sayısını yükseltmekte değildir. Esas dert ve sorunlarımızın üzerine eğilirsek  daha iyi olur kanaatini taşımaktayım. Yok, bizim için önemli denirse oldu olacak, o zaman cumhurbaşkanı seçilme yaşını da 18'e düşürelim... 11/12/2016
29.12.2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.