10 Aralık 2016 Cumartesi

Yol ayrımındaki Türkiye'ye mesaj

Türkiye kendisine biçilen rolün dışına çıkmaya çalışsa o zaman bir mesaj verilir. Verilen mesaj da hep kan ve gözyaşı olur. Bombalar patlatılır. Bunun için ya canlı bomba, ya da bomba yüklü bir araç seçilir. Bu, ayağını denk al demektir.

Rus uçağının düşürülmesi sebebiyle aramızda meydana gelen soğukluğu gidermek için Rusya ile anlaşılınca yine böyle bir bomba patlatılmıştı. Şimdi de epeydir gündemde olan Anayasa değişikliği için bugün Meclise verilen 21 maddelik değişiklik teklifi üzerine geldi bomba yüklü araçla yapılan terör saldırısı. Geçmiş terör saldırılarına bakılırsa hepsinde Türkiye ya bir yol ayrımındadır, ya bir karar aşamasındadır, ya bir karar vermiştir. Hemen bir saldırı ile karşı karşıya gelir. Yaşamamız için bize fırsat verenler, bize biçtikleri rol ile yaşamamıza izin verdiklerini, ne zaman bunun dışına çıkmak istersen: "Seni can evinden vururum, burnundan fitil fitil getiririm, ülkeni kan gölü haline dönüştürürüm, Anayasa değişikliği yapmanı istemiyorum..." mesajı verilir.

Tüm bunlar Türkiye'nin bir yol ayrımında ve doğru yola doğru yol aldığının göstergesi aslında. Doğum öncesi sancılardır. Görünen doğumun zor olacağı şeklinde.

Türkiye öncekileri atlattığı gibi bu terör saldırısını da atlatacaktır. Yaralarımızı saracaktır. Ödediğimiz bedellerin karşısında mutlu bir geleceğin bizi beklediğini unutmamamız gerekir. Yeter ki olaylara soğukkanlı bir şekilde yaklaşalım. Ne zaman önemli bir karar aşamasında olduğumuz zaman diliminde bu tür mesajları almaya devam ediyorsak bundan sonraki alacağımız önemli karar aşamasında bu tür menfur olayların olacağını hesaba katarak güvenlik güçlerini teyakkuz halde tutmamızda fayda vardır. Güvenlik amaçlı kılı kırk yarma yolu seçilmelidir. Araç kontrolleri, şüpheli araçların durdurulup kontrolünün yapılması gibi tedbirler alınmalıdır. İstihbarat iyi çalıştırılmalıdır.

Patlamanın maç çıkışına denk getirilmesi bu işi yapanların gemi azıya aldıklarını, kana doymadıklarını göstermektedir. Olayın sıcaklığı dolayısıyla ölü ve yaralı sayısından haberim yok. Şimdiden yaralılara acil şifalar, ölenler var ise -inşallah yoktur- Allah rahmet eylesin. Rabbim beterinden saklasın. Türkiye'nin başı sağ olsun. 10/12/2016

Küçüklere neden melek gibi denir bizde?


Okulumuz (Mustafa Büyükkaplan Hafız İmam Hatip Ortaokulu) 5. Sınıflarda yapmış olduğum Fen Bilimleri 2. Yazılı sorunlarını değerlendiriyorum, fiziksel olarak küçücük bir kızımız:
_ "... ben o soruyu boş bıraktım hocam, dedi.
_ Neden? dedim,
_...
Yüzü kızarmıştı, bir şey diyemedi. Israrcı olmadım, ders bitti ve özel görüştük. Duyduklarımı hâlâ unutamıyorum ve her defasında tüylerim diken diken oluyor.
_ Hocam, kimseye söylemezseniz size o soruyu niye boş bıraktığımı söyleyebilirim. Yine kızarmıştı (ağarması gereken)  yüzü. Biraz zorlandı ve şunları söyleyiverdi:
_ Ben o soruda biraz takılmıştım, düşünürken başımı sırama yan koydum. O anda da yanımdaki arkadaşım aynı soruyu çözüyormuş, ben de gördüm. Aslında ben de aynı şıkkı düşünüyordum,  ama gördüğüm için haram olur diye işaretleyemedim. İşte onun için boş bıraktım. Kimseye söylemeyin, olur mu?
_ Allâhu Ekber...
İnanın bunları söylerken de, (hani yazılıda başkasının kağıdına baktığını düşüneceğimden) yüzü kıpkırmızı idi. Nutkum tutuldu, düğümler ardı ardına dizildi...
Elbette sözüme sadık kalacağım, ismini vermeyeceğim, ama bunu bırak arkadaşlarını tüm dünyanın duymasını istiyorum...
Rabbim, sadece ve sadece Sana havale ediyorum. Bu yavrucuğunu Cennetinle müşerreflendir...(âmin)”

Yukarıdaki yazı okulun Fen Bilgisi öğretmeni Ramazan SANLAV kardeşime ait. Başından geçen bu olayı sanal alemde paylaşmış. Böyle bir öğrenciye sahip olduğu için kendisini tebrik ediyorum. Samimi duygu ve düşüncelerinden dolayı yine kendisine teşekkür ediyorum. Allah böyle öğrencilerin sayısını çoğaltsın.

Bu yazıdaki olayın kahramanı 10-11 yaşlarında 5.sınıf bir öğrenci. Daha sorumluluk çağına gelmemiş. Masumluğun ve saflığın zirvesinde. Günahsız. Melekler gibi yani. Çocuk halihazırda meleklerdeki  “Günah işlemezler” özelliğini bünyesinde barındırıyor. Bu yüzden Anadolu’da çocuklar meleklere benzetilir. İnşallah bozulmadan büyür. Bizde sorun küçüklerde değil, hep büyüklerdedir. Bu çocuk nice çocuğun içini yansıtmaktadır. Bu derece saf olan çocuk yarın kirliliğin, pisliğin içerisinde kendisini ne zamana, nereye  kadar koruyacak...düşünmemek elde değil.


Biz büyükler bu derece saf, berrak ve temiz olan bu dimağları yakın zamanda bozarız. Bunun hesabını nasıl veririz bilemem. Çünkü çocuklar büyüklerin yaptıklarına teslim olurlar bir gün. 10/12/2016

2015 PISA sonuçları*

35'i OECD üyesi olmak üzere 72 ülkenin katıldığı ve 3 yılda bir açıklanan  PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sonuçları açıklandı. 2015 PISA sonuçlarına göre Türkiye matematikte 52. fende 49. okumada 50.sırada. Sonuç vahim. Tam gaz geriye doğru gidiyoruz.

Bizden sonra hangi ülkeler var diye göz attığımızda şu ana kadar adını-şanını duymadığımız, haritada yerini bile gösteremediğimiz ülkeler var altımızda. Böyle giderse gerimizdeki ülkeler 2018 PISA sonuçlarında bizi sollar geçerse hiç şaşırmayalım.

PISA sonuçlarını  birkaç hafta konuşur, birilerini suçlar, suçluyu bulur, pansuman tedbirlerle yolumuza devam etmeye çalışırız. Bildiğim kadarıyla bu tür yarışmalara katılım zorunlu değil. Yenileceğimizi bile bile niye katılıyoruz? Herhalde "Yenilen pehlivan güreşe doymaz" misali olsa gerek.

Türkiye, hep mağlup olacağı yarışmalara katılacağına birinci geleceğimiz alanlardan katılsa daha iyi olur zannımca. Hangi alanlarda birinciyiz diye aklımıza gelebilir? Aslında başarılı olacağımız alanlarımız fazla. Mesela: Sanal aleme girme, sosyal medyayı kullanma, chatleşme, mesajlaşma, whatsappta geyik muhabbeti, telefon konuşması, kulaklık marifetiyle müzik dinleme, birbirimizi çekiştirme, birbirimizi suçlama, birbirimizi düşman görme, dedikodu, iftira, yalan söyleme, rahatına düşkünlük, kazanmadan harcama, borçlu ve lüks yaşama, TV izleme, dizileri takip etme, aklı ve zihnimizde boş şeyleri tutma, bir bilgiye ihtiyaç olursa 'Google'dan faydalanma, çok tatil yapma, sürekli eğitim sistemiyle oynama, kitap okumama, öğrenmediğimiz konuyu anlamak için sürekli test çözme, yardımcı kaynak alma, başarısızlığa kılıf bulma, mazeret üretme...vb alanlarda yapılsa parmakla gösterilen bir ülke olduğumuzu cümle aleme gösterir, böylece dünya gündemine otururuz. Eğer dünya bu şekil yarışmalar düzenlemiyorsa biz öncülük yapalım.

Türkiye, geçmiş yıllara oranla eğitim ve öğretime bütçeden daha fazla pay ayırmaktadır. Eğitim ve öğretim alanında sürekli değişiklikler, müfredat ve sistem değişikliği yapmaktadır. Fiziki olarak binalarda yenilenme, teknolojiyi kullanma ve imkanlardan yararlanma bakımından çok mesafe kat etmiştir. Fakat nedense başarı bir türlü elde edilememiştir. Tüm bu imkanlara rağmen başarının gelmemesinin nedenleri üzerinde uzmanların inceleme yapmasında fayda vardır. Bu konuyu istatistiklerden yararlanmak suretiyle hükümetin başarı gibi göstermesinin ve muhalif olanların mal bulmuş mağribi gibi hükümete saldırmasının kimseye faydası olmaz. Eğitim ve öğretimimiz objektif bir şekilde masaya yatırılmalıdır.

Bu değerlendirme sistemine katılan 15 yaş grubu 5895 öğrencinin % 36’ı Mesleki ve Teknik Lisesi,  14’ü  İHL, % 38.1’i Anadolu Lisesi, % 2.1’i Fen Lisesi öğrencisidir. Katılımcı öğrencilere bakıldığı zaman % 50 öğrenci Mesleki-Teknik lise ve İHL öğrencisidir. Bu okullar  -ekseriyetle- TEOG sınavlarına göre en düşük puanlı öğrencilerin tercih ettiği okullar olarak bilinmektedir. Fen ve Sosyal Bilimler Lisesinden giren öğrenciler zirvede yer alırken meslek lisesi öğrencilerinin ise başarıyı düşürdüğü görülmektedir. Buradan sorunun meslek liselerinde olduğunu anlayabiliriz. Hiç vakit kaybetmeden meslek liselerine bir neşter vurulmalıdır. Eğer bunu yapmazsak biz her zaman yenilmeye doymayan güreşçi pozisyonunda yer alırız.

Türkiye her şeyden önce TEOG sonuçlarına göre her öğrenciye okul bulma ve okula yerleştirme çabasından vazgeçmelidir. Belirli puanın altında kalan öğrencilerin açık liseye yönlendirilmesi uygulamasına geçilmelidir. Bu liselerdeki öğrenci yoğunluğu azaltılmalı, öğrenci alımında seçici davranılmalı, 9.sınıfta belirli bir başarı kriterini yakalayamayan öğrenciler yine açık liseye gönderilmelidir. Okullarda başarıyı yakalamak için her türlü sınıf seviyesinde mutlaka kalma ve eleme sistemi getirilmelidir. Ders saatleri azaltılmalı, merkezi sınav sistemi anlamaya dönük olacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Öğrenciler dijital ortamdan uzak tutulmalıdır. 10/12/2016
*17.12.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

5 yıldızlı otellerde eğitimi masaya yatırmak

Milli Eğitim Bakanlığı, bünyesinde görev yapan yöneticilere zaman zaman il dışında seminer, kurs vb aktiveler düzenlemektedir. Buralarda eğitim ve öğretim masaya yatırılmaktadır. Bu tür seminerler sahil kenarında 5 yıldızlı otellerde düzenlenmektedir.

3-5 sene öncesine kadar bu tür programlar devlete ait hizmet içi eğitim enstitülerinde yapılırdı. Masraflı oluyor diye devlet bundan vazgeçmişti.

Hizmet içi eğitim seminerlerini 5 yıldızlı lüks otellerde düzenlemek sanırım Meb'in kendi tesislerine göre daha uygun olmalı ki, şimdilerde oteller tercih edilmektedir. Etkinlikler genelde kış aylarında yapılmaktadır. Yani otellerin müşteri yönünden sinek avladığı bir sezonda firmalar, müşteri olarak Meb'i ağırlamaktadır. Hikmetinden sual olunmaz ama bu uygulama bana biraz garip geldi. Büyüklerimizin bir bildiği vardır mutlaka. Bize garip gelse de yetkililerin doyurucu açıklaması vardır sanırım. Fakat insanların aklına ölü sezonda firmalara destek olma da gelebilir. Belki de yapılan doğrudur. Ben çağın gerisinde kaldım sanırım. belki de müdürlerin böylesi ortamlarda deşarj olmaya ihtiyacı vardır. Kendilerinin ve eğitimin gelişmesine katkısı da vardır, kim bilir?

Bu konuda kimseyi eleştirme ve ayıplama durumunda değilim. Eğitimde kaliteyi artırmak, çalışanlara bir ufuk kazandırmak, onlara moral ve motive etmek gerekir. Fakat bu tür eğitim çalışmalarının yeri devlete ve kamuya ait tesisler olmalı. Kazanacaksa devletin tesisleri kazanmalı, devlet çalışanları için harcama yapacaksa bu işi yine kendi tesislerine harcamalıdır. Ayrıca bu tür aktivitelerin yapıldığı yerlere katılımcı olarak gelen yöneticiler işin mutfağından gelen bireyler olarak her şeyi enine boyuna konuşup tartışabilmelidir. Sadece üniversiteden getirilen akademisyenlerin sunumu veya Ankara'dan gelen yetkililerin telkin ve tavsiyesinden ibaret olmamalıdır. Sorun tespiti, sorunun çözümü mutlaka masaya yatırılmalıdır. Sorunların üzerine ciddiyetle gidilmelidir. Programlara ortak akıl hakim olmalı, sonucunda iyi bir sinerji ortaya çıkmalıdır. 10/12/2016

9 Aralık 2016 Cuma

Yoksa bize ırak Allah’a yakın ol mu diyorsunuz?*

Bir cahil cesaretiyle bir yıl önce başlamıştım gazetemizde yazı yazmaya. Dün itibariyle tam bir yılı doldurdum. Haftada iki gün karşınıza çıkıp arzı endam ettim.  Çalakalem duygu ve düşüncelerimi ifade ettim. Sizin her biriniz yazılarım ya da yazdıklarımdan daha güzel şekilde yazabilir, daha farklı konulara değinebilirdiniz. Bundan şüphem yok. Hani cahil cesurdur” derler ya. Benim ki de öyle işte...

Bir yıldır yazdım ama neredeyim, okunuyor mu, okunmuyor mu, iyi mi yazıyorum, kötü mü yazıyorum bilmiyorum. Çünkü doğru dürüst  yeterince  geri bildirim almadım.  Dönüt geliyorsa da haberim yok.  Bireysel görüştüğüm bazı kimseler sağ olsunlar tepkilerini dile getiriyorlar. Ama yeterli görmüyorum. Halihazırda kendimi körler ve sağırlara oynuyor gibi görmekteyim.

Her insan gibi benim de yapıcı eleştiriye ihtiyacım var. Hani biz söyleriz ya: “Dost acı söyler, yüze karşı söyler” diye. Eksiklik ve hatalarımı ancak söylenirse düzeltebilirim. Ben yazı yazma konusunda kendimi bulunmaz Hint kumaşı gibi hiç görmedim. Bilgi, donanım, birikim, kelime hazinem, Türkçe yazım ve imla kurallarım bakımından eksik olduğumu ilk yazımda da ifade ettim; Küçük Ayasofya Camisine imam olarak atanan Bekri Mustafa’yı anlatarak. Hangi iş olursa olsun kendimi hep, “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” misali “Abdurrahman Çelebi” olarak  gördüm. Hasılı hem acemiyim, hem de bu işin ehli değilim.

Şunun iyice bilinmesini isterim ki, yaptığım işi en iyi şekilde yapmak isterim.  Bunun için de  sizlerden dönüte ihtiyacım var. Yoksa ha varlığın ha yokluğun mu diyorsunuz? Ya da olduğun kadar rezil olmuşsun, rezillikte iyice piş mi diyorsunuz?  Yoksa şu müezzin gibi miyim? Hani bir köyde hiç namaz kılan yokmuş. Buna rağmen biri, görevli olmadığı halde üzerine vazife çıkarmış. Camiye gelen olmasa da her gün minareye çıkıp ezan okuyormuş. Bencileyin adamın sesi de çirkinmiş. (Aslında çirkin ses yoktur. Eğitilmemiş ses vardır.) Köylüler toplanıp adama: “Arkadaş biz namaz kılmıyoruz. Camiye de gelmiyoruz. Sen ne diye hep ezan okuyorsun’ demişler. Adam, ‘Ben Allah rızası için okuyorum’ demiş. Köylü: ‘Ne olursun sen, bundan sonra Allah rızası için ezan okuma’ demişler. Adam istenmemesine rağmen okumaya devam etti mi, etmedi mi bilmiyorum. Eğer okuyucularım olarak bir şey söylersek kırılır, üzülür, gönül koyar, biz söyleyemeyiz diyorsanız, bana: “Allah rızası için bundan sonra yazma” deyin ben anlarım.

İnsanın hatasının yüzüne karşı söylenmesi kişiyi üzer. Ama eleştiri de olmazsa olmaz kurallarımızdandır. Gelin şu kuralı bir tarafa bırakalım da, bana yapıcı eleştiri yapın. Eleştiri yapanı gerçek dostum bilirim. Yok arkadaş, senin dostluğunu da istemeyiz, bizden uzak durun diyorsanız, bu da bir eleştiridir. Mutlaka deyin.

Yoksa senin bize, bizim de sana verebileceğimiz bir şey yok. Bizden ırak, Allah’a yakın ol mu diyorsunuz?.. Ne derseniz deyin ama bir şeyler söyleyin, yazın. En sevdiğim insan tipi ardımdan değil de zoruma  gitse de yüzüme karşı söylenendir. Yok senin sevgine de ihtiyacımız yok. Gölge etme, ihsan istemez; dünya kuruldu, kurulalı böyle eziyet görmedi  diyorsanız, daha ne diyeyim: Allah sizin de benim de hayrımı versin!... Hep birlikte nice yıllara inşallah! 06/12/2016

* 10/12/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Devlet yönetiminde biraz ciddiyet lütfen!

"Kulu Kaymakamı Hüseyin Avcı, 1 Aralık tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 2016/681 sayılı kararname ile Gümüşhane Vali Yardımcılığı'na atandı. Ancak bugüne kadar göreve başlamayan Hüseyin Avcı'nın, Fethullahcı Terör Örgütü soruşturması kapsamında tutuklandığı öğrenildi” şeklinde bir haber değişik gazete ve haber kanallarında yer aldı bugünlerde.

Bu habere ne denir. Trajikomik hafif kalır yanında. Plan yapıp uğraşılsa böyle vahim bir yanlışı beceremez hiçbir insan, kurum ve kuruluş. Bu habere ne gülünür, ne de ağlanır. Bu habere konu olan durum kahretmesi lazım bizi. Bu işi yapanlar nasıl böyle bir yanlışa imza atabilirler, gerçekten merak ediyorum. İnsan hata yapabilir diye düşünebilirsiniz. Bu hatanın telafisi falan olmaz. Dostu üzüntüsünden kahreden, düşmanı da sevindiren bir gaftır bu. Okullara müdür seçilirken bile kılı kırk yararcasına araştıran yetkililer bir ile vali yardımcısı ataması yaparken aynı özen ve itinayı göstermedikleri göze çarpmaktadır. 

Merak ediyorum devlete atamalar bu şekil mi yapılıyor? İnsanlar bu şekilde mi araştırılıyor. Üstelik atanan adam son günlerin ihanet şebekesinin içerisinde olmasından dolayı içeride tutuklu. Bu işi yapanların kötü niyetli olduklarını sanmıyorum. Fakat bu bariz hatanın su götürür tarafı yok. Çok ciddiyetsiz bir atamadır bunun adı. Aşağıdan yukarıya bu atama işinde pay sahibi olanlar mutlaka hesaba çekilmelidir. Mevcut görevlerinden el çektirilmelidir. Öyle: “Efendim teknik bir hata oldu” şeklinde bir açıklama falan paklemez bu durumu.

İyi niyetli olduğu halde köşe başlarını tutmuş, fakat işine gereken özeni gösterememiş, ya da yaptığı işin önemini kavrayamamış insanların yeri, devletin üstünde sorumlu bir makamı işgal etmek değildir. Bize işini düzgün yapacak, titiz çalışacak gözü açık insanlar lazım. Haydi geçmişte bu şer odağı tanınmıyordu. Günümüzde tüm foyası ortaya çıkan bir yapının tutuklu elemanının yeri bir üst makama terfi olmamalıydı. Bu işte art niyet yoksa kasıt vardır. Telafi etmez ama. Sorumluların yeri kapı önüne konmaktır.


Sözün bittiği yerdeyiz maalesef. Bu yapılan yanlışın düzeltilecek bir açıklaması da olamaz. Deve misali her tarafı eğri. Devlet yönetiminde, devlete adam atamada biraz ciddiyet lütfen! Başka bir şey istemiyoruz. 09/12/2016

8 Aralık 2016 Perşembe

Katma değer üretmeyen bir devlet işletmesi

Gördüm de insanoğlu kadar rahatına düşkün, iş yapmada gözü olmayan bir varlık tanımadım. En kolay ve işine geleni yemek yemek. Onu da biri bölüp parçalasa, hatta çiğnese keyfine diyecek olmaz. Özellikle Müslüman ülkelerde üretim neredeyse yok gibidir. Yatmayı, gezmeyi, laflamayı, dedikoduyu çok severiz. Kendimize de laf söyletmeyiz. Konuştuğumuz zaman dürüstlükte mangalda kül bırakmayız. Mazeret ve bahane bulmada şeytana taş çıkartırız. Eğer bu ülkede biraz üretim varsa onu da yapanlar özel sektör ve bu sektörde asgari ücretle çalışanlardır.

Devlet sektöründe çalışıp da ortaya yere koyduğumuz bir katma değerimiz yoktur. İşe girmek için dokuz takla atarız, bir girebilsek diye. Girer girmez de emekliliği hayal etmeye başlarız. Bulunduğumuz ortamı üretimden ziyade kendi lehimize göre dizayn etmeye çalışırız. Üstelik özel sektöre göre daha fazla çalışan olmasına rağmen. Çünkü çalışmada gözümüz yok. Çoğumuz aldığı maaşı da beğenmeyiz. hep kendimizden yukarıda yüksek maaş alanlardadır gözümüz. Savunulacak ve tutunacak bir yerimiz yok. Bunu biliyorum.

Konya'nın merkezinde herkesin rahatça ulaşabileceği bina ve bahçesi bakımından emsallerine göre bir numara olan devlete ait bir işletme var. herkesin uğrak yeridir. Kullanım ve fiziki yönü itibariyle yine hatırı sayılır artısı var. Güzel bir bahçesi var. İçeride oturma yerleri var. İsteyen satranç oynar, isteyen gazetesini okur, dileyen de arkadaşlarıyla muhabbet edebilir. Sabahtan akşama kadar da müşterisi var. Zaman zaman yetkilileriyle görüştüğüm zaman: "İşletme zarar ediyor, düğünler ve otel kısmı olmasa altından kalkılmaz. Berber zarar ediyor, çay ve lokanta kısmı da zarar ediyor..." şeklinde serzenişlerine şahit olurum. Böyle bir işletme nasıl zarar eder diye düşünmeden edemiyorum. Sadece çay satsa yine kazandırır...

Pek gitmesem de zaman zaman kısa mesafeli soluklanmak için girerim bahçesine. Konfor, görüntü ve muhit itibariyle şahane bir yer. Çay içeyim desen, eleman göremezsin. Kazara bir çalışanı görüp çay istesen: "Az sonra servis yapılacak veya tamam" cevabı alıyorsun. Bekle dur, çay gelecek, veya servis yapılacak diye. çay ocağına doğru bakıp acaba çalışanlar bahçeye bakar mı diye. Ne mümkün efendim. Sanki müşteriye küs. Müşteriyi görmeyecek şekilde sırtını dönmüş ya dikiliyor, ya bir şey yapıyor görünüyor. Lütfedip servis yapılınca tüm masadakiler "Buraya da getir" diye seslenmeye başlıyor. Çay içecek ve çay satacak potansiyel var. Maalesef değerlendiren yok. İnanın burayı özel bir firma çalıştırsa sadece çaydan ihya olur. Kenarda köşede küçük bir dükkanda sadece çay satarak geçimini sağlayan küçük işletmeler var bu ülkede. Nedense koca bahçesi olan bir yerde çay satışından zarar ediliyor. Gerçekten niye edilmesin. Çalışanlar çay satmamak üzere mesaiye gelmişler. Çünkü çalışsalar da aynı parayı alacaklar, çalışmasalar da. Bu durumda bu eleman niye çalışsın, sonra niye kendini yorsun? Akşama kadar iş yapar görünmeyi meslek haline getirmişler. Sorsan niye çay getirmiyorsun diye. Eleman sıkıntısı çekiyoruz cevabı alırsın. Aslında sıkıntı eleman azlığından değil, kafa yapısında. Haydi eleman çalışmadı, çalışmak istemiyor diyelim. Peki bunların sorumluları ne iş yapıyor? Odalarına çekilip misafir ağırlamaktan, sağda solda gezmekten başka. Ara ara bahçeye çıkıp durumu inceleseler ve ona göre tedbirlerini alsalar fena olmaz sanırım. Bizde bir atasözü var: "At sahibine göre kişner" diye.

Burada çalışanların sorumluluğundan daha fazla onların amiri durumundaki kişilerin sorumluluğu vardır. Denetim ve inceleme ve gereğini yapmak durumundadırlar. Buralar yatma ve keyif çatma yeri değildir. Burada görev yaparken amme adına hizmet ettiklerini, bu görevlerin kendilerine bir emanet olduğunu, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olduğunu kimsenin özellikle orada çalışan eleman ve yetkili kişilerin akıldan çıkarmamaları gerekir. Yok ellerinden hiçbir şey gelmiyorsa elemanlara maaş artı prim şeklinde motive edici bir yol izlenebilir. Mevzuatta yeri yok deniyorsa ya yukarıya öneri olarak rapor etmeliler, ya da gayri resmi prim sistemini uygulamalıdırlar. Ya da "Biz bu işi yapamadık" deyip bırakıp gitmelidirler.