İnsanlara dünyayı dar edip kendisi dört köşe olan bir kesim var: bankacılık. Darda kalanın elinden tutan iyilik meleği görünümündedir. Güler yüzle karşılar seni, hem de kapıda. Odasına kadar götürür. Çay, kahve ardı arkasına gelir. Öyle bir ilgi ve alaka gösterir ki, "Ben neymişim be" dedirtir insana kendi nefsi. Gururu okşanır.
İpler bankacının elindedir. Sen çayını yudumlarken: "Efendim çayımızı içerken bu arada şuralara da bir imza atıverelim, formalite yerine gelsin" der görevli. Oturup okumaya kalksan bir haftanı alır o küçücük sayfalar dolusu yazılar... Görevlinin dostane tavrı öyle güven verir ki formalitenin lafımı olur. İhtiyaç sahibi parmağıyla gösterilen her yere imza atar, ne olduğunu bilmeden. Kapıya kadar da uğurlar bu sevimli misafirini. Çünkü verdiği tavuk ona kaç tane kaz getirecekti. Vatandaşı yakarken kendisi ihya olacaktı. Belki de prim verilecekti kendisine. Kara listeye bir kişi daha almanın sevincini uzun süre taşır içinde. Bu sevinç yeni bir av buluncaya kadar da devam eder.
Kredi çeken günü kurtarmanın sevinç ve mutluluğu içerisinde evinin yolunu tutar: "Öder giderim Allah Kerim nasılsa" diyerek. Aldığı paraya dokunmadan borçlarına yatırır. Borcunu bir kaç ay öder. İşler tıkırındadır. Üç-beş ay sonra ev ve iş yerinde yaptığı hesap çarşıya uymamaya başlayınca bir-iki ay daha sağdan, soldan bulduklarıyla yatırır borcunu. Sonra tıkanır kalır. İmdada bir başka banka çıkar. Çünkü elden gelenle öğün olmuyor. Şu banka, bu banka derken sırayla ne kadar banka varsa ondan alır, diğerine yatırır. her yatırdığında bir yeri kapatmaya çalışırken yeni bir delik açar. Bir müddet sonra ilgi, alaka ve kredisi bol olan iyilik melekleri tarafından tüm kapılar kapanmaya başlar. Her hareketinde daha da aşağıya doğru batar. Gece gündüz bir düşüncedir alır artık. Piyasaya yapılan borç, tefeciden alınan para da cabası. Çünkü delik o kadar büyük ki kapatmak mümkün değil. Tırnaklarıyla kazıdıkları bir bir yok bahasına gitmeye başlar. Sonunda evine varıncaya kadar el konur haciz yoluyla. Ayıldığı zaman bataklığın en dibindedir artık. Sıfırın tüketildiği yerdir burası. Doğduğu andan daha geriye düşer. Zira doğduğu zaman borcu yoktu. Şimdi ise elde, avuçta hiçbir şey kalmadığı gibi kar topu gibi her geçen gün büyüyen borç ve faiz sarmalı vardır sırtında. Şu geçici hayatın zindan edildiği andır bu an. Artık bundan sonra yaşansa da tadı olmaz. Ne yediğinden zevk alırsın ne de içtiğinden. Bir çuval inciri berbat ettiğin yetmediği gibi çoluk çocuğunun yüzü de gülmez olur artık. Ne gelen telefonlara cevap verirsin, ne de millet içine çıkarsın. Çünkü her arayan borcu için arar. Kapısını aşındırdığın dostların bir müddet sonra seni görünce yolunu da değiştirmeye kalkar.
Allah kimseyi düşürmesin, düşenleri de tez elden kurtarsın. Hangi birine, kaçına üzüleceksin. Her yerde, her zaman karşına çıkıyor maalesef böyleleri. Piyasa bankazedelerle dolu. Banka görevini yapmıştır. Zira onun görevi ocak söndürmedir. Eserleriyle gurur duyar. Kendisi de en fazla kar ve kazanç elde eden kurum olarak ilk sıralarda yer alır.
Ne yapar ne edersin böyle durumlar için. Aşağı aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali. Bu modern görünümlü iyilik melekleri bu dünyada paraya para demesinler, kazanmaya devam etsinler. Bu kadar mağdurun hesabını öbür dünyada nasıl verecekler, merak ediyorum. Bunlar dünyada mağdurun sırtından gelecek satın alan kişilerdir. Mağdurluk üzerinedir kazançları. Mağduru da anlamam anlamasına. haydi bir an için mağdur oldu, denize düşünce yılana sarıldı diyelim. Bu para üstünden para kazananlar, Allah ve Rasülüne savaş açanlar söndürdükleri ocaklara rağmen nasıl rahat bir şekilde nefes alabiliyorlar. Anlamadım gitti...
Allah ıslah etsin bu sistemi kuranları ve bu sistem içine insanları çekip mağdur edenleri... 28/11/2016
28 Kasım 2016 Pazartesi
Maksadın dışında anlaşılma
Şaka, hayatımızda zaman zaman kullandığımız yollardan biridir. Çünkü hayatın bir parçasıdır. Zira hayat hep ciddiyet ve resmiyetten ibaret değildir. Şakadan amaç aradaki muhabbet ve sevgiyi artırmaktır. Hayat hepten ciddiyetten ibaret olsaydı sanırım bu yalan dünya çekilmez olurdu.
Hz Muhammed, hayatı tamamen bir mücadeleden ibaret olmasına rağmen zaman zaman da olsa hayatında mizaha yer verdiğini görmekteyiz. "Beni bir deveye bindir" diyen birine Peygamberimiz: "Seni yavrusuna bindireceğim" deyince adam şaşırır: "Ben yavrusunu ne yapayım" der. Peygamberimiz: "Her deve birinin yavrusudur" cevabı verir. Yine bir yerden geçerken, cennete girmek istediklerini temenni eden kadınlara Peygamberimiz: "Siz yaşlı kadınlar, cennete giremezsiniz" buyurunca kadınlar korku ve hayret içinde üzüntülerini dile getirince Peygamberimiz: "Ancak genç ve güzel olarak gireceksiniz" cevabı verir. Az önce şaşıran kadınlar gülmeye başlarlar.
Espriden amaç, insanları hayatın dertleri arasında bir nebze de olsa gülümsetebilmektir. Yapılan şakalar hedefine varırsa tadından yenmez. İnsanlar dertlerini unutarak gülüşmeye başlarlar. Ya bir de maksat anlaşılmayıp yanlış anlaşılmalara sebebiyet verirse işte o zaman şaka yapıp yapacağına pişman olur insan. Çünkü kaş yapayım derken göz çıkarılmıştır. Bu durumda şaka yapmayı bir tarafa bırakıp geri kalan zaman ve ömrünü gönül almak için çaba sarf edersin. Espri yapmada sanat vardır, gizem vardır, birden fazla anlama gelme vardır, tersini kastetme vardır; bir yere, birine tevriye vardır.
Her insan şaka yapamaz. Bazıları yapmayı dener. Fakat ağzına, yüzüne bulaştırır. Her insan da şakadan anlamaz. Her yapılan şakayı ciddiye alır. Bu yüzden şaka yapılmaması gerekir. Bazıları da çok alıngandır. Mıknatıs gibi her konuşmayı üzerine çeker. Hasılı her insan şaka yapmamalı, şaka yapılacak kişiyi iyice tanımadan şakaya başvurulmamalıdır. Şakanın ortamı iyi ayarlanmalı, şaka yapılacak kişi rencide edilmemeli.
Sözün özü, espriyi her insan yapamaz. Her insan da espriden anlamaz ya da anlamak istemez. Çünkü çoğu zaman ters tepebilir. Yeni tanıştığım biri, gelmekte olan bir köpeği göstererek yanımdakine: "Köpekten çok korkarım, buraya gelirse beni korur musun" şeklinde samimi bir düşüncesini aktarınca, bizde söylenen bir sözü ifade ettim: "Korkmanıza gerek yok, zira kötülere bir şey olmaz" şeklinde.
Söylerken de alınmasını hiç hesaba katmamıştım. Bu söze alındı beklemediği bu söz karşılığında yanımdaki kişi: "Ben kötü müyüm" dedi hemen. Aslında bu söz Anadolu'da çok söylenir, kime söylense herkes güler geçer. Sonra muhatabımı yeterince tanımıyorum ki kötü olduğunu kasdetsem. Zira yeni tanıştım. Ayrıca yeni tanıştığım kişiyi iyice tanıyıncaya kadar hakkında müspet düşünürüm. Zaten kötü olsa kötü olduğunu ifade etmezdim. İlk başta şakadan alındığını düşündüm. Sonra gerçekten alındığının farkına vardım geç de olsa. Her ne kadar gönlünü almaya çalışsam da kırılan kalbi yeniden tamir etmem maalesef mümkün olmuyor.
Bu yüzden ortamına, kişinin o anki pozisyonunu hesaba katmadan, espri yönünün olup olmadığını test etmeden, iyice tanımadan herkese şaka yapılmaması gerektiğini anladım. Ama ne yaparsınız ki, maalesef "Dilin kemiği yok." Aniden çıkıveriyor hemen ağızdan. Tıpkı bir ok gibi. 28/11/2016
27 Kasım 2016 Pazar
Meb'de görev yapan ilahiyat mezunları üvey evlat mı?
Ülkemizde hac farizasını yerine getirmek için her yıl rekor düzeyde bir başvuru olur. Suud yetkililerinin koyduğu kota gereğince her yıl ortalama 70-80 bin kişi gidebilmektedir bu kutsal görevi ifa edebilmek için. Yazılalı 6-7 yıl olmasına rağmen çıkmayıp hala sırasını bekleyen sanırım yüz binlerce hacı adayımız var. Bu konuda Türkiye'nin yapabileceği bir durum yoktur. Bu konuda son söz Suud yetkililerinde.
***
Her yıl kur'a yoluyla hac vazifesi çıkan hacılarımıza refakat etmek, onlara mukaddes beldede rehberlik yapmak için DİB, kendi personelinden görevli göndermektedir. Bu yol ile giden diyanet görevlileri hem hacılarımıza yardımcı oluyorlar, hem de hac görevini icra etme imkanı buluyorlar. Hac organizasyonunu yapan Diyanetin kendi personelini görevli tayin etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Rabbim daha fazla gitmeyi, hacılarımıza yardımcı olmayı ve haclarını kabul etmeyi nasip etsin. Yüzbinlerce kişi parasıyla sıra beklerken bu görevlilerin genç yaşta gidip gelmeleri, bilgi ve kültürlerini artırmaları onlar adına sevindirici bir durumdur.
Benim derdim ve sıkıntım görevli olarak hacca gitme konusunda MEB'de görev yapan İHL Meslek Dersleri ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerine bu kapı niçin açık değildir. DİB'de gören yapanlar nasıl ehil iseler okullarda görev yapan din öğretmenleri de o kadar ehildir. İçlerinden çok az kişi kendi imkanlarıyla gidip gelmişlerdir hacca. Ama çoğuna gitmek nasip olmamıştır. Üstelik derslerde hac konusu işlenirken bu öğretmenler haccı ve önemini anlatmaktadırlar. Görerek anlatsalar öyle zannediyorum öğrencilerine daha faydalı olurlar.
Sahi MEB'de görev yapan bu öğretmenlerden DİB ve MEB niçin faydalanma yoluna gitmez. Bu her iki kurum niçin aralarında bir protokol imzalamaz? Kanuni bir engel mi var aşamadıkları? Ya da ihtiyaç olarak görmüyorlar mı? Yoksa Diyanet; kendi personelimiz yeterli, başkasını istemem mi diyor. Mesele nedir bilmiyorum, bu konunun daha önce dile getirilip getirilmediğini de bilmiyorum. MEB ve DİB bu konuyu mesele edinmişler midir? Ya da dert edinmeyi düşünmek isterler mi? Bu konunun ivedilikle ele alınıp vüzuha kavuşturulmasında fayda vardır diye düşünüyorum.
Son yıllarda bu iki kurum zaman zaman "Okullar hayat olsun" gibi ortak protokol imzalayıp din görevlileri yaz dönemlerinde okulları kurs amaçlı kullanabilmektedir. Yine ramazan ayı geldiği zaman camilerde vaaz vermek için bu öğretmenlerden fahri olarak faydalanmaktadır müftülükler. Aynı birliktelik hacca görevlendirme konusunda niçin düşünülmesin. Üstelik DİB'de görev yapan din görevlilerinin de hocasıdır bu okullarda görev yapan öğretmenler. Bu imkanı çok görmeyin bu okulda görev yapanlara. Onlara da bu imkanı verin. Öğrencisi gidebiliyor, fakat öğretmeni gidemiyor. Bu bir çelişkidir.
Öğretmenlerin okul zamanı izinleri sorun olur denirse başlangıç olarak 15 tatili ve yaz dönemlerinde umre görevlisi olarak gönderilmekle başlanabilir bu işe. Görevli gidecek öğretmenler ücretsiz izin alarak da bu görevi ifa edebilirler. Hatta öğretmenlerden belirli miktar ücret de alınabilir.
Sözü uzatmadan MEB ve DİB bu konuya bir el atmalı. Tek suçu Diyanet'de çalışmamak olan bu öğretmenlere hacca görevli gitme imkanı verilsin. Gördüklerini, çektiklerini hakka'l yakin yaşamış birileri olarak öğrencilerine anlatabilsinler. Çok görmeyin bu öğretmenlere bu ibadeti yerine getirmeyi...
Hayra sebep olan hayrı yapan gibidir... Vesselam. 27.11.2016
***
Her yıl kur'a yoluyla hac vazifesi çıkan hacılarımıza refakat etmek, onlara mukaddes beldede rehberlik yapmak için DİB, kendi personelinden görevli göndermektedir. Bu yol ile giden diyanet görevlileri hem hacılarımıza yardımcı oluyorlar, hem de hac görevini icra etme imkanı buluyorlar. Hac organizasyonunu yapan Diyanetin kendi personelini görevli tayin etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Rabbim daha fazla gitmeyi, hacılarımıza yardımcı olmayı ve haclarını kabul etmeyi nasip etsin. Yüzbinlerce kişi parasıyla sıra beklerken bu görevlilerin genç yaşta gidip gelmeleri, bilgi ve kültürlerini artırmaları onlar adına sevindirici bir durumdur.
Benim derdim ve sıkıntım görevli olarak hacca gitme konusunda MEB'de görev yapan İHL Meslek Dersleri ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerine bu kapı niçin açık değildir. DİB'de gören yapanlar nasıl ehil iseler okullarda görev yapan din öğretmenleri de o kadar ehildir. İçlerinden çok az kişi kendi imkanlarıyla gidip gelmişlerdir hacca. Ama çoğuna gitmek nasip olmamıştır. Üstelik derslerde hac konusu işlenirken bu öğretmenler haccı ve önemini anlatmaktadırlar. Görerek anlatsalar öyle zannediyorum öğrencilerine daha faydalı olurlar.
Sahi MEB'de görev yapan bu öğretmenlerden DİB ve MEB niçin faydalanma yoluna gitmez. Bu her iki kurum niçin aralarında bir protokol imzalamaz? Kanuni bir engel mi var aşamadıkları? Ya da ihtiyaç olarak görmüyorlar mı? Yoksa Diyanet; kendi personelimiz yeterli, başkasını istemem mi diyor. Mesele nedir bilmiyorum, bu konunun daha önce dile getirilip getirilmediğini de bilmiyorum. MEB ve DİB bu konuyu mesele edinmişler midir? Ya da dert edinmeyi düşünmek isterler mi? Bu konunun ivedilikle ele alınıp vüzuha kavuşturulmasında fayda vardır diye düşünüyorum.
Son yıllarda bu iki kurum zaman zaman "Okullar hayat olsun" gibi ortak protokol imzalayıp din görevlileri yaz dönemlerinde okulları kurs amaçlı kullanabilmektedir. Yine ramazan ayı geldiği zaman camilerde vaaz vermek için bu öğretmenlerden fahri olarak faydalanmaktadır müftülükler. Aynı birliktelik hacca görevlendirme konusunda niçin düşünülmesin. Üstelik DİB'de görev yapan din görevlilerinin de hocasıdır bu okullarda görev yapan öğretmenler. Bu imkanı çok görmeyin bu okulda görev yapanlara. Onlara da bu imkanı verin. Öğrencisi gidebiliyor, fakat öğretmeni gidemiyor. Bu bir çelişkidir.
Öğretmenlerin okul zamanı izinleri sorun olur denirse başlangıç olarak 15 tatili ve yaz dönemlerinde umre görevlisi olarak gönderilmekle başlanabilir bu işe. Görevli gidecek öğretmenler ücretsiz izin alarak da bu görevi ifa edebilirler. Hatta öğretmenlerden belirli miktar ücret de alınabilir.
Sözü uzatmadan MEB ve DİB bu konuya bir el atmalı. Tek suçu Diyanet'de çalışmamak olan bu öğretmenlere hacca görevli gitme imkanı verilsin. Gördüklerini, çektiklerini hakka'l yakin yaşamış birileri olarak öğrencilerine anlatabilsinler. Çok görmeyin bu öğretmenlere bu ibadeti yerine getirmeyi...
Hayra sebep olan hayrı yapan gibidir... Vesselam. 27.11.2016
Burnunun ucunu göremeyen şıh
Dini gizemli halden kurtarıp ayakları yere basacak şekilde hayatın içine çekmediğimiz müddetçe dini kullanıp dinden faydalanan ve nemalanan insanların sayısında azalma değil, artış olacaktır. Bu konuda nasılsa epey müşteri var. Bir yerde müşteri varsa mutlaka satıcı da olur. Bu durum işin doğasında vardır.
Niyetim keramet var mıdır, yok mudur, hak mıdır, değil midir değil. Ama öbür dünyada bu dünyada bazı insanların gösterdiğine inandığımız kerametlerden soru gelmeyecek, ona niye inanmadın denmeyecek bunu biliyorum. Esas keramet kişinin istikamet üzere olmasıdır. Dosdoğru yolu takip etmesi, ardından gelenlere de bunu hatırlatmasından ibarettir.
Bir tarikat veya tasavvufi harekete mensup bazı kişilerde genelde dilden dile menkıbe şeklinde anlatılır efendisinin gösterdiği kerametler. Bu tip anlatılanlar müridin efendisine daha fazla bağlanmasını sağlar. Anlatılana kendi inanmıştır. Şimdi sıra bu kerameti başkalarına anlatıp ikna etmede. Muhatap inanmadığı takdirde muhatapların arasında kırgınlıklara ve inanç bakımından ithamlara sebebiyet vermektedir. Bu durumu bu tür hareketlerin içerisinde yer alan aklı başında kişilerle paylaşıp: "Efendinize söyleseniz de müritler böyle şeylerle uğraşmasalar" dediğimizde: "Efendim, efendi hazretleri de bu tür davranışlardan memnun değil ama..." deyip işin içinden çıktıklarını sanıyorlar. Belki de söyleniyordur, müridi dinlemiyordur bilmiyorum. Ama bazılarının bu tür anlatılan kerametlerden hoşlandığını düşünüyorum. "Reklam reklamdır, iyisi-kötüsü olmaz" diye. Adamcağızın niye hoşuna gitmesin. Hem sürekli gündemde kalıyor, hem daha tanınır hale geliyor, hem de müritler arasında daha fazla bağlananların sayısı artıyor. Kerametle yatılıp kalkılınca yapılan her harekette bir keramet, bir hikmet vardır düşüncesi hakim olunca yapılan tasarrufların izahına gerek kalmıyor. İşin garibi hakkında keramet anlatılan buna inanmasa da halk ağzında dolaşa dolaşa bu hareket tevatür derecesine ulaşıyor. İster istemez "ben neymişim be" demeye başlar insanın nefsi.
Hafızlık yaparken her cüzün ilk üç sayfasını ezberledikten sonra 2 ham birden almıştım. (Ham daha önce hiç ezberlenmemiş sayfa demektir. Her hafız yeni sayfayı ezberler, daha önce ezberledikleriyle beraber hocasına yeniden verir.) Her gün hocaya iki sayfa ham, üç sayfa da daha önceki ezberlediğim her cüzün üç sayfasını yani toplam 5 sayfa okuyordum. Beni tanıyanlardan bir duydum ki: "Ramazan sayfanın birini kurstan çıkıp eve varıncaya kadar ezberliyormuş" diye. Yok, öyle bir şey dedim ise de uzun süre hakkımda böyle söylenmesi hoşuma gitmedi de değil hani. Bir ara kendimi bir yokladım, acaba bende böyle çabuk ezberleme var mı diye. Zinhar yalan dedim ama nefsimin okşandığını hissettim. Ben neymişim ya bile dedi nefsim. Aslında o zaman bende var olduğu söylenen bu harekete kendimi ikna edebilseydim fena olmazdı.
Konumuz keramet idi. Ben kendi hayatıma döndüm. Kerametle bir alakası yok ama, insanın nefsi okşanınca insan kendini bir şey sanmaya başlıyor bir müddet sonra. Hani bizde " şeyh uçmaz, mürit uçurur" denir ya. İşte öyle bir şey. Yazımı bir fıkra ile bitirelim. Bakalım adamın kerametini beğenecek misiniz?
"Türkmen evine bir şıh misafir geldi, cübbeli, sarıklı, sakallı…
Buyur ettiler, köylülerle birlikte odaya aldılar, köylüler ne keramet edecek diye ağzının içine bakarken, şıh arada bir irkilir gibi yapıp “Hoşt” diyordu…
Köylüler bunun bir keramet olduğunu anladılar ama ne kerameti olduğunu anlayamadılar, merakla sordular:
“Ya şıh hazretleri nedir o arada hoşt dediğin?..”
Şıh: “Bir köpek Kabe'nin duvarına işeyecek gibi niyetleniyor, onu görüyorum tabii ki, hoşt diye kovalıyorum…”
Köylülerin itikadı bir iken bin oldu…
Olanları kapının eşiğinden dinleyen evin hanım ağası sofrayı hazırladı, herkesin önüne üzerinde et olan pilav geldi…
Şıhın tabağında sadece pilav vardı…
Şıh bir süre etsiz tabağa baktıktan sonra, kapıda beliren hanım ağaya “Benim tabağımda et niye yok, bunun bir sebebi var mıdır ey hatun?” diye sordu…
Hanım ağa yaklaştı, tabağı ters çevirdi, onun etlerini pilavın altına koymuştu… pilavın altında etlerin gözükmesiyle elindeki kepçeyi şıhın kafasına indirdi:
“Ulan tabağındaki eti görmedin de, Kabe'deki iti mi gördün?…"
Niyetim keramet var mıdır, yok mudur, hak mıdır, değil midir değil. Ama öbür dünyada bu dünyada bazı insanların gösterdiğine inandığımız kerametlerden soru gelmeyecek, ona niye inanmadın denmeyecek bunu biliyorum. Esas keramet kişinin istikamet üzere olmasıdır. Dosdoğru yolu takip etmesi, ardından gelenlere de bunu hatırlatmasından ibarettir.
Bir tarikat veya tasavvufi harekete mensup bazı kişilerde genelde dilden dile menkıbe şeklinde anlatılır efendisinin gösterdiği kerametler. Bu tip anlatılanlar müridin efendisine daha fazla bağlanmasını sağlar. Anlatılana kendi inanmıştır. Şimdi sıra bu kerameti başkalarına anlatıp ikna etmede. Muhatap inanmadığı takdirde muhatapların arasında kırgınlıklara ve inanç bakımından ithamlara sebebiyet vermektedir. Bu durumu bu tür hareketlerin içerisinde yer alan aklı başında kişilerle paylaşıp: "Efendinize söyleseniz de müritler böyle şeylerle uğraşmasalar" dediğimizde: "Efendim, efendi hazretleri de bu tür davranışlardan memnun değil ama..." deyip işin içinden çıktıklarını sanıyorlar. Belki de söyleniyordur, müridi dinlemiyordur bilmiyorum. Ama bazılarının bu tür anlatılan kerametlerden hoşlandığını düşünüyorum. "Reklam reklamdır, iyisi-kötüsü olmaz" diye. Adamcağızın niye hoşuna gitmesin. Hem sürekli gündemde kalıyor, hem daha tanınır hale geliyor, hem de müritler arasında daha fazla bağlananların sayısı artıyor. Kerametle yatılıp kalkılınca yapılan her harekette bir keramet, bir hikmet vardır düşüncesi hakim olunca yapılan tasarrufların izahına gerek kalmıyor. İşin garibi hakkında keramet anlatılan buna inanmasa da halk ağzında dolaşa dolaşa bu hareket tevatür derecesine ulaşıyor. İster istemez "ben neymişim be" demeye başlar insanın nefsi.
Hafızlık yaparken her cüzün ilk üç sayfasını ezberledikten sonra 2 ham birden almıştım. (Ham daha önce hiç ezberlenmemiş sayfa demektir. Her hafız yeni sayfayı ezberler, daha önce ezberledikleriyle beraber hocasına yeniden verir.) Her gün hocaya iki sayfa ham, üç sayfa da daha önceki ezberlediğim her cüzün üç sayfasını yani toplam 5 sayfa okuyordum. Beni tanıyanlardan bir duydum ki: "Ramazan sayfanın birini kurstan çıkıp eve varıncaya kadar ezberliyormuş" diye. Yok, öyle bir şey dedim ise de uzun süre hakkımda böyle söylenmesi hoşuma gitmedi de değil hani. Bir ara kendimi bir yokladım, acaba bende böyle çabuk ezberleme var mı diye. Zinhar yalan dedim ama nefsimin okşandığını hissettim. Ben neymişim ya bile dedi nefsim. Aslında o zaman bende var olduğu söylenen bu harekete kendimi ikna edebilseydim fena olmazdı.
Konumuz keramet idi. Ben kendi hayatıma döndüm. Kerametle bir alakası yok ama, insanın nefsi okşanınca insan kendini bir şey sanmaya başlıyor bir müddet sonra. Hani bizde " şeyh uçmaz, mürit uçurur" denir ya. İşte öyle bir şey. Yazımı bir fıkra ile bitirelim. Bakalım adamın kerametini beğenecek misiniz?
"Türkmen evine bir şıh misafir geldi, cübbeli, sarıklı, sakallı…
Buyur ettiler, köylülerle birlikte odaya aldılar, köylüler ne keramet edecek diye ağzının içine bakarken, şıh arada bir irkilir gibi yapıp “Hoşt” diyordu…
Köylüler bunun bir keramet olduğunu anladılar ama ne kerameti olduğunu anlayamadılar, merakla sordular:
“Ya şıh hazretleri nedir o arada hoşt dediğin?..”
Şıh: “Bir köpek Kabe'nin duvarına işeyecek gibi niyetleniyor, onu görüyorum tabii ki, hoşt diye kovalıyorum…”
Köylülerin itikadı bir iken bin oldu…
Olanları kapının eşiğinden dinleyen evin hanım ağası sofrayı hazırladı, herkesin önüne üzerinde et olan pilav geldi…
Şıhın tabağında sadece pilav vardı…
Şıh bir süre etsiz tabağa baktıktan sonra, kapıda beliren hanım ağaya “Benim tabağımda et niye yok, bunun bir sebebi var mıdır ey hatun?” diye sordu…
Hanım ağa yaklaştı, tabağı ters çevirdi, onun etlerini pilavın altına koymuştu… pilavın altında etlerin gözükmesiyle elindeki kepçeyi şıhın kafasına indirdi:
“Ulan tabağındaki eti görmedin de, Kabe'deki iti mi gördün?…"
Ne zaman adam oluruz? **
-Pazarcı,
kullandığı pazar yerini temiz bırakıp satışa; ön ve görünen yerden vermeye
başladığı zaman,
-Araç park ederken yaya ve araç trafiğini engellemediğimiz
zaman,
-Kurban keserken çevreye görüntü çirkinliği vermediğimiz
zaman,
-Toplu taşıma aracına binenlerden ayakta kalanların arka
taraftan itibaren doldurmaya başladığı zaman,
-İnsanlara küsmeyip iletişim yolunu hep açık tuttuğumuz
zaman,
-Park yasağı olan yerlere aracımızı koymadığımız zaman,
-Esnafın kaldırımın üstüne eşya koymayıp ve mağazasının
önüne aracını park etmediği zaman,
-İnsan yoğunluğu olan yerlerde ihtiyacımızı gidermek için
sıraya girip sıramızı beklediğimiz zaman,
-Herhangi bir işe girerken ya da işimizi yaptıracağımız
zaman araya birini koymadığımız zaman,
-Hiçbir sınavda kopya çekmediğimiz zaman,
-Trafik kurallarına uyduğumuz zaman,
-Şehir planlamasında bina yapımında yüksek katı, şehir
merkezindeki caddelerden değil de –sinema salonları gibi- şehrin en uç
noktasından başlayarak yaptığımız zaman,
-Her türlü üreticinin; komisyoncu, aracı ve bayiinden fazla
aldığı zaman,
-Devlet dairesinde çalışan memur ile özel sektörde
çalışanın aynı haklara sahip olduğu zaman,
-Herhangi bir depremde binalarımız yıkılmayıp cenazelerimiz
olmadığı zaman,
-Toplum içerisine çıktığımız zaman kendimize yapılmasını
istemediğimizi başkasına yapmadığımız zaman,
-En fazla çalışan, en becerikli kişi olarak sadece
kendimizi görmeyip başkalarının da iyi çalıştığını ve becerikli olduğunu kabul
ettiğimiz zaman,
-Hep iyi insan aramaktan vazgeçip kendimiz iyi olmaya karar
verdiğimiz zaman,
-Çalıştığımız yerde mesaiye riayet edip tüm mesai
saatlerini dopdolu geçirdiğimiz zaman,
-Kendimizi başkasıyla kıyaslamaktan vazgeçip kendimiz
olmaya karar verdiğimiz zaman,
-Bir haksızlığa herkesten önce kendi camiasından insanların
karşı çıktıkları zaman,
-Haksızlığı her zaman, her yerde, her pozisyonda hep
haksızlık olarak gördüğümüz zaman,
-Yeraltı madenlerini çıkarırken alın terletenlerin
ölmedikleri zaman,
-Her işte çalışanların ve işyerlerinin hakkaniyet ölçüsünde
denetlendiği zaman,
-Basının ve medyanın kimsenin adamı olmadan hep doğru haber
verdiği zaman,
-İşinden şu ya da bu şekilde ayrılan insanlara “kovuldular”
demediğimiz zaman,
-Evlenip ayrılmak isteyenlerin kavga etmeden ayrılmaya
karar verdikleri zaman,
-Belediyeler tarafından yeni yapılan yol ve kaldırımların
ne kadar süre ile aynı şekilde kullanılacağına dair karar verildiği zaman,
-Eş ararken “çalışan eşten ziyade” Allah’tan
hayırlısı dediğimiz zaman,
-İş ararken masabaşı iş istemeyip alın terletmek
istediğimiz zaman,
-Gerçek suçlulara verilen cezaların kamu vicdanını
rahatlatacak şekilde zamanında ve yeteri kadar ceza verdiğimiz zaman,
-Herhangi bir iş ve meselede kişilerle uğraşmaktan ziyade
prensiplerle hareket ettiğimiz zaman,
-Ne zaman adam olur demediğimiz zaman... 27.11.2014
11/12/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
11/12/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
26 Kasım 2016 Cumartesi
Boşluk
Evrene baktığımız zaman her şeyin yerli yerine oturtulduğunu görürüz. Çünkü Allah evreni yaratırken başıboş yaratmamış. Yeter ki bakacak gözümüz, işitecek kulağımız, hissedecek kalbimiz olsun.
Yeryüzü Allah'ın 'Sünnetullah' dediğimiz kanunlarıyla bezenmiş, her biri ölçülüp tartılarak yaratıldıktan sonra yerli yerinde kullanabilmesi için emanet olarak insanın hizmetine verilmiştir. Yaratılan canlı ve cansız her şeyin bir görev ve sorumluluğu vardır.
Yaratılan her şeyin bir sorumluluğu varsa insanın sorumluluğu yok mu? Var elbette. İnsanın da bu dünyada yapacağı, yapması gereken sorumlulukları vardır. Çünkü insanoğlu da başıboş yaratılmamıştır. Başıboş olduğu zaman ne olur? Başıboş insan şeytanın oyuncağı olur. Oyuncak olan insan şeytanın ve nefsinin elinde madara olur. Toplum olarak adına muhabbet, sohbet dediğimiz dedikodu ve gıybet yine başıboş olmanın bir sonucudur.
Nasıl ki Allah kainatı yaratırken lüzumsuz, başıboş bir şey bırakmadı. İnsanoğlu da yeryüzünde sorumluluğunu yerine getirirken hiç bir şeyi eksik ve başıboş bırakmaması lazımdır. Eğer ihmal ederse ne olur? Neler olmaz ki... Bir defa tabiatta boşluklar meydana gelir. Bu yüzden ihmale gelmez. İnsanoğlunun başına gelen her türlü felaket ve musibetin arkasında mutlaka görevini yapmama ve ihmal vardır. İhmal başıboşluğa sebebiyet verir.
Bir okulda sorun ve problemler ardı arkasına geliyorsa orada bir defa idari boşluk ve yönetim zafiyeti olur. İnsanların bir organizesi olan devlet görevini tam iyi yapmazsa boşluklar meydana gelir. İhmal sonucu meydana gelen bu boşluklar boş olarak kalmaz. Mutlaka birileri tarafından doldurulur. Boşluğu dolduranlar iyi niyetli ise pek sorun ortaya çıkmaz. Bu boşlukları doldurup mevzi kazananlar ya kötü niyetlilerse işte o zaman devlet bu ihmalin cezasını yıllar yılı çeker. Kendisi çekerken de onunla beraber halkı da çeker. Biraz somutlaştırırsak, devletin uzun yıllardır eğitim ve din alanında bıraktığı boşluk bugün adına FETÖ dediğimiz sinsi bir yapı tarafından yıllar yılı dolduruldu. Bunlar doldururken devleti yönetenler de bilerek veya bilmeyerek seyretti. Bu seyir bize pahalıya patladı. 2016 yılında bir nevi harakiri yapan bu örgüt bu topluma kapanmaz yaralar açtı. Bu yaralar maalesef zamanında bırakılan boşluklardan kaynaklanmaktadır. Şimdi millet olarak ölen insanlarımıza mı yanalım? Birbirimize güvensizliğimize mi yanalım? Ekonominin felç olmaya doğru gitmesine mi yanalım? Devletin hem içeride, hem de dışarıda yedi düvele karşı mücadele etmesine mi yanalım? Yoksa okumuşlarımızın kullanılıp intihar etmesine mi yanalım? Yanacak olan yönümüz çok. Say say bitmez. Bu gidişle biz yanmaya devam edeceğiz. Fakat ağlayanımız yok.
O zaman daha fazla ağlamamak ve bu ülkenin geleceğini kurtarmak ve korumak için devleti yeniden yapılandırırken yönetimde hiç boşluk bırakmayacak şekilde hesap ve kitap yapmamız gerekir. Hareket etmeden önce bin düşünüp bir yapmamızda fayda vardır. Acele edilen iş ve eylemlerde yine boşluklar oluşabilir. Ömrümüz hep bıraktığımız boşlukları doldurarak geçmesin. Yoksa daha çok canımız yanar. Çünkü akbabalar yemek için sıra bekliyor. 26/11/2016
Yeryüzü Allah'ın 'Sünnetullah' dediğimiz kanunlarıyla bezenmiş, her biri ölçülüp tartılarak yaratıldıktan sonra yerli yerinde kullanabilmesi için emanet olarak insanın hizmetine verilmiştir. Yaratılan canlı ve cansız her şeyin bir görev ve sorumluluğu vardır.
Yaratılan her şeyin bir sorumluluğu varsa insanın sorumluluğu yok mu? Var elbette. İnsanın da bu dünyada yapacağı, yapması gereken sorumlulukları vardır. Çünkü insanoğlu da başıboş yaratılmamıştır. Başıboş olduğu zaman ne olur? Başıboş insan şeytanın oyuncağı olur. Oyuncak olan insan şeytanın ve nefsinin elinde madara olur. Toplum olarak adına muhabbet, sohbet dediğimiz dedikodu ve gıybet yine başıboş olmanın bir sonucudur.
Nasıl ki Allah kainatı yaratırken lüzumsuz, başıboş bir şey bırakmadı. İnsanoğlu da yeryüzünde sorumluluğunu yerine getirirken hiç bir şeyi eksik ve başıboş bırakmaması lazımdır. Eğer ihmal ederse ne olur? Neler olmaz ki... Bir defa tabiatta boşluklar meydana gelir. Bu yüzden ihmale gelmez. İnsanoğlunun başına gelen her türlü felaket ve musibetin arkasında mutlaka görevini yapmama ve ihmal vardır. İhmal başıboşluğa sebebiyet verir.
Bir okulda sorun ve problemler ardı arkasına geliyorsa orada bir defa idari boşluk ve yönetim zafiyeti olur. İnsanların bir organizesi olan devlet görevini tam iyi yapmazsa boşluklar meydana gelir. İhmal sonucu meydana gelen bu boşluklar boş olarak kalmaz. Mutlaka birileri tarafından doldurulur. Boşluğu dolduranlar iyi niyetli ise pek sorun ortaya çıkmaz. Bu boşlukları doldurup mevzi kazananlar ya kötü niyetlilerse işte o zaman devlet bu ihmalin cezasını yıllar yılı çeker. Kendisi çekerken de onunla beraber halkı da çeker. Biraz somutlaştırırsak, devletin uzun yıllardır eğitim ve din alanında bıraktığı boşluk bugün adına FETÖ dediğimiz sinsi bir yapı tarafından yıllar yılı dolduruldu. Bunlar doldururken devleti yönetenler de bilerek veya bilmeyerek seyretti. Bu seyir bize pahalıya patladı. 2016 yılında bir nevi harakiri yapan bu örgüt bu topluma kapanmaz yaralar açtı. Bu yaralar maalesef zamanında bırakılan boşluklardan kaynaklanmaktadır. Şimdi millet olarak ölen insanlarımıza mı yanalım? Birbirimize güvensizliğimize mi yanalım? Ekonominin felç olmaya doğru gitmesine mi yanalım? Devletin hem içeride, hem de dışarıda yedi düvele karşı mücadele etmesine mi yanalım? Yoksa okumuşlarımızın kullanılıp intihar etmesine mi yanalım? Yanacak olan yönümüz çok. Say say bitmez. Bu gidişle biz yanmaya devam edeceğiz. Fakat ağlayanımız yok.
O zaman daha fazla ağlamamak ve bu ülkenin geleceğini kurtarmak ve korumak için devleti yeniden yapılandırırken yönetimde hiç boşluk bırakmayacak şekilde hesap ve kitap yapmamız gerekir. Hareket etmeden önce bin düşünüp bir yapmamızda fayda vardır. Acele edilen iş ve eylemlerde yine boşluklar oluşabilir. Ömrümüz hep bıraktığımız boşlukları doldurarak geçmesin. Yoksa daha çok canımız yanar. Çünkü akbabalar yemek için sıra bekliyor. 26/11/2016
Cami-okul yararına ortaklık
İçinizde farklı ortaklıklar yapanlar vardır mutlaka. Cami-okul işbirliği yapan var mı bilmiyorum. Eğer böyle bir ortaklık yapanınız yoksa o zaman ilk olma bakımından bu şeref bana ait.
2014 yılında kısa süreliğine görev yaptığım okuluma 100 m. mesafedeki caminin görevlisi yanıma geldi: "Hocam pazar günü seçim var biliyorsun. Gelene gidene okul yararına çay satalım, kazancı paylaşalım. Çay seti ve çay malzemesini ben temin ederim. Okulun önüne kurarız. Okuldan sadece elektrik kullanırız" dedi. Yapabilir miyiz dedim. "Hocam hepsini ben hallederim, ben uzun yıllar market işlettim. Ticaretten anlarım, sen merak etme, sadece çay ve suyun fiyatını gösteren yazı çıkartıver" dedi. Tamam hocam olur dedim.
Pazar günü okula geldiğimde imam arkadaşımızın çay tesisatını kurduğunu gördüm. Kazanın başında eşi çay dolduruyor, 14-15 yaşlarındaki iki çocuğu da sandıkların kurulduğu sınıflara çay getirip götürüyorlar. Kendisi de tesisatın yanında altına çektiği bir sandalyeye oturarak işleyişi takip ediyor. Öğleye doğru "Hocam çayı 50 kuruşa indirelim, daha fazla satalım" dedi, sen bilirsin dedim.
***
Akşam 17.00'de sandıklar kapanıp sayılar başlayınca ortağım beni çağırdı hesap görelim diye. Geldim yanına. 260 lira uzattı elime. "Hocam akşama kadar bu kadar birikti. Burada eşim ve iki çocuğum çalıştı. Sen bunlara bir yevmiye tespit et, aldığım malzemeyi de düşelim, gerisini paylaşalım" dedi. Hocam, kendin takdir et; çay, şeker ve ped bardak masrafını da düş, okuluma ne düşüyorsa bana onu ver dedim. Aile bireylerine 30'ar lira uzattı. 50 lirasını da masrafa çıktı. Geriye 120 lira kaldı. "Hocam bu paranın 100 lirasını da iktidar partisi yetkililerinden istedim" dedi. Paranın 60 lirasını bana uzattı. Ortağımın ticari zekasına hayran kaldım. Onun yaptığı jeste karşılık okulumun payına düşen paradan 10 lirasını uzattım kendisine. 70'e, 50 paylaşmış olalım dedim. Teşekkür ederek ayrıldım yanından.
Hasılat beklediğim gibi olmadı ama ortağıma ne kadar teşekkür etsem azdır. En azından masrafları karşılamadı, zarardayız diye benden para istemedi. Yüzsüzlük yapıp siyasilerden para istemese masraflar cepten çıkacaktı. Okuldan giden elektrik sarfiyatını hesaba katmadık tabii. O da devletten oldu artık. Bereket ortağımızın aile fertleri" Biz 50 liradan aşağıya çalışmayız, 30'u kabul etmeyiz" demedi. Bir de öyle deselerdi pamuk elim cebime gidecekti ve havayı alıp ava giderken avlanacaktık.
Kar edemedik etmesine ama en azından 3 kişiye yani cami ortağımızın ailesine bir günlük iş vermiş olduk. Para, imamın bir cebinden çıktı, diğer cebine girdi yani.
Burada imamın ticari zekasına da hayran kaldığımı ifade etmeden geçemeyeceğim. Aldığı çay masrafını belirlemek için: "Pet bardak şu kadar almıştım, yarısının kullanıldığını kabul edelim, çayın yarısı kullanılmıştır...vs. diyelim. Kalan malzeme de caminin..." demesi yok mu? Hayran olmamak elde değil gerçekten.
Beğendiniz mi benim ortaklığımı?.. Eğer beğendi iseniz, biz de yapalım derseniz bu şanslı ortağıma ulaşmak isterseniz bir telefon kadar yakın olduğumu bilesiniz. 26.11.2016
2014 yılında kısa süreliğine görev yaptığım okuluma 100 m. mesafedeki caminin görevlisi yanıma geldi: "Hocam pazar günü seçim var biliyorsun. Gelene gidene okul yararına çay satalım, kazancı paylaşalım. Çay seti ve çay malzemesini ben temin ederim. Okulun önüne kurarız. Okuldan sadece elektrik kullanırız" dedi. Yapabilir miyiz dedim. "Hocam hepsini ben hallederim, ben uzun yıllar market işlettim. Ticaretten anlarım, sen merak etme, sadece çay ve suyun fiyatını gösteren yazı çıkartıver" dedi. Tamam hocam olur dedim.
Pazar günü okula geldiğimde imam arkadaşımızın çay tesisatını kurduğunu gördüm. Kazanın başında eşi çay dolduruyor, 14-15 yaşlarındaki iki çocuğu da sandıkların kurulduğu sınıflara çay getirip götürüyorlar. Kendisi de tesisatın yanında altına çektiği bir sandalyeye oturarak işleyişi takip ediyor. Öğleye doğru "Hocam çayı 50 kuruşa indirelim, daha fazla satalım" dedi, sen bilirsin dedim.
***
Akşam 17.00'de sandıklar kapanıp sayılar başlayınca ortağım beni çağırdı hesap görelim diye. Geldim yanına. 260 lira uzattı elime. "Hocam akşama kadar bu kadar birikti. Burada eşim ve iki çocuğum çalıştı. Sen bunlara bir yevmiye tespit et, aldığım malzemeyi de düşelim, gerisini paylaşalım" dedi. Hocam, kendin takdir et; çay, şeker ve ped bardak masrafını da düş, okuluma ne düşüyorsa bana onu ver dedim. Aile bireylerine 30'ar lira uzattı. 50 lirasını da masrafa çıktı. Geriye 120 lira kaldı. "Hocam bu paranın 100 lirasını da iktidar partisi yetkililerinden istedim" dedi. Paranın 60 lirasını bana uzattı. Ortağımın ticari zekasına hayran kaldım. Onun yaptığı jeste karşılık okulumun payına düşen paradan 10 lirasını uzattım kendisine. 70'e, 50 paylaşmış olalım dedim. Teşekkür ederek ayrıldım yanından.
Hasılat beklediğim gibi olmadı ama ortağıma ne kadar teşekkür etsem azdır. En azından masrafları karşılamadı, zarardayız diye benden para istemedi. Yüzsüzlük yapıp siyasilerden para istemese masraflar cepten çıkacaktı. Okuldan giden elektrik sarfiyatını hesaba katmadık tabii. O da devletten oldu artık. Bereket ortağımızın aile fertleri" Biz 50 liradan aşağıya çalışmayız, 30'u kabul etmeyiz" demedi. Bir de öyle deselerdi pamuk elim cebime gidecekti ve havayı alıp ava giderken avlanacaktık.
Kar edemedik etmesine ama en azından 3 kişiye yani cami ortağımızın ailesine bir günlük iş vermiş olduk. Para, imamın bir cebinden çıktı, diğer cebine girdi yani.
Burada imamın ticari zekasına da hayran kaldığımı ifade etmeden geçemeyeceğim. Aldığı çay masrafını belirlemek için: "Pet bardak şu kadar almıştım, yarısının kullanıldığını kabul edelim, çayın yarısı kullanılmıştır...vs. diyelim. Kalan malzeme de caminin..." demesi yok mu? Hayran olmamak elde değil gerçekten.
Beğendiniz mi benim ortaklığımı?.. Eğer beğendi iseniz, biz de yapalım derseniz bu şanslı ortağıma ulaşmak isterseniz bir telefon kadar yakın olduğumu bilesiniz. 26.11.2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)