27 Kasım 2016 Pazar

Ne zaman adam oluruz? **


-Pazarcı, kullandığı pazar yerini temiz bırakıp satışa; ön ve görünen yerden vermeye başladığı zaman,
-Araç park ederken yaya ve araç trafiğini engellemediğimiz zaman,
-Kurban keserken çevreye görüntü çirkinliği vermediğimiz zaman,
-Toplu taşıma aracına binenlerden ayakta kalanların arka taraftan itibaren doldurmaya başladığı zaman,
-İnsanlara küsmeyip iletişim yolunu hep açık tuttuğumuz zaman,
-Park yasağı olan yerlere aracımızı koymadığımız zaman,
-Esnafın kaldırımın üstüne eşya koymayıp ve mağazasının önüne aracını park etmediği zaman,
-İnsan yoğunluğu olan yerlerde ihtiyacımızı gidermek için sıraya girip sıramızı beklediğimiz zaman,
-Herhangi bir işe girerken ya da işimizi yaptıracağımız zaman araya birini koymadığımız zaman,
-Hiçbir sınavda kopya çekmediğimiz zaman,
-Trafik kurallarına uyduğumuz zaman,
-Şehir planlamasında bina yapımında yüksek katı, şehir merkezindeki  caddelerden değil de –sinema salonları gibi- şehrin en uç noktasından başlayarak yaptığımız zaman,
-Her türlü üreticinin; komisyoncu, aracı ve bayiinden fazla aldığı zaman,
-Devlet dairesinde çalışan memur ile özel sektörde çalışanın aynı haklara sahip olduğu zaman,
-Herhangi bir depremde binalarımız yıkılmayıp cenazelerimiz olmadığı zaman,
-Toplum içerisine çıktığımız zaman kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmadığımız zaman,
-En fazla çalışan, en becerikli kişi olarak sadece kendimizi görmeyip başkalarının da iyi çalıştığını ve becerikli olduğunu kabul ettiğimiz zaman,
-Hep iyi insan aramaktan vazgeçip kendimiz iyi olmaya karar verdiğimiz zaman,
-Çalıştığımız yerde mesaiye riayet edip tüm mesai saatlerini dopdolu geçirdiğimiz zaman,
-Kendimizi başkasıyla kıyaslamaktan vazgeçip kendimiz olmaya karar verdiğimiz zaman,
-Bir haksızlığa herkesten önce kendi camiasından insanların karşı çıktıkları zaman,
-Haksızlığı her zaman, her yerde, her pozisyonda hep haksızlık olarak gördüğümüz zaman,
-Yeraltı madenlerini çıkarırken alın terletenlerin ölmedikleri  zaman,
-Her işte çalışanların ve işyerlerinin hakkaniyet ölçüsünde denetlendiği zaman,
-Basının ve medyanın kimsenin adamı olmadan hep doğru haber verdiği zaman,
-İşinden şu ya da bu şekilde ayrılan insanlara “kovuldular” demediğimiz zaman,
-Evlenip ayrılmak isteyenlerin  kavga etmeden ayrılmaya karar verdikleri zaman,
-Belediyeler tarafından yeni yapılan yol ve kaldırımların ne kadar süre ile aynı şekilde kullanılacağına dair karar verildiği zaman,
-Eş ararken  “çalışan eşten ziyade” Allah’tan hayırlısı dediğimiz zaman,
-İş ararken masabaşı iş istemeyip alın terletmek istediğimiz zaman,
-Gerçek suçlulara verilen cezaların kamu vicdanını rahatlatacak şekilde zamanında ve yeteri kadar ceza verdiğimiz zaman,
-Herhangi bir iş ve meselede kişilerle uğraşmaktan ziyade prensiplerle hareket ettiğimiz zaman,
-Ne zaman adam olur demediğimiz zaman... 27.11.2014

11/12/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.


26 Kasım 2016 Cumartesi

Boşluk

Evrene baktığımız zaman her şeyin yerli yerine oturtulduğunu görürüz. Çünkü Allah evreni yaratırken başıboş yaratmamış. Yeter ki bakacak gözümüz, işitecek kulağımız, hissedecek kalbimiz olsun.

Yeryüzü Allah'ın 'Sünnetullah' dediğimiz kanunlarıyla bezenmiş, her biri ölçülüp tartılarak yaratıldıktan sonra yerli yerinde kullanabilmesi için emanet olarak insanın hizmetine verilmiştir. Yaratılan canlı ve cansız her şeyin bir görev ve sorumluluğu vardır.

Yaratılan her şeyin bir sorumluluğu varsa insanın sorumluluğu yok mu? Var elbette. İnsanın da bu dünyada yapacağı, yapması gereken sorumlulukları vardır. Çünkü insanoğlu da başıboş yaratılmamıştır. Başıboş olduğu zaman ne olur? Başıboş insan şeytanın oyuncağı olur. Oyuncak olan insan şeytanın ve nefsinin elinde madara olur. Toplum olarak adına muhabbet, sohbet dediğimiz dedikodu ve gıybet yine başıboş olmanın bir sonucudur.

Nasıl ki Allah kainatı yaratırken lüzumsuz, başıboş bir şey bırakmadı. İnsanoğlu da yeryüzünde sorumluluğunu yerine getirirken hiç bir şeyi eksik ve başıboş bırakmaması lazımdır. Eğer ihmal ederse ne olur? Neler olmaz ki... Bir defa tabiatta boşluklar meydana gelir. Bu yüzden ihmale gelmez. İnsanoğlunun başına gelen her türlü felaket ve musibetin arkasında mutlaka görevini yapmama ve ihmal vardır. İhmal başıboşluğa sebebiyet verir.

Bir okulda sorun ve problemler ardı arkasına geliyorsa orada bir defa idari boşluk ve yönetim zafiyeti olur. İnsanların bir organizesi olan devlet görevini tam iyi yapmazsa boşluklar meydana gelir. İhmal sonucu meydana gelen bu boşluklar boş olarak kalmaz. Mutlaka birileri tarafından doldurulur. Boşluğu dolduranlar iyi niyetli ise pek sorun ortaya çıkmaz. Bu boşlukları doldurup mevzi kazananlar ya kötü niyetlilerse işte o zaman devlet bu ihmalin cezasını yıllar yılı çeker. Kendisi çekerken de onunla beraber halkı da çeker. Biraz somutlaştırırsak, devletin uzun yıllardır eğitim ve din alanında bıraktığı boşluk bugün adına FETÖ dediğimiz sinsi bir yapı tarafından yıllar yılı dolduruldu. Bunlar doldururken devleti yönetenler de bilerek veya bilmeyerek seyretti. Bu seyir bize pahalıya patladı. 2016 yılında bir nevi harakiri yapan bu örgüt bu topluma kapanmaz yaralar açtı. Bu yaralar maalesef zamanında bırakılan boşluklardan kaynaklanmaktadır. Şimdi millet olarak ölen insanlarımıza mı yanalım? Birbirimize güvensizliğimize mi yanalım? Ekonominin felç olmaya doğru gitmesine mi yanalım? Devletin hem içeride, hem de dışarıda yedi düvele karşı mücadele etmesine mi yanalım? Yoksa okumuşlarımızın kullanılıp intihar etmesine mi yanalım? Yanacak olan yönümüz çok. Say say bitmez. Bu gidişle biz yanmaya devam edeceğiz. Fakat ağlayanımız yok.

O zaman daha fazla ağlamamak ve bu ülkenin geleceğini kurtarmak ve korumak için devleti yeniden yapılandırırken yönetimde hiç boşluk bırakmayacak şekilde hesap ve kitap yapmamız gerekir. Hareket etmeden önce bin düşünüp bir yapmamızda fayda vardır. Acele edilen iş ve eylemlerde yine boşluklar oluşabilir. Ömrümüz hep bıraktığımız boşlukları doldurarak geçmesin. Yoksa daha çok canımız yanar. Çünkü akbabalar yemek için sıra bekliyor. 26/11/2016

Cami-okul yararına ortaklık

İçinizde farklı ortaklıklar yapanlar vardır mutlaka. Cami-okul işbirliği yapan var mı bilmiyorum. Eğer böyle bir ortaklık yapanınız yoksa o zaman ilk olma bakımından bu şeref bana ait.

2014 yılında kısa süreliğine görev yaptığım okuluma 100 m. mesafedeki caminin görevlisi yanıma geldi: "Hocam pazar günü seçim var biliyorsun. Gelene gidene okul yararına çay satalım, kazancı paylaşalım. Çay seti ve çay malzemesini ben temin ederim. Okulun önüne kurarız. Okuldan sadece elektrik kullanırız" dedi. Yapabilir miyiz dedim. "Hocam hepsini ben hallederim, ben uzun yıllar market işlettim. Ticaretten anlarım, sen merak etme, sadece çay ve suyun fiyatını gösteren yazı çıkartıver"  dedi. Tamam hocam olur dedim.

Pazar günü okula geldiğimde imam arkadaşımızın çay tesisatını kurduğunu gördüm. Kazanın başında eşi çay dolduruyor, 14-15 yaşlarındaki iki çocuğu da sandıkların kurulduğu sınıflara çay getirip götürüyorlar. Kendisi de tesisatın yanında altına çektiği bir sandalyeye oturarak işleyişi takip ediyor.  Öğleye doğru "Hocam çayı 50 kuruşa indirelim, daha fazla satalım" dedi, sen bilirsin dedim.
*
Akşam 17.00'de sandıklar kapanıp sayılar başlayınca ortağım beni çağırdı hesap görelim diye. Geldim yanına. 260 lira uzattı elime. "Hocam akşama kadar bu kadar birikti. Burada eşim ve iki çocuğum çalıştı. Sen bunlara bir yevmiye tespit et, aldığım malzemeyi de düşelim, gerisini paylaşalım" dedi. Hocam, kendin takdir et; çay, şeker ve ped bardak masrafını da düş, okuluma ne düşüyorsa bana onu ver dedim. Aile bireylerine 30'ar lira uzattı. 50 lirasını da masrafa çıktı. Geriye 120 lira kaldı. "Hocam bu paranın 100 lirasını da iktidar partisi yetkililerinden istedim" dedi. Paranın 60 lirasını bana uzattı. Ortağımın  ticari zekasına hayran kaldım. Onun yaptığı jeste karşılık okulumun payına düşen paradan 10 lirasını uzattım kendisine. 70'e, 50 paylaşmış olalım dedim. Teşekkür ederek ayrıldım yanından.

Hasılat beklediğim gibi olmadı ama ortağıma ne kadar teşekkür etsem azdır. En azından masrafları karşılamadı, zarardayız diye benden para istemedi. Yüzsüzlük yapıp siyasilerden para istemese masraflar cepten çıkacaktı. Okuldan giden elektrik sarfiyatını hesaba katmadık tabii. O da devletten oldu artık. Bereket ortağımızın aile fertleri" Biz 50 liradan aşağıya çalışmayız, 30'u kabul etmeyiz" demedi. Bir de öyle deselerdi pamuk elim cebime gidecekti ve havayı alıp ava giderken avlanacaktık.

Kar edemedik etmesine ama en azından 3 kişiye yani cami ortağımızın ailesine bir günlük iş vermiş olduk. Para, imamın bir cebinden çıktı, diğer cebine girdi yani.

Burada imamın ticari zekasına da hayran kaldığımı ifade etmeden geçemeyeceğim. Aldığı çay masrafını belirlemek için: "Pet bardak şu kadar almıştım, yarısının kullanıldığını kabul edelim, çayın yarısı kullanılmıştır...vs. diyelim. Kalan malzeme de caminin..." demesi yok mu? Hayran olmamak elde değil gerçekten.

Beğendiniz mi benim ortaklığımı?.. Eğer beğendi iseniz, biz de yapalım derseniz bu şanslı ortağıma ulaşmak isterseniz bir telefon kadar yakın olduğumu bilesiniz.   26.11.2016

25 Kasım 2016 Cuma

Münafığın Özellikleri**

Bir ilmihal kitabını açıp bakarsanız inanan insan topluluklarını 3'e, hatta 4'e ayırır: mümin, münafık, kafir ve müşrik diye. Bu inanan tiplerin içerisinde en tehlikelisi olarak münafık zikredilir. 

İçi dışına benzemeyen bu kişi, içten inanmadığı halde dıştan inanmış gibi görünür. Medine'de Peygamberimize kök söktüren, kuyusunu kazmaya çalışan, boğmaya çalışan yine bu tiptir. Ömrü ikili oynamakla geçer, Müslüman dairesi içerisinde yer alır. Müslüman görünür, başkasıyla iş tutar. Pirincin içindeki pirince benzeyen beyaz taş gibidir. Dost görünümlü düşman dense yeridir. Asla sırtını dönmeye gelmez bu tiplere. Hadisi şerifte Peygamberimiz münafığın alametlerini üç olarak sayar:
* Konuştuğu zaman yalan konuşur,
* Söz verir, sözünde durmaz,
* Emanete ihanet eder.
Kur'an-ı Kerim'de cehennemin en alt tabakasının münafıklara ayrıldığı zikredilir. 

İçimizde kim münafıktır, kim değildir bilmem. Herhangi bir kesimi, kişiyi "şudur" şeklinde bir tasnife tabi tutmam. Kişi, kendisini ne ifade ediyorsa öyle tanır, içime sinse de sinmese de öyle bilirim. Yaptıkları ve davranışlarıyla bir kanaat sahibi olsak da kimin neye inandığını Allah bilir. Üstelik bu konunun uzmanı değilim. Bu konuda işinin uzmanı Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICI, Karar gazetesindeki köşe yazısında  FETÖ ile ilgili aşağıdaki değerlendirmede bulunur:

"FETÖ’de bu üç alametin de bulunduğunu ayan beyan gördük. 
1- Dünyalarını takiyye, yalan ve aldatma üzerine kurmuşlar. 
2- Devlet ve millete verdikleri bütün sözleri, bütün ahitleri bozdular. 
3-Kendilerine emanet edilen milletin çocuklarına ve onların ailelerine, sivil ve askeri kurumlara, bunların amirlerine, komutanlarına, milletin maddi ve manevi değerlerine, “hizmet” sloganlarına inanarak kendilerine yardım eden sermaye, siyaset, eğitim vs. kurumlarına, velhasıl millete ve devlete ihanet ettiler.

Bir kişide  üç özellik de bulunursa katıksız münafık olur. Fakülteden hocamız: "Bu özelliklerden bir tanesi olursa o kimse % 35, ikisi olursa % 70 münafık olur" derdi... Ya olduğumuz gibi olacağız, ya da göründüğümüz gibi. Allah, içi-dışı bir, samimi kullarından eylesin. 25/11/2016

** 27/11/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Kasım 2016 Perşembe

Çok da tın *

Kendisini medeni gören tek dişi kalmış canavar AP(Avrupa Parlamentosu), Avrupa Birliğine girmek isteyen Türkiye ile müzakereleri geçici olarak dondurma oylaması yapmış. Yapılan oylamada müzakereleri dondurma kararı büyük bir oy oranıyla kabul edilmiş. Çok da tın ya!

1963 yılında başlamış  bu birliğe girme serüvenimiz. 53 yıl olmuş. Benimle yaşıt yani. Bizden 30-40 yıl sonrasında buraya girmek için müracaat edenlerin hepsi alındı. Nedense bir türlü sıra bize gelmedi. Yarım asırdır kapısında bekletiyor, ne alıyor, ne de kovuyor. Ağza çalınan bir parmak bal ile bizi oyaladı da oyaladı. Devlet politikası haline geldi bizde bu AB aşkı. Her hükümet bu müzakereleri yürüttü, yürütmeye çalıştı, kör-topal da olsa.

2016 yılında gerilen ortam dolayısıyla güya bize had bildirmeye kalkıyorlar. Kendilerini ne sanıyorlarsa. Aslında asıl suç bizde. Ne işimiz vardı onların kapısında bizim? 1963 yılından beri her ne dedilerse "Tamam efendim, elbette efendim, nasıl isterseniz beyefendi..." üslubumuza iyi alışmışlardı. Bizi istedikleri şekilde evirip çeviriyorlardı. İstediği emri veriyorlar. Bu ülkeyi yönetenler de hazır ol vaziyetinde emredersiniz efendim derdi hep. Sanırım böyle davranan yöneticilerimizin çoğunda aşağılık kompleksi olmalı ki efendilerinin karşısında saygıda kusur etmiyorlardı. Biz kim idik ki efendimize: "Efendim yanlış yapıyorsunuz, terörü siz destekliyorsunuz..." şeklinde söyleyecek. Boynumuza takmışlardı bir tasma. İstedikleri şekilde şekil veriyorlardı bize. Mutlak itaat idi bizden istenen.

Son yıllarda alışılmışın dışında bir politika izleyen Türkiye'nin mücadele şekli adamların zoruna gitti. Etliye-sütlüye karışmayan, bir şey diyeceği zaman efendilerinin yolunu takip eden bir politik tavırdan, köre kör diyen bir siyaset dili izlenmeye başlandı. Bir oyun kurulacaksa masada ben de varım, bensiz olmaz diyen bir politika, canavar batıyı kendine getirdi: "Ne oluyor?" demeye başladı. Bu, kölenin efendisine isyanıydı. Efendiler, kölelerinin isyanlarına tahammül edemezler. Tüm endişeleri de bundan.

Türkiye'nin AB kapısında 53 yıldır bekletilmesi bu milletin onuruyla oynama demektir. Çok bile kaldık o kapıda. "Biz ettik, siz etmeyin, gelin ne isterseniz yapalım" deyip ayağımızın altına kırmızı halı da döşeseler, bu milletin ruhuna, kültürüne, medeniyetine, örf ve adetine aykırı böyle bir kulüpte zaten bizim işimiz olamaz. Bu millet ayakları üzerine durmayı da bilir, ölmeyi de. Bir ülke haysiyeti ve değerleriyle yaşar. Hani bir zamanlar: "AB kriterlerinin adını değiştirir, Ankara kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz" diyorduk ya. Demokratikleşme ve insan hakları alanında doğuştan gelen hakları vermek için kendi özümüze dönelim. Bir başka yabancı zihniyet bizim içişlerimize karışmasın. Bu ülkede herkesin insanca yaşama isteğini pekala biz  köklerimizden alacağımız güçle kendi kendimize halledebiliriz. Yeter ki birlikte yaşama azmini kaybetmeyelim. Etrafımızın düşmanla çevrildiği bu günümüzde bu ülkede bir ve beraber, huzur ve mutluluk içerisinde yaşama iradesini ortaya koyalım. Zaten ilerlemenin yolu da bir başkasını izlemekle olmaz. Kendi köklerimizden alacağımız güçle ilerleme sağlanır. Çünkü taklit ettiğimizin hep bir adım gerisinden gideriz. Asla birinci ve oyun kurucu olamayız.

Öyle müzakereleri geçici olarak durduruyoruz diye aba altından sopa göstermenize gerek yok. Tamamen atmazsanız namertsiniz. Siz uyuşuk, pısırık Türkiye'den değil, bundan sonra gözünü açan Türkiye'den korkun. Elinizden geleni ardınıza koymayın. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.


Bu millete 53 yıldır kapıda bekletilmek yaraşmaz. Bayatlamış yanlışları çöpe atma zamanı geldi. Kendine gel Türkiye! Özüne dön! Başkası değil, kendin ol!..Kendi göbeğini kendin kes! 24/11/2016

* 26/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Dil insanı vezir de yapar, rezil de

Bana hangi dil daha iyi dense iletişim dili derim. Zira Allah'ın insana bahşettiği en büyük nimettir. İnsanı vezir de yapar rezil de.

Günümüzde yanlış anlamaların, dargınlıkların, kavgaların temelinde iletişim sorunu var. İnsan, Allah'ın verdiği bu nimeti yerli yerinde, ön yargısız bir şekilde kullandığı takdirde inanın çözülemeyecek sorunumuz kalmaz. Hani bizde hayvanlar koklaşa koklaşa insanlar konuşa konuşa anlaşır denir ya. Benim de demek istediğim budur zaten.

İletişim dilinin önemini yanlış anlamalarda daha iyi anlarız. İnsan iyi niyetli bile olsa ifade ettiği yanlış anlaşılırsa yine sorun ortaya çıkar. Bu yüzden bin düşünüp bir konuşmada fayda var. Çıktı mı ağızdan bir söz, geriye dönüşü yoktur. Tıpkı bir ok gibidir.

Bazı insanlara ne kadar fasih, ne kadar açık, ne kadar anlaşılır konuşsan da pek fayda etmez. Çünkü bazılarının kulakları iletişim diline kapalıdır. Sanki duvara konuşursun, aynen sana geri gelir. Bu tiplere ağzınla kuş tutsan meramını anlatamazsın.

Bazıları da iyi niyetli olmasına rağmen iletişim dilini iyi kullanamadığı için her konuştuğunda çuvallar. Yaptığı da anlaşılmaz. Hazırında etrafındaki insanları soğutur. Çünkü halden anlamaz. Arslandan kaçar gibi kaçar insanlardan. Kaçak güreşmeyi sever.

Bazıları da iletişim dilini iyi bildiği halde belki de kibrinden insanlardan uzak durur, tepeden bakar onlara. Kendisini dev aynasında görür. Değer vermez insanlara. İnsanların da bir duygusu olduğunu hesaba katmaz. Tek doğrusu kafasındaki doğrudur. Kendisi mesafe koyduğundan dolayı uzak duranları kazanmak için çaba sarf etmez. Çünkü burnundan kıl aldırmaz. Bulunduğu makama sağlanır kalırlar. Makam sahibi olmayanlara karşı yan gözle bakar, acaba makamımda gözü var mı diye. İnsanları üzdüğünün farkına bile varamaz böyleleri. Çünkü duyguları anlayamayacak kadar yabancılaşmıştır kendi meslektaşlarına. Biraz değer verirsem benden bir şey isteyebilir, ya da şımarır vehmiyle kendisine rakip gördüklerinden uzaklaştıkça uzaklaşır. Özellikle yöneticilik yapanların vazgeçemeyeceği tek kural iletişim dilidir. Bu dili kullanamayanlar, kullanmak istemeyenler gün geçtikçe yalnızlaşırlar. Bir müddet sonra yalnızlara oynarlar. Etrafındaki yağdanlıklar dolayısıyla yalnızlaştığının pek farkına varamaz. Farkına vardığı zaman da iş işten geçmiş olur artık. Çünkü incittiği insanların yeniden gönlüne giremez, tamir edemez. İletişim dilini kullananlar aynı zamanda halden de anlamalıdır. Halden anlamayan insanların, iletişim dilinde de başarılı ve verimli olması mümkün değildir. Bunun için makam sahibi olmaktan ziyade arif olması gerek. Arif olunca ona zaten tarife gerek yoktur. Çünkü yol bilir, yordam bilir.

Makam sahibi olmaktan ziyade gönüllerin sahibi olmak, gönüllerin sultanı olabilmektir asıl olan. Çünkü makamlar gelip geçicidir. Makam sahipleri aynı zamanda aile babasıdır. Bir camiayı temsil eder. At, sahibine göre kişner. Meslektaşlarına tepeden bakan, selamı esirgeyen, görünce hal hatır sormadan uzaklaşan insanların kafasında kendince oluşturduğu korku ve vehimler olsa gerek. Sağlıklı bir iletişim için mutlaka bu hastalıktan kurtulması gerekir. 24/11/2016



23 Kasım 2016 Çarşamba

Yaşasın dalkavukluk!

Padişahın biri, patlıcanı çok severmiş. Ne zaman;
‘Şu patlıcan musakkaya bir türlü doyamıyorum’ dese, dalkavuğu da;

‘Aman padişahım, siz söyleyince ağzımın suyu akıyor. Akşam olsa da yesek’ dermiş. Padişah imambayıldıdan söz edecek olsa;

‘Padişahım, şu imambayıldıyı icat edenin mekanı cennet olsun, nefis bir yemek. İnsan yemeye doyamıyor’ dermiş.

Padişah; karnıyarıktan, patlıcan dolmasından, kızartmasından, kebabından, patlıcan salatasından, turşusundan ve reçelinden söz ettikçe, dalkavuk da göklere çıkarırmış...

Gel zaman git zaman, padişah patlıcandan nefret etmiş. Sofraya değil yemeği, salatası, turşusu, tatlısı, patlıcanın (P) harfinin gelmesini bile yasaklamış.

‘Şu patlıcan musakkanın neresini beğenirler de yerler, bir türlü anlamıyorum’ dediğinde, dalkavuk da padişahın sözünü tamamlamış;

‘Aman padişahım, bu musakkanın yenilmesini yasaklamak lazım...’

Padişah, bir başka gün;

‘Bu insanlara hayret ediyorum. O kadar güzel salata çeşidi varken akşam yemeğinde tutup patlıcan salatası yiyorlar... Anlamak mümkün değil!’ dediğinde, dalkavuk sözünü kesercesine atılarak eklemiş:

‘Padişahım, bu insanlarda damak zevki diye bir şey yok. En iyisi, patlıcanın yetiştirilmesini yasaklamalı... Adını bile duymaktan nefret ediyorum...’

Bu konuşmaları duyan biri dayanamamış ve padişahın olmadığı ortamda, dalkavuğa sormuş;

‘- Yahu! Sen bir zamanlar patlıcanı metheder ve adeta göklere çıkartırdın. Şimdi ise patlıcanı ve yemeklerini kötülüyorsun. Nasıl olur da bu kadar değişebilirsin hayret!..’

Dalkavuk da hemen yanıtlamış;

‘- Bana bak arkadaş... Bana bak... Ben patlıcanın değil, padişahın dalkavuğuyum. Anladın mı?...’

DİĞER DALKAVUKLAR

Fıkrayı okudunuz. Şimdi etrafa şöyle bir bakın. ‘Patlıcanın dalkavuğu’ fıkrasındaki insanlar ne kadar çok değil mi?

Çalıştığınız ortamda, iş dünyasında, siyasette o kadar çok ki... Özellikle, mali ve ekonomik konularda, çok var. İçlerinde ‘Zangoç ve Papaz’ fıkrasındaki gibi olanlar da var.

Bir mesleki kuruluşun temsilcisi ya da ticaret odası, sanayi odasının başkanı, bir milletvekili veya bakan ile konuşuyorsunuz. Bazı uygulamaları şiddetle eleştiriyor. Cari açık, işsizlik, kayıtdışı ekonomi, istihdam üzerindeki yükler, ithalattaki artış, ücretlinin, emeklinin, esnafın, işadamının sorunları, dolaylı vergiler, yüksek vergi oranları, yatırım indiriminin kaldırılmasındaki yanlışlık vs. vs... Konuştuğunda, mangalda kül bırakmıyor. Sonra... eleştirdiği konunun muhatabı ile biraraya geliyor. O da ne? Tam tersine konuşmaya başlıyor. Methiyeler düzüyor, eleştirdiği kişinin etrafında, adeta pervane oluyor. Nedeni belli... Kişisel hesapları var.

Boşuna yorulup da bu davranışlarının nedenini sormayın. Onlar, patlıcanın dalkavuğu değiller ki!

Not: Kamil BİLGİÇ'in paylaşımından alınmıştır.