19 Ekim 2016 Çarşamba

Kim yapar bu müdürün yaptığını... -1-

8-10 yıl önce bir seminerde görmüştüm. Hal-hatır ve selamlaşmadan öte bir teşriki mesaim olmamıştı kendisiyle. Uzaktan görüntüsü itibariyle kibirli bir görüntüsü göze çarpıyordu.

Kısa bir süre önce bir vesileyle biraz daha yakından tanıma fırsatı buldum. Pek konuşan biri değil. İnsanları dinleyen bir yapısı var. Sessiz-sakin, kendi halinde biri. Az konuşsa da...öz konuşmasıyla dopdolu biri olduğu gözüme çarptı hemen. Her ne kadar sır küpü gibi dursa da konuşmasından incindiği anlaşılıyor. Şu aşamadan sonra dünyayı ayağının altına sersen, en iyi makamlara getirsen düzelir mi?  Nasıl kırılan ayna eski haline gelmezse, kırılan kalbi de tamir etmek mümkün değil maalesef.
*
Gurbette başlamış öğretmenliğe. Babasının ısrarıyla memleketindeki en gözde  bir okula Din Kültürü öğretmeni olarak atanır. Bir idealle geldiği okulunda çalışanları çoğu kendisini pek kabullenmek istemez. Çünkü okul kozmopolit bir okul. Elit insanların çocuklarının okuduğu bir yer.Soğuk karşılanır. Bunu da içine atar. Çünkü pek konuşan biri değil. Belli etmez. Çünkü branşı itibariyle kendisine mürteci gözüyle bakılmaktadır. Bu duruma çok içerlese de belli etmez. Bir gün okul müdürü odasına çağırır: "Şu kağıda bir dilekçe yaz gel. Birlikte çalışalım, yardımcım ol" der. "Ben istemiyorum. Zaten bana öğretmen olarak bile hazmedemiyorlar. Yardımcı da olursam kıyameti koparırlar" dediyse de müdürü onu yardımcılığa ikna eder.

İstemeyerek  başladığı yöneticilik görevinde idareciliğin tüm kademelerinde çalışır: Müdür yardımcısı, müdür başyardımcısı, müdür vekili ve okul müdürü. Toplam 6 yıl öğretmenlikten sonra dile kolay 30 yıl idarecilik yapar. Yaptıkları, mücadelesi, çilesi, cefası...hayatım roman dese, içini yazıya dökse sanırım ciltler dolusu roman serisi çıkar:

Birçok okulda mescit yok iken açtığı mescit dolayısıyla ulusal gazetelerde hedef haline gelir. Ardı arkası kesilmeden hakkında inceleme ve soruşturma başlatılır. Yine de namaz kılmak isteyenler için mescidi kapatmaz.

Bünyesinde bulunan yurt için turşu alınması gerekir. Bir piyasa araştırması yapar. Turşu pahalı, yanına varılmaz. Sebze haline giderek tanıdığı esnaflardan turşuluk alır kasa kasa. Bulduğu bidonlara turşuyu kurar kendisi.(Büyük bir ihtimalle eşine yaptırmıştır.) Okulun deposuna koyar. Turşuyu bedavaya getirdim, devletime bir maddi külfet getirmedim, öğrencilerim de turşudan mahrum kalmayacak diye içten içe sevinirken okulu denetimden geçer. Müfettiş turşu bidonlarını görür: "Bu turşu bidonlarında niçin mühür yok" sorgusuna muhatap olur. Durumu anlatmaya çalıştıysa da bulduğu eksiklikten dolayı mal bulmuş mağribi gibi müdürü sıkıştırmaya çalışır. Müdür üşenmeden eline mührü alır, seçim sandığı mühürler gibi hepsini mühürler. Denetimi bitirip gitmek üzere olan müfettiş yemek esnasında: "Masada turşu niye yok, bu yemek turşusuz yenmez, turşu getir" der. "Turşular şu anda mühürlü çıkaramam" cevabını verir hiç istifini bozmadan. "Ben istiyorum, getir" dediyse de yerinden kımıldamaz. Emri dinlenmeyen müfettiş, müdürü de yanına alır, depoya gider. Müdürün açmadığı bidondaki mührü bozar. Tabağa turşu koyar kendi eliyle. Yemekten sonra ayrılacak olan müfettiş: "Sen de çok alındın ve kızdın be müdürüm, biz böyleyiz. Kural der tuttururuz. Sen en iyisini yapmışsın" diyerek müdürün gönlünü alır, gider.

Pansiyona baktığı esnada bir öğrenci okulundaki bir öğretmene bir terbiyesizlik yapar. Ertesi günü öğrenciyi odasına alır, evire çevire döver. Öğrencinin yaptığı vukuattan dolayı okuldan atılması için okul müdürü kendisine baskı yapmak ister. "Öğrenci bu yaptığından dolayı cezasını çekmiştir. Disiplin işlemiyle okuldan uzaklaştırılması haksızlık olur, ikinci bir ceza olur. Ben bunu yapamam" der. Müdürünün ısrarı sonucunda "Eğer bu çocuk gönderilecekse ben de istifamı veriyorum" diyerek tavrını ortaya koyar. Öğrenci okul boyunca ve mezun olduktan sonra yediği dayaktan dolayı hep kin gütmüş, hal ve tavırlarıyla kinini de belli etmiş olmasına rağmen öğrenciye herhangi bir işlem yapmaz. Öğrenci iyi bir bölüm kazanarak okulunu bitirmiş bitirmesine... ama yediği dayaktan dolayı kindarlığını sürdürmüş hep. Yıllar sonra -o zamanlarda yardımcı olan- bu yöneticinin kendisi için neyi göğüslediği anlatılınca öğrenci ta İstanbul'dan  dayak yediği müdürünü ziyarete gelir. Elini öper. Hakkını helal etmesini ister. Kaç tane öğrenciye burs vermeyi taahhüt ederek ayrılır yanından.

36 yıllık meslek hayatında doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamış bu müdür, kantincinin getirdiği çayın parasını vermek için kantine uğrar, kantincinin müdürden almıyoruz demesine rağmen bunu kabul etmez. Şehrin en uğrak yerinde sürekli misafir ve milli eğitim eşrafını ağırlayan bu müdür,  kantincinin açık çekine rağmen odasına gelen çayın parasını da ödemeye devam eder.

Bir gün okula geldiğinde hizmetlisini, morali bozuk görür: "Neyin var oğlum senin"  der. "Hastayım müdürüm,  bana kanser teşhisi koydular. Ankara'ya gitmem gerektiği söylendi. Hastalığıma mı yanayım, orada vereceğim özel muayene ücretini mi düşüneyim, giden yol parasına mı" şeklinde dert yanar. Bulunduğu ildeki tıp fakültesinde bir hocayı arar,  "Hasta gönderiyorum bir ilgilen"  der.  Hizmeti hocanın yanına varır,  muayene,  ameliyat aşamasından sonra hastalıktan kurtulur. Hoca hastasına: Müdür neyin olur" diye sorar. "Hiçbir şeyim olmaz,  sadece müdürüm" cevabı verince doktor: Oğlum beni aradı,  sıkı sıkıya tembih etti.  Ben de oğlunu gönderiyor sandım" der. Bu duruma duygulanıp sevinen hizmetlisi: Efendim, oğlu değilim ama ben onu babam gibi bilirim,  hatta babamdan da öte" demiş.

Okulun iç ve dışını boyatan müdür, firmaya da 3500 lira borçlanır. Müdürlükten elendikten sonra ayrılmadan önce: "Okula borç takıp gitmiş" denmesin diye firmaya giderek kendi kredi kartıyla borcu kapatır gider. Cahit Sıtkı'nın, ömrün yarısı dediği bir ömür kadar yönetilmesi zor bir okulda yöneticilik yapan bu zor günlerin adamı şimdilerde 1,5 yıldır öğretmenlik yapıyor. Kimseye karışmıyor, zil çalınca herkesten önce sınıfına koşuyor. Görevini yapıyor yapmasına...Ama birilerine incinmiş, birilerine kırılmış bir şekilde.
***
80'den sonra geldiği okulunda çok farklı zihniyetli yöneticilerle birlikte çalışıp kimseye yaranamayan, hep tu kaka yapılmaya çalışılan bu müdür, kendi zihniyetindeki yöneticilerin bulunduğu zaman diliminde de yaranamıyor maalesef. Almadığı ödül kalmamış, mezun ettiği öğrencileri fen liseleri ile yarışır duruma gelmiş, akademik başarısı ile Türkiye'de sayılı okullar arasına girmiş, okuluna kurum  kültürünün yerleşmesi için elinden gelen çabayı gösteren  bu kişi emekliliğinin baharında daha yüksek bir makama getirilerek unutulmaz bir jubile ile uğurlanacağı yerde devrimin kendi çocuklarını yediği 2 yıl önce bu  müdür de tenzili bir rütbe olarak öğretmenliğe gönderilir.

Yanında bulunduğum teşehhüt miktarı zaman diliminde ağzından bu şekilde kesik kesik enstantaneler alabildim. Gördüğüm kadarıyla yaptığı iyiliği denize atan cinsinden biri. Reklamını yapmayan, kimseye yağ çekmeyen biri. Hakkını yemeyelim, bir kötü yönü var: Kendisini pazarlamasını bilmiyor. Neyse bu kadar kusur kadı kızında da olur.

Biraz yakından tanıyınca kibirden eserin olmadığına da şahit oldum. Allah sayılarını artırsın...Ne diyelim!

Böyle güzel işlere imza atanı anlatmaya çalışmak benim gibi kalemi kötü birine denk geldi. Ne yapayım? Adım Hıdır'dır. Bakmayın bana Ramazan dendiğine... Anlatamadıysam kalemimin kötülüğündendir... 19/10/2016

Bir sorunumuz daha var: Asgari müştereklerde buluşma

Bu ülkede  birlikte yaşama için o kadar çok ortak noktamız var ki, bu kadar zengin ortak alanımızın olduğu bir yerde birimizin ak dediğine, diğerimiz kara demeyi nasıl becerebiliyor? Bilen biri varsa beri gelsin ne olur! Bu ülkeye birileri öyle bir tohum atmış ki, mayamızı bozmuş; ayrık otları gibi otlar bitiyor durmadan.
Hastanelerimiz, mabetlerimiz, piknik alanlarımız, alışveriş merkezlerimiz, parklarımız, dağlarımız hep ortak. Kimimiz az, kimimiz çok; aynı ülkenin ekmeğini yiyor, suyunu içiyoruz. Aynı havayı teneffüs ediyoruz. Pratiğe geçiremediğimiz evrensel etik ve ahlaki değerlerimiz ortak. İyilik ve kötülük değerlerimiz de ortak. Say say bitmez bu ülkedeki ortak değerlerimiz.
Fikir ve düşüncelerde farklıyız, ülkeyi yönetme tarz ve metodumuz farklı. Zevklerimiz ve renklerimiz farklı. Hırslarımız farklı...Saymaya devam etsek bir müddet sonra dururuz. Çünkü arkası gelmez.

Birbirimizi beğenmiyoruz, birbirimizi alt etmeye çalışıyoruz, kendimizi bu ülkenin yegane unsuru olarak görüyoruz, kendimizi doğru yolda karşı tarafı ise bizi ve ülkeyi yanlış yola götürüyor sendromu yaşıyoruz milletçe. Bu illetten kurtulmadığımız gibi kendi kendimize senaryolar üretmeye devam ediyoruz. Gücü ele geçiren başkasına had bildirmeye kalkıyor. Çünkü biliyoruz ki güç elimdeyken yapmazsam daha sonra rakibim gücü ele geçirdiği zaman o bana dersimi verecek. O halde var gücümle benim gibi düşünmeyeni yok etmem lazım vesvese ve kuruntusundan kurtulmamız lazım her şeyden önce.

Aslında bu ülkede yaşayan herkes tencere-kapak gibidir. Hiç birimiz yek diğerine göre daha temiz değildir. Yaptıklarımız birbirimize yaklaştıracağı yerde uzaklaştırmaya devam ediyor. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmediğimiz müddetçe de bu güvensiz ortam devam edecek eğer yaşayabileceğimiz bir ortam kalırsa tabii...

Gelin hep birlikte ortak noktalarımızı tespit edelim, birbirimize hoşgörülü davranalım, birbirimizin hassasiyetlerine saygı gösterelim. Birbirimizin derdiyle dertlenelim, aramızda iletişimi hiç eksik etmeyelim. Açık ve net olalım. Gizli ajandamız olmasın. Böyle olursa gerçekten huzurlu yaşarız. Bizden sonraki gelecek nesillere de huzur ortamını miras bırakmış oluruz. 19.10.2016

Orta yerde bir suç var. O zaman suçlu kim?

Bir zamanlar küçüktük. Bir büyüsek dedik. Ailemizin sorumluluğunda büyüdük büyümeye. Büyüyünce büyük olmanın iyi bir şey olmadığını anladık. Çünkü büyüdükçe sorumluluk artıyor. Sorumluluk arttıkça hayatın yükü de üzerimize biniyor. Elimizde bir imkan olsa yeniden küçüklüğe dönmek isterim. Çünkü sorumluluğu yok çocukluğun.

Büyüdük evlenip çoluk çocuk sahibi olduk. Her ne kadar çocuklarımıza karşı sorumluluğumuz olsa da anne babamıza göre biz hala çocuğuz... ne kadar büyüsek de.

Her devirde zordur çocuk büyütmek ama günümüzde daha zor diye düşünüyorum. Çünkü biz ebeveynimize göre daha da bir hedef büyüttük. Var gücümüzle çocuğumuzun iyi bir geleceği olsun çabası içerisine girdik. Okutması bir dert, görev alması ayrı bir dert. Görev aldı diyelim ahlaki değerlerle mücehhez olması ayrı bir dert. Her istediğimizi Allah vermiyor. Bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkıyoruz belki de çoğu zaman.

Dünya bir imtihan dünyası. Allah herkesi farklı farklı imtihan etmektedir. Kimini evladıyla, kimini mal-mülk ile, kimini makam ve mevki ile, kimini inanç ile... Nuh peygamber eşi ve oğlu ile imtihan olan peygamberlerdendir. Ne kadar çabalasa da, kendisine inanan yabancılar olsa da kendi sulbünden olan oğluna söz geçiremedi nedense. Evladı ne kadar inanmasa da onun peşinden giderek boğulmaması için çabaladı durdu. Taki Allah Teala'nın "O, Salih bir amel değildir" deyinceye kadar peşinden koştu durdu. Ama çocuğunu boğulmaktan kurtaramadı maalesef.

Günümüzde anne-babalar da çocuklarının iyi bir eğitim alması, dinini diyanetini öğrenmesi ve ahlaki değerlerle mücehhez olması için değişik yollara başvurdu hep. Devletin verdiğini yeterli görmeyen bir kısım aileler başka yollara tevessül etti. Kimi merdiven altı diyebileceğimiz yapılara teslim etti çocuğunu.

Ne kadar gizleseler de gizli ajandası olanların bir gün foyası çıkıyor er veya geç. Gizli ajandasını ortaya koyanların bir başka gücün maşası olduğu, yaptığı ihanetlerle ortaya çıkınca ortaya yerde bir suç meydana gelmektedir. Bir yerde suç varsa elbette suçlular da vardır. Peki suçlu kim şimdi burada. Göründüğü kadarıyla devlet suçlu diye geriye kalan piyonlarla uğraşıyor. Gerçek suçlular kaçtı. Burada suçlu olarak tespit edilenler mi gerçek suçlu, yoksa o çocukları o yapıya teslim eden aileler mi suçlu?

Okullarda psikolojik danışman ve rehber öğretmenlik görevi yapan öğretmenlerimiz öğrenci psikolojisini daha iyi bilirler. Çünkü bu konunun uzmanıdır kendileri. Zaman zaman seminerlerinde: "Aslında kötü çocuk yoktur, suçlu anne ve babalar vardır" derler bize. Çocuklar suç işlemişse, suç örgütünün içerisinde yer almışsa o çocukları o yapıya teslim edenler suçlu değil mi? O yapıyı 40 yıl boyunca çözemeyip bugünlere kadar büyütüp geliştiren devlet denen aygıtın hiç mi suçu yok. Devletin -gizli ajandası olduğunu tespit edemediği bir örgütten dolayı- vatandaşı suçlaması doğru mu? Devlet niçin görevini yapmadı şimdiye kadar? Devlet "Hata yapmışım" demekle kurtulabilir mi bu sorumluluktan. Madem  uyumak, gaflet halinde olmak, büyümesine katkı yapmak suretiyle devlet hata yapmışsa vatandaş hata yapamaz mı? Devletin hata yapma gibi bir lüksü olabilir mi? Devleti yönetenler -tüm imkanlar ellerinde olmasına rağmen-  hata yapabilir deniyorsa hiçbir şeyden haberi olmayan vatandaşın hata yapma lüksü olamaz mı? Eğer suçlu ile mücadele edilecekse o zaman sorumluluğu olan herkes, başta devleti yönetenler olmak üzere bu suç örgütünden dolayı müteselsilen sorumlu olmalıdır. Örgüte girenler, çocuğunu bu yapıya teslim edenler, bu yapıya göz yumanlar hesabını vermelidir. Yukarıda dedik ya, suçlu çocuk yok anne babadır gerçek suçlu diye. Çocukları ne kadar büyüseler de anne babanın da burada payı vardır. Burada suçun büyüğü devlete ait, sonra anne babaya sonra suça karışan çocuklara... Kimse sorumluluktan kaçınmasın. Eğer suçlu avına çıkılacaksa, herkes didik didik incelenecekse, geçmişin hesabı verilecekse, tüm kirli çamaşırlar ortaya dökülecekse o zaman herkes eteğindeki taşı döksün ortaya. Bu konuda hiçbirimiz temiz değil. Bazıları der ki: "Efendim! Benim bu yapıyla hiç bir bağım olmadı" diye. Olabilir. Bazılarımızın yolu hiç kesişmemiş olabilir. Eğer bu konuda toplumun büyük bir çoğunluğu bu yapı ile az veya çok irtibatlı olmuşsa herkes bu yapıyı çok sevdiğinden gitmemiştir oraya. Çoğu insan bu yapıya soğuk bakmasına rağmen eğitim ve öğretim alanındaki oluşturulan algıdan dolayı bunlarla iletişime geçti, sevse de sevmese de. Bu şuna benzer: Bir çok insan Koç grubuna kızar. Koç'un ürettiklerini almamak lazım der. Bir zaman gelir ki evine bir beyaz eşya lazım olur. Dolaşır, sonunda gider kızdığı firmanın ürünü olan 'dünya markası' ürünü evine alır. Günümüzde akla gelebilecek, insanın olduğu her alanda boy gösterip kendini ispatlamış bu yapı sülük gibi hemen hemen herkesle iş tuttu. Çoğu insan istemese de bunlarla iş yaptı.

Doğru ile yanlışın, sap ile samanın karıştığı günümüzde bu konuda kimseyi ayıplamamak lazım. Kimse suçu kabul etmez ama sorumluluk sırasına göre gerçek suçlular: Devlet, yapı, anne-baba, çocuk...şeklinde sıralanabilir.

Bu suçlulara ilk taşı kim atsın. İçimizdeki en temiz olanı. Haydin eli temiz olan varsa önden buyursun lütfen. 19/10/2016

18 Ekim 2016 Salı

İki okul müdürü profili...Seç-beğen!

Merkezin kenarında bir okul düşünün: Maddi imkanlar yönünden zayıf, kantini yok, hizmetli ve öğretmen sıkıntısı çeker devamlı. Ücretli öğretmenlerle eğitim ve öğretime devam eder genellikle. Kurum kültürü oluşmaz. Çünkü gelen gitmek için gelir. Fırsatını bulduğu anda bırakır gider. Ulaşım zor ve meşakkatlidir. Bahçesi geniş olmasına rağmen sosyal alanı yoktur, kalorifer yakılması bir sorundur. Merkez bir okula göre ilçenin nimetlerinden en az yararlanır. Kırtasiye, fotokopi, toner ve yazıcı ve fotokopi makinesi hep sorundur. Çoğu öğrencide bir hedef yoktur.

Şehrin merkezindeki bir okulun durumu ise kenardaki okulun tam tersidir.

Aklınızdan sorununuz var da müdür olmak isterseniz hangi tür okulda görev yapmak istersiniz? Elbette imkanları olan merkezi bir okulda çalışmayı tercih edersiniz.

Bir okul müdürü düşünün ki öğretmen ve öğrencinin huzurlu bir ortamda eğitim ve öğretim görmesi için okulun imkanlarını sonuna kadar zorlayıp eğitim ve öğretime başlıyor. Sene başında öğretmenin kullanacağı tahta kaleminin mavi, kırmızı ve siyahını temin ediyor. Mürekkebi bittikçe doldurulması için öğretmenler odasına mürekkep koyuyor, ilçenin verdiği fotokopi kağıdını, makinesiyle birlikte öğretmenin kullanımına sunuyor, kağıt ve toneri bittikçe ya birlik hesabından alma yoluna gidiyor, ya da ödenek imkanı olan lise müdürleriyle irtibata geçerek ihtiyacını giderme yoluna gidiyor. Öğretmen takviye kursu için derse giriyorsa ders defterini temin yoluna gidiyor. Öğretmenin ders programını arada boşluk bırakmayacak şekilde hazır hale getiriyor. Bu idarecinin tek hedefi vardır: öğretmenin huzurlu bir şekilde derse girmesi ve öğrencilerine verimli olmasıdır. Bu müdür merkezi bir okulun müdürü müdür yoksa taşranın mı? Öğretmenlerine her türlü imkanı sunan bu müdür maalesef kenarda görev yapan biridir.

Merkezde görev yapan müdür ise fotokopi makinesine şifre koyarak öğretmenin hizmetine sunuyor, kağıt istiyorsun: "Kağıt temini sizin göreviniz hocam" cevabı alıyorsunuz. Tahta kalem diyorsunuz. "Hocam ne kalemi, kalem bulmak öğretmenin asli görevlerindendir" deniyor. Hocam takviye kurs için defter lazım. " Hocam onu öğretmen temin eder" cevabına alışıyorsun kısa zamanda. 

Ders programı hazırlanırken öğretmen merkezli değil, idareci ve öğretmen hesaba katılarak hazırlanmakta.

Öğretmen çekeceği fotokopinin parasını öğrenciden toplayacak, kağıdını koltuğunun altında getirecek...Hasılı merkez müdürü sorumluluğu tamamen öğretmene yüklemiş, taşra müdürü ise bütün sorumluluğu üzerine almış. 

Hangi müdür daha rahattır desem herhalde her birimiz merkez müdürüdür der. Ben de aynı kanaati taşıyorum. Belki de en doğrusu merkez müdürünün yaptığıdır. 18.10.2016

Ucube okul isimleri


Tüm okullarımızın Anadolu Lisesi olduğu, düz ve normal liselerin kalmadığı düşünüldüğünde çok uzun olan okul isimlerinin icerisinde "Anadolu" diye söyleyip yazmaktansa kaldırıp isimlerin kısaltılmasına katkıda bulunmak gerekir.

Yazışma ve başlıklarda a4 kağıdı da dolmamış olur. İşin mi yok kardeş derseniz; derim ki, gelin eğitimi düzeltmeye isimden başlayalım. Ayrıca MEB, uzun isimlerden kurtulması gerekir, bir çok okulu zikretmek için arada nefes almak, sayfaya yazmak için de 2.satıra geçmek gerekiyor. İsim vermede bölgeyi çağrıştıracak isimleri vermeli, hayır severin kısa özlü adı verilmeli, sülalesinin adını vermekten kaçınılmalı.

Etrafımıza baktığımızda ismi kısa olan okul sayısı maalesef bir elin parmakları kadar. 18.10.2014

17 Ekim 2016 Pazartesi

Gelin bu profili tanıyalım!

2007 yılları olsa gerek. Babasının aldığı telefonu pek beğenmeyen gençliğin baharında bir delikanlı, yakın bir akrabasının elinde oynadığı telefona gıpta ile bakar. "Beğendiysen vereyim. Bu telefonun şu şu özellikleri var. Seninki bir işe yaramaz . Ben zaten model yükselteceğim" der. Daha hayatında hiç alışveriş yapmamış olan genç telefonu satın alır. Telefonun ikinci eli o günlerde 120-130 lira civarında. Kendi parasıyla ilk defa bir ticaret yapacak olan genç telefonu alır. Telefonu gören babası: "Oğlum bu telefonu niye aldın, bunun ekranı bozuk ve kırık üstelik, sonra bu telefonu daha ucuza alabilirdin, sen 135'e almışsın bir de" deyince, oğlu: "Baba bu telefonun ben hattını da aldım. İçinde hattı da var. O yüzden fiyatı biraz yüksek" der. Babası: "İyi yapmamışsın ama madem almış bulundun hayırlısı" deyip konuyu kapatır.

Yaptığı alışveriş sonrasında cep telefonuna "Şu kadar hediye puanınız birikti, hattınıza 100 kontör yüklemek isterseniz telefon numaranıza aşağıdaki şifreyi giriniz" mesajı alan baba, çocuğuna kontör almak ister. Hediye puanı ile kontör almak isteyen babadan GSM annesinin kızlık soyadını ister. Telefon ve hattın sahibini tanıyan baba, hat sahibinin annesinin kızlık soyadını girer. Operatörden gelen mesaj: "Girmiş olduğunuz anne kızlık soyadı yanlış" uyarısını alır. Baba, oğlunu arar. "Şu telefonuyla birlikte hattını da aldığın adamı ara, bu hat kime ait, bir sor" der. Gelen cevap: "Hattın kendisine ait olmadığını, yoldan geçen birinin üzerinden aldığını, kim olduğunu bilmediğini" söyler. Ölür müsün? Öldürür müsün? Kendi adına  biri bir başkasına hat alıveriyor. Alan alıyor, veren veriyor. Kendisine ait olmayan hattı da bir başkasına satıyor. Alan da alıyor.  Bu hattı bir başka hatta ne değiştirebilirsin, ne de mesaj göndererek kontör yükleyebilirsin. Üstelik o zamanlar da hat GSM tarafından ücretsiz olarak veriliyordu. Siz hiç uyanıklığın böylesine rastladınız mı? Sonuç yeni sıfır hat gibi parası verilerek alınan hat çöpe gidiyor, ekranı bozuk ve kırık telefon da tabii. Bu şekildeki telefonu akrabasına hattıyla birlikte satan, kendini akıllı sanan gözü açık böylece telefon modelini yenileyebiliyor. Bu alışverişin bir hayırlı yönü, alan kişi iki yönlü zarar etse de çok sevdiği akrabasına iyilik yapmış oluyor bu şekilde.
***
Telefon alaveresinden bir yıl sonra çiçeği burnundaki genç 18'i bitirmiş ehliyet kursuna yazılmış. Yazılı sınavını geçmiş. Sırada direksiyon kursu var. Sürücü kursunun verdiği eğitim yeterli değil, babasının da arabası yok o zamanlar. Genç, yakını bildiği akrabasının yanına gider. Arabana biraz bineyim diye. Olaydan bu sefer babası da haberdardır. İçinden bu akraba böyle iyilik yapmaz ama Allah hayırlar getire der. Eve kredi kartını bırakır, arabaya biraz yakıt alırsınız diye. Evin yakınındaki pazar yerinde bir kaç kez sürer genç. Akşamında eve gelen baba yemek esnasında hanımına: "Akrabamıza kartı verip yakıt aldınız mı" diye sorar. Eşi: "Kartı akrabamıza verdim, dediğin kadar almasını söyledim, gitti aldı geldi" der. Annesinin yakıt parası verdiğini duyan genç: "Ne  yakıt parası verdiniz, ben de verdim" deyince aile fertleri acı acı gülümseyerek birbirlerine göz gezdirir. İki tarafı da bu şekilde birbirinden habersizce idare eden bu iyilik perisine ne denirdi ki?...
***
Aile bu iyilik timsali insandan ne kadar uzak durmak istese de nasıl ki dünya küçükse, yaşadıkları şehir de o kadar küçük. Bir de akraba olmaları dolayısıyla yolları şu ya da bu şekilde kesişiyor. Ailenin büyüğü kurbanını yurt dışına gönderir. Üç oğlu ise içlerinde o akrabasının da olduğu bir kurbana hissedar olurlar. Yurt dışına kurbanını bağışlayan baba, rahat olmasına rahat. Ama acemi olan çocuklarına yardım etmek için kurban kesim yerine gider. Bir kaç gün öncesinde de ortaklardan birine naylon, poşet gibi alınacak malzemeyi de alın, o gün malzeme arama yoluna gitmeyelim diye sıkı sıkıya tembih eder. Arife günü tanıdığı ortağı arar, hatırlatma babında: Kesim için lazım olacak olan edevatı aldınız mı diye sorar. Falan alacaktı o malzemeleri cevabını alır. Ertesi gün kurban kesiminden önce bedelini vermek üzere ortaklar hisselerine düşen bedeli ortaklardan sorumlu olana verirler. Kesim malzemelerini alan: "Malzeme parası" dese de diğer ortak: "O, sonra" der. Kesim, yüzme, parçalama ve sıyırma ve tartı işi bittikten sonra  cambazın: "Şu kadar et çıkar" diye sattığı kurbanlıktan denilen kadar çıkmasa da ortaklar pek belli etmezler. Tam ayrılırken "Malzeme parası için şu kadar daha vereceksiniz" sesine karşılık pamuk ellerini ceplerine bir daha atarlar ve istenen miktarı verirler. Herkes aracına binip yolda giderken birbirlerine sorarlar: "Malzeme parası biraz fazla olmadı mı? Neredeyse etin; kesim, parçalama ve sıyırma parası kadar para toplandı ortaklardan...biz bu işi anlamadık, hayvanın altına serilen naylon ve et koymak için alınan poşetler, hayvanı bağlamak için alınan halat bu kadar pahalı mı imiş" diye birbirlerine sormaya başlarlar. Biri: "Kemikleri kesmek ve parçalamak için alınan elektrikli testere de var malzemenin içinde, her zaman lazım olur düşüncesiyle alınmış" dedi. Alınan testereden haberi olmayan üç ortak: "İyi de bizim önümüzdeki sene aynı ekiple kurban keseceğiz diye bir düşüncemiz yok, üstelik bize böyle bir malzemenin alınacağı söylenmedi, peki bunu kim almış" diye konuşur afallayarak. Haydi bilin bakalım, ortaklarına sormadan bu elektrikli testereyi alan ortak kim olabilir? Size 10 puanlık bir soru... Kim olacak yine o akraba. Eskiler kötü komşu mal sahibi yaparmış derlerdi. Artık bu değişmeli. Akraba, akrabayı mal sahibi yaparmış denmeli. Üstelik kurban ortağı olmadığı halde baba da bonus olarak çalışmış bir nefer gibi.

Kimdir bu meşhur akraba derseniz. Bilin ki benim kişilerle işim olmaz. Sizin de olmasın. Etrafınızda varsa böylesi  ya ondan uzak durun, ya da gönüllüce onun ihtiyacı olanları almaya devam edin ki akrabanız mal sahibi olsun. Yoksa böyle biri... şanssız birisiniz. Çünkü  bu demektir ki, tekdüze bir hayatınız vardır. Macerası olmayan hayatı ben ne yapayım. Hala bu kimdir derseniz...boş verin isimleri. Benim derdim kişi değil, olayları ve prensipleri eleştirmektir. Siz de öyle yapın. Akraba akıllı geçinip gözü açıklığa devam etsin aile de ona hiçbir şey olmamış gibi yardım etmeye devam etsin. Bakalım ki kimi bitirecek, kazanan kim olacak? Ama hakkını yemeyelim. Malzeme biraz pahalıya geldi ama kemikler de hiç ufalanma olmadı ve kimseyi yormadı. Sonra o akraba olmasaydı zaten kurban orta yerde kalırdı.

İsimle uğraşmayın, fazla merak iyi değildir...Farz edin ki  bu olayların faili,  sattığı telefon hattının  sahibi bilinmeyen bir yabancı olduğu gibi faili meçhul biridir. Dünya küçüktür her zaman karşınıza çıkabilir... Görünce şaşırmayın, biz zaten böylesini biliyorduk dersiniz. Verdiğim bu kopyayı da unutmayın sakın.

Olmuş mu böylesi? Ne bileyim ben? Anlatanın yalancısıyım. Vebali boynuna!... 17/10/2016

Böyle mi olmalı cami imamı?

Yeni bir muhite taşındım. Yeni bir muhitle beraber içimde bir ukde olarak kalan fakat bir türlü yerine getiremediğim cemaatle namaz kılma konusunda içimdeki tembelliği yenerek ya bismillah dedim. Namazı vaktinde ve cemaatle kılmak güzelmiş gerçekten. Sorumluluğu yerinde ve zamanında ifa etmenin ayrı bir zevk ve heyecanını yaşıyorum nice zamandır. Kıldığım namazdan ayrı bir huzur bulmaya başladım.

Gittiğim cami mahalle arasında yabancı birinin kolay kolay katılmadığı bir mescid. Yatsı namazında cemaati biraz kalabalık oluyor, diğer vakitler cemaat yönünden biraz garip kalıyor dense yeridir. Fakat bu da normal. Çünkü cemaatimiz gündüz işinde akşam ise muhitinde.

Garibime giden başta imam olmak üzere cemaatinden şu ana kadar "Mahallemizde yenisin, hoş gelsin, kimsin, necisin" denmemesidir. Karşılaştığım "Allah kabul etsin" deyip geçip gidiyor evine. Herke ezanla birlikte camiye geliyor. Farz namazı için iplik gibi saf olup birlik ve beraberlik görüntüsü veriyor. Namazın bitiminde ise herkes evine barkına dağılıyor. Haydi herkes bunu yapıyor. İmam da aynısını yapıyor. Zaman zaman tespih çekerken bana doğru "Bu da kim, necidir" diye bir bakış atıyor. hepsi bu kadar. O bana sormuyorsa, tanışmak istemiyorsa ben yapayım diyorum. Namaz çıkışı "Elimi uzatıp Allah kabul etsin" diyorum aynıyla mukabele edip rüzgar hızıyla yanımdan geçip gidiyor.

Dün eşim "Senin ayağındaki terlik başkasının, değişmiş sanırım. Ya sen ya da başkası giyip gitmiş deyince dışarıya çıkarmış olduğum terliğe baktım. gerçekten benim değil. Bu gün ikindi namazına gittim, kiminse vereyim, kendiminkini alayım diye. Gelen cemaatin ayakkabılıktaki ayakkabılarına göz attım. Benim terlik yoktu. Belki sahibi aramıştır, imama da "Yanlış giyen var mı" diye sormuş olabilir düşüncesiyle namaz çıkışı imama: "Hocam Allah kabul etsin. Sanırım ben birinin terliğini giymişim, size soran oldu mu, belki bir gün sorar. Onun terliği bende, benimki de onda. İsmim şu. İstersen numaramı vereyim" dedim. Soran olursa ben söylerim deyip sarık ve cübbesini çıkarmak için içeri girdi. Yine sormadı kimsin necisin diye. Allah hayrını versin. Belki de ben çok ince düşünüyorumdur. Kimse camiye tanışmak için gitmez. Ama başta imamıyla tanışmak da ister.

Kendi kendime tanışmak da ne kadar zormuş dedim. Numaramı alıp da sorana numaramı verip "Terliğin bu kişide, al ara" da mı diyemezdi. Maalesef demedi. Biz ne zaman birlik olan cemaatin gereğini yerine getirip birbirimizin derdiyle hemhal olacağız. Belki de son olaylar insanları birbirleriyle şüpheyle bakmaya da itmiştir. Karşıdaki hırlı-hırsız olabilir, neme lazım düşüncesine itmiştir insanları. Kim bilir?

Adana'da telefonla görüştüğüm Yehova şahidi temsilcisinin tanışmak için evime kadar gelip bana Kitabı Mukaddes'ten bölümler okuması aklıma geldi de...çok şey istemediğimi anladım bizim din görevlilerimizden.. 17/10/2016