16 Eylül 2016 Cuma

"Benim memurum işini bilir" (mi?)


iki göz, iki kulak, iki ayak, burun, ağız, kafa ve gövdeden ibaret olan insanoğlu, görüntü itibariyle hep bir birbirine benzer. Bir iş gereği yanına yaklaştın mı görüntüdeki benzerliğin aldatıcı olduğunu hemen fark edersiniz.  İşleri de doğal olarak farklı...Kimi öğretmen, kimi imam, kimi memur, kimi esnaf, kimi işçi, kimi terzi...

Kamuda veya özel sektör fark etmiyor. Çoğunun ortak özelliği ikinci iş yapmaları. Öğretmen görünümünde emlakçı, imam görünümünde galerici, esnaf görünümünde tefeci, memur görünümünde boyacı, tüccar, cambaz, besici, pazarlamacı, müteahhit vs. Saymakla bitmez bizde ek iş yapan. Kamu ve özelde çalıştıkları birinci iş mi ek işi, yoksa ikinci işi mi asıl iş? Ben tespit edemedim. Kazara yanlarına varıp kendilerinden bir fikir, görüş almaya kalksan ya da bir yardım istesen en yakın dostunun göstermediği ilgiyi bunlardan görüp hayran kalırsın yardım anlayışlarına. Kendi kendine  insanlık ölmemiş, şu dünyada ne iyi insanlar var bile dersin. Önüne düşer, babanın oğlunun göstermediği sıcaklığı gösterir sana. Tam yeni bir dost edindim diye sevinirken sevincin kursağında kalır. Çünkü o kadar alakanın ve yardımcı olmanın bir bedeli olduğunu insan sarrafı olmayan sen bir müddet sonra yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunu anlarsın. Zira karşında amatör görünümlü tam bir profesyonel emlakçı/galerici ile muhatap oluyorsun. Hanımının veya bir akrabasının işini takip edenleri, ihale takip edenleri saymıyorum bile.

 Kimsenin yaptığı işte ve kazandığı parada gözüm yok. İsteyen istediği kadar kazansın, hatta bey gibi yaşasın. İnsanlar flu olmamalı, göründüğü gibi olmalı, yapacağı işi gizli-kapaklı yapmamalı, devlet izin verdiği oranda yapmalı, yaptığı iş vergilendirilmiş olmalı. Haksız kazanç ve haksız rekabet olmamalı, yapılan alışveriş kayıt dışı olmamalı. Zira bu ülkede resmen emlakçılık yapan, galericilik yapan ve devlete vergisini veren; iş yerinin elektrik, telefon, suyunu ödeyen, çalıştırdığı elemanın maaşını ödeyen firmalar var. Memur vb. görünümlü kişiler ise yaptıkları ekstre işlerden dolayı herhangi bir vergi ve ödeme yapmamaktadırlar. Görüldüğü gibi haksız rekabet hemen göze çarpmaktadır.

İkinci işten, haksız kazanç ve haksız rekabetten geçtim. Bu tip insanlar kendi asıl  işlerini ek işlerine karıştırmıyorlar mı? İşine yorgun gelme durumları olmuyor mu? Esas işine kendilerini verebiliyorlar mı? İşine hazırlıklı gidebiliyorlar mı? Cevabımız esas işiyle ek işini karıştırmıyorlar ise  yine hiç sözüm yok onlara. Eğer karıştırıyor, hatta ek işine dört elle sarılıyorsa vay onların haline. Büyük bir çoğunluğunun asıl işini ihmal ettiğini, hatta çalıştığı kurumda ek işinin takibini yaptığını gözlemliyorum. Böylelerinin hiç telefonları da susmaz, hemen geçer bir kenarda görüşmesini yapar, derste ise dersten çıkar. Eğer durum acil ise gerekirse kurumundan izin alır çıkar. Bu tür gayri resmi izinlerin ardı arkası da kesilmez. Mutlaka kapını yine çalar.

Yaptığı işten aldığı maaşı kendisine yetmeyip hafta sonu ve tatillerde evine takviye amaçlı, bedenen çalışmakta olanlara sözüm yok. Namerde muhtaç olmadan çalışmak zorunda olanlara aldıkları helâli hoş olsun. Benim burada sözüm orta ve iyi seviyede kazancı olup daha fazla kazanma niyetinde olan para gözleredir. İnşallah asıl işlerini ihmal etmezler. Çünkü genelde ikinci iş yapan asıl işini ihmal eder.

Bu tür kayıt dışı ekonominin önüne geçilmesi için toplum nezdinde etik değerler oluşturulmalı, devletin yetkili organları kayıt dışı gelir ve gider işlerini denetim altına almalı, verilen cezalar caydırıcı olmalı. Gösterdiği geliri ile harcaması arasında uçurum olan kişiler izlenmeli. Gerekirse nereden buldun denmeli. Emlakçılık, galericilik gibi komisyon ücretleri makul seviyeye çekilerek korsan çalışanlara iş düşmemeli. Yok devlet bunlarla başa çıkamaz. Alan razı, veren razı denirse devlet ikinci iş yapmanın yolunu açarak işi resmiyete bindirmeli ve vergilendirmeli.

Benim üzüldüğüm birden fazla dalda oynayan bu şekil kabiliyetli arkadaşlar kamuda çalışarak kendilerini  heba ediyorlar. Sözün özü herkes kendi işini yapsın.

Adamlardan ne istiyorsun, ne güzel yardımcı oluyorlar denirse size iyi yardımlar efendim.  16.09.2016

Emanetleri ne zaman ehline vereceğiz? **

On beş bin civarında değişik branşta öğretmenin ataması,  sözlü mülakat sonucuna göre ekim ayında yapılacak. Mülakata alınacak öğretmenin üç katı kadar öğretmen adayı çağrılacak. Adaylar müracaatlarını yaptı. Mülakata girmeye hak kazananlar sevinirken giremeyenlerin umudu bir başka bahara kaldı şimdilik.

Nerede mülakata girecek birini görsem yüzünde buruk bir sevincin yanında endişeli bir bekleyiş görüyorum. Çünkü önlerinde sözlü mülakat var. Mülakat demek torpil demek bir çoğunun gözünde. Adamını bulan atanacak, hakkımız yenecek, yine atanamayacağız düşüncesi hakim çoğunda. Mülakatta torpil olur mu olmaz mı bilemem ama genel kanaat bu şekilde. Başarılı olamayan çoğu kimse suçu kendisinde aramaktan ziyade belki de "Torpilliler alındı" mazeretinin arkasına sığınacaktır. Beyinlerimize kadar işlemiş bu gerçeklikten ve algıdan nasıl kurtulacağız? Bu torpil belasından kurtulmanın zamanı gelmeyecek mi?

Gençliğinin baharında olan bu gençlerdeki bu endişeli duruma mutlaka bir çözüm bulmamız gerekir. Hiç biri bir torpil peşinde koşmamalı, herkes hak ettiğini almalı. Kazanamayanın  "Ben hak etmedim" diyeceği bir sistemi bulmamız ya da bir güven ortamını sağlamamız lazım. Bir defa şunu söyleyelim. Geçmişten günümüze gelip geçen tüm iktidarların adam kayırmacılık, kadrolaşma ve torpil konusunda karnesi temiz değildir. Gerçi Sûi  emsal, emsal olamaz ama hepsinde o geçmişte yaptı, biz de yapalım mantığı hakim.  Birilerinin dur demesi gerekiyor. Yetkili biri ben dur diyeceğim dese kellesini onu oraya getirenler alır bir defa. O zaman ne yapacağız?

Yetkili kişiler eğer bu ülkeye bir iyilik yapmak istiyorlarsa adamına iş bulmaktan ziyade işe adam bulmanın objektif kriterlerini bulmak lazım. İşe nereden başlayalım derlerse mülakat için araya adam bulanlar, torpil yaptırmaya çalışanlar elenmeli ilk önce. Kendisine de "Girdiğiniz mülakatta başarılı olmak için falan kimseyi devreye koyduğunuz için mülakata girme hakkınız iptal edilmiştir" denmelidir. Mülakatı geçene "Şu kriterlere verdiğiniz cevaplar sayesinde başarılı oldunuz" şeklinde yazılı bir belge verilmelidir. Kazanamayana da "Şahsınıza sorduğumuz şu sorulara cevap veremediğiniz ve şu yönleriniz ehliyet ve liyakata uygun olmadığından kazanamadınız" diyerek yine belge verilmelidir. Mülakata girmeye hak kazanan kişilerin sözlüden önce güvenlik soruşturması yapılmalı. Bu kimselere de "Devletçe yasaklanan şu örgütlere üye olduğunuz tespit edildiğinden mülakata girme hakkınız iptal edilmiştir" denmelidir. Her şeyden önce insanımızın büyük çoğunluğunda komisyon adildi kanaati hakim olmalı. Mülakatı yapacak komisyona herhangi bir üstünden liste gelmişse komisyon o kişi hakkında suç duyurusunda bulunmalı ve bulunduğu görevden el çektirilmesi sağlanmalıdır. Aslında yazılı sınavlardan geçerli puanı alan öğrenci atanmadan önce uzun bir güvenlik soruşturmasından geçtikten sonra görev alabilmeli. Her görev alan kimse göreviyle ilgili periyodik denetimlerden geçirilmelidir.  Yok şartlar sözlü yapmayı gerektiriyor denirse o zaman adaletten, ehliyetten ve liyakattan uzaklaşmamak gerekir. Yoksa şuyuu bile vukuundan beter olan bu mülakatlar çok başımızı ağrıtacağa benziyor. Zaten bir türlü yükselemeyişimizin ve ilerleyemeyişimizin nedeni ehliyet şartına riayet etmediğimizden kaynaklanıyor. Eskiden insanlar liseyi bitirmemişse "Okuyamadım/okumadım. Benim hatam, bu yüzden bir yere giremedim" derlerdi. Şimdi herkes üniversite mezunu. Hepsi iş bekliyor. Kimsenin okuyamadım demesi de söz konusu değildir. Objektif bulunmayan bu sözlü mülakatlar yüzünden yakın zamanda toplumsal infialler ortaya çıkabilir.


Gelin kamuya adam alımında emaneti, ehliyeti ve liyakatı esas alalım. Gençlerin geleceğini yok etmeyelim. Adam kayırmacılık yüzünden birilerinin ahını almayalım, öbür dünyaya kul hakkı ile gitmeyelim. Her işe ehlini alarak peygamberin yolundan gittiğimizi gösterelim. Hani ne yapmıştı peygamber derseniz? O, Medine'ye hicret esnasında kendisine kılavuzluk yapsın diye kendisi bir Müşrik olan ama yol bilgisi mükemmel olan, işinin ehli Abdullah b. Uraykıt'ı almıştı rehber olarak. Peygamberin ümmetiyiz diyen bizler; işimize emanet, ehliyet ve ehliyetle başlayalım. Öbür dünyada işimizin kül olacağı perşembenin gelişi çarşambadan belli değil mi zaten? 

Not: Torpil ve rüşvet konusunda Abdurrahman DİLİPAK'ın 15/09/2016 tarihinde Yeni Akit gazetesinde yayımlanan "Hamil-i kart yakinimdir" başlıklı yazısını okuyabilirsiniz. 16/09/2016

* 24/09/2016 tarihinde kahtasöz gazetesinde yayımlanmıştır.

15 Eylül 2016 Perşembe

İstersen hukukçu ol!

-Efendim, hangi mesleği seçeyim?
-Kabiliyetli birine benziyorsun. İstersen hukukçu ol.
-Aslında düşünmüyor değilim de, çekincelerim var.
-Hangi konuda?
-Ben hakim olmak istiyorum. Suçu ortaya çıkarmada,  suçluya ceza vermede yanlış karar verebilir miyim endişesini taşıyorum.
-Hiç endişe etmene gerek yok.  Önceki meslektaşlarının verdiği karara bakıp biraz kopya çekebilirsin.
-Ama olaylar, suçlar farklı farklı. Birbirine benzemez ki...
-Mübarek olaylar farklı olmasına farklı da. Genelde birbirine benzer.  Mesela ben sana bir ipucu vereyim:  Suçlu, senin karşına çıktığı zaman yaptığına değil, söylediğine göre karar vereceksin. 
-Anlamadım.

-Anlamayacak ne var. Mesela adam darbe planlayıcısı, darbe merkezinin yanında yakalanmışsa, ifadesinde de “Buraların getirisi fazla diye duydum. Bu yüzden arsa almaya geldim” derse adamı hemen salıvereceksin.  Biliyorsun arsa ve tarlaların kazancı fazladır. Eğer adamı göz altına alır, ya da ifadesini uzatırsan kişinin gayri menkul alma hakkını  bir süre geciktirmiş olursun. Adam sana kazancımın önüne geçti diye dava açsa  ceza bile alabilirsin. Bu yüzden adam ne kadar suçu üzerinde barındırırsa barındırsın demek ki ne yapacaksın, adam tarla alacaksa hemen takipsizlik vereceksin. O da işine bakacak, sen de. 15/09/2016

Duvardan duvara perdelerimiz


Eskinin anam babam perdeler vardı sadece pencereyi kapatan. Takması, açması, çıkarması ve kullanımı kolaydı. Üstelik masraflı da değildi. Şeker çuvalından bile perdeler yapılırdı. Korniş bile olmazdı çoğu evlerde. Pencerenin iki kenarına çakılmış birer çivi bile korniş görevi görürdü. Evler birbirine mesafeli olduğu için gündüz perdeyi kapatmaya bile gerek yoktu. Ev sıcak olduğu zaman pencere açılması gerekiyorsa dışarıdan hava geldikçe rüzgardan perde de havalanır, ortamı serinletirdi. Dışarıdan bir ses geldi mi, zil çaldı mı gelenin kim olduğuna bakmak için pencereden bakılırdı. Kimse de böylesi perdelerden rahatsız olmazdı. Eski perdeler böyleydi. Ya şimdi nasıl?

Günümüz perdeleri duvardan duvara pileli bir şekilde ta tavandan tabana kadar uzanmış bir şekilde ucu-bucağı görünmez bir şekilde yapılmaya başlandı. Parasının yanına varılmaz. Takması zor, çıkarması zor, yıkanması zor, altındaki petek görünmez, önünde koltuk-kanepeler. Takmak için merdiven lazım, çıkarmak için merdiven lazım. Perdeleri açamazsın. Çünkü iki-üç metre ötede birbirine paralel yapılmış ev pencereleri gözünün önüne gelir. Bu yüzden perdeler hep kapalı. Açamazsın. Açmaya kalksan zaten beceremezsin. Perdenin altında kalmış kapıdan balkona çıkmaya kalksan yine karşına perde çıkıyor.  Ama hakkını yemeyelim görüntüsü güzel mi güzel. Kullanıma değil göze hitap ediyor. Gündüzden güneşliği çekilmiş pencerenin güneşliğini kapatmak için epey bir efor kaydetmen gerekiyor. Pencereyi zaten açamazsın. Hasılı günümüz insanının işi zor gerçekten. Perdeyle uğraşmaktansa içeride karanlıkta otur daha iyi.


Hayatı zorlaştıran kendimiziz. Kendi kendimize eziyet ediyoruz. Eskinin dar evlerinde kullanım ön plandaydı. Şimdi ise geniş evlerde kapısı penceresi kolay kolay açılamayan kullanıma değil göze hitap eden evlerimiz var. Evlerde yaşamayı zorlaştıran, eziyete döndüren en büyük etken ise maalesef perdelerdir. Firmalar mal satmak için sürekli yeni icatlarla karşımıza çıkıyor. Kazara birimiz almaya görsün bir hastalık gibi her eve sirayet ediyor hemen. Parası olan da yaptırıyor, olmayan da. İhtiyacı olan da alıyor, ihtiyacı olmayan da. Sürekli perdeler yenileniyor.  Eskimeyen perdeler çöpe gidiyor. Allah bu firmaların ve bizim gibi tüketicilerin de hayrını versin. Daha ne diyeyim.  15/09/2016

Eğitim ve öğretimimizde nakısalar olmasın *

2001 yılında Adana il emrine tayin istemiştim. Adana il emrine atamam yapıldı ama hangi okulda göreve başlayacağım bir türlü belli olmamıştı. Bugün-yarın, şu ay derken eylülün ilk günü geldi çattı. Görev yerim Adıyaman'a  gitmeden önce belki yerim belki olmuştur diye Adana MEM'e uğradım. Panoya asılmış tayin listesini üç defa taradım, ismimi bulamadım. Atamadan sorumlu şube müdürüne ismim yok dediğimde "Bir kaç gün sonra bir liste daha yayımlanacak. Acele etme orada çıkarsın" dedi. Kahta'ya geçtim oradan. Gördüğüm her bir tanıdık: "Hayırlı olsun, güzel bir okula tayinin çıkmış" dediklerinde daha ben yeni Adana'dan geldim, tayin yerim belli değil, siz nereden öğrendiniz dedimse de durum netti. Tayinim Adana merkezde bir Anadolu Lisesine yapılmıştı. Ev tuttum derken bir haftalık gecikmeyle Adana'daki yeni okulumda göreve başladım. Bir iki hafta sonra okul müdürümüzü gördüm. Kendimi tanıttım, okulunuzun yeni öğretmeniyim diye. Müdür bey beni soğuk karşıladı. "Geç geldin" dedi bana. Atama kararnamem geç geldi, gelir gelmez ilişiğimi kesip geldim dedim. "Sayın hocam senin kararnamen 04 Temmuz 2001'de geldi. Biz seni yaz boyunca bekledik. Bir türlü gelmedin. Eğitim ve öğretime geç başladın. Daha sene başındaki bu gecikme eğitim ve öğretimde nakısa meydana getirir" dedi.

Garibime gitmişti müdürün bu tavrı. Cümlesinin içinde geçen 'Nakısa' kelimesini hiç unutmadım. Başımdan 15 yıl önce geçen bu olayı işiten geçmiş nakil sürecini bilmeyince hayretine gider. Hele şimdinin tayinleri belirlenen takvime göre sanal alemde açıklanıyor. Bazen bir iki saatlik gecikmeye bile isyan ediliyor, niye açıklanmıyor, bir şeyler dönüyor diye. Gördüğünüz gibi ben 3-4 ay sonra ancak öğrenebilmiştim tayinimi.

2016-2017 öğretim yılı ders zili pazartesi günü çalıyor. Öğrenci, öğretmen, veli, servisçi, kantinci, firmalar, etkili ve yetkili kişiler olarak gün saymaya başladık. Yaz boyunca okullar kapalı idi ama eğitim ve öğretimi etkileyecek olaylara gebe oldu tatilimiz. Okullar son anda ertelenmezse eski müdürümün dediği gibi bu sene zannedersem eğitim ve öğretim personel ve ders materyali bakımından  'Nakısa' ile başlayacak. Çünkü birçok öğretmenin kimi FETÖ'den, kimi PKK'dan dolayı ya açıkta, ya da ihraç edilmiş durumda.  Bakanlık bir taraftan suçluları ayıklama çalışması yaparken diğer taraftan haksız yere görevden uzaklaştıranları geri görevine iade etme çalışması yapıyor. Yine Bakanlık sözleşmeli öğretmenlik gibi mülakata dayalı öğretmen alma tarihleri belirledi. Öğrenci kitapları –zannedersem- çoğu okullara ulaşmadı. Bu demektir ki, bazı okullar eğitim ve öğretime eksik personel ve ders materyali ile girecek. Benim bir haftalık geç başlamama tahammül etmeyen eski okul müdürüm bu durumu görseydi herhalde "Bu sene eğitim nakısalar  ile başladı" derdi.

Eğitim ve öğretimin başında eksik gibi görünen bu arızî durum inşallah kısa zamanda giderilir. Okullarda görev yapan öğretmenlerimiz umarım bu eksikliği hissettirmezler. Görevler ibadet aşkı içerisinde görev bilinciyle yerine getirilir… Çocuklarımız okullara emanettir. Her çocuğa bakışımız kendi çocuğumuz gibi olmalıdır. Dersler dolu dolu işlenmelidir. Kolay kolay devamsızlık yapılmamalıdır. Öğretmenin yanında okulla dolaylı ya da dolaysız ilgili, tüm iç ve dış paydaşlar taşın altına elini koyarak   sorumluluklarını bilmelidir. Kimse kimseyi suçlamadan kendi görevini yapmalıdır. Öğrenci ve veli okul dışında alternatif yollara yönelmemelidir.

Birbirimizi beğenmemezlik yapmayalım. Elimizdeki malzemeden şikayetçi olmayalım. İyi bir usta elindeki mevcut malzemeyi en iyi değerlendirendir. Yeter ki öğrenmek ve öğretmek isteyelim. Birbirimize güvenelim. Beynimizde oluşturduğumuz olumsuz algılardan kurtulalım. Her şeyimiz eksik olsun ama eğitim ve öğretimimiz   tam olsun. Çünkü eğitim ve öğretimdeki -geçmişten beri gelen- eksikliklerimiz ve buna dayalı alternatif yollarımız bu ülkeye çok pahalıya mal oldu. Bedelini 15 Temmuz’da çok ağır ödedik. Yeni bedeller ödemeyelim.  2016-2017 öğretim yılı hepimize hayırlı olsun. 15/09/2016

* 17/09/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Eylül 2016 Çarşamba

Yeni Ocaklar Sönmesin...


Bir zamanlar toplumsal bir yara olarak karşımıza çıkan şimdilerde kangren haline dönüşen, çözülemeyen bir problemle karşı karşıyayız. Nerede bir iş kuracak, mevcut işini büyütecek, ev-araba vs alacak biriyle karşılaşsanız ekseriyetinin bu bataklığa sürüklendiğine şahit olabilirsiniz. Kredi/faiz bataklığından bahsediyorum. Üniversitede öğrenci iken  “Öyle bir zaman gelecek ki herkes faiz yiyecek, hiç faiz yemedim diyen tozundan nasibini alacaktır” şeklinde bir hadis okumuştum. Hadisin sıhhat derecesini bilmem ama sonuçları itibariyle günümüzü anlatıyor diye düşünüyorum.  Kur’an faiz yemeyi  “Allah ve rasülüne karşı harp açmak” olarak ifade etmesine rağmen  İşin garibi kredi çekmek normal görülür oldu toplum nezdinde. 

Herhangi bir işe kalkışan sermayesi yeterli gelmeyince ölçüp-biçip bir hesap yapıyor. Kim verir bu devirde bu kadar parayı diye kendi kendini ikna ederek soluğu kredi çekmede alıyor. Üstelik bankaların VİP müşterileridir bunlar.  Hiç bu taraklarda bezi olmayana da bankalardan “Sayın üyemiz, adınıza bankamızda birikmiş şu kadarlık bir kredi limitiniz vardır. Nüfus cüzdanınızla birlikte bankamıza bekliyoruz” şeklinde gelen mesajlar da eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmekten başka bir işe yaramıyor.

Kredi çeken ödemede zorluk çekmeye başlayınca bir başka bankadan yapılandırma yoluna giderek açılan deliği kapatmaya çalışıyor. Delik kapanacağı yerde kapanmayacak şekilde büyümeye devam ediyor. Kredi çekme limiti kalmayınca eşinden dostundan borç buluyor, sonra başkasının hesabından kredi çektirme yoluna gidiyor, son çare kendisini tefecide buluyor. Kendisi  iyice bataklığa batarken yanına yaklaşan kefili, borçluları, adına kredi çekiverenleri de batırıyor iyice. Aralarında kırgınlıklar, kavgalar baş göstermeye başlıyor. Aileler çatırdıyor. Nice ocaklar söndü bu şekilde, hala da sönmeye devam ediyor. İşin garibi  bu yollara tevessül edenlerin çoğu bu düştüğü durumdan memnun değil. Gözümüzün önünde cereyan eden bu duruma rağmen hala da kredi çekmeye çalışanların sayısı da  azımsanamayacak kadar çoktur.  ‘Arkadaş kredi çekmesen’ dediğin zaman “Sen verir misin bana bu kadar parayı” cevabı alırsın hemen.

Kredi çekenleri, kredi bataklığına saplanan kimseleri kesinlikle ayıplamıyorum. Kimse de zevkinden kredi çekmez. Herkes kendisine yapar. Fakat tecrübeme dayanarak şunu söylemek isterim ki: Bugüne kadar kredi çekenlerin içerisinde kazançlı çıkan varsa da bereketini gördüklerini pek sanmıyorum. Hele biraz dini duyarlılığı olan dindar ve mütedeyyin insanlara yararının olduğunu hiç görmedim.

Bankalar milletten aldıkları parayı yine milletimize pazarlayarak paraya para demiyorlar. Her yıl en fazla kar eden kurumlar arasında ilk üçü hiç bir firmaya vermiyorlar. Bu ocakları söndüren haksız kazancın mutlaka önüne geçilmesi gerekir. Geçmişin tefeciliği bugün modern isimler adı altında devam ediyor. En güzeli faizli alaverenin olmamasıdır. Eğer bu sistem devam edecekse yeni kredi mağdurlarının olmaması, mudinin çevresine daha fazla zararının ortaya çıkmaması için kredi çekmeler zorlaştırılmalıdır. Her önüne gelen kredi çekememelidir. Kredi çekecek kişi çektiği meblağ kadar ipotek  gösterebilmelidir. Vatandaş krediyi öderken değil çekerken terletilmelidir. Kredi çekmelerdeki kefil bulma şartı kaldırılmalıdır. Bankaların "Birikmiş krediniz var" şeklinde mesaj göndermesinin önüne geçilmelidir.

İhtiyaç ve gereksinimlerimize sekte vurabilmeli ve öteleyebilmeliyiz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatabilmeliyiz. İnsanımızın bankalara muhtaçlığının olmaması için aramızda karz-ı haseni yaygınlaştırmalıyız. Bu savaş kazanılmaz. Hayatımız kararmasın, ocaklarımız sönmesin. Yetmez mi hala  bu kadar kredi mağdurumuzun olması? Biz bu savaşı kazanacağız diyorsak kimse kusura bakmasın.  Bu yolun sonu hep hüsran ve nedamettir... 14/09/2016

11 Eylül 2016 Pazar

Bir medeniyet tasavvurumuz var mı bizim?



"Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümüne" medeniyet denir biliyorsunuz. Biri: ‘İslam dünyasının ve Müslümanların oluşmuş bir medeniyeti veya medeniyet tasavvuru var mıdır’ dese ne deriz acaba?

Vereceğimiz cevap bir zamanlar vardı, ama iki asırdır yokuz demek olur sanırım. 04/04/2016 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde “Kültür ve Medeniyet” başlıklı yazısında Taha AKYOL: Prof. Salim el-Hassani’nin ‘Müslümanların bilim ve teknolojiye katkısını anlattığı ‘1001 icat’ isimli eserinde   geçen 115 bilgin ve mucitten 88 tanesinin  12. asrın sonuna kadar olduğunu, geriye kalan 27 tanesinin 13.yüzyıldan sonra olduğunu, 19.ve 20.asra ait bir katkısının olmadığını” belirtir. Bilimde, teknolojide iki asırdır esememiz okunmuyor gördüğünüz gibi.

İslam Medeniyeti üzerine anlattığımız her şey geçmişimize ait maalesef. Bugün iliklerimize kadar işlemiş Batı Medeniyetinin tasallutu altındayız. Biri: "Efendim, Batı Medeniyeti şöyle iyi, böyle gelişmiş" diye konuştuğu zaman biz hemen geçmişimizden örnekler vererek Batı'nın kazanımlarının gerisinde bizim medeniyetimiz var. Onlar bizden aldı. Ya da onların medeniyeti kan ve gözyaşından ibarettir deyip işin içinden sıyrılmaya çalışırız. Tespitim yanlış olabilir ama bizim bu yaptığımız suçluluk psikolojisi içerisindeki bir insanın savunma refleksidir. Geçmişten örnekler vererek topu taca atıyoruz. Hiç kimse kusura bakmasın dünyaya dair yeni bir şeyler söylemiyoruz. Bu durum bazı insanların yaşlanınca yeni bir şey söylemeyip hep kovanın içerisinden konuşmasına benzer. Hani Rumi: " Yeni şeyler söylemek lazım cancağızım" diyor ya. Biz de şanlı geçmişimizle övünmeyi bırakıp yeni, farklı şeylere kapı aralamamızın zamanı geldi, geçiyor bile.

Günümüze ve yarınlara inşa edebileceğimiz plan ve programımız yok. Saldım çayıra Mevlam kayıra mantığı çerçevesinde yuvarlanıp gidiyoruz. Kültürden sanata, bilimden teknolojiye kullandığımız hep başka medeniyetlere ait. Ne bir icadımız var ne de üretimimiz. Başka milletlerin pazarı olmuşuz, hep satın alıp tüketiyoruz. Günümüzde şu da bize ait diyebileceğimiz bir övünç kaynağımız yok. Haydi teknolojide, bilimde yokuz. Peki diğer alanlarda? Maalesef yok oğlu yokuz. Kendisi bir hazine olup inananlarının ortaya çıkarmasını beklediği İslam, elimizde oyuncak olmuş, yerlerde sürünüyor. Biri İslam’ın ve Kur’an’ın kendisine değil de Müslümanlara bakarak Müslüman olmak istese mümkün değil İslam’a girmesi. Çünkü özellikle günümüzde her türlü melanet, pislik, hırsızlık, adam kayırmacılık, emanete ihanet, sahtekarlık, üretmeden tüketmek, birbirimizi öldürmek, haksız kazanç elde etmek, emaneti ehline vermemek, birbirimize güvenmemek, alnımızı terletmeden kazanmak, Allah ile aldatmak…vb dendi mi İslam dünyası akla gelir.

İslam dünyasının 13.yüzyıldan itibaren bilim, teknoloji vb alanlarında yapmış olduğu katkılarından sonra yaptıklarımız maalesef bir elin parmaklarını geçmiyor. Eğer bir medeniyet tasavvurumuz olacaksa -ki olmalıdır- her şeyden önce enine boyuna düşünüp milletçe bir seferberlik ilan etmemiz gerekecektir.  Yeniden özümüze dönmeliyiz. Zihinlerimizdeki geri kalmışlık sendromundan kurtulmalıyız. Kendimize güvenimiz gelmelidir. Kültürümüzü başka kültürlerin etkisinden kurtarmalıyız. Milletçe üretmeyi hedef almalıyız. AR-GE’ye daha fazla önem vermeliyiz. Dünyanın ihtiyacı olan maddi ve manevi varlıkları icat etmek, üretmek ve diğer toplumlara pazarlamak için ilgili ciddi birimler kurulmalıdır. Türkiye ve İslam dünyasında iyi bir saha çalışması yaparak üretici zekaları tespit etmekle işe başlayabiliriz. İcat edilen her şeyin patenti için devlet gerekli kolaylığı sağlamalıdır. İnsana yatırım yapmalıyız. Zihnen, fikren ve bedenen kirlenmişliğimizden arınmalıyız. Çalışmaya ve üretmeye kendimizi hazırlamalıyız. Kendi kültürümüzle bağımızı koparmadan geçmiş zengin ve özgün farklılıklarımızın farkına vararak geleceğe ve insanlığa örnek ve faydalı olacak bir inşa süreci başlatmamız lazım… 11/09/2016