19 Temmuz 2016 Salı

Gözü dönmüş bir cani topluluğunun cinnetini izledik milletçe *


15/07/2016 gecesi  canlı yayında aksiyon filmlerini aratmayacak bir korku, bir heyecan, kaos ve macera ortamını yaşadı tüm Türkiye. Gözü dönmüş bir grubun tankla, tüfekle, uçakla Türkiye’nin altını üstüne getirmek için çılgınca hareket ettiğini gördü millet. 16 yaşında 80 ihtilalini, 97 post modern  darbesini yaşadım. Böylesini de ilk defa gördüm.  Hayretle ve ibretle izledim gözümü kırpmadan sabaha kadar.

Savaşlarda dış düşmanlara karşı kullanın diye milletin emanet ettiği  F-16 uçaklarının; tüm stratejik noktaları bombaladığı, kendi  insanımıza bomba yağdırdığı,  sivil vatandaşa rastgele silah çektiği, insanların üzerine tankları sürdüğü, kendi mesai ve meslektaşlarını etkisiz hale getirdiği ve öldürdüğü, milletin meclisini bombaladıkları bir geceyi yaşadık milletçe. Bir olaya, bir fikre katılmasam da kendimi karşı tarafın yerine koyar, anlamaya çalışırım çoğu zaman. Ben bu geceyi anlayamadım, cehaletime verin. Küçük dilimi yuttum desem yeridir. Akıl tutulmasıydı bu görünen. Aklını kiraya veren emir erlerinin intihar eylem planı idi. Kendisi intihar ederken milyonları da peşinden sürüklemeye çalışan bir intihar.

Anlayamadığım sadece kendi vatandaşına silahın çekilmesi, bombaların yağdırılması değildir. Türkiye’ye içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı önlem almak ve deşifre etmek için kurulmuş olan istihbarat teşkilatlarımızın uyumasını da anlayamadım. Gerçekten son ana kadar neredeydi bu birimler? Bu ülke haini bol bir ülke biliyorsunuz. Uyuma ve gaflette bulunma gibi bir lüksleri olabilir mi? Eğer uyuyacaklarsa bırakın bu görevinizi. Bu millet bu görevi layıkıyla yapar. İnanmıyorsanız bakın günlerce millet meydanlarda nöbet tutuyor. Üstelik meccanen… 

Hiç anlayamadığım bir diğer husus, aklını kiraya veren insanların çokluğu. Allah’ın insana verdiği, diğer varlıklardan ayırt eden en önemli özellik olan bu nimeti elinin tersiyle iten, bir başkasının aklına ram olmuş milyonlar var. Bu başarısız darbeyi yapanlar işin nereye varacağını hesaba katmadan; neden, niçin, niye demeden  “Vardır bir hikmeti” diyerek akılsızca hareket eden beyinsizlerdir. Bana en zararlı insan kimdir deseniz; aklını kiraya veren, sorgulamayan insan derim. İçimizdeki bu beyinsizler yüzünden tüm millet helak ediliyor. Bu toprağın insanı olmayan bu hainlerin kökü dışarıda gövdesi bizde maalesef. İlk günün bilançosu: 145’i sivil olmak üzere 208 şehit, 1491 yaralı. Ekonomik ve mal kaybını saymıyorum bile. Değer miydi bir ikbal kazanmak için bu kadar cana kıymaya? Okumuş bir yere gelmişler ama adam olamamışlar insan görünümlü bu heyula yaratıklar. Bu yaptıkları bu millete yapılmış bir ihanettir. Hain insana kucak açanın ihaneti,  bir gün mutlaka kendisini de bulur. Çünkü hain hep ihanet üzere yaşar.

Bu menfur olayda beni derinden memnun eden olaylara da şahit oldum. Son yıllarda bir araya gelemeyen, ortak bildiri hazırlayamayan siyasilerimiz darbeye karşı ortak bildiri yayımladılar. Olayların başladığı ilk andan itibaren  meydanları boş bırakmayan; tankın üzerine çıkan, ölümü göze alan ve  ölen  her düşünceden insanımızın mücadelesi sevindiriciydi gerçekten. Basın bu sefer darbe şakşakçılığı yapmadığı gibi darbeye karşı bir tavır sergiledi, halkı yönlendirdi ve bilgilendirdi. Darbenin içerisinde yer almayan ve darbeye karşı çıkan, ölümüne mücadele eden askeri erkanı ve emniyet güçlerini de  takdir etmek gerek gerçekten. Şapkasını alıp gitmeyen, mücadele için halkı  meydanlara çıkmaya davet edip ölümüne mücadele eden cumhurun başını alkışlamak lazım darbenin önlenmesinde.  

Darbe konusundaki bu birlikteliğimiz devam ettiği müddetçe, başarısız olan bu darbe süreci tam anlamıyla atlatılırsa eğer;  bundan sonra bu ülkede ne  asker içinden bir cunta, ne de  emir-komuta zinciri içerisinden bir asker darbeye teşebbüs edebilir…

Şehitlerimize Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum. Allah birliğimizi daim eylesin. Beterinden korusun bu ülkeyi. 19/07/2016

* 20/07/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

15 Temmuz 2016 Cuma

Egosuna teslim olmuş acınası insan tipi

Ne kadar kendimizi anlatmaya çalışsak da, benim egom yok desek de her birimizin içinde kimsenin anlayamadığı, kendimizin de çözemediği, zaman zaman kendimizi sıkıntıya sokan egolarımız vardır.

Bu egonun en büyük destekçisi nefistir. Hani şu kötülüğü emreden var ya. İşte o. Bu nefis destekli enaniyetimiz çoğu zaman eşimizle, dostumuzla, kardeşimizle, çalıştığımız yerdeki diğer insanlarla karşı karşıya getirir. Etrafımızda kimse kalmasa da bu ego hep: "Sen haklısın" dedirtir insana. hatta insanlar bu nefis takviyeli ego ile karşı karşıya gelmemek için çalıyı dolanmaya karar verip yolunu değiştirse yine ego: "Bak, gördün mü, sana bir şey diyemiyor, çünkü utanıyor, demek ki sen doğru yoldasın" dedirtir insana. Hatta had bilmezlik içerisinde sana ulu orta şeyler de söyletir. İnsanlar sustukça bunun egosu tavan yapar. Hep insana, "Bak gördün mü haklısın, doğru yoldasın" dedirtir insana. Hatta etrafında bulunan eş, dost, çalışan uzaklaşsa kimse kalmasa da "Bana ne oluyor, herkesi küstürdüm" bile dedirtmez. İnsanın önünü perdeler. Gerçekleri görmesinin önüne engeller çıkartır. İşleri ters gitse de, yaptığından iç huzuru duymasa da insana kendini dinletmez, kişiyi kendi haline bırakmaz. 

Dediğim dedik, çaldığım düdük misali gerekirse pire için yorgan yakar, etrafına ışık vermez. O değilden kendisiyle konuşan insanlarla tatmin bulmaya çalışır. Asla bir başkasının gönlünü alayım yoluna gitmez. Çünkü kendi haline kaldığı zaman duyduğu aşağılık kompleksini etrafındaki insanlardan çıkartma gibi bir tiğniyete bürünür. Kimsenin yaptığı işi beğenmez. hep "Ben olsam, şöyle yaparım" şeklinde "Ben, ben, ben" der. Gururu öz eleştiri yaptırmaz. Burnunun dikine gitmeye çalışır. battıkça çıkıyorum, çıkacağım sanır. Çünkü gururu ona hep" Aslında sen şurada olmalıydın, insanlar senin hakkını yediler, ben en iyi yerlere layığım, insanlar bir yerlere bir şey bilmeden geliyorlar, bendeki yetenek kimsede yok" havasıyla yoluna devam eder gider. Eğer buna yol denirse.

Bu tipler kendiyle de barışık değildir. Hayattan kolay kolay da zevk almazlar, Gururu esas mesleğini yapmasının da önüne geçer. İnatçıdır, aynı zamanda kincidir. Kendi yaşantısından kendisinin bile memnun olmadığı kritiğini vicdanının yapmasına imkan vermez. 

Kendisine aşık denebilir böylelerine. Hem de gözünün önünü göremeyecek kadar. 15/07/2016

"Bıraktığın zaman evinin yolunu biliyorsa o kimse geri zekalı değildir..."

Teog tercihleri başladı. Lisede iyi bir okulda okuyabilmek için tercih yapmaya gelen veli ve öğrencilere rehberlik yapmaya çalışıyor bir çok okul yönetimi. Konya merkezde en düşük yüzde ile alan okulun geçen yıl ki yüzdelik dilimi 24,21 olarak görünmektedir.

Yüzdelik dilimi 40-60 aralığında olan öğrencilerden büyük bir kısmı genel Anadolu Liselerini tercih etmek istemektedirler. En düşük Anadolu Lisesi yüzdesi % 24 lerde olduğu dikkate alınırsa bu öğrencilerin Konya merkezindeki herhangi bir Anadolu Lisesine yerleşebilmeleri mümkün görünmemektedir. Puan ve yüzde aralığına göre öğrencilerimizin İmam hatip Liselerini tercih etmelerini istediğimizde öğrenci ve veli istememektedir. Ya da veli istese de öğrenci istememektedir. Niçin istemiyorsun dediğimizde: "Ben o okulu yapamam, orada ezberler varmış, benim ezberim iyi değil, o okulda Arapça var. Ben yapamam. Zaten o okulu zor diyorlar. Bu yüzden gitmek istemiyorum" cevapları alıyoruz. Dilimin döndüğü kadarıyla öğrenciye, zor beynimizde oluşturduğumuz algılardan ibaret. Ben de o okullardan mezunum, hiç zorluğu yok. Zaten Kuran okumayı biliyorsun. Senin için o okul daha kolay olacak, üstelik sana da yakışır" dememe rağmen ikna edebildiğim öğrenci ve veli olduğu gibi ikna edemediklerimin sayısı da epey var.

Bugün her bölgede öğrencilerin ulaşım yönünden  gidebileceği evine yakın okullar olmasına rağmen ailesi istese de bu okulları bazı öğrenciler niçin tercih etmeye yanaşmamaktadır? Öyle zannediyorum ki, İmam Hatip Liselerine halihazırda devam eden, dersleri iyi olmayan vasat ya da vasata yakın bazı öğrencilerin yaptıkları kötü propaganda etkili oluyor  diye düşünüyorum. Geçen yıl yapılan bir müdürler kurulu toplantısında İHL müdürlerinin mevcut öğrencilerine bu durumu anlatması ve tedbir alması yönünde bir konuşmam olmuş, yetkililer de notları arasına almışlardı. Anladığım kadarıyla pek etkili olmamış ya da üzerinde durulmadı. İkinci bir neden bu okullarda K. Kerim ve Arapça gibi dersleri veren meslektaşlarımın bu dersleri sevdiremediğidir. Bildiğiniz gibi bir dersi sevmenin birinci yolu kişinin kendisini sevdirmesi ve dersin önemini izah etmesidir. yani iletişi eksik etmemesidir. Öğrencilerin seviyesine inebilmesidir. Öğrenci milleti öğretmenini sevdi mi dersi de sever. Ölümüne o derse çalışır. Dersi başaramasa da öğretmeninin emek sarf ettiğini, kendisinin iyiliği için çaba gösterdiğine inanır, dersi zayıf da olsa öğretmene ve bu okullara karşı tavır almaz. Üçüncü bir neden dersin bazı öğretmenler tarafından zorlaştırılmasıdır. Sınıfın seviyesine göre sınavlarda soru hazırlayabilmek önemlidir. Bir desten sınıfın büyük bir çoğunluğu zayıf almışsa öğrencinin "Zaten bu ders herkesinki zayıf. Kimse iyi not alamıyor" gerekçesini söylemesine imkan verebiliyor.

Bu konunun etkili-yetkili ve işin mutfağında olan kişiler tarafından iyi incelenmesinde fayda vardır. Bu okula geldikten sonra öğrenci bu okullardan ayrılmamalıdır. Ayrılmak isterse de o okullarda görev yapan meslekçilere gönül koymadan ayrılmalıdır. Niçin ayrılıyorsun diyenlere: Ben bu okulu seviyorum, ama derslerini yapamadım, o yüzden ayrılıyorum" diyebilmelidir.

Bu okullarda öğrencilere adam adama markaj diyebileceğimiz şekilde bireysel danışman öğretmenlik sistemi uygulanmalıdır. Herhangi bir derdi olan öğrenci ilk önce danışman öğretmenine derdini anlatabilmelidir. Öğretmen öğrenci ile belirli periyotlarla bir araya gelebilmeli, durum değerlendirmesi yapabilmeli, öğretmen gıyabında öğrencisini izleyebilmelidir. Öğrencisinin velisi ile irtibatı kesinlikle bırakmamalıdır.

Bu okullarda baskı şiddet, hakaret olmadan, öğrencinin öz güveni yok edilmeden  okul ruhu oluşturulmalıdır. Kuru nasihatten öte uygulamalı örneklik ön planda olmalıdır. Giyim-kuşam konusunda  akran eğitimi, zamana bırakma tedriciliği esas alınmalıdır.

Öğrencilerden hiçbir şey olmaz, başarıları düşük, ahlakı iyi değil düşüncesinde olan öğretmenler var ise onları bu düşüncesinden vazgeçirmek gerekmektedir. Öğrencini akademik başarısı iyi olmayabilir, pekala huy güzelliği kazandırılabilir. Bu tür öğrencilere bakış açımız Süleyman Hilmi TUNAHAN'ın "Bıraktığınız zaman evinin yolunu bulabiliyorsa o kişi geri zekalı değildir, bizim öğrencimizdir, alın getirin, eğitelim" bakış açısı hakim olmalıdır. Çocuğun bir alanda başarılı olamaması işe yaramaz düşüncesine sevk etmemelidir. Mutlaka çocuğun başarabileceği alanlar vardır. Öğrenciyi bu alanlara kanalize edebilmek ve bu konuda rehberlik yapabilmek önemlidir.

Bu okullarda çalışanlar öz verili çalışmalı, ibadet niyetiyle çalışan olmalıdır. Çocuklarda görmek istediğimiz başarı ve davranışın hemen olmasını beklememek lazım. Çünkü eğitim uzun soluklu bir süreçtir. Meyveleri çok sonra yenebilir. 15/07/2016

Pişmiş tavuğun başına gelmedi bu okulların başına gelenler

Cumhuriyet döneminde 1924 yılında açılmış, istihdam imkanı olmadığından 1930 yıllarında öğrencisi kalmadığından kapatılmış, "Cenaze yıkayacak hoca kalmadı" raporunun yayımlanmasıyla 1949-1951 yılları arasında   "Din hizmeti görevlisi yetiştirme" amacıyla MEB'e bağlı 10 aylık kurslar açılmış, 1951-1972 yılları arasında sayısı 72'ye ulaşmış, 1973 yılında lise fark derslerini vermeden üniversitelerin edebiyat bölümlerine gidebilme hakkı verilmiş, diğer bölümlere gidebilmek için liselerdeki fark dersleri vermek suretiyle ikinci bir lise diploması alınmış, 1980'den sonra üniversitelerin tüm bölümlerine gidebilme hakkı elde edilmiş, 1990'lara gelindiğinde sayısı 390'lara ulaşmış, üniversite yerleştirmelerinde iyi başarılar elde edebilmiş, Anadolu Liseleriyle yarışır hale gelmiş, bazı yerlerde sınavla öğrenci alınma yoluna gidilmiş bir okul türü.

1997'lere gelindiğinde okul sayısı 601 olmuş, öğrenci sayısı ise yarım milyonu geçmiş durumdaydı. O günün gazetelerinde: "Bu okullardan mezun olanlar genelde hukuk ve siyasala gidiyorlar, ileride laikliği bize bunlar savunacak, tedbir alınmalı" yazıları haber yapılmaya başlandı. Getirilen kesintisiz eğitim dolayısıyla ortaokul kısımları kapatılmış, lisesini bitiren mezunlarına konulan katsayı dolayısıyla okullar kapatılmaktan beter yapılmış bir okul oldu bu okullar.

1998 yılına gelindiğinde mezunlarının % 75 i 4 yıllık fakülteye gidebiliyor iken katsayı uygulamasıyla birlikte öğrenci sayısı 192 bine kadar düşmüş ve mezunlarının artık % 25'i 4 yıllık fakülteye gidebilir olmuştu. 2011 yılından itibaren katsayı farklılığı tamamen ortadan kaldırılırken 2015-2016 öğretim yılına gelindiğinde bu okulların sayısı 1149, öğrenci sayısı ise 555.000'lere ulaşmıştır.

Devletin arsasını vermediği, binasını yapmadığı, vatandaşlar tarafından kurulan dernekler marifetiyle yardımların toplanarak arsalarının bulunduğu, binalarının vatandaşların yardımıyla yapıldığı okullar bunlar. Devlet yardım etmedi ama sıkı denetimini de hiç eksik etmedi bu okullardan. Bu okulların başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi dense yeridir. Önleri zaman zaman hep kesilmek istendi.  Öğrenci sayısı itibariyle inişli çıkışlı bir grafik izlese de vatandaş yine pes etmedi.

Genelde Anadolu'nun mütedeyyin insanları, köy ve kasabalarda ikamet edenler tercih etti bu okulları. 90'lı yıllarda bir çok lise ile yarışır bir duruma geldiği zaman okul türüne sıcak bakmamasına rağmen tutturduğu kalite dolayısıyla  bu okulları tercih eden kesimler de olmaya başlamıştı.

2000 yılından önce devletin diğer okullara oranla istenmeyen üvey evladıydı bu okullar tabir yerindeyse. 2011 yılında katsayının kalkması ve 2012 yılından itibaren zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılıp 4+4+4 sisteminin gelmesiyle birlikte İmam Hatip ortaokullarının yeniden açılması sonucu bu okulların ve öğrenci sayılarının arttığı, 90'lı yıllardaki gibi yeniden tercih edilen okullar olduğu göze çarpmaktadır. Dünün üvey evladı bugün öz evladı haline gelmiş; bina yapımında, arsa tahsisinde devlet imkanlarından hiç olmadığı kadar yararlanmaya başlamış, bir çok ilde proje okullar açılmaya başlanmış, fen ve sosyal bilimler ağırlıklı statüleri verilmiştir. Dün önü kesilmeye çalışılan, bugün tamamen önü açılan okul görünümündedir.

Vatandaşın istemesi ve yetkililerin destek vermesi sonucu neredeyse okulu olmayan yerleşim merkezi yok gibidir halihazırda.

Devletin her türlü imkanı vermesiyle birlikte bu okul türünün 90'lardaki başarıları halen yakalayamadığı göze çarpmaktadır. Şimdilerde TEOG tercihleri başladı. Okulların bir yıl önce yüzdelik dilim bazında aldığı oranlara bakıldığı zaman Konya gibi bir ili incelersek en iyi okulun % 10 yüzdelik dilimle öğrenci aldığı görünmektedir. Bir çok yerleşim yerinde % 95 yüzdelik dilimle öğrenci alan okullar bile var maalesef. Bir zamanların en düşük  yüzde ile öğrenci alan Mesleki ve Teknik Liselerinin yerini almış durumda. Yüzdelik dilim olarak en düşük seviyede olmasının sebeplerinden bir tanesi de sayısının normalden fazla açılmış olması düşünülebilir.

Geçmişten günümüze birçok badireler atlatmış olmasına rağmen başarılarından övgüyle söz edilebilen bu okul türüne şimdiler de iyilik mi yapıyoruz, yoksa kötülük mü? Bu konunun iyi incelenmesinde fayda vardır.  Bu okul türünü isteyenlerin ve açma yetkisi verenlerin iyi niyetinden ve bu okul türünü sevdiklerinden asla şüphe duymuyorum. Fakat bu sevgimiz ve iyi niyetimiz iyi sonuç verecek mi? Kaliteyi yakalayabilecek mi? Diğer okul türleriyle yarışabilir olabilecek mi? Görünen köy kılavuz istemez. Tercih eden öğrencilerin puanlarıyla oluşan okulların taban puanlarına bakıldığı zaman yarışabilme imkanı görünmemektedir. Tabir yerindeyse bugün bu okul türleri dün devletin bıkıp usandığı için dönüştürdüğü genel liselerin işlevini yerine getirmektedir. Bu okulları açanlar, lütfen ellerini başlarına koyarak yeniden bir düşünsünler. En iyi okulunun % 10 yüzdelik dilimle aldığı, % 95'lere varıncaya kadar yüzdelik dilimlerinin oluştuğu bu okul türünün % 1 yüzdelik dilimle öğrenci alan diğer bir çok okullarla başarıda yarışabilmesi mümkün müdür? Bir iki okulumuz dışında diğer okullarımızın genel lise görevi yapması bu okul türüne yaptığımız en büyük kötülük olsa gerek. Çünkü hiç bir kalite tesadüfi değildir. Hesapsız, kitapsız, mantar gibi açılan bu okullar maalesef diplerdedir. Bir şeyin sayısını ne kadar çoğaltırsanız kaliteyi o kadar düşürürsünüz. Bu okul türünü artırmada acele edildi diye düşünüyorum. Uygun bir yerde açılan bir okulun belli bir kaliteyi yakaladıktan sonra yeni okul/ların açılmasına imkan verilmeliydi diye düşünüyorum. En düşük yüzdelik dilimle öğrenci alan bir okul yönetiminin, öğretmeninin öğrenciye verebileceği bir şey yoktur. Çünkü hedefi olmayan hiçbir öğrenciye kimse bir şey yapamaz. % 95 yüzdelik dilimle öğrenci alan bir okulun %  1 yüzdelik dilimle öğrenci alan bir okul ile yarışabilmesi mümkün müdür? Aradaki makas katsayı adaletsizliğinden daha fazladır.

Gelin hep beraber bu okullara iyilik mi yaptık, kötülük mü? İsterseniz yeniden bir düşünelim. Ne yapılması gerekir, buna kafa yoralım. Yol yakınken tedbir alalım. 15/07/2016

14 Temmuz 2016 Perşembe

Siyaseti nasıl yapalım?

Sanal alem, gazete köşeleri bazı insanların egolarını tatmin ettikleri yer olsak gerek. Bu alem de olmasa sanırım kahırlarından çatlayacaklar. Çoğumuz bulunduğumuz yerden 'Avrat boşamaya' devam ediyoruz. Hani bizde "Bekara avrat boşamak kolay" derler ya. İşte öyle bir şey.

Ülkeyi yöneten insanların zaman zaman açıklamaları ve tasarrufları olur. İdarenin yaptığı her şey eleştirilebilir. Çünkü eksik yönleri olabilir, hatta yanlışları olabilir. Ki vardır da. Başta ana muhalefet olmak üzere ülkenin sivil toplum kuruluşları bu uygulamaları eleştirebilir, eksik ve fazla yönlerini söyleyebilir, ne şekilde olması gerektiği konusunda gerek mecliste gerekse kamuoyunda açıklamalar, hatta demokratik mücadeleler verebilirler. Normal vatandaş da aynı şekilde görüşlerini söyleyebilir. Bu görüşler dikkate alınır ya da alınmaz. Genelde alınmaz. Çünkü bizde herkes çoğunluğuna güvenir, muhalefetin eleştirileri doğru bile olsa taslak ya da tasarı delinir, ya da onların dediği olacak düşüncesiyle pek itibara alınmaz. Aslında zaman zaman muhalefetin görüşlerini de dikkate almakta fayda vardır. Muhalefet de muhalefetteyim, bu yüzden her şeye karşı çıkacağım müzmin muhalifliğini bir tarafa bırakabilmelidir. Hem iktidar hem de muhalefet yapıcı olmalıdır. Bu duruma gelmemiz için "Kırk fırın ekmek yememiz" lazım ama onu da doktorlar çok gördüler neredeyse ekmeği yasaklayacaklar. Asgari müştereklerde buluşmamız lazım ama biz nedense asgari müştereklerde buluşmuyoruz. Bunu da bir kazanım ya da postu deldirmeme olarak görüyoruz. Allah öbür dünyada bizi aynı Cennet'e koysa 'Olmaz ama efendim' diyeceğiz bu gidişle.

Eleştiri, tenkit güzeldir, hele yapıcı eleştiri. Biz artık toplum olarak eleştiri boyutunu aştık. Hakaret ediyoruz. Hem de gece gündüz. Düşman olarak gördüğümüz rakibimizle yatıp onunla kalkıyoruz. Yatarken stresli yatıyoruz, kalkarken de hep sol taraftan kalkıyoruz. Halbuki Maide 105.ayette Allah: "Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir." buyurmaktadır. Kendi gözümüzdeki merteğe bakacağımıza başkasının hata ve yanlışlarıyla uğraşıyoruz. Hele bazıları sorumluluk sahibi siyasilere tam gaz kızma ve hakarete devam ederken şimdilerde hızını alamayıp ona oy verenlere de hakaretler yağdırmaya başladı. Bu, sağlıklı bir psikoloji değil. Başkalarına hakaret ederek yol alan bir insan türü söyleyin bana Allah aşkına. Siyaset, insanın kendini pazarlama yeridir. Kim kendini daha iyi pazarlarsa, kendini daha iyi anlatırsa, halk kimi daha ikna edici bulmuşsa onu iktidar yapar. Bu halkın sağı-solu belli olmaz. Siyaseti bazımızın yaptığı gibi futbol takımını tutar gibi tutmaz. Dün vezir yaptığını bugün rezil, dün itibar etmediğine yarın şans vermektedir. Son 20 yıla bakalım. Bu halk kimleri getirdi, kimleri götürdü. Hem de birbirine zıt partilere bile imkan verdi. O halde biz iktidara, ona oy verene kızıp hakaretler yağdıracağımıza, ya da muhalefete oy verene kızacağımıza tüm maçları yıllardır kaybeden kendi partimize niçin kızmıyoruz? kendi doğrularımızı anlatıp maç sonucunu bekleyelim. Yine kaybediyorsak taktik değiştirelim, gerekirse oyuncu ve teknik heyeti yenileyelim.

Siyaset kızma, hakaret işi değildir. Hep karşındakinin hatasını gösterme, bulma mesleği hiç değildir. Kendini anlatma, pazarlama işidir. Ekip işidir, vitrin işidir. Başkasına kızıp zaman harcayacağımıza kendi alternatif görüşlerimizi anlatsak gerçekten bu halk samimi bulursa onu da iktidar yapar. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Ne dersiniz? Eğer siyaset yapacaksak, ülkenin yarınlarında söz sahibi olmak istiyorsak siyaseti de kuralına göre yapalım. Hakaret ederek seviyemizi düşürmeyelim. Kendimizi daha iyi ifade edelim. Halkın seviyesine inelim. Halkın sizi anlamasını beklemekten ziyade siz halkı anlamaya çalışın. Onları bidon kafalı olarak görmeyin. Halkın sağduyusuna güvenelim. 14/07/2016

Düşene bir tekme de biz vurmayalım *

Etrafımız ateş çemberi, hatta Güneydoğu’muz savaş alanı haline getirildi. Kana doymayanların yine Orta Doğu'da yeni bir paylaşımları söz konusu. Bakalım ne kadar insanın ölümü, ne kadar ailenin evini barkını, işini ve aşını kaybetmesine mal olacak bu sömürgecilerin bitmek tükenmek bilmez dünya hırsı.

Nerede bir savaş varsa komşu ülkeler mülteci akınına uğrar. Halihazırda ülkemizde 3 milyon Suriyeli mülteciden bahsediliyor. Bir kaç yıldır ülkemizde misafir ettiğimiz Suriyeliler ile ilgili -bireysel suça karışma olsa da- çok büyük olaylar olmuyordu. İçlerinde cami köşelerinde dilenenler olsa da bir kısmı işyeri açmış, büyük bir kısmı neredeyse yok pahasına, sosyal güvencesi olmadan sanayici ve esnafımızın yanında ekmek parası için çalışmaya başlamış, çocukları okullarımıza misafir öğrenci olarak alınmış, birçoğu Türkçe öğrenmiş durumdalar. Kimimiz ellerinden tuttu yardım etti, kimimiz: “Doldular geldiler buraya, ne zaman gidecekler” dedi durdu.

Şimdilerde mültecilere vatandaşlık verilsin, verilmesin tartışması gündemimizde. Her konuda olduğu gibi istikrar abidesi olan ülkemizin insanı yine ikiye bölündü: Kalsınlar, gitsinler. Hakkını yemeyelim bir de ‘ama’cılar var. Vatandaşlık tartışmalarıyla birlikte başta Beyşehir olmak üzere Suriyeliler'le aramızda ölümlü kavgalar baş göstermeye başladı. İnşallah böyle olayların arkası gelmez. Çünkü bu tür olaylar provokatif olaylara sebebiyet verebilir. Dikkatli olmada fayda var. Her zamankinden daha fazla soğukkanlı olmalıyız.

Mültecilere vatandaşlık verilsin mi, verilmesin mi tartışmasına katılma gibi niyetim yok. Ben kalsın desem de kalmasın desem de insani bir durum dolayısıyla onlara sınırları açan devlet nasıl ki bana sormadı, vatandaşlık vereceğinde de yine bana sormayacak. Madem Suriyeliler içimizde bir realite. Yanıbaşımızda olumsuz etkilerini gördüğümüz bu savaş kısa zamanda da biteceğe benzemiyor. O zaman beğensek de beğenmesek de, istesek de istemesek de mültecilerle yaşamak durumundayız. Ülkemiz zaten yolgeçen hanı. Her birimiz derinlemesine geçmişini araştırsa  kökenimiz dışarıyı gösterir… Kimleri barındırdık kimleri. Lanetli kavim olarak bilinen Yahudiler’i bile almışız Osmanlı Döneminde. Naziler’den kaçanlara da kucak açmışız. İlkokulda Türk Milletinin özelliklerini okurken bir tanesi de “Misafirperliğimiz” idi. Nice yıllardır bu ülke her mağdur ve mazluma hep  kol kanat germiştir.

“Suriyeliler gitsin” diyenlerin çoğunun bu insanlara yardım ettiğini sanmıyorum. Günümüzde akraba ve kardeşler arasında bile basit meseleler yüzünden kavgalar çıkabilmektedir. Suriyelilerle aramızda çıkan kavgaları büyütüp olaylara hamasi duygularla yaklaşarak toplumsal infiale sebebiyet verebiliriz. İşçi ihtiyacını karşılamak için dün bizi ülkesine davet eden Almanya’da bir zaman geldi ki, Türk işçiler istenmez oldu. Dazlaklar adı verilen ırkçı-şovenistler zaman zaman soydaş ve dindaşlarımızın evlerini ateşe verdiler, ölümlerine sebep oldular. Bizler onların yaptığını yaparsak Dazlaklar’dan ne farkımız kalır. Hani biz Ensardık? Hani biz misafirperver idik? Bir Suriyeli mültecinin telefon profilinde Arapça olarak: "Gurbette, yaşayandan başkasının bilemeyeceği ... açlıklar vardır" yazısını paylaşmıştı bir arkadaş sanal alemde. Evini, barkını, işini-aşını, ailesini ve memleketini kaybeden mültecilerin içimizde yaşadıklarından çok da memnun kaldıklarını söyleyemeyiz.

Ülkesinde mülteci barındıran Pakistan gibi olmaması için devletin tedbirler alması lazım. Suça karışan kim olursa olsun sınır dışı edilsin. Vatandaşlık verecekse kılı kırk yarsın. Dua edelim de; savaş ülkemize sirayet etmesin, Suriye ve Irak’taki savaş sona ersin, mülteciler ülkelerine dönsün. Allah kimseyi vatansız bırakmasın. Başkasına el açan duruma düşürmesin. Veren el olmayı nasip etsin bize. Bunu şu anda en iyi Suriyeli mülteciler bilir. 14.07.2016

16.07.2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Biz bu Suriyeliler'i ne yapalım?

Asalım mı keselim mi ya da kaynatıp suyunu mu içelim? Kimdir, necidir, bunlar? Biz bunlardan nasıl kurtulacağız? Vatandaşlık verilsin mi verilmesin mi? Vatandaşlık verilirse bunlar oylarını kime verirler? 7'den 70'e oturup kalkıp içimizdeki sayıları 3 milyonla ifade edilen mültecilerden dem vuruyoruz. Neler demiyoruz neler!

Bu ülke insanının hakkını teslim etmek lazım. Yine her konuda olduğu gibi ikiye bölündük: vatandaşlık verilsin. Yok verilmesin şeklinde. İkiye bölünme konusundaki istikrarımız takdire şayan. Tek Allah'ın birliği konusunda halihazırda ittifak halindeyiz. Eğer bir siyasi bu konuda bir tartışma başlatırsa birliği konusunu da gerekirse tartışma konusu yaparız. Çünkü damarlarımızda kan, yüzümüzde bet beniz kalmaz eğer aynı görüşte olursak.

Mültecilik konusu savaşan devletlerin komşu devletlere zorunlu bir hediyesidir. Süper güçler ülkeleri kan gölü haline dönüştürür dünyalık menfaatleri için. Ceremesini de sivil halk çeker. Kimi göç eder, kimi de bir kör kurşuna duçar olur. Mezarı bile bulunamamasına dünyaya veda eder. Suriye'deki savaş, birbirlerini öldürme savaşıdır. Kimse düşmanını öldürmüyor, birbirini öldürüyor. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Adamlar memleketlerinde kalsa sakal, başka bir ülkeye terki diyar eylese bıyık. Çoğumuz oturup kalkıp Suriyeliler'e kızıyoruz, savaştan kaçtılar diye. Adamlar kiminle savaşacak belli değil. Sonra yapacakları savaş, galibi olmayan bir savaş olacaktır. Geçen gün Milli Eğitim Bakanı açıkladı: Güneydoğu'ya ilk defa atanan öğretmenlerin % 90'ı bir yıl içerisinde eş durumundan Batı'ya geliyor diye. Çocuğumuzun tayini, askerliği Doğu'ya çıksa hop oturup hop kalkıyoruz. Gerekirse naylon evlilik yapıp eş durumundan dolayı oradan kaçmaya çalışıyoruz. İşte Doğu da bizim memleketimiz. Niçin durmuyoruz orada... durmadığın, emek sarf etmediğin memleket senin değildir. Ben durmayayım orada bir başkası dursun dersen daha çok beklersin.

Anadolu tarih boyunca göçler ülkesi olmuştur. Her millete kucağını açmıştır. lanetlenmiş kavim olarak bilinen Yahudilere bile sınırları açmıştır Osmanlı döneminde. Nazilerden kaçanlara da kol kanat germiştir Türkiye Cumhuriyeti. Eskiden bu milletin özelliklerini sayarken bir tanesi de misafirperverlikti. Ne oldu bize. Adamlara bir ekmek veriyoruz dokuz tokmak vuruyoruz. Ekonomisi kendi kendine bile yetmeyen, cari açık veren bir ülke aynı anda 3 milyon savaş mağduruna misafirperverlik yapıyor, kimseye el avuç açmadan. Tarih bu ülkenin bu mültecilere yaptığını sitayişle yazacaktır. Zaman zaman Avrupa'da, şimdilerde ABD'de ortaya çıkan ırkçı yaklaşımlardan kaçınmada fayda vardır. Almanya'da Dazlakların bizim gurbetçilerimize yaptıklarını nasıl ki kabullenemiyor isek bizim de empati yaparak ülkemizdeki mültecilere aynı muameleyi yapmamamız gerekir.

Şunu açıkça söyleyelim ki, Türkiye'nin Suriye politikası iflas etmiştir. Suriye'de kim galip gelirse gelsin ABD ve batılı devletler galip gelmiş olacaklardır. Çünkü bu savaşta Türkiye tek ata oynarken bizimle beraber yola çıkan süper devletler 10 ata oynamıştır. Savaşı 10 attan biri kazanacaktır.

Devlet Suriyeli mültecileri vatandaş olarak  alacak görünüyor. Hükümet doğru yapar ya da yanlış. Meclisteki çoğunluğuna güvenerek  bu mültecilere vatandaşlık verebilir. Vatandaşlık verildikten sonra olması muhtemel risklerin olmaması için ne gibi tedbirler ve yaptırımlar alınmalıdır önerileriyle çıkmak lazım kamuoyunun önüne. Mülteci sorunu dolayısıyla Pakistan'ın içine düştüğü durum iyi irdelenip aynı duruma düşmememiz için uygulanabilir kurallar ortaya koymak gerekir.

Ülkemizdeki mültecilere vatandaşlık verilecekse;
Kimin, nerede kaldığı belli olmalıdır. Hepsinin parmak izi alınmalıdır. Suça karıştığı tespit edilenler sınır dışı edilmelidir. Dilencilik yapmaları yasaklanmalıdır. Çocuklarını okula gönderme zorunluluğu getirilmelidir. Türkiye'deki zenginlerin ikinci hanım olarak Suriyeliler ile evlenmesi yasaklanmalıdır. Belli bir yıl bu ülkede kalıp suça karışmayanlar vatandaşlığa alınmalıdır. Devlet yardımı var ise vatandaşlığa geçtikten sonra yardım kesilmelidir. Suriyeliler'den ucuz işçilik olarak faydalanmanın önüne geçilmelidir. İmkanı olmayan mülteci ve kendi insanımıza belli bir süre yardım yapılmalıdır. Devlet başta Suriye olmak üzere Irak gibi yerlerde savaşın sona ermesi için diplomasi yürütmelidir. Savaş bittikten sonra mültecilerin ülkelerine dönmeleri için devlet teşvik yapmalıdır. Vatandaşlar vatandaşlık meselesi gündeme gelmesiyle birlikte ülkenin değişik yerlerinde meydana gelen provokatif olaylara karşı uyanık olmalıdır. Bu ülkenin insanı mültecilere karşı düşmanca  tavır içerisinde olmamalıdır. Yardım yapıyorsa başa kakmasın. Yapmıyorsa zaten hiç konuşmasın. Devlet Suriyeliler'den önce bana fazla verip onlar geldikten sonra paramı azaltmadı. Gelip evime oturmadılar, beni evimden çıkarmadılar. Onların durumuna bakıp kendi halimize şükredelim. Bu memleketin kıymetini bilelim. Birbirimize düşmeyelim. Bu ülkenin tüm etnik grupları bu ülkede bir ve beraber yaşamanın üzerinde duralım.

Allah kimseyi vatanından etmesin. 13/07/2016