11 Nisan 2016 Pazartesi

Whatsapp grup paylaşımları üzerine bir analiz

Dostum!  Teknoloji ilerledi, birbirimizle daha çabuk iletişim kurduk. Böylece birbirimizi daha iyi tanımaya başladık.

Birlikte çalıştığımız yerde örnek yaptıklarımızı paylaşmak, birbirimizle daha çabuk haberleşmek amacıyla whatsapplarımız da kuruldu. Yetmedi, gruplar da oluşturduk. Buraya kadar her şey  güzel.

Çalıştığım kurumla ilgili 3 ayrı grubumuz var. Maşaallah örnek çalışmalarımız tüm hızıyla mermi gibi devam ediyor. Okulumuzun herhangi bir köşesinde bir şey yapmışsak neredeyse daha kendimiz bakmadan, resim, video sayısına bakmadan gönderiyoruz zorunlu ortaklarımıza. Dereceniz, başarınız, etkinliklerinizin sayısı  benim göğsümü daraltsa da bir çoğunun gönlünde taht kuracak şekilde. Her gönderdiğinizle tarihe not düşüyorsunuz. Bulunduğunuz yerin size dar geldiğinin farkındayım. En kısa zamanda çok iyi yer ve pozisyonlarda olmanızı temenni ederim. Ben patlasam da, çatlasam da sen yine mermi gibi bu tarihi vesikalarını göndermeye devam et. Şu anda belki de kurumumuzda kimin ne yaptığıyla ilgili ayrı bir birim kurulmadıysa da bir gün bu gönderdiklerinizi değerlendiren çıkacak. İşte o zaman gönlünden geçen en iyi yerde olacaksın. Bundan hiç şüphem yok.

İş yoğunluğundan dolayı, fazla efor sarf etmenden dolayı yaptıkların belki kaybolabilir. Yaptığın her şeyi whatsappta paylaşmakla bir taşla çok kuş vuruyorsun. Eminim farkındasındır. Hem çalıştığını göstermiş oluyorsun, hem de yaptıkların yok olmayacak. Çünkü biz arşivliyoruz. 16 gb’lık telefonumun hafızası gönderdiklerinle iyice doldu. Telefonum donmaya başladı. En sonunda gidip 32 gb’lık bir hafıza kartı daha aldım. Arşiv sağlam. Sen göndermeye devam et. Yeter ki sen mutlu ol. Biz hamallığını yapmaya devam ederiz. Sağda solda hamal falan arama, bizden iyi hamal mı bulacaksın. Hatta ileride babam-annem acaba neler yaptı diye çocukların arayış içerisine girerse ne sen ne de çocuğun merak etmesin, bütün gönderdiğin o kıymeti baha biçilmez hazinen koruma altında. Yani sen orada çalıştıkça biz de burada her gönderdiğine bakarak, bakmak zorunda kalarak bizi de diri tutuyorsun. Bu konuda da sana ne kadar müteşekkir olsak azdır. Zira bana sabrı öğrettiniz, fesübhanallah çekmeyi de.

Senin gibi değerli, çalışkan bir arkadaşa haddim değil ama, bir öneri de bulunsam… Kurumun adına kurmuş olduğun web sayfanın yanında bir de kurumun adına facebook sayfası, twitter hesabı açsan daha iyi olmaz mı? Hem orada bilgiler hiç kaybolmaz. Hem daha fazla insan yaptıklarından haberdar olur ve sizi örnek alırlar. Evet biz senin paylaştıklarını belleğimize kaydediyoruz kaydetmesine de. İnsan yapımı bu. Telefonumuz arızalanıverse senin o kıymetli bilgilerin de yok olur. Hem bilgini sınırlandırmamış olursun. Diğer insanlarla da bilgini paylaşmış olursun. Hem benden uzak Allah'a yakın olmuş olursun.

Benim gibi anlama özürlü birisi bu tür paylaşımlarla ilgili bir kaç yazı yazdı ama. Anlama özürlü birinin yazısından ne çıkar. Sen yine göndermeye devam et. Kınamanın kınamasına aldırma. Ben de bundan sonra bir fil ile yetinmeyeceğim, senden ricam ikinci fil istiyorum. Bu arada o oyuncağı da yanından ayırma. Hatta yatarken bile aklına gelen bir şey olursa onu da paylaş.

Hadi göreyim seni. Fakat küçük bir eleştirim olacak. Çok da açgözlü olma. Bu güne kadar yaptığın sevapsa yeter kazandığın sevap. Fazla da isteme. Biraz da başkası kazansın. 11/04/2016


Yoksa bize uzak Allah'a yakın ol mu diyorsunuz?


4 ay öncesi yazmaya başladım, bir cahil cesaretiyle. Haftada iki gün karşınıza çıkıp arzı endam ediyorum.  Çalakalem duygu ve düşüncelerimi ifade ediyorum. Sizin her biriniz yazılarım ya da yazdıklarımdan daha güzel şekilde  yazabilir, daha farklı konulara değinebilirsiniz. Bundan şüphem yok.

4 aydır yazıyorum ama neredeyim, okunuyor mu, okunmuyor mu, iyi mi yazıyorum, kötü mü yazıyorum bilmiyorum. Çünkü doğru dürüst  yeterince  geri bildirim almıyorum.  Dönüt geliyorsa da haberim yok.  Bireysel görüştüğüm bazı kimseler sağ olsunlar tepkilerini dile getiriyorlar. Ama yeterli görmüyorum. Halihazırda kendimi körler ve sağırlara oynuyor gibi görmekteyim.  
Her insan gibi benim de yapıcı eleştiriye ihtiyacım var. Hani biz söyleriz ya: “Dost acı söyler ama doğru söyler” diye. Eksiklik ve hatalarım ancak söylenirse törpülenir. Ben yazı yazma konusunda kendimi bulunmaz Hint kumaşı gibi hiç görmedim. Bilgi, donanım, birikim bakımından, kelime hazinem bakımından, Türkçe yazım ve imla kurallarım bakımından eksik olduğumu ilk yazımda da ifade ettim; Küçük Ayasofya Camisine imam olarak atanan Bekri Mustafa’yı anlatarak. Hangi iş olursa olsun kendimi hep, “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” misali “Abdurrahman Çelebi” olarak  gördüm. Hasılı hem acemiyim, hem de bu işin ehli değilim.

Şunun iyice bilinmesini isterim ki, yaptığım işi en iyi şekilde yapmak isterim.  Bunun için de  sizlerden dönüte ihtiyacım var. Yoksa ha varlığın ha yokluğun mu diyorsunuz. Ya da olduğun kadar rezil olmuşsun, rezillikte iyice piş mi diyorsunuz?  Yoksa şu müezzin gibi miyim? Hani bir köyde hiç namaz kılan yokmuş. Buna rağmen biri görevli olmadığı halde üzerine vazife çıkarmış. Camiye gelen olmasa da her gün minareye çıkıp ezan okuyormuş. Bencileyin adamın sesi de çirkinmiş. ( Aslında çirkin ses yoktur. Eğitilmemiş ses vardır.) Köylüler toplanıp adama: “Arkadaş biz namaz kılmıyoruz. Camiye de gelmiyoruz. Sen ne diye hep ezan okuyorsun’ demişler. Adam, ‘Ben Allah rızası için okuyorum’ demiş. Köylü: ‘ Ne olursun sen, bundan sonra Allah rızası için ezan okuma’ demişler. Adam istenmemesine rağmen okumaya devam etti mi, etmedi mi bilmem. Eğer okuyucularım olarak bir şey söylersek kırılır, üzülür, gönül koyar, biz söyleyemeyiz diyorsanız. Bana “Allah rızası için bundan sonra yazma” deyin ben anlarım.

İnsanın hatasının yüzüne karşı söylenmesi kişiyi üzer. Ama eleştiri de olmazsa olmaz kurallarımızdandır. Gelin şu kuralı bir tarafa bırakalım da, bana yapıcı eleştiri yapın. Eleştiri yapanı gerçek dostum bilirim. Yok arkadaş, senin dostluğunu da istemeyiz, bizden uzak durun diyorsanız , bu da bir eleştiridir. Mutlaka deyin.

Yoksa senin bize, bizim de sana verebileceğimiz bir şey yok mu diyorsunuz. Bizden uzak, Allah’a yakın ol mu diyorsunuz?…

Ne derseniz deyin ama bir şeyler söyleyin, yazın. En sevdiğim insan tipi ardımdan değil de zoruma da gitse yüzüme karşı yapılandır. Yok senin sevgine de ihtiyacımız yok; gölge etme, ihsan istemez; dünya kuruldu, kurulalı böyle eziyet görmedi  diyorsanız, daha ne diyeyim: Allah sizin de benim de hayrımı versin emi!... 11/04/2016

Şehir içi dolmuşçuluğu


İşinize, gücünüze, gezmenize giderken hangi tür araçları kullanırsınız bilmem.  Ben belediye ulaşım araçlarını tercih ederim.. Bugün size otobüsle gider gelirken uzaktan gözlemlediğim şehir içi dolmuşlarıyla ilgili gözlemlerimi aktarmak istiyorum.

İşin acildir, bugün dolmuşa bineyim dersin.  Evliya gibi adamlar gerçekten. O her zaman son hız giden dolmuş sanki bir kağnı olur çıkar, yavaş yavaş hareket eder. Bindiğine bineceğine pişman olursun. Bazen de vaktin geniştir. Seyrede seyrede gideyim, vakit geçsin dersin. Rüzgar hızıyla giderler. Gideceğin yere seni erkenden bırakır geçer gider. Bazen el kaldırırsın, içi müsait olduğu halde durmaz. Çünkü yolda denetim vardır mutlaka. Ayakta yolcu almaz. Kurallara uyası gelmiştir bugün. Bazen de dolmuşun içi, koridoruyla beraber tıklım tıklımdır, bugün de çuval gibi dolduracaktır. Aldıkça alır. Araç dolu olduğu halde yolda el kaldıranları gördükçe ikide bir, “İnecek var mı” diye seslenir durur.

Kendilerine ayrılmış indi-bindi dolmuş duraklarını pek kullanmazlar. Her yer onlar için duraktır. Canı istediği zaman yolcuyu indirir, canı istemediği zaman burada durak yok, durak harici indi- bindi yasak der. Bazen  yolda sıkışıklık varsa ambulans gibi hareket eder. Nerede boş yer bulursa oraya girer. Yolcuyu gerekirse sol şeritte indirir.

El kaldıran yolcuyu görmek isterse görür, istemezse görmez. Hele elinde valiz ya da eşya varsa görünmeyen müşteri olursun. Hareket saatleri belediye otobüsünün önünden gelmek şeklindedir. Yolcu alma yerleri belediye otobüslerine ayrılmış durakların önüdür. Dolmuş ışıktan kalkar, otobüs durağının hemen önünde durur, otobüsün durağına yanaşabilmesi  için dolmuşun yolcusunu alıp hareket etmesi gerekiyor. Ne yolcu durağı geçince durur, ne de dolmuş arkamda otobüsü bekletiyorum diye düşünür. Bundan dolayı  ışıktan az sayıda araç geçebilir. Çoğu zaman sağ şerit tıkandığından arkasından gelen araçlar ikinci kırmızıyı beklemek zorunda kalabiliyor.

Bütün dolmuşçular böyledir iddiasında değilim. Gözlemlerimde yanılıyor da olabilirim. Dolmuşçuların iç hallerini bilmiyorum. Mutlaka onlar da ne zor şartlarda çalışıyorlardır.

Bazı hatalarda suç tamamen dolmuşçuların değil tabi. Yolcu otobüs durağının ilerisinde dursa trafik kilitlenmemiş olur. Yolcular: “ Sağda inebilir miyim, münasip bir yerde, müsait bir yerde, yolu atlayınca, ışığı geçince” şeklinde durak harici yerde inme-binme talebinde bulunmamalıdır. 10 metre önce inen birisinin ardından münasip bir yer diye seslenmemelidir. Biraz da yürümeyi göze almalıdır.
Otobüsü, dolmuşu hepsi kamu hizmeti yapmaktadır. Her biri rızık peşindedir. Otobüsün yolcusu farklı, dolmuşun müşterisi farklıdır. Arada hangisi denk gelirse binen yolcu tipleri vardır. Bu yolcu tipleri de bineceği yeri iyi seçmelidir. Trafik kilitlenmemelidir.

Dolmuşlar da bilinen rutin kontrol ve denetimin dışında iyi denetlenmelidir. Polis yasak savma babından işini yapma yoluna gitmemelidir. Bir trafik kontrolü olduğunda öndeki dolmuş hemen ardından çıkana haber vermektedir. Boşa kürek çekmemek gerekir. Denetimin ne zaman, nerede, ne şekilde olduğu hep sürpriz olmalıdır. Beklenmeyen yerde, beklenmeyen saatte yapılmalıdır.


İyi yolculuklar!... 10/04/2016

9 Nisan 2016 Cumartesi

Şehirlerimiz kötülükte milat olmasın *


Bir şehirde nahoş bir olay olmuş ise artık o şehirle yatar o şehirle kalkarız. Adı sanı pek duyulmayan şehir ülkenin bir numaralı gündemi haline geliverir. Bölge halkı şehirlerinin isminin çok geçmesine mi sevinsin ya da şehrin olayla birlikte zikredilip dillere pelesenk olmasına mı üzülsün?

Balıkesir’in bir Susurluk ilçesi var malumunuz. Bilmediğimiz bir ilçe iken 1996 yılında ilçe sınırları içerisinde meydana gelen bir trafik kazası ilçeyi, ülkenin ve dünyanın gündemine taşıdı. Çünkü araçta bulunan şahıslar: Devlet-siyaset-mafyayı temsil ediyordu. Yıllarca konuşuldu, “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri yapıldı. Devlet şeffaflaşacak dendi.  Adına raporlar hazırlandı. Sonuç,  sıfır elde var sıfır. Ayranıyla meşhur ilçemiz ismi geçince bilinçaltımızda başka çağrışımlar yapıyor artık.

Şimdilerde gündemde Karaman'daki cinsi sapık olayı var. Herkesin güvenini kazanmış bu sapık, parmak kadar masum çocuklara taciz etmiş. Karaman'la yatıyor, Karaman'la kalkıyoruz artık. Siyasiler, gazeteciler, köşe başlarını tutmuş yetkililer görsel ve yazılı medyada suçlu arıyor, suçlu ararken de birbirlerini suçluyorlar. Bisküvisi ile meşhur  Anadolu'nun bu şehri ne ile anılır hale geldi. Karaman Karaman olalı böyle eziyet görmedi dense yeridir. Lokal bir olayı irdeleyeceğiz diye şehrin adını zikrederek şehirleri kirletiyoruz. Yapılması gereken, bundan sonra böyle mağduriyetlerin yaşanmaması için ne gibi tedbirler almalıyız sorusuna cevap aramak olmalıdır. Bu olay ulu orta konuşulmaya devam ettikçe en fazla incinen/ler her gün ölmeye devam edecektir. Bir anlık rezillik yapmaya ömrümü veririm modundaki beyni uçkuruna bağlı sapık, içeride devlet gözetiminde vezirliğini yaşıyor. Onun attığı bir taşı bir şehir, koca bir ülke çıkaramıyor. 

Böyle iç karartan  olaylar olduğu zaman aklıma bir fıkra gelir: “Papazın biri kilisede kürsüye çıkar. Garibim vaaz verirken sesli bir şekilde yellenir. Cemaatinin karşısında mahcup olur. Toplum içerisine giremez. Sonunda kararını verir. Çok sevdiği memleketini terki diyar eder. 10 yıl başka şehirlerde ikamet eder. Unutulmuştur artık diyerek gözünde tüten memleketine geri gelir. Şehrin girişinde 12 yaşlarında bir çocuk vardır. Beldesi hakkında biraz nabız yoklamak amacıyla çocukla konuşmaya karar verir: Yavrum! Adın ne senin, kimin oğlusun, kaç yaşındasın der. Çocuk: Adım Hans, bakkalın oğluyum, papazın yellenmesinden 2 yıl sonra doğmuşum” cevabı verir. Yellenmesinin milat kabul edildiğini gören papazın dertleri yeniden depreşir böylece. 2013 yılında da Papa, Vatikan’da ayyuka çıkan seks skandallarıyla ilgili olarak sağlığını gerekçe göstererek istifa etmek zorunda kalmıştı. Vatikan’daki bu menfur skandal beterin beteri var dedirtti herkese.

Karaman’daki çocuk istismar olayı ise maalesef yellenmenin de ötesine geçerek adam üstüne pislemiş, pisliğini de etrafına bulaştırmış. Kokusu kolay kolay gitmeyecek şekilde etrafı kokutmaya devam edeceğe benziyor.  Her Karaman zikredilişinde bu olay çağrışım yapacak maalesef. Orada meskun mahal olan yaşıtı her çocuğu gördüğümüzde acaba, bu çocuk mu sorusu aklımıza gelecek…Ben üzülüyorum gerçekten böylesi vuku bulan olayların dillerde pelesenk olmasına. Çünkü eşekten düşen başkası, ocağı  sönen başkası, hayatı kararan başkası. Bizimkiler yara sarmaktansa hamasi duygularla türkü çağırmaya devam ediyor.


Büyükler, gelin çocuklar üzerinden kavga etmeyelim. Bu çocuklara iyi bir gelecek hazırlamak için el birliğiyle hareket edelim. Birbirimize saldırıp yaralamayalım. Yeniçeri gibi kelle avcılığı yapmayalım. İhmali olan varsa temize çıkarmaya çalışmayalım. Kötülüğe giden yolları tıkayalım hep birlikte. Üstelik böylesi olaylarla şehirlerimiz de lekeleniyor. Peki, olayları nasıl isimlendirelim dersen, elinin körü derim. Şehirlerimiz temiz kalsın, adına ne dersen de… 11/04/2016

14/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Nisan 2016 Cuma

Talkın-salkım meselesi

Bir seneyi aşkın bir zamandır Cuma namazlarını aynı camide kılarım genelde. Hutbeden sonra kılınan Cuma namazında hocamız birinci rekatta Asr süresini, ikinci rekatta da İhlas süresini okuyor hep.  Hakkını yemeyelim, bir defasında farklı okumuştu. Bu güne kadar hep aynı süreleri okuduğunda vardır bir hikmeti dedik, farklı okuduğunda da vardır bir hikmeti dedik.

Bugün namaza daha erken gittim. Her zamanki gibi vaaz veriyordu. Kendimi verilen vaaza kaptırdım. Hocamız: “Süreleri ezberleyelim, sadece kısa süreleri ezberlemeyelim, uzun süreleri de ezberleyelim, uzun ayetleri de öğrenelim. Namazda sadece kısa süreleri, aynı süreleri okumayalım” dedi. Az sonra ezan okundu. Fatiha diyerek Cuma namazına başladık. Hutbe irad edildi. Farz namaza geçildi. Merakla bekledim. Zam’ı süre olarak ne okuyacak diye. Çünkü kendisi hep kısa ve aynı süreleri okuyordu her Cuma namazında. Sanırım öz eleştiri yaptı. Bundan sonra farklı süre okuyacak diye bekledim. Nerdeee? Hocamız yine birinci rekatta Asr, ikinci rekatta da İhlas süresini okumaz mı?

Yıllar öncesinde bir caminin cemaati hep aynı süreleri okuyan imamları için “Bıktık şu İnnâ a’taynâ ile gulhü’den demişlerdi. Bizim bıktığımız falan yok sadece çelişki dikkatimi çekti.

Be mübarek oldu mu şimdi yaptığın? Hangi süreyi okursan oku, biz zaten alışmıştık o iki küçük süreye. Camide senin vaazını dinleyen cemaat var. Kendi kendini niye bağlıyorsun? Yoksa vaaz yaparken okuduğun metnin, cümlelerin nereye gideceğini düşünemedin mi? Yoksa vaazda ne söylediğini hatırlamıyor musun? Yoksa zaten cemaat  dinlemiyor diye konuşmuş olmak için mi konuştun ya da okudun? Sakın bana vaazda okuyacağım yere bakmamıştım, ne yazdığını da bilmiyordum deme.


Bu senin yaptığına ne denir biliyor musun? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı.” Sonra mübarek insan, “Niçin yapmayacağın şeyi söylüyorsun?” Keşke bugün bari farklı ayet veya süre okusaydın…

 Buradan anlayacağımız "Senin dediğini yapacağız ama gittiğin yoldan gitmeyeceğiz." Allah hayrını versin emi senin!.. 08/04/2016

Okutma aşkı **

Çok uzun yıllar geçmedi henüz. Yokluk ve imkansızlıklar içerisinde okuyamamış büyüklerimiz küçük yaşta hayata atılmışlar. Hayatın cenderesinden geçmişler. Hayat mektebinde okumuşlar. İş garantisi olmadan, rızık endişesi taşımadan evlenip çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Şu kadar çocuğum olsun hesabı yapmamışlar; er-rızku Alallah deyip çıkmışlar yola. Ben okuyamadım ama çocuğum okuyacak. Çünkü ne gelirse başımıza cehaletten dediler.

Çok büyük hedefler koymadılar aslında. Okusun, derdini anlatabilsin. Bir devlet dairesine vardığı zaman meramını anlatabilsin. Bir dilekçe yazabilsin. Büyüğünü büyük, küçüğünü küçük bilsin. Vatana, millete hayırlı bir evlat olsun, ardımdan bir Fatiha göndersin yeter dediler. İçlerindeki okuyamama özlemini çocuklarıyla giderdiler. Kendisiyle değil, çocuklarıyla gurur duydular. Bu nesil görevini yaptı. Şimdi sıra geldi okuyan neslin çocuklarını okutmasına.

Okuyan nesil hedefi daha da büyüttü. Çocuğum okuyacak ama en iyisini okuyacak, Türkiye derecesi yapacak. Kendi okuduğu döneme göre imkanlar daha iyiydi artık. Okuyamayan babasına göre ekonomik durumu hem daha iyiydi. Babasının kendisine  sağlayamadığı imkanı çocuğuna sağlamalıydı. Paraysa para, yardımcı kaynağın en kalitelisi, dershanenin birinci sınıfı, en iyi okul, gerekirse özel ders aldırarak çocuğunu başarının zirvesine taşımalıydı.  Çünkü bugün herkes okuyordu. Çıta yükselmişti. Bu da  ancak en iyi üniversite ve mezun olduğu zaman hemen iş bulabileceği bir bölüm olmalıydı. Bunun için paçalar sıvanmalı ve saçlar süpürge edilmeliydi ve edildi de gerçekten. 

Konunun anlaşılması için  okuyamayan nesle birinci nesil, okuyabilen nesle ikinci nesil diyelim. Aramızdaki fark I.nesil fazla bir imkan sunamadı ama okumanın önünü açtı.  Yeri geldi aile bütçesine katkıda bulunması için tatil dönemi işinde çalıştırdı ama çocukluğuna dokunmadı. II.nesil ise III. nesil diyebileceğimiz bu günkü nesle okuma imkanı sundu. Sadece ders çalışma görevi verdi. İmkanı verdi ama çocuğunun çocukluğunu da aldı elinden. Çünkü ne kadar erken ders çalışmaya başlarsa akranlarına o kadar fark atabilecekti. 

Çocukluğunu yaşatmadığımız çocuğumuza sorumluluk da vermedik. Tabir yerindeyse el bebek gül bebek yetiştirdik. Başarılı olacak diye çocuğumuzun her türlü maddi isteğini yerine getirdik. Niyet  güzel ama bir yerde hata yaptık. 

Hiç sorumluluk vermediğimiz bu çocuklara kendisini koruma bilinci veremedik. Kötülere, kötülüklere karşı korumasız bıraktık. Çünkü onları hayattan kopuk laboratuarlara hapsettik. Okula servisle gitti geldi, evde dersine iyi çalışmıyorsa hemen yurda verdik. Daha küçük yaşta anne baba hasretiyle yüz yüze bıraktık ana çocuklarını.

Eskiden köyünde okulu olmayan çocuklar kalırdı yurtlarda mecburiyetten.  Şimdi çoğu  kalıyor daha iyi çalışacak, başarılı olacak diye. İyi. Çocuğumuz yurtta, misafirhanede kalsın ama yaşı uygun mu, çocuğun psikolojisi bu ortamı kabul eder mi diye düşünmedik. Tek hedefimiz vardı: Çocuğumuzun başarılı olması. Esen rüzgardan esirgediğimiz çocuğumuzu sırf iyi okusun diye başkalarına emanet ettik. Sonuç maalesef hüsran. Nur topu gibi bir çocuğumuz oldu artık.

 Evet, cinsi sapıklar suçlu. Bunun başka izahı yok. Fakat suçu sapığın üzerine atmakla sorumluluktan kurtulacak mıyız? Bizim hiç suçumuz yok mu? 10-12 yaşındaki çocuğun misafirhanede, yurtta ne işi var Allah aşkına. Şimdi bu çocukların geleceğini yok etmedik mi? Ne işe yaradı? Kaç çuval inciri berbat ettik, bir düşünelim. Eskiden köyde okuyan çocukların okumak için sığınağıydı buralar. Şimdi taşımalı eğitim ile ortaokul ve liseye giden öğrenciler şehir merkezine veya taşıma merkezlerine taşınıyorlar. Üstelik yemekleri dahi veriliyor.

Hırsıza kilit dayanmıyorsa bu ar damarı çatlamış, beyni uçkuruna bağlı bu sapıklarla mücadele etmek zor. O zaman daha süt çocuğu olan bu çocukları başkasının kucağına atmayalım. Kendi evimizde, kendi ortamımızda okuma hayatı sağlayalım. Başkasına ihale etmeyelim. Çocuk önce evimizde pişsin. Okutma aşkı gözlerimizi kör etmesin. 08/04/2016

** 09/04/2016 tarihinde kahtasoz.com.tr adresinde yayımlanmıştır.


Çocuklarımızın hayatını karartmayalım


Uzun zamandır Tv'lerdeki tartışma programlarına bakmazdım. Gündemde ne var ne yok diye şöyle bir göz attım. Değişen bir şey yok. Bıraktığım gibi. Programdaki eşit sayıdaki bağımlı, fanatik grubun biri saldırıyor, diğeri savunuyor. Saldırı cephesi atağa geçmiş saldırgan tavrıyla gol atmaya savunma cephesi  ise postu deldirmemeye çalışıyor.

Saldıran ve savunan kelimeleri bu toprağa hiç yabancı değil. İçimize işlemiş iliklerimize kadar. Herkesçe suç kabul edilen olaylarda bile bu cepheleşme var maalesef. Konu cinsel sapıklık, taciz olayları. Böyle bir konuda bile aşırı uçlarda geziyoruz. Haklarını yemeyelim en azından cepheler tacizin kötülüğünde hem fikir. İhmal vardı, yoktu. Yok şöyle oldu, böyle oldu. Koruma var, yok. Konuş oğlum konuş.

Bizde olmuş ile ölmüşe çare bulunmaz derler.  Bütün dert bundan sonra olma ihtimali olan bu tür sapık ilişkilerin, istismarın önüne nasıl geçilir, nasıl engellenir. Bu tür sapıklar nasıl bilinir, özellikleri nelerdir, bu konuda anne- babalara düşen görev nedir, belli bir yaşın altındaki çocukların yurtlarda, misafirhanelerde kalması uygun mu, değil mi sorularına cevap aranacağı yerde; yurt resmi mi, değil mi, falan yetkili böyle bir yurt, ev yok dedi, efendim niçin görevden alınmıyor, ya da istifa etmiyor gibi sorular üzerine yapılan münakaşalar incir çekirdeğini doldurmuyor. Eşekten düşen başkası, ocağı  sönen başkası, hayatı kararan başkası. Bizimkiler hamasi duygularla türkü çağırıyor.

Bırakın tartışmayı da bu adliyelik olan olay yargıda normal seyrinde devam etsin. Bir daha böyle menfur olayların olmaması için yetkililerin alması gereken tedbirler nelerdir? Mevzuatta boşluk varsa milletin vekilleri oturup oy birliği ile yeni yasa çıkartsın. Siz konuşmaya devam ettikçe o mağdur aileler incinmeye devam edeceklerdir. Hakkınızı yemeyelim sizin tartışmanıza, sürekli gündemde tutmanıza en çok sevinen kim biliyor musunuz? Cezaevinde sizi izleyen sapık/lar. Yaptığımız halt ile kamuoyu oluşturduk. Herkes bizden konuşuyor diye ne kadar seviniyorlar bir bilseniz.  Adam niye sevinmesin. Hemen her yerde, her ortamda gündem sapık olayı. Sapıkla yatıp sapıkla kalkıyoruz. Sivrisinekle uğraşacağınıza bataklığı kurutmayı deneseniz olmaz mı?  Sonra her tartışma programında gazeteci var. Bu gazeteciler ne de çok şey biliyorlar. Bu ülkenin bilirkişileri mübarekler!  Bir konuda efendim bu konuda bilgim yok. Bu yüzden yorum yapamayacağım diyenin alnından öpmek gerek.

Gelelim anne-babalara... Daha ekmek alma sorumluluğu bile vermediğiniz 10-12 yaşındaki çocuğun  sırf okusun diye evinin dışında ikamet ettirilmesi doğru mu? Başka alternatif bulamadın mı? Hiç alternatif olmasa bile devlet okul olmayan yerin öğrencilerini taşımalı eğitim adı altında taşıyor, hatta yemeklerini bile veriyor. Daha iyi eğitim alsın diye kullandığınız bu tasarruf ne işe yaradı şimdi? Bundan sonra yat ağla, kalk ağla. Çünkü nur topu gibi bir çocuğumuz oldu artık. Maalesef sen ve çocuğun yaşama denirse buna, hayatınız boyunca çekeceksiniz. Ya o uçan kuştan bile esirgediğin çocuğunun bir ömür yaşayacağı sağlıksız psikolojisi ne olacak. Bu çocukların kaç tanesi bu toplumda bu psikolojiyle hayır edecek. Bilmen gerekir ki incinen gönül incitir, şiddet gören şiddet uygular, mağdur olan mağdur eder, tacize uğrayan tacize baş vurur. Sadece sırasını ve zamanını bekler.

8. Sınıfı okuyan bir öğrencim vardı. Teneffüste, öğle arasında içini çekerek içli içli ağlayan. Her sorduğumda da "Yok bir şey" diyen. Bu çocuk evleri şehir merkezinde olmasına rağmen yurtta kalan bir çocuktu. Ailesini çağırdık telefonla. Annesi geldi. Çocuğunuz yurt hayatını kaldıramıyor. Bünyesine uygun değil. Yurttan alıp yanınızda kalmasında fayda vardır dedik. “Babası istedi kalmasını. Yurttan da almaz çocuğu” dedi. Babası niye gelmedi dediğimizde “İşi var gelemez. Sonra gelse de laftan anlamaz” dedi. Eşinin numarasını aldım. Cumartesi iş çıkışı Kayalıpark’ ta buluştuk. Çocuğunu yurttan almaya ikna oldu. Pazartesi annesi kızını götürmek için geldi. Kızını sınıftan çağırdık. Haydi gidiyorsun dedim. Kız mutluluktan uçtu sanki. Yurtta hep cenaze hayatı yaşayan çocuğun yüzüne kan geldi. Cenneti kazanmış gibiydi.

Büyükler, gelin çocuklar üzerinden kavga etmeyelim. Bu çocuklara iyi bir gelecek hazırlamak için el birliğiyle hareket edelim. Birbirimize saldırıp yaralamayalım. Yeniçeri gibi kelle avcılığı yapmayalım. İhmali olan varsa temize çıkarmaya çalışmayalım. Kötülüğe giden yolları tıkayalım hep birlikte. 08.04.2016