30 Aralık 2015 Çarşamba

“Anamı karıştırmayın”*

              
Telefon hattı almak/değiştirmek için bir GSM operatörüne gitseniz, hesap açtırmak için bir  bankaya gitseniz size sordukları soruların içerisinde değişmeyen tek soru anamızın kızlık soyadı.


Her sorduklarında bir öğretim görevlisi aklıma gelir. 80’li yıllarda bir öğretim görevlisi mezun olacak son sınıf öğrencilerin Hadis dersine girer. Bazı öğrencilerin vize/finali iyi geçmez. Kendileri için hayat-memat meselesidir. Kimi evli, kimi evlenecek, hepsi öğretmen olmak için diploma almaları gerekiyor. Ne kadar durumlarını anlattılar da geçer not alma konusunda hocalarını ikna edemezler. Kara kara düşünürken akıllarına hocanın annesi gelir. Gençler üşenmezler, hocanın evini öğrenip annesiyle görüşmeye ve durumlarını anlatmaya karar verirler. Hoca evde yokken teyzeye misafir olurlar: “ Teyze, biz oğlunun talebeleriyiz. Dersinden kalacağız. Çoğumuz Konya dışından gelen ve kirada oturan, kira parasını kıt-kanaat denkleştiren öğrencileriz. Eğer kalırsak okul uzayacak, diploma alamayacağız “ şeklinde  durumlarını anlatırlar. Teyze, çocukların durumuna üzülür. “Siz o işi bana bırakın” diyerek misafirleri uğurlar. Akşam oğlu eve gelir. Anne, “Oğlum! Şu, şu, şu isimli çocukları dersinden geçireceksin. Ben onlara söz verdim.” Der. Hoca; “Ana durum bildiğin gibi değil, bu dediklerinin dersleri zayıf çalışmadılar. Onları geçiremem.” Şeklinde cevap verdiyse de  Annesinin, “ Eğer geçirmezsen analık hakkımı ve emzirdiğim sütümü helal etmem, bak...” tehdidi karşısında kara kara düşünme sırası hocaya geçer. Ertesi gün okula gider. Odasına bahsi geçen öğrencileri çağırır. Onlara: “ Oğlum, anamı niye karıştırdınız bu işe. Bir daha anamı karıştırmayın.” Diyerek bir çift söz söyler. Olayın sonunda öğrenciler mezun oldu mu bilmem. Kuvvetle muhtemel geçer not vermiştir öğretim  görevlisi.


Güvenlik amaçlı anamın kızlık soyadı sorulduğunda bu olmuş olay aklıma gelir. Bazen “Anamı  karıştırmayın” dediğim de olur. Anlayacağınız banka, telefon vb yerlerde güvenliğimiz, anamızın kızlık soyadına bağlı. Soru hiç değişmiyor: “Annenizin kızlık soyadı nedir?”  Ama haklarını yemeyelim. Soruyu biraz geliştirmişler: “Annenizin kızlık soyadının 2. ve 4. harfleri nedir?” diye. MEB’in öğrencilerin giriş yaptığı e-okul sistemi bu firmaların güvenliğinden daha güvenli. E-okul'a giriş yapmak için öğrenci TC'si, numarası ile işleme başlanır. Ardından bir kaç tane fotoğraf gösterir. Öğrenci seçilir. Ardından farklı farklı sorular sorulur. Bazen; doğum yeri, bazen; nüfusa kayıtlı olduğu ilçe vb.. Yanlış cevap verdiğinde sistem kapanır. Tekrar giriş yaptığında soruları değiştirir. Amacım annenin kızlık soyadını soran kurum ve kuruluşları eleştirmek değil. Fakat sorular değiştirilmeli artık. Çünkü bizim adımıza iş yapacak sahtekarın ilk öğreneceği annemizin kızlık soyadıdır. 

Hasılı diyeceğim; annemizin evlenmeden önceki soyadı her kapıyı açıyor. Güvenliğimiz ona bağlı. Biz güvenliği ne kadar artırırsak artıralım başkasının sırtından geçinen asalaklar, başkasını dolandıranlar azalacağı yerde artış göstermekte. Öyle dolandırma teknikleri geliştiriyorlar ki, “Ben kanmam” diyen nice ‘külyutmazları’ bile oltalarına getiriyorlar. Özellikle telefonla dolandırılma had safhada. Yetkililer sürekli uyarsalar da bazen insanın basireti bağlanıyor anlaşılan. 


O zaman ne yapalım? Güvenlik amaçlı sorular sorulmaya devam etsin. Fakat beylik sorular yerine zor sorular tespit edilsin. İnsanlarımızı dolandıran alın teri düşmanı asalak tip ve çetelerin de yetkililer hakından gelsin. Onlara hadlerini bildirsin. Bu masum Anadolu halkı daha fazla kaldırılmasın. Özellikle bilişim suçları bu şekilde giderse başımızı ağrıtacağa, anaları daha çok ağlatacağa benziyor.


Dolandırıcılığın önüne geçmek ve dolandırıcıları kıskıvrak yakalamak için  oluşturacağımız ekibin içerisinde biraz da yüksek maaşlı, prim usulü çalışacak dolandırıcı görevlendirelim. Bu işe ilk önce böyle başlayalım. Ardından eğitim sistemimizde çocuklarımıza öğretimden ziyade eğitim verelim.


Güvenliğinizi nasıl çözümlerseniz çözün. Ama lütfen, anamı ve kızlık soyadını karıştırmayın, olmaz mı?    

* 30/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.        

27 Aralık 2015 Pazar

Şamar oğlanları*



Hikayeyi duymuş olmalısınız. Ormanın kralı aslan, günlük içtima yaparmış. İçtimaya gelen tavşanı her gün dövermiş; nerede senin kravatın diye. Bu dayak atma  her gün devam edermiş.

Aslanın yardımcıları “Efendim, hep aynı gerekçe ile dövüyorsunuz. Artık başka bir gerekçe bulsanız dövmek için olmaz mı?” demişler. Aslan, “Yarın gelince sigara almaya gönderelim” demiş. “Efendim, iyi de sigara yüzünden nasıl döveceksiniz” dediklerinde aslan, “ Parayı veririz, sigara al gel diye. Filtreli alırsa niçin filtresiz almadın der döveriz. Filtresiz getirirse niçin filtreli almadın der, döveriz” demiş.  Ertesi gün tavşan gelince, “Gel buraya. Al şu parayı. Git bir paket sigara al gel” demiş. Tavşan parayı alıp giderken geriye dönüp; “Efendim, sigaranız filtreli mi olacak, yoksa filtresiz mi” deyince aslan yanına çağırmış. “Gel lan buraya. Nerede senin kravatın” diyerek yine tavşanı dövmeye devam etmiş.

Konuyu öğretmen ve doktorlara getirmek istiyorum. Gün geçmiyor ki, görev başındayken bir doktor, hasta yakınları tarafından darp edilmemiş olsun. Yine bir eğitimci öğrenci velileri tarafından dövülmemiş olsun.

Niçin bu iki kesim diğer meslek gruplarına göre daha fazla şiddete maruz kalıyorlar? Hiç düşündük mü? Hiç bir yerde, hiç bir kesime yapamadığımız efelenmeyi bunlara yapıyoruz? Her bir şiddet olayının sebep ve nedenleri farklı olabilir. Sebebi ne olursa olsun; ister haklı, ister haksız. Hiçbir neden şiddeti meşru kılmaz. Şiddet uygulayanların geçmiş yaşantısını dile getirmek lazım. Şiddete, ancak maruz kalanlar başvurur. Kimi şiddet görmüştür, kimi şiddet görene şahit olmuştur. O esnada dayak ve şiddetten nefret ederiz. Bunlar hep bilinçaltımıza işler. Hatta “Ben asla ileride kimseyi dövmeyeceğim” bile deriz. Fakat elimize geçen ilk fırsatta başvurduğumuz yöntem o nefret ettiğimiz şeydir.  Bizim durumumuz,  efendisinin zulmünden usanıp “Hürriyetime bir kavuşsam diye çaba sarf eden  kölenin durumuna benzer. Azat  olmayı bekleyen kölenin en büyük hayali: Bir köle edinmekmiş.

Kendimize veya bir başkasına yapılanlar bilinçaltımıza işliyor demiştim yukarıda. Bence bütün  mesele burada yatıyor. Dövüle dövüle dövmeyi öğreniyoruz. İncine incine incitmeyi öğreniyoruz.  Adana’da görev yaparken bir meslektaşım anlatmıştı: İsveç’te  (ya da İsviçre) görev yapan bir Türk, İsveçli arkadaşlarıyla birlikte  ormana avlanmaya gider. Acıkınca ormanın içerisinde avcılar için yapılmış  bir kulübeye girerler karınlarını doyurmak için. Karınlarını doyurup kapıyı örtüp çıkarlar. Fakat kilitlemezler. Türk, “Bu kulübenin  kilidi yok.”  deyince, Yerliler; “Doğru yok.” diyorlar. Bizim ki; “ Çalarlar efendim” cevabı verir. “Doğru çalarlar, ama bu çalma nereden aklına geldi.”

İşte bütün mesele; “Çalarlar” da. Sahi bizim Türk’ün nereden aklına geldi bu çalma işi. Türk, geçmişte  ya çalmıştır. Ya çalanı görmüştür. Ya da ev ya da işyeri soyulmuştur.

Bizim toplumun ekserisi dayakla yoğrulmuştur maalesef. Okulda, işyerinde, askerde, sokakta ya dayak yiyeni görmüş, ya da  dayak yemiştir. Hiç birini görmesek de gazetelerin 3.sayfaları bile bu konudaki kültürümüzü geliştirmek için yeterli.

Zaman zaman kadınlar şiddete maruz kalıyor diye dert yanarız. Bu ülkede kadının şiddetinden ziyade insanlık problemimiz var. Hepimiz güç denemesi yaparız. Zayıfımızı ezmeye çalışırız. Koca eşini, kadın çocuğunu, öğretmen öğrencisini, çavuş erlerini vs zincirleme döver de döver. Medenice tartışmayı beceremeyiz. Az kelime hazinemizle hemen tıkanır kalırız. Eksikliğimizi de şiddetle çözmeye çalışırız. Dün çivi idik. Durmadan çekiçlenirdik. Bugün çekiç olunca başkasını özellikle sahipsizleri çivi gibi görmeye başlıyoruz.

Öğretmen ve hekimler kamu adına, kamu önünde hizmet yapıyorlar. Sahipleri de yok maalesef. Şiddet uygulayanı şikayet edince mağdurdan önce ifadesi alınarak dayakçımız elini kolunu sallayarak çıkıp gidiyor. Bu bir kültür meselesi biliyorum. Şiddet bizim genlerimize işlemiş. En azından şiddet uygulayanlara caydırıcı cezalar ve bazı mahrumiyetler verilerek işe başlanabilir.

Şunu herkes bilmeli ki, işine kendini veremeyen, hata yaparsam şiddete uğrarım endişesi taşıyan bir hekim, sağlıklı teşhis koyamaz. Bir eğitimci de her şeyden el etek çeker. Olan da çocuklarımıza olur.

Eskiden doktorların odasına  girip derdimizi anlatamazdık. Öğretmeni görünce yollarımızı değiştirirdik. Şimdi bu kesim hasta görmemek ve veli görmemek  için yolunu değiştirir oldu. Bu durum da aşırıydı. Şimdiki muamele de. Hiç orta yolu bulamayacak mıyız biz?

Bir söz de bazı basın ve medyaya: Her şiddete uğrayan doktor ve eğitimciyi haber yapmayın.  Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyin. Gölge etmeyin. Ne olur?

*28/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün'de yayımlanmıştır.

el-Emin olmak*



Dün akşam Mevlid kandili idi malumunuz. Dile kolay, doğumundan bu güne 1444 yıl geçmiş. İslam dünyasında hicri takvime göre Peygamber Efendimizin doğum günü değişik etkinliklerle anılır. 1989 yılından beri de Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde miladi takvime göre hafta boyunca çeşitli etkinlikler yapılagelmektedir.

Dünya tarihinde bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen unutulmayan ve büyük topluluklar tarafından içeriği dolu olarak anılan başka bir şahsiyet hatırlamıyorum.  Her kutlama ve anmalarda hep duygu dolu anlar yaşanır. Yılın 365 gününde ismi anılmadan geçmez. İsmi zikredilince de ellerimiz göğsümüze gider hemen salavat getiririz. Yani O’nun yolundan gitmeye ve destek olmaya söz veririz.  Bu, O’na karşı sevgimizin, saygımızın ve O’nu numûneyi imtisal kabul etmemizden kaynaklanmaktadır. Günler, aylar ve asırlar geçse de bu sevgi, bu saygı ve O’nu örnek kabul etme artarak devam edecektir.

Sevgiye eyvallah. Peygamber sevgisi konusunda kimse elimize su dökemez. Amacım peygamber sevgisini anlatmak değildir. Buna zaten ne sayfalar yeter, ne de benim kapasitem.

Peki Peygamber kimdir? Abdullah ve Âmine’den doğma. Yetim ve öksüz.  Dedesi ve amcasının himayesinde büyümüş. Şirk toplumunun içerisinde şirke girmekten kendini korumuş, kötülüklerden kendini uzak tutmuş, peygamber olmadan önce herkesin güvenini kazanmış, düşmanları tarafından “el-Emîn” (Güvenilir) denmiş, Ka’be hakemliği yapmış biri. Peygamber olduktan sonra da,” Size şu tepenin ardından sizinle savaşacak bir ordunun geldiğini haber versem bana inanır mısınız?” dediğinde “Evet, biz sana inanırız. Çünkü Sen, asla yalan söylemezsin.” dedirten, kendisini öldürmeye gelenlerin emanetlerini verecek kadar Hz Ali’yi görevlendiren emanet sahibi birisidir. Oğlu İbrahim vefat edince mezarını eğri kazan görevlilere, “Niçin yamuk kazdınız?” dediğinde, “Ya Muhammed, mezar değil mi? Zaten az sonra kapatılacak” cevabı aldığında, “ Allah güzeldir. Güzeli sever” diyerek  işlerin düzgün yapılması gerektiğini ifade eden acılı bir babadır. “23 yıl gibi bir zaman zarfında tüm Arabistan Yarımadasında  Müslümanlığın yayılmasının sebebi nedir” desek, cevabımız; “Emîn ve güvenilir olması, doğru sözlü olması, emanete ihanet etmemesi, işini dosdoğru yapması” deriz. Şimdi, “ Biz gerçekten O’nu örnek alıyor muyuz? O’nun gibi yaşayabiliyor muyuz?” diye bir soruyu kendi kendimize sorsak; nefsimiz hemen harekete geçer: “Efendim! O, koskoca peygamber. Biz O’nun gibi nasıl yaşarız.” diye mazeret beyan etmeye kalkarız.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bugün birbirimize güven vermiyoruz. İşimizi doğru yapmıyoruz. Emin ve doğru sözlü müyüz gerçekten? Peygamberin sadece emin ve güvenilir yönünü örnek alsak, etrafımızdaki insanlara güven versek ardımızda milyarlarca insanı sürükleriz. Bilirsiniz; Peygamber Müslümanı; “Elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir” diye tarif etmiş. Muhaciri de; “Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınan kimse” diye  tanımlamıştır. Farkettiyseniz; Müslüman’ı “Namaz kılan,oruç tutan” vb diye tarif etmemiştir. Kaçımız elimizle, dilimizle başkasını rahatsız etmeyiz. Kaçımız nehyettiklerinden sakınırız. Hani Avrupa ziyareti dönüşünde Mehmet Akif ERSOY’a , “ Avrupa’yı nasıl buldun” diye sormuşlardı ya. Onun verdiği cevabı yine hepimiz biliriz: “ Dinleri; bizim işimiz gibi, işleri; bizim dinimiz gibi.”

Merhum Akif, İslam dünyasının durumunu bu şekilde tespit etmiştir. Kanaatimce İslam gibi bir dinin zirvede olması, inananlarının da doğruluk, adalet ve güvenilirlikte başı çekmesi gerekmektedir. Maalesef bir çok ahlaki değer bakımından sınıfta kaldık.

Yarın rûzi mahşerde Peygamber (as), “Beni hep anacağınıza emîn biri olsaydınız, dünyaya adalet dağıtsaydınız, doğru sözlü olsaydınız, işinizi düzgün yapsaydınız” ne olurdu dese ne cevap veririz? Ya da yüzüne nasıl bakarız? Bilelim ki, İslam’ı anlatmaya değil yaşamaya ihtiyacımız var.

Bu vesileyle; Peygamberimizi doğru anlayan, O’nun gibi yaşayan, O’nun gibi emîn olan takipçilerine selam olsun. Rabbim sayılarını artırsın.

* 23/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Başlarken*

Ortaokulu okumak için Konya merkeze geldiğim 1979 yılından itibaren zaman zaman gazete alırdım.

Gazeteye bir göz attıktan sonra ilk işim köşe yazılarını okumak olurdu.  Ardından bulmaca sayfasını açar, bulmacasını çözmeye çalışırdım. Okuduğum ve takip ettiğim gazete zaman zaman gelmezdi. O bayiden diğer bayiye kadar gider, acaba birine gelmeyen diğerine gelmiş olur muydu? Gelmediği zaman içimde bir sıkıntı hissederdim.

Göreve başladıktan sonra gazete aboneliklerim başladı. Evime kadar gazetem gelmeye devam etti. Uzun süredir herhangi bir gazeteye aboneliğin yok. İstediğim köşe yazarının yazılarını peyderpey sanal alemde okumaya başladım. Fakat gazete alarak okuduğum köşe yazısındaki hazzı dijital alemden alamadım.

Gazete ve köşe yazılarını takip etmek bir nevi herhangi bir şeye bağımlı hale gelmek gibidir. Takip ettikçe ararsın okumayı. Bıraktın mı okumayı da aramaz hale gelebiliyor insan.

Toplum olarak yazanımız pek çok. Ama okuyanımız maalesef pek az. Kitapçı rafları yazılmış, satışa sürülmüş kitaplarla dolu. Gazete satışlarımız ise az mı az. Çünkü konuşmaya, gezmeye, muhabbet ve cedelleşmeye ayırdığımız vakti okumaya ayırmıyoruz. Okumama açlığını Tv izleme, dizi seyretme ve sanal alem gezintimizle gideriyoruz. Tv'yi bırakınca soluğu sanal alemde alıyoruz. Demem odur ki bugün konuşuyorsak geçmiş bilgilerimizi tüketiyoruz. Bir müddet sonra da kendimizi tekrarlamaya başlarız.

Nice zamandır yazsam nasıl olur diye düşünmeye başladım. Bugün yazayım, yarın  yazayım derken bir yılı geçmiş. Ne zaman oturup yazayım derken işin ciddiyetini düşününce yazmayı bıraktım. Hiç bir gaye düşünmeden yazdığım zaman sıkıntı yok.

Bugün oturup üşenmeden yazmaya başladım. Zaman zaman yazdıklarımla karşınız da olacağım. Dert ve sıkıntı edindiğim her konuda "kambersiz düğün olmaz" misali o konuda düşündüklerimi paylaşacağım; duygu ve düşüncelerimi, kendi doğrularımı işlemeye devam edeceğim.

Yapabilir miyim? Baştan söyleyeyim: Sanmıyorum. Ama deneyeceğim sizlerin hoşgörüsüne sığınarak...

Yapamadığım takdirde -ki öyle- elinizde ikinci bir Bekr-i Mustafa vakası daha olmuş olur.
Bekr-i Mustafa’yı bilirsinizdir: 5 yaşında iken mahalle mektebinde eğitimine başlamış, küçük yaşta iken hafızlık yapmış, o günün medresesinde eğitimini almış, dini bilgisi ileri seviyede olan biridir Bekri Mustafa. Zeki, nüktedan, hazır cevap  ve hoşsohbet olan Bekri Mustafa, 18 yaşından sonra içki müptelası olmuş ve  içmesiyle meşhur  biridir. Sultan IV. Murat zamanında yaşamış ve sultanın sevgisine de mazhar olmuştur. Mahalleli ve devlet ricalinin ileri gelenleri tarafından içkiyi bırakır düşüncesiyle Bekri Mustafa’yı Küçük Ayasofya Camii’ne imam-hatip yapmak için seferber olurlar ve devrin sultanını da ikna ederler. İmamlık yaptığının ilk öğle namazından sonra camii avlusuna bir cenaze gelir ve ilk cenaze namazını kıldıran Bekr-i Mustafa, tabuta eğilerek cenazeye bir şeyler söyler. Ne söylediğini merak eden cemaatten biri Bekri Mustafa’ya sorar:
-Hocam, ne söyledin. Bekri Mustafa:
-Ahirette sana öteki dünyadan haber sorarlarsa Bekri Mustafa imam oldu dersen dünyanın durumunu bilirler, başka bir şey söylemene gerek yok  dedim, şeklinde cevap verir.
Velhasıl; Bekri Mustafa, yaşantısıyla ehil olmadığı halde Küçük Ayasofya Camiine imam olur, bu durumu da yukarıdaki hazır cevaplılığıyla ortaya koyar.

Rabbim, doğruları yazmayı, yazdıklarımla yaşamayı nasip etsin.

*09/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

İnsan hakları günü (mü?)*

               

2001 yılında Adana'da bir lisede görev yaparken okulum beni, -içeriğini bilmediğim- bir konferansa gitmem için görevlendirdi. Konferansı dinledim. Konferans Köy Enstitülerinin açılışının 60. yıl dönümü üzerine  deruhte edilmişti.

 Zorunlu olarak dinlediğim konferans esnasında kendi kendime " Acaba bu okullar yeniden mi açıldı" diye sordum. Biliyorsunuz, bu okullar 1940 yılında açılmış, 1954 yılında da kapatılmıştı. Garibime giden kapatılan okulların açılış yıldönümü niçin kutlanırdı? Nihayet anladım 14 yıl sonra olsa da.

İş dönüşü sanal aleme bir göz attım. "10 Aralık İnsan Hakları günü münasebetiyle yayınlanan mesajlar, yapılan basın açıklamaları dikkatimi çekti. Bu haber  kapatılan Köy Enstitülerinin 61.yıl kuruluş yıldönümüne ne kadar benziyordu. Biz doğuştan gelen, en doğal insanî hak olan yaşama hakkımızı çoktan kaybetmiştik. Dünya 5 büyüğün elinde maymuna dönmüş bir durumda. Aklı selim biri, "Dünya 5'den büyük" derken  5'li çete, "Hayır, 5 dünyadan büyüktür" diyerek dünyayı kana bulamaya devam ediyor. Sayelerinde iki dünya savaşı görmüş dünyaya 3.sünü armağan etmek için uğraşıyorlar. Hiçbir gün geçmiyor ki Ortadoğu başta olmak üzere  Dünyanın kahir ekseriyetinde kan akmamış olsun. Kabil'in bireysel katli, toplumsal katliama dönüştü. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen sessiz güdümlü ülkelerin bakışları arasında. Ne kadar da alıştık teröre, katliama, canlı bombaya, bombalamaya, savaşa, ölüme, öldürmeye. Kim, kimi, niçin öldürdüğünü bilmeden taşeronlar, ekmeğine yağ sürüyor "5 büyüktür" diyenlerin.

Bir tarafta hayata merhaba diyenler, diğer tarafta hayata elveda diyenler...O kadar alıştık ki kana. Olmadığı zaman şaşıracağız nereye gidiyor bu dünya diye.    Tek kişi kalmış bu canavar kansız yaşayamaz. Yaşaması, gelişmesi kana bağlı. Çünkü vampirler başka türlü yaşayamaz.

Medeni görünümlü bu insan müsveddesi devletleri görünce Cahiliye Dönemi Araplarına sevgim arttı. Onlar daha medeniymiş. Çünkü onlar yılda  haram kabul ettikleri 4 ayda  hiç olmazsa savaşmazlarmış. Hatta Mekke'ye dışarıdan gelen insanların mal ve can emniyetini korumak için Peygamber Efendimizin de imza koyduğu 'Hılf'ul Füdul Anlaşması' adını verdikleri Erdemliler Hareketi denilen bir anlaşmayı bile hayata geçirmişlerdi. Bugün ise 1 yıl, 12 ay, 365 gün, 6 saat kan akmaya devam ediyor. Bu medeni, çağdaş görünümlü vampirler olsa olsa Kabil’in nesli olurlar. Ve ardından gittikleri Şeytan’a bile şapka çıkarttırırlar.
Dünyaya yön veren güç dengeleri! Gelin ilan ettiğiniz  göstermelik insan hakları gününüzde bari kan akıtmayın ki samimiyetiniz test edilsin. İnsanlar hiç olmazsa bir günü rahat ve ferah bir şekilde geçirebilsinler. Bunu da çok görmeyin bu hemcinslerinize.

İnsanlığımız utandı artık insan görünümüzden ve insanlığınızdan.
 Dünya devletleri 5 daimi üyenin dışında barış merkezli yeni bir oluşuma gitmeden, hep beraber bu 5'e karşı çıkmadan  bu dünyaya uyku haramdır.

Kan ve gözyaşının olmadığı, anaların ağlamadığı, insanların huzur ve barış ortamında doğuştan gelen yaşama haklarını kullanacakları nice yıllara....

Günse eğer doğuştan gelen gününüz hayırlı olsun.... Ramazan YÜCE
*16/12/2015 tarihinde Anadolu Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Maliyeti yüksek nesil*

80 öncesi doğanlar neredeyse sıfır maliyetle büyüdük. Bu maliyetsiz büyüyenler ise   maliyeti yüksek bir nesil yetiştirmektedir.

Eski neslin çoğu; evlerde, amatör ebelerin elleriyle dünyaya adım attılar. Amerikan bezinden annelerin hazırladığı bezler, komşudan emanet alınan beşik yatağımız, zıbın ise elbisemiz olurdu.  Büyüdükçe büyüklerden kalan elbiseler bize miras kalırdı. Anne sütüyle başlayan beslenmemiz ilerleyen aylarda sıvı yemeklerle takviye edilirdi. Suyla karıştırılmış pirinç unu en iyi mamamızdı. Yürümeye başlamamızla birlikte toprağa ve doğal hayata adım atardık. Toprak bizim baharımızdı. Kirlendikçe leğen ve kalıp sabun en doğal temizlik kaynağımızdı. Oyuncaklarımız da doğal ve maliyetsiz idi: Ayçiçeği kafasından ve sapından yapılan araba, kaynakçıların kullandığı karpit fıçısından çıkan çember ve kalın telden yapılan direksiyon bizlerin milli araçlarıydı. Kurbanlık keçi ve koyunların arka ayaklarından çıkarılan dört yüzlü kemik ve bilye sokaklarda oynadığımız oyunlardandı. Beş taş, dokuz taş, körebe, saklambaç, uzun eşek, top çevirme, seksek, mahalleler arasında futbol maçı sayabileceğimiz oyunlardan bazıları.

Okullu olduğumuzda büyüklerden kalma siyah önlük, çarık ayakkabı giyilir. Saman kağıdından imal edilmiş çizgisiz Matematik defteri, alınan bir kaç ders kitabı, çizgili defter, pergel, iletki, cetvel, kalemtıraş vb ders materyali, annemizin bezden diktiği okul çantasının  içine konurdu. Yardımcı kaynak, dershane, etüt merkezi, servis nedir bilmezdik. Herkes mahallesindeki okula yürüyerek  giderdi. Kimse okulu ve öğretmeni sorgulamazdı.

Kışın kayak merkezimiz yamaçlardı. Annemizin naylon patiği patenlerimizdi. Kolumuzda saatimiz olmazdı. Kulağımız akşam ezanının okunmasındaydı. Ezan sesiyle birlikte hepimiz evin yolunu tutardık. Kış akşamları yapılan komşu ziyaretlerinde akranlarımızla şehir, isim bilmece, bulmaca, bilmece gibi oyunlar oynardık.

Okul çıkışı, hafta sonu ve yaz tatillerinde ev işlerine yardım ederdik. Yazın bir zanaat öğrenmek için babamız bir dostunun yanına verir, getir-götür işlerine bakardık. Verilen mesaj: Ya okursun ya da sanayi idi. Okuyacaksak önümüzde engel yoktu. Okuyamaz isek sanayinin yolunu tutardık. Demek istediğim ailemiz bize sorumluluk verirdi. Çok az maliyetle büyüdük. Ailemize yük olmadık. Yokluk ve imkansızlıklar içerisinde çocukluğumuzu el emeği, göz nuru oyuncaklarımızla doya doya yaşadık.

Bizler büyüdük, iş güç sahibi olduk. Bazı imkanlara kavuştuk ve evlendik. Maliyetlerimiz de arttıkça arttı. Çocuğumuz  doğmadan doktor kontrolleri, doktor ve hastane seçmeler başladı. Çocuk yatağı, çocuk arabası, anne kucağı, alınan kıyafetler ve oyuncaklar doğmamış çocuğumuza biçilen donlardı. Çin malı oyuncaklar, kumandalı arabalar sonra yerini  dijital oyun/caklara bırakacaktı. Toprak yüzü görmeyecek şekilde evlere hapsedilen çocuklar bir müddet sonra çocuk bakıcılarının, ardından kreşlerin kucağına emanet edilecekti. Anne özlemi içerisinde kalan çocuğun özlemini bastırmak için oyuncak üstüne oyuncak alınmaya başlanacaktı.

Anasınıfı ve okul hayatı çağına gelince okul ve öğretmen arayışları, evimizden uzak seçtiğimiz okulla birlikte servisler birbirini izleyecekti. Masaüstü bilgisayar, ardından tablet, olmadı dizüstü bilgisayar, cep telefonu, internet hepsi sırasıyla alınacaktı. Yardımcı kaynak, dershane, kurs ve etüt merkezleri, özel dersler vs. peşi sıra gelecekti. Hafta içi ve hafta sonu hep ders... ders... ders... Tek isteğimiz olacaktı; çocuğumuzun başarması...Bu yüzden çocuklarımızı, hiçbir sorumluluk vermeden büyütmeye başladık. Sonunda her şeyi başkasından bekleyen hazır yiyici bir nesil yetiştirdik.

Yazımdan eskiye dönelim anlamı çıkmasın. Hiç öyle bir şeyi kastetmiyorum. Geçmişe mazi denir. Hz. Ali: "Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştiriniz" buyurmaktadır.

Benim demem odur ki; çocuklarımızı okullarda yarış atı haline getirmeyelim. Sorumluluk verelim. Her istediğini almayalım. Daha küçükken her şeyi kazanmadan elde edenler kadir kıymet bilmezler. Bir müddet sonra doyuma ulaşırlar ve hayattan zevk almamaya başlarlar.

Unutmayalım ki, çocukluğunu doya doya yaşayamayan nesiller mutlu olamazlar. Mutlu olmayanlardan da çok şey beklemeyelim.

* 20/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Seyreden Arkadaşlar



1985-1986 öğretim yılında lise son sınıf öğrencisiyim. Konya’da dershaneler yeni yaygınlaşmaya başlamıştı. Bir aylığı 11.000 TL olan I. taksitini ayarladım, dershaneye yazıldım.

Dershane dersleri, akşam 18.00-21.00 arasında işlenmekteydi. Bir ay devam edip  sonrası bırakmaktı niyetim. Çünkü üniversite okuma gibi düşüncem yoktu. Okumak istesem de parasını karşılayamazdım zaten. Sözel derslere biraz ilgim vardı. Onlara tam devam ediyordum. Sayısal derslere ise bazen gitmediğim olurdu. İlk bir ayın sonlarına doğru dershanenin II. taksidi istenmeye başlayınca  dershaneyi de bıraktım.

Dershane çıkışı - kaldığımız yurtta çay olmadığından-  zaman zaman Beşyol çay ocağına girer, bir bardak çay içer, sonra yurda giriş yapardık. Yine bir akşam çayı içtik. Yurda gitmek için dışarı çıktık. Ardımızda, bizden bir devre altta okuyan ve dershaneye giden bir arkadaşımız çıktı. İçerideki gençler onun ardından bağırış, çağırış  çıktılar, o arkadaşı dövmek için. O arkadaşı kendi halinde bırakıp gitmek olmazdı. Yanımdaki Osman, “Arkadaşlar mesele nedir, güzelce konuşalım” deyince “Konuşmazsak ne olur, Allah’ınızı Peygamberinizi…. ”küfürleri gelmeye başladı. Bela geliyorum diyordu artık. 
Hızlı adımlarla yürümeye başladık. Şimdilerde yok. O zamanlarda dönel kavşak vardı Beşyol ışıklarının olduğu yerde. Onlar 7 kişi biz de 7 kişiyiz. 
Kavşağın tam ortasında Osman’a vurdu biri. Osman’a vurunca ben de ona vurdum. Osman’ı bıraktı bana döndü. 
Sağ elimde dershanemin siyah çantası, gözümde gözlük, tek elle ne kadar dövüşeceksem onu yapacaktım. Beni yolun ortasına yatırdı. Alaman mı veremen mi? Ölüm yakındı artık. Tek yapabildiğim kolunu ısırmak oldu. Sonra üzerimdeki Azrail’i o zamanlar da dargın olduğum arkadaşım itekledi, beni kaldırdı. Zaman zaman tekrar kavgaya pardon dayak yemeye tutuştuk yolun ortasında. Sonra nasıl olduysa ayrıldık. 
Kim kimi dövdü derseniz. 7 kişiye 2 kişi ne yapabilirdi. Biz de onu yaptık, iyi bir dayak yedik. Bizden 4 kişi seyirci, bir tanesi de kavgayı aralamaya çalışmıştı. 
Hızlı bir şekilde yurda doğru yöneldik, tam yurda gireceğimizde, ardımızdan “Kim o benim kolumu ısıran” diyerek tekrar geldiler. Beni bulmaları kolay oldu. Bıçağı çıkardı, üzerime yürüdü. Dayak ortağım Osman araya girdi. Gazi olamadan yurda girdik.

Belletmen hocamız bizi kapıda karşıladı. Üstümüze, başımıza baktı. Adaletsiz bir savaşın içinden çıktığımız belliydi. “Ne oldu size çocuklar, bu haliniz nedir” der demez; bizim dört tane seyirlik arkadaşımızın biri bıraktı, diğeri aldı. Açtılar ağızlarını, yumdular gözlerini. Kavgayı, yani yediğimiz dayağı noktasına, virgülüne anlattılar. Hiç bir şeyi eksik bırakmadılar. Değme fotoğraf makinası ve videolar yanlarında halt etsin. Her bir kareyi fotoğraflamışlar. O zamanlarda dijital makineler, cep telefonları yoktu ama karelerin hiçbir eksikliğini çekmedik. Biz dayak yerken bizi seyreden bizim seyirlik arkadaşlarımız tarihe not düşecek her anı zihinlerine nakşetmişlerdi. Ağızlarını doldura doldura iştiyakla konuşmalarını görünce müthiş bir görsel zekaya sahip olduklarını tespit ettim. Gıpta ettim onlara. Bugünlerde boğulan kişinin boğuluşunu ya da her bir kareyi ölümsüzleştiren seyirlikler gibi her anımızı ölümsüzleştirdiler. Kavgaya girip bizimle bir olsalardı hocaya o anımızı kim anlatacaktı? Zira bizim konuşacak takadımız  kalmamıştı zaten.

7 tane Tarla Mahallesinin eli sopalı gençlerine karşı 7 tane de biz vardık genç olarak. Tek suçumuz alt devremizin çay ocağından çıkarken kapıyı örtmemesi idi. Biz onu koruyalım derken kavganın içerisinde bulduk kendimizi. Seyircilerden bir tanesi de adına dayak yediğimiz kişi idi. Diğer arkadaşlar hafifçe bir kıpırdansalar  adamlar kaçacaktı belki de.

Seyirlik arkadaşlardan biri dışında diğerlerini hiç görmedim 29 yıldır. Bazen önemli bir anımı çekmem gerektiğinde onları hayırla yad ederim. Şimdi olsalar da çekselerdi diye. Ama kendilerini hiç unutmadım biz böyle bir anı yaşarken seyrettikleri için.

Sizlere onların isimlerini, özellik ve boy postlarını da anlatmak isterdim. Ama yaptıkları iyiliğin anlaşılmasından belki de hoşlanmayabilirler. Ziya hayrı kaçar diye düşünebilirler. Onlara dokunmayan yılan bin yaşasın.

Gıyaplarında kendilerine  teşekkür ederim böyle bir anı yaşattıkları ve ölümsüzleştirdikleri için.

Onları ölümsüzleştirmek için ben de onları kaya parçasına yazdım. 26.12.2015