27 Aralık 2015 Pazar

el-Emin Olmak*

Dün akşam Mevlid kandili idi malumunuz. Dile kolay, doğumundan bu güne 1444 yıl geçmiş. İslam dünyasında hicri takvime göre Peygamber Efendimizin doğum günü değişik etkinliklerle anılır. 1989 yılından beri de Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde miladi takvime göre hafta boyunca çeşitli etkinlikler yapılagelmektedir.

Dünya tarihinde bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen unutulmayan ve büyük topluluklar tarafından içeriği dolu olarak anılan başka bir şahsiyet hatırlamıyorum.  Her kutlama ve anmalarda hep duygu dolu anlar yaşanır. Yılın 365 gününde ismi anılmadan geçmez. İsmi zikredilince de ellerimiz göğsümüze gider hemen salavat getiririz. Yani O’nun yolundan gitmeye ve destek olmaya söz veririz.  Bu, O’na karşı sevgimizin, saygımızın ve O’nu numûneyi imtisal kabul etmemizden kaynaklanmaktadır. Günler, aylar ve asırlar geçse de bu sevgi, bu saygı ve O’nu örnek kabul etme artarak devam edecektir.

Sevgiye eyvallah. Peygamber sevgisi konusunda kimse elimize su dökemez. Amacım peygamber sevgisini anlatmak değildir. Buna zaten ne sayfalar yeter, ne de benim kapasitem.

Peki Peygamber kimdir? Abdullah ve Âmine’den doğma. Yetim ve öksüz.  Dedesi ve amcasının himayesinde büyümüş. Şirk toplumunun içerisinde şirke girmekten kendini korumuş, kötülüklerden kendini uzak tutmuş, peygamber olmadan önce herkesin güvenini kazanmış, düşmanları tarafından “el-Emîn” (Güvenilir) denmiş, Ka’be hakemliği yapmış biri. Peygamber olduktan sonra da,” Size şu tepenin ardından sizinle savaşacak bir ordunun geldiğini haber versem bana inanır mısınız?” dediğinde “Evet, biz sana inanırız. Çünkü Sen, asla yalan söylemezsin.” dedirten, kendisini öldürmeye gelenlerin emanetlerini verecek kadar Hz Ali’yi görevlendiren emanet sahibi birisidir. Oğlu İbrahim vefat edince mezarını eğri kazan görevlilere, “Niçin yamuk kazdınız?” dediğinde, “Ya Muhammed, mezar değil mi? Zaten az sonra kapatılacak” cevabı aldığında, “ Allah güzeldir. Güzeli sever” diyerek  işlerin düzgün yapılması gerektiğini ifade eden acılı bir babadır. “23 yıl gibi bir zaman zarfında tüm Arabistan Yarımadasında  Müslümanlığın yayılmasının sebebi nedir” desek, cevabımız; “Emîn ve güvenilir olması, doğru sözlü olması, emanete ihanet etmemesi, işini dosdoğru yapması” deriz. Şimdi, “ Biz gerçekten O’nu örnek alıyor muyuz? O’nun gibi yaşayabiliyor muyuz?” diye bir soruyu kendi kendimize sorsak; nefsimiz hemen harekete geçer: “Efendim! O, koskoca peygamber. Biz O’nun gibi nasıl yaşarız.” diye mazeret beyan etmeye kalkarız.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bugün birbirimize güven vermiyoruz. İşimizi doğru yapmıyoruz. Emin ve doğru sözlü müyüz gerçekten? Peygamberin sadece emin ve güvenilir yönünü örnek alsak, etrafımızdaki insanlara güven versek ardımızda milyarlarca insanı sürükleriz. Bilirsiniz; Peygamber Müslümanı; “Elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir” diye tarif etmiş. Muhaciri de; “Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınan kimse” diye  tanımlamıştır. Farkettiyseniz; Müslüman’ı “Namaz kılan,oruç tutan” vb diye tarif etmemiştir. Kaçımız elimizle, dilimizle başkasını rahatsız etmeyiz. Kaçımız nehyettiklerinden sakınırız. Hani Avrupa ziyareti dönüşünde Mehmet Akif ERSOY’a , “ Avrupa’yı nasıl buldun” diye sormuşlardı ya. Onun verdiği cevabı yine hepimiz biliriz: “ Dinleri; bizim işimiz gibi, işleri; bizim dinimiz gibi.”

Merhum Akif, İslam dünyasının durumunu bu şekilde tespit etmiştir. Kanaatimce İslam gibi bir dinin zirvede olması, inananlarının da doğruluk, adalet ve güvenilirlikte başı çekmesi gerekmektedir. Maalesef bir çok ahlaki değer bakımından sınıfta kaldık.

Yarın rûzi mahşerde Peygamber (as), “Beni hep anacağınıza emîn biri olsaydınız, dünyaya adalet dağıtsaydınız, doğru sözlü olsaydınız, işinizi düzgün yapsaydınız” ne olurdu dese ne cevap veririz? Ya da yüzüne nasıl bakarız? Bilelim ki, İslam’ı anlatmaya değil yaşamaya ihtiyacımız var.

Bu vesileyle; Peygamberimizi doğru anlayan, O’nun gibi yaşayan, O’nun gibi emîn olan takipçilerine selam olsun. Rabbim sayılarını artırsın.

* 23/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Başlarken*

Ortaokulu okumak için Konya merkeze geldiğim 1979 yılından itibaren zaman zaman gazete alırdım.

Gazeteye bir göz attıktan sonra ilk işim köşe yazılarını okumak olurdu.  Ardından bulmaca sayfasını açar, bulmacasını çözmeye çalışırdım. Okuduğum ve takip ettiğim gazete zaman zaman gelmezdi. O bayiden diğer bayiye kadar gider, acaba birine gelmeyen diğerine gelmiş olur muydu? Gelmediği zaman içimde bir sıkıntı hissederdim.

Göreve başladıktan sonra gazete aboneliklerim başladı. Evime kadar gazetem gelmeye devam etti. Uzun süredir herhangi bir gazeteye aboneliğin yok. İstediğim köşe yazarının yazılarını peyderpey sanal alemde okumaya başladım. Fakat gazete alarak okuduğum köşe yazısındaki hazzı dijital alemden alamadım.

Gazete ve köşe yazılarını takip etmek bir nevi herhangi bir şeye bağımlı hale gelmek gibidir. Takip ettikçe ararsın okumayı. Bıraktın mı okumayı da aramaz hale gelebiliyor insan.

Toplum olarak yazanımız pek çok. Ama okuyanımız maalesef pek az. Kitapçı rafları yazılmış, satışa sürülmüş kitaplarla dolu. Gazete satışlarımız ise az mı az. Çünkü konuşmaya, gezmeye, muhabbet ve cedelleşmeye ayırdığımız vakti okumaya ayırmıyoruz. Okumama açlığını Tv izleme, dizi seyretme ve sanal alem gezintimizle gideriyoruz. Tv'yi bırakınca soluğu sanal alemde alıyoruz. Demem odur ki bugün konuşuyorsak geçmiş bilgilerimizi tüketiyoruz. Bir müddet sonra da kendimizi tekrarlamaya başlarız.

Nice zamandır yazsam nasıl olur diye düşünmeye başladım. Bugün yazayım, yarın  yazayım derken bir yılı geçmiş. Ne zaman oturup yazayım derken işin ciddiyetini düşününce yazmayı bıraktım. Hiç bir gaye düşünmeden yazdığım zaman sıkıntı yok.

Bugün oturup üşenmeden yazmaya başladım. Zaman zaman yazdıklarımla karşınız da olacağım. Dert ve sıkıntı edindiğim her konuda "kambersiz düğün olmaz" misali o konuda düşündüklerimi paylaşacağım; duygu ve düşüncelerimi, kendi doğrularımı işlemeye devam edeceğim.

Yapabilir miyim? Baştan söyleyeyim: Sanmıyorum. Ama deneyeceğim sizlerin hoşgörüsüne sığınarak...

Yapamadığım takdirde -ki öyle- elinizde ikinci bir Bekr-i Mustafa vakası daha olmuş olur.
Bekr-i Mustafa’yı bilirsinizdir: 5 yaşında iken mahalle mektebinde eğitimine başlamış, küçük yaşta iken hafızlık yapmış, o günün medresesinde eğitimini almış, dini bilgisi ileri seviyede olan biridir Bekri Mustafa. Zeki, nüktedan, hazır cevap  ve hoşsohbet olan Bekri Mustafa, 18 yaşından sonra içki müptelası olmuş ve  içmesiyle meşhur  biridir. Sultan IV. Murat zamanında yaşamış ve sultanın sevgisine de mazhar olmuştur. Mahalleli ve devlet ricalinin ileri gelenleri tarafından içkiyi bırakır düşüncesiyle Bekri Mustafa’yı Küçük Ayasofya Camii’ne imam-hatip yapmak için seferber olurlar ve devrin sultanını da ikna ederler. İmamlık yaptığının ilk öğle namazından sonra camii avlusuna bir cenaze gelir ve ilk cenaze namazını kıldıran Bekr-i Mustafa, tabuta eğilerek cenazeye bir şeyler söyler. Ne söylediğini merak eden cemaatten biri Bekri Mustafa’ya sorar:
-Hocam, ne söyledin. Bekri Mustafa:
-Ahirette sana öteki dünyadan haber sorarlarsa Bekri Mustafa imam oldu dersen dünyanın durumunu bilirler, başka bir şey söylemene gerek yok  dedim, şeklinde cevap verir.
Velhasıl; Bekri Mustafa, yaşantısıyla ehil olmadığı halde Küçük Ayasofya Camiine imam olur, bu durumu da yukarıdaki hazır cevaplılığıyla ortaya koyar.

Rabbim, doğruları yazmayı, yazdıklarımla yaşamayı nasip etsin.

*09/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

İnsan hakları günü (mü?)*

               

2001 yılında Adana'da bir lisede görev yaparken okulum beni, -içeriğini bilmediğim- bir konferansa gitmem için görevlendirdi. Konferansı dinledim. Konferans Köy Enstitülerinin açılışının 60. yıl dönümü üzerine  deruhte edilmişti.

 Zorunlu olarak dinlediğim konferans esnasında kendi kendime " Acaba bu okullar yeniden mi açıldı" diye sordum. Biliyorsunuz, bu okullar 1940 yılında açılmış, 1954 yılında da kapatılmıştı. Garibime giden kapatılan okulların açılış yıldönümü niçin kutlanırdı? Nihayet anladım 14 yıl sonra olsa da.

İş dönüşü sanal aleme bir göz attım. "10 Aralık İnsan Hakları günü münasebetiyle yayınlanan mesajlar, yapılan basın açıklamaları dikkatimi çekti. Bu haber  kapatılan Köy Enstitülerinin 61.yıl kuruluş yıldönümüne ne kadar benziyordu. Biz doğuştan gelen, en doğal insanî hak olan yaşama hakkımızı çoktan kaybetmiştik. Dünya 5 büyüğün elinde maymuna dönmüş bir durumda. Aklı selim biri, "Dünya 5'den büyük" derken  5'li çete, "Hayır, 5 dünyadan büyüktür" diyerek dünyayı kana bulamaya devam ediyor. Sayelerinde iki dünya savaşı görmüş dünyaya 3.sünü armağan etmek için uğraşıyorlar. Hiçbir gün geçmiyor ki Ortadoğu başta olmak üzere  Dünyanın kahir ekseriyetinde kan akmamış olsun. Kabil'in bireysel katli, toplumsal katliama dönüştü. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen sessiz güdümlü ülkelerin bakışları arasında. Ne kadar da alıştık teröre, katliama, canlı bombaya, bombalamaya, savaşa, ölüme, öldürmeye. Kim, kimi, niçin öldürdüğünü bilmeden taşeronlar, ekmeğine yağ sürüyor "5 büyüktür" diyenlerin.

Bir tarafta hayata merhaba diyenler, diğer tarafta hayata elveda diyenler...O kadar alıştık ki kana. Olmadığı zaman şaşıracağız nereye gidiyor bu dünya diye.    Tek kişi kalmış bu canavar kansız yaşayamaz. Yaşaması, gelişmesi kana bağlı. Çünkü vampirler başka türlü yaşayamaz.

Medeni görünümlü bu insan müsveddesi devletleri görünce Cahiliye Dönemi Araplarına sevgim arttı. Onlar daha medeniymiş. Çünkü onlar yılda  haram kabul ettikleri 4 ayda  hiç olmazsa savaşmazlarmış. Hatta Mekke'ye dışarıdan gelen insanların mal ve can emniyetini korumak için Peygamber Efendimizin de imza koyduğu 'Hılf'ul Füdul Anlaşması' adını verdikleri Erdemliler Hareketi denilen bir anlaşmayı bile hayata geçirmişlerdi. Bugün ise 1 yıl, 12 ay, 365 gün, 6 saat kan akmaya devam ediyor. Bu medeni, çağdaş görünümlü vampirler olsa olsa Kabil’in nesli olurlar. Ve ardından gittikleri Şeytan’a bile şapka çıkarttırırlar.
Dünyaya yön veren güç dengeleri! Gelin ilan ettiğiniz  göstermelik insan hakları gününüzde bari kan akıtmayın ki samimiyetiniz test edilsin. İnsanlar hiç olmazsa bir günü rahat ve ferah bir şekilde geçirebilsinler. Bunu da çok görmeyin bu hemcinslerinize.

İnsanlığımız utandı artık insan görünümüzden ve insanlığınızdan.
 Dünya devletleri 5 daimi üyenin dışında barış merkezli yeni bir oluşuma gitmeden, hep beraber bu 5'e karşı çıkmadan  bu dünyaya uyku haramdır.

Kan ve gözyaşının olmadığı, anaların ağlamadığı, insanların huzur ve barış ortamında doğuştan gelen yaşama haklarını kullanacakları nice yıllara....

Günse eğer doğuştan gelen gününüz hayırlı olsun.... Ramazan YÜCE
*16/12/2015 tarihinde Anadolu Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.