Ana içeriğe atla

Gönülleri fethetmenin adı: Hz Muhammed **

63 yıllık kısa ömrünün içerisine mücadeleyle dolu bir ömrü sığdırmış biri idi. Hayatı hep mücadeleyle geçti. Yoruldum biraz dinleneyim diye uzanıp yatmadı dense mübalağa edilmiş olmaz.

Mücadelesinde hep bir nezaket, azim ve gayret var, yumuşak davranma var, kabalığa yer yok hayatında. İnsanları ve düşmanları şirk bataklığından kurtarmak, yakıcı alevde yanmalarının önüne geçmek için didindi durdu hep. Kimsenin kınamasına, küçümsemesine aldırmadı hiç. Ben nasıl yaparım bunca işi tek başıma demedi. Kendisine çizilen yolda dosdoğru yürüdü. "Kavli leyyin" idi onun metodu. Ne zayıflığında sert ve kabalığa baş vurdu, ne de gücü eline geçirdiği zaman. Hiç gizli ajandası olmadı. Örnek bir tipti o: İçi dışına, dışı içine benzeyen.

Kutsal yolculuğuna başlamadan önce herkesin özellikle düşmanlarının güvenini kazandı. Herkesin saygı gösterip değer verdiği bir kimse idi. Kimseden bir beklentisi olmadı. Makam ve mevkide gözü olmadı. Tebliğ görevine çıktığı zaman hep insan kazanma mücadelesi verdi. Kimseyi ötekileştirmedi. Adam adama markaj uyguladı. Kimseye baskı uygulamadı. Hep anlattı onlara. Kah evlerinde, kah panayırlarda, kah Safa Tepesinde, kah Akabe'de, kah Taif'te, kah Daru'l-Erkam'da, kah Kabe'de... Zengin, fakir, mağrur ve mağdur demedi. Herkesin ayağına gitti. Onlara İslam'ı anlattı. Kimseden bir şey istemedi. Sadece inanmalarını istedi. Kimseden umudunu yitirmedi. Hiç inanma ihtimali olmayan, düşmanlığıyla ün yapmış cehaletin babası Ebu Cehil'in, olmaz olası amcası Ebu Lehebin ayağına, küfür ve zulümde ileri giden ileri gelenlerin ayağına bile kaç defa gitti tebliğ etmek için. Hiç kırk yıllık kani olur mu yani demedi. Gitti boş döndü, uygun ortam ve zamanda yine gitti. İnanmazsanız inanmayın yeter ki beni bir dinleyin dedi. İnananlara cennetten başka bir şey va'detmedi. İnanmayana kızıp bağırmadı, küsüp gitmedi, dışlamadı, cezalandırmadı.

Taif'e giderek onlara İslam'ı anlattı, karşılığında bir araba sopa yemesine rağmen onlara asla beddua bile etmedi. Her türlü nifak hareketinin içerisinde yer alan münafıkların lideri Abdullah bin Ubeyy Bin Selül'ü kazanmak için bile didindi durdu hep. Yaptığı savaşlarda karşısında ordu komutanı olan Ebu Süfyan'ı bile kazanmak için Mekke'nin fethi esnasında "Kim Ebu Süfyan'ın evine sığınırsa emniyettedir" bile dedi. İhanet içerisine giren Hatıp bin Ebi Belta'yı cezalandırmadı, hatta "Bedir ashabındandır, ilişmeyin" diyerek yeniden kazanma yoluna gitti. Tebük Seferine katılmayan münafık ve samimi Müslümanlar'ı bile Allah'a havale ederek onları kendi haline bıraktı. Kendi kendilerine hatalarıyla yüzleşmelerine fırsat verdi. Sonunda onları da kazandı.

Hiç özel hayatını yaşamadı dense yeridir. Ne bir köşkü oldu, ne de makam arabası, ne de özel şoförü. Geride kalan kızına  dişe dokunur bir miras bile bırakmadı. Dünya için değil ahireti için yaşadı hep.

Kendisine işkence yapanlara, hayatı zindan edenlere, amcasının öldüren Vahşi'ye, onu azmettiren Hint'e hiç kin gütmedi. Mekke'yi fethettiği zaman kendisine ve ashabına kin kusan, zulmedenleri Kabe'de topladı, ceza vermedi. Güçlü iken onları affetti...Yerde ve gökte övülen biri oldu. Övgüye layık olduğunu gösterdi. Hep affederek kazandı... Örnekleri çoğaltabiliriz. Demek istediğim odur ki, ömrünü adam kazanmaya verdi dense yeridir o Kutlu Nebi'nin.

Onun yolundan gittiğini söyleyen bizlere ne oluyor ki bizim gibi düşünmeyen insanları dışlama, yok etme yoluna gidiyoruz. Hiç kazanma diye bir derdimiz yok. Ahirete bırakma gibi niyetimiz yok. Kimseye hatası ve yanlışıyla yüzleşme imkanı verme gibi bir düşüncemiz yok. Ne kadar da kelle avcılığına merakımız varmış meğer. Allah tövbe kapısını hep açık bırakmış. Biz ise özür, tövbeye, hatayla yüzleşmeye tahammülümüz yok. Kellesi vurulsun modundayız nedense. Kimse hataların menşeine, bataklığa inme, bataklığı kurutma mücadelesini esas almıyor. Bilerek ya da bilmeyerek bataklığa düşmüş, ya da girmiş insanları yok etme hevesini taşıyoruz. Öyle bir heves ki hiç eksilmiyor maalesef. Kimi hataları baştan görür, kimi ortasında, kimi de en son bir musibetle görür. Herkes aynı değildir bir defa. Art niyetli ele başlarını yakalayıp ceza vermekten ziyade kanmış, kandırılmış piyonların peşindeyiz hep.

Sorgulamıyoruz nedense. Bir konuda milletin ekseriyeti şu ya da bu şekilde hata yapmışsa bunun nedenleri nelerdir, bir daha böyle yanlışlar olmaması için ne gibi tedbirler alınmalı gibi sorulara kafa yormuyoruz.

Hata yapıp hatasıyla yüzleşen, hata yapma riski olan insanları ötekileştirmeden kazanmak için nebevi metodu uygulamanın zamanı geldi, geçiyor bile. 13/10/2016
** 24/10/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde