14 Mart 2025 Cuma

Emekliliği Gelmiş Her Bir Çalışanın Hikayesi

Yazıma, eğitimci yazar ve sağ beyin uzmanı Selçuk Karaman’ın bir paylaşımına yer vererek başlamak istiyorum:

Geçen hafta bir kurumda idim. Yaşı sanırım 60 üzerinde bir memur gördüm. Elleri titriyordu. Eller kalem tutmadığı için başka bir görev vermişler.

Biraz sohbet etme şansım oldu. "Bu kadar eziyete gerek var mı? Emekli olsanız." Deyince, sonradan pişman oldum. (Çünkü) bu soruyu sorduğumda gözleri yaşardı. "Hocam 62 yaşındayım. Evet haklısınız. Bu hale geldikten sonra emekli olmam gerekiyor.

Şu an herkesin bana acıyarak baktığını da biliyorum. İşimi layıkıyla yapamadığımı da biliyorum.

Gelen vatandaşın bazen ne gözle baktığını görüp onurum kırıldığını gönlümün yıprandığını da biliyorum. Ama emekli olamıyorum.

Bir çocuk üniversite üçte, diğeri işsiz, öbürü evlenecek. Şu an elime 60 bin ₺ maaş geçiyor. Emekli olduğumda maaşım 17 bin ₺'ye düşüyor. Emin olun yarı yarıya olsa bile hemen emekli olacağım.

Söyleyin ne yapayım ben?

Zaten 65 yaş dedi mi emekli olunca öleceğimi biliyorum. En azından çoluk çocuğumu 65 yaşına kadar yaşatmaya çalışıyorum."

Bunları anlatırken gizli gizli gözyaşlarını sürekli siliyordu. Bu sohbetten sonra en az 3 kez kendisi ile helalleştim. Bu durum da bana ders oldu, kulağıma küpe oldu.

Bir emekli olarak bizi yönetenler! Milyonları geçtim. Sadece bu insanın vebali yeter size.” Selçuk Karaman

Sayın Karaman’ın şahit olduğu bu paylaşımını okuyunca etkilendiğimi söylemeliyim.

Pek dillendirilmese de bu ülkede emeklilik toplumsal bir sorun. Çünkü emeklilerin büyük bir çoğunluğu, aldığı emekli maaşı ile geçinemiyor. Çünkü çalışırken aldığı maaş yarıdan fazla düşüyor. Bunu bilen emekliliği düşünmüyor. Sağlığı el vermese dahi çalışma haddi olan 65 yaşına kadar çalışmaya devam ediyor.

Bu durum eskiden böyle değildi. Çalışan ile emekli olan arasında maaş uçurumu yoktu. O yüzden emekliliğini hak eden bir gün dahi beklemez, hemen emeklilik dilekçesini verirdi. Emekli olana da hayırlı olsun, darısı bizim başımıza denirdi.

Emekli ikramiyesi ile de evini ve arabasını alırdı. Tahakkuk eden maaşı da kendisini ve ailesini rahat geçindirirdi. (Hastanede bir gece yattığımda, öğretmen olduğumu öğrenen sağlık çalışanı, “Babam da öğretmendi. Emekli olduğunda emekli ikramiyesi ile bir ev bir araba almıştı. İlk defa evimiz ve arabamız olunca ailecek çok sevinmiştik” demişti.)

Yapılan değişiklikle, çalışan ile emekli arasında maaş yönünden makas açıldı. Büyük uçurum meydana geldi. Çünkü maaşlar ya yarı yarıya ya da üçte iki oranında düşüyor. Bunu bilen, çalışan da hasta da olsa mecburen zorunlu emekli yaşını beklemek zorunda kalıyor. Emekli olduktan sonra aldığı emekli ikramiyesi de değil bir ev ve araba almayı, evin bir odasını bile alamıyor. Yaşı geldiği için emekli olana da şimdilerde kimse hayırlı olsun, darısı bizim başımıza demiyor. Geçmiş olsun, Allah yardımcın olsun diyor. Yani acıyor.

Bu durum işçilerden ziyade memurlarda böyle.

Memurların çoğu da geç evlendiği için emeklilik yaşına geldiği halde daha baş göz edemediği okuyan çocuğu olabiliyor. Haliyle emeklilik yaklaştıkça kara kara düşünüyor.

Selçuk Bey’in şahit olduğu durum da milyonlarca memurun bir hikayesi aslında.

Nereden nereye demek birilerinin sloganı. Gerçekten nereden nereye düşmüşüz. Şartlar daha da iyileşeceği yerde daha kötüye gitme durumu söz konusu.

Bugün asgari ücretin altında emekli maaşına talim eden milyonlarca kişi, yanlış SGK politikasının bir kurbanı. Bunda seçim öncesi siyasilerin emekli yaşı ile oynamasının payı büyük. Bu payda gelmiş geçmiş hükümetlerin vebali var.

Zamanında bir beş yıl daha hesabı yapılmasaydı, seçim ekonomisi uygulanmasaydı, bugün 16-18 milyon emeklimiz olmazdı. SGK büyük yara almazdı. Az sayıdaki emekliye de insanca yaşayabileceği bir maaş verilebilirdi.

Halihazırda Türkiye hem erken yaşta emekli olanların hem de 65 yaşına kadar çalışmak zorunda olanların çelişki halini yaşıyor. Ülke bir nevi emekli cenneti. Bu emeklilik aynı zamanda emekliye hayatı zindan etmekte ve onlara cehennem azabı yaşatmaktadır.

Yazıya başlarken niyetim, Selçuk Bey’in paylaşımına yer verdikten sonra yaşı ilerlediği ya da emekliliği hak ettiği halde çalışanlar için bazılarının; “Daha çalışın mı? Bırakıver artık. O kadar işsiz genç var. Yerinize gençler gelsin. Hayatta her şey para değildir. Mezara mı götüreceksiniz” türünden bol keseden konuşanlara birkaç kelam etmek idi. Ama gördüğünüz gibi eski, yeni emekli kıyaslamasına girdim. Yazım da uzadı. Son bir paragrafta da olsa buna değinmiş oldum. İnanın, emekli ol aklı verenler, bekara avrat boşamak kolay misali, sadece avrat boşuyorlar. Hem bekarlar hem bol avrat boşuyorlar hem de zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali çenelerini yoruyorlar. Hiç vazifeleri değil halbuki. Unutmasınlar ki her çalışanın bir hikayesi vardır. Hepsinin hikayesi birbirine benzese de farklıdır. Yaşayan bilir, eşekten düşen bilir. 

Eş Seçiminde Dindarlık Kriteri

Bir arkadaşım var. Bir cemaatin içinde büyüdü. O cemaat için maddi ve manevi gücünü ortaya koymaktan uzak durmadı. O cemaatin ileri gelenlerinden oldu.

Bu arkadaşın cemaatçiliği çoğu cemaat mensubundan farklı. Okuyan, sorgulayan, soran, eleştiri getiren, içine sinmeyen bir hususu en yetkili ağza dile getirmekten geri durmayan biri. Cemaatlerde gelenek haline gelen itaat ve biat kültüründen uzak bir duruşu var.

Bir ara laf arasında şöyle dedi: Cemaatte olan arkadaşları yine cemaate mensup kızlarla evlendirme adeti vardı. Her birimiz için sen şununla, bu onunla evlenecek şeklinde aday bile belirleniyordu.

Askere gitmeden önce benim için de evleneceğim kız belirlenmişti. Biri uyardı. Sakın ha dedi. Bu uyarıyla birlikte cemaatten olan kızla evlenmekten vazgeçtim. Anneme, "Bizim aile kalabalık. Gelen ve gidenimiz eksik olmaz. Bizim aile yapımıza uygun birini bulalım. Yarın aksilik yaşamayalım. Varsın ilkokul mezunu olsun. Ama anne babamızı sevip sayan, bakıp gözeten biri olsun dedim. Öyle de oldu. Mutlu bir evliliğimiz var. Eşim, anne babamı kendi anne babası bildi hep. Hizmette kusur etmedi. Cemaatin belirlediği cemaat kızıyla evlenen arkadaşların çoğu huzursuz ve mutsuz. Çünkü bizim cemaate mensup kızların çoğu feminist çıktı. Eşinin anne ve babasını sayıp gözetmede anlaşamıyorlar" türünden bir konuşmaya yer verdi.

Normal şartlarda aynı cemaatten evlenenlerin daha uyumlu olacağı, birbirini anlayacağı ve mutlu bir evliliklerinin olacağı düşünülür. Çünkü aynı eğitimi almışlar aynı havayı teneffüs etmişler aynı duyarlılıklara sahip kişiler. Gel gör ki böyle olmuyor. İş dönüp dolaşıp senin annen senin annen, benim annem benim anneme dönüyor. Herkes kendi anne ve babasına bakacak görüşü ağır basıyor. Gidip gelme, görüp gözetmede denge gözetilmiyor. Genelde kız tarafının ailesine gidip gelme oluyor, oğlan tarafının ailesi ihmal ediliyor. Oğlan da iki arada bir derede kalıyor. Bu da ister istemez mutlu evliliğin önündeki en büyük handikap.

Bu arkadaşın verdiği örnek lokal mi yoksa genelde mi böyle bilmiyorum. Ama gördüğüm kadarıyla kız tarafı “Kızımız evden gitti” dense de oğlan tarafı için “Oğlan elden gitti” gibi fiili bir durum söz konusu oluyor.

Yine gördüğüm kadarıyla dindar olmak yeterli gelmiyor.

Buradan, eş seçiminde, Ebu Hüreyre’den rivayet edilen, Buhari, Müslim, Ebu Davut, Mesai ve İbni Mace’de geçen, “Kadın şu dört şey için nikahlanır. Bunlar: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç. Aksi halde sıkıntıya düşersin” hadisine gelmek istiyorum.
Bu hadise göre erkek dindar olanı seçmiş. Kadın da öyle. Ama gel gör ki dindarlığın geçim ve mutlulukta tek başına yeterli olmadığı anlaşılıyor.

Oldum olası bu hadiste tercih sebebi olan dindarlığı, ahlaklı olanı şeklinde tercüme ettim. Çünkü ahlak, dindarlığa beş çeker. Kadın olsun, erkek olsun, huy güzelliği daha öncelikli olmalıdır. Kendine Müslüman dindar birinin dindarlığı varsın kendinin olsun. Öyle anlaşılıyor ki çoğu dindar, dindar görünümlü birer dini dar. 

Sözü uzatmadan eğitimci yazar Selçuk Karaman’a, bir okuyucusunun gönderdiği mesajı da buraya almak isterim:

"Hocam kitabınızı okudum. Okudum bir daha okudum ve okudukça ağladım. Evlilik ile yazınız beni derinden etkiledi. Kitabınızın ne kadar doğru olduğunu anlatmak ve bu kitabın herkesçe okunması gerektiğini anlatmak için bu maili gönderiyorum.

Emekli hakimim. İki oğlum var. Büyük oğlumun evliliğine itirazım olmadı. Sizin ifadenizle sol beynimizle baktık sanırım. Uzun boylu,. güzel ve kapalı. Tam bizim ailemize göre idi.

Küçük oğlumun evliliğine itiraz ettim. Hem güzel değildi. Hem de başı açıktı. Oğlan hiç geri adım atmadı.

Evlenince biz 4-5 sene küçük oğlumla konuşmadık. Torun olunca yavaş yavaş konuştuk ama mecburiyettendi.

Yıllar geçti eşim vefat etti. Bu acı bana ağır geldi hocam.

1 yıl sonra ben de hastalandım. Yatağa düştüm. Büyük oğlumun eşi bana bakmayacağını söylemiş oğluma.

Beni bakım evine götürün dedim.

Küçük oğlumun eşi bize geldi. 'Sen benim de babamsın. Eğer seni bakım evine gönderirsek ben kahrolurum. Göndermem' dedi. O an o kadar utandım ki özür lafı ağzımdan çıkmadan bana sarıldı ve birlikte ağladık.

Hocam 10 yıldır Allah razı olsun açık olan gelinim bana mükemmel bakıyor. Kapalı olan aramadı bile.

Kitabınızda 'Sol beyin evlilikleri samimiyetsiz evliliklerdir kısa sürer. Sağ beyin evlilikleri samimidir ve ebedi dünyada da devam eden evliliklerdir' demişsiniz. Ne kadar haklı bir kitap.
Kurda kuşa sizin kitabınızı öneriyorum. İnanın kitabınızı 5 kez okudum hala tadını alamadım. Allah razı olsun sizden."

Not: Selçuk Karaman sol ve sağ beyin üzerine kendini yetiştirmiş. Bu konuda uzman biri. Yazdığı eserinin adı da ”Sol Beyin Ateisttir/Sağ Beyin Dindardır”.

Bir Sorumsuzluk Örneği *

Yakınımın evinin önünde belediye yol ve tretuvar çalışması yaptı.

Çalışma birkaç ay sürdü. Bu çalışma dolayısıyla yakınımın evine gitmek için arabayı bir önceki sokakta bırakmak zorunda kaldım.

Belediye asfalttan eser kalmayan yolu iyice kazıdı. Yol kenarlarına küçücük kaldırım yaptı. Sonra güzel bir sıcak asfalt döktü.

Öyle güzel asfalt döşenmişti ki bakmaya doyamazsın. Bir asfalt ve kaldırım sokağı güzelleştirdi. Mahallede toz, toprak ve çamurdan eser kalmadı.

Asfalt döşendikten sonra yakınımın evine iki, üç defa daha gittim.

Son gidişimde o güzelim asfaltın içine edildiğini gördüm. Sanırım karşı evden biri su ya da doğal gaz almış olmalı. Suyu almak için de özene bezene, evladiyelik yapılan asfaltı kazdırmış. Suyu aldıktan sonra asfalt boyu iyice doldurulmadığı için çirkin bir görüntü ortaya çıkmış. Arabayla geçmek için iyice yavaşlamak gerekiyor. Görmeden hızlı girsen arabayı hoplatırsın.

Şimdi yakınımın evine gittikçe akşam karanlığında o çukura girip girip çıkıyorum. Haliyle bu güzelim asfaltın içine eden mahalle sakinini hayırla anmadan geçemiyorum.

Belediye bu kazılan asfaltı yama yapar. Ama ne zaman yapar? Yapılan bu yama da bilirim asfalt hizasında olmayacak. Ya çukur olacak ta da asfalttan yüksek olacak. Buraya geldikçe araba yine hoplayacak. Hoş, hiçbiri olmasa da bu yama hep dikkat çekecek ve gözü tırmalayacak.

Mübarek! Elbette şu ya da doğal gaza ihtiyacın varsa alacaksın. Ama bunu zamanında yapacaksın. Bunun için de elinde fırsat vardı. Belediye bugünden yarına bir çırpıda bu asfaltı yapmadı. Aylarca sürdü bu çalışma. Bu zaman diliminde ben de bu vesileyle şu ihtiyacımı gidereyim diyebilirdin.

Görünen o ki bu mahalle sakini ağustos böceği gibi beklemiş. Belediye bin bir emekle asfaltı döktükten sonra ihtiyacı aklına gelmiş ve güzelim asfaltı bozarak imzasını atmış.

Belediyenin yerinde olsaydım, bu sıfır asfaltı kazdırmazdım. Yol çalışması yapmadan önce veya yol çalışması yapılacağında mahalle sakinlerine duyuru yapardım:

Sayın mahalle sakinleri! Sokağınıza asfalt döşenecek. Su ve doğal gaz alacaksanız, bu ihtiyacınızı şu tarihe kadar yapınız. Bu tarihten sonra asfaltın bozulmasına şu kadar yıl izin verilmeyecektir. Bu zaman zarfında yol kazılırsa ve asfalt bozulursa, sokağa dökülen asfaltın bedeli o mahalle sakininden alınır derdim.

Bu benim gördüğüm sadece bir sokağa dökülen asfaltın bozulması örneği değil. Bu şekil ne asfaltlar bozuluyor. Sıfır asfalt yamalı bohça haline geliyor.

Bu yamalı görüntü, plansızlığımızın bir göstergesi. Belediyede de plan olacak, vatandaşta da.

*21.03.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

12 Mart 2025 Çarşamba

Yaşayan Ölüler

Sosyal medyada önüme bir paylaşım düştü. Çok manidar bulduğum bu paylaşıma yer vereyim:

"Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna inanan, bu nedenle de yemek yemeyen ve hiçbir yaşamsal faaliyete katılmayan bir akıl hastası, tüm uzman psikiyatristlerce girişilen her çabaya rağmen ölü olmadığı konusunda bir türlü ikna edilememiş.

Hastanın bu kararından vazgeçmeyeceğini anlayan ve tedavisini üstlenen psikiyatristlerden biri, sonunda hastaya ölülerin kanayıp kanamayacağına dair bir soru yöneltir. Hasta "tabii ki kanamaz, çünkü ölülerin tüm hayat fonksiyonları durmuştur" der.

Bunun üzerine psikiyatrist küçük bir iğne alıp hastanın parmağına batırır. Bir müddet şaşkınlıkla parmağına bakan ve kanadığını gören hastanın tepkisi ilginçtir.

"Lanet olsun! Ölüler de kanarmış."

İbni Sina’nın dediği gibi: Hiç kimse görmek istemeyen biri kadar kör olamaz."

Bu paylaşıma anekdot mu denir, fıkra mı denir bilmem. Her ne dersek diyelim. Çok anlamlı ve manidar bir paylaşım. Çünkü hayatın içinden bir paylaşım.

Her ne kadar "Gerçeklerin er veya geç ortaya çıkma gibi bir huyu vardır" dense de Doğu toplumlarında gerçeklerin ortaya çıkma gibi bir huyu yoktur. Çünkü bu topraklarda algılar olguların önüne geçmiş ve her şey algılar üzerinden yürütülür. Yürütülen bu algılarla mutlaka sonuç alınır.

Tekrar paylaşıma dönersek, yaşadığı halde öldüğüne inandırılmış bir hasta ile karşı karşıyayız. Her yol denenmiş. Parmağından kan gelmesine rağmen hasta yine yaşadığına ikna edilememiş.

Bu yaşayan ölü için yapılacak tek şey silahı çıkarıp bu hastayı öldürmektir. Çünkü bu problemin başka çözümü yoktur. Böylece hem hasta kurtulacak hem de toplum ve ülke kurtulacaktır.

Tüm derdimiz bu kendini ölmüş kabul eden kişiden ibaret değil. Toplumda bu şekil yaşayan o kadar ölü var ki tüm psikiyatristler bir araya gelse, tıbbın büyün tekniklerini kullansalar, hastayı ikna için her makul izah getirseler, bu hastayı ölü olmadığına ikna etmek mümkün değildir. Çünkü yaşamanın kolaylığını bulmuş.

Aklını kiraya veriyor ama aklını kiraya verdiğinden haberi yok. Söylesen de zaten kabul etmez.

Kendisi hiçbir özgün düşünceye sahip olmayacak. Çünkü başkası adına yaptığı tamtamcılığı kendi düşüncesi sanıyor.

Hep başkasının trollüğünü ve şakşakçılığını yapacak. Çünkü bu yol ile kendisine böyle bir kimlik inşa etmiş oluyor.

Bu durumda uzun kış uykusuna yatmış, bir türlü uyandırılamayan, ölüden farkı olmayan bu tiplerin ne başı ağrır ne de huzursuz olur.

Ruhu ölmüş böyle bir insan daha ne ister? Çünkü ondan mutlusu yoktur.

Zaten mutluluk için yaşamıyor muyuz?

Ha bizim bu dertsiz mutluluğumuz başkasına zarar veriyormuş. Ne gam ne keder. Kendine Müslüman olmak kadar güzel bir şey olamaz.

Böyle bir hayat varken dertlenmek, düşünmek, görmek, sorgulamak, tenkit etmek neyimize değil mi? Nasılsa birileri bizim adımıza her şeyi güzel yapıyor.

Yaşayan bu ölülerin cesetleri kokuşmaya sebebiyet veriyormuş. Problemleri daha da büyütüyormuş. Hayatı insanlara zehir ediyormuş. Ne gam ne keder. Çünkü ölülerin burnu koku almaz. Gözleri görmez. Akıl ve izan yoksunudurlar. 

Müslümanlar Ne Âlemde?

İslam ülkeleri içerisinde ortaya çıkan örgüt isimlerini buraya yazsam kaç sayfa dolusu örgüt ismi çıkar.

Kimi terör örgütü kimi vakıf ve dernek kimi tarikat kimi camia kimi mezhep kapsamında.

Yine de bazısına burada yer vereyim: Taliban, el Kaide, en Nusra, Cemaati İslami, Boko Haram, PKK ve türevleri, Kadiri, Nakşi, Mevlevi, Alevi, Anadolu Alevisi, Arap Alevisi, Dürzi, Nusayri, Şii, Sünni, Gülen hareketi, FETÖ, DAİŞ, DEAŞ, IŞİT, İrancı, cumasızlar, Hamas, HTŞ, Haşdi Şabi, Kassam Tugayları, Bahai, İsmaili, Husiler, Hizbullah, tekfirciler, Nurcular, İbda-C, vs.

İnanın say say bitmez.

Saydığım bu grupların içerisinde PKK ve türevlerini bir tarafa bırakırsak, diğerleri İslami yönleriyle ön plana çıkmış İslamcı gruplar. Kimi silahlı mücadeleyi seçmiş ise de kimi irşat ve nefsi terbiye üzerine yoğunlaşmış durumda. Çoğunda da İslamcılık yönü var. “Yaşadığımız sorunlar İslam kanunları olmadığından. İslami bir devlet veya yönetim kurarsak tüm dertlerimiz bitecek” anlayışı hakim.

İslam ülkeleri içerisinde çok sayıda grup var. Hepsi kendisini en doğru yol ve fırkayı naciye görmekte. Peygamberin dediği, "Ümmetim şu kadar şubeye ayrılacak. İçlerinden bir tanesi kurtuluşta, diğerleri dalalette" şeklinde ifade edebileceğimiz sözün gereği olarak en doğru grubun kendileri olduğu bilinçaltlarına yerleşmiş durumda.

Kimin doğru yolda kimin dalalette olduğunu bilme imkanımız yok. Şu var ki her ülkede birden fazla olan gruplar birbirine karşı ateşle barut gibi. Zaman zaman birbirlerine girerler. Birbirlerini öldürürler. Bugüne kadar akıttıkları kan Müslüman kanı. Daha bir kafiri, ateisti, sömürgeciyi öldürdüklerini görmedim. Bulundukları yere barış dini olan İslam adına bir huzur getirdikleri yok. Ne kendileri huzur buluyor ne de karşısındakilere huzur veriyorlar. Hep kan ve gözyaşı hakim İslam topraklarında. Çıkardıkları iç karışıklık sonrası ABD'nin kendilerini bahane ederek o ülkeyi işgali etmesini zaten saymaya gerek yok.

Bu durumda "Ancak Müslümanlar kardeştir" sözünün gereği olarak kardeş olmaları gereken Müslümanlar birbirinin düşmanı. Başka düşmana hiç ihtiyaçları yok. Ya Habil ile Kabil gibiler ya Yusuf ile ağabeyleri gibiler ya da İsmail ve İshak soyundan olan Filistin ve İsrail gibiler. Birbirlerini yemenin dışında başka maharetleri olmayan bu grupları, şeytan, bunlar beni geçti. Bunlarla uğraşmama gerek yok diye bunları bırakmış olmalı.

Allah bildiği gibi yapsın bu Müslümanları. Dostun yüz karası, düşmanın maskarası bunlar.

İşin garibi "Size Müslüman ismini seçtim" ayetine rağmen Müslümanlar, şuculuğu, buculuğu, grupçuluğu, başka isimle anılmayı bırakıp ne zaman Müslüman ismini kullanıp ne zaman İslam'ın istediği gibi birileri olacaklar?

Bu görüntüsü ve kafa yapısıyla, Müslümanların dünyaya dair kötü örnekliğin dışında verebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur.

Not: Genelleme yapmayayım. Sözüm her Müslüman her Müslüman grup için değil. Yüz ağartmayan Müslüman ve Müslüman gruplaradır. Yüz ağartanları tenzih ederim. Böyle bir yazıyı da Arap Alevileri ile Suriye yönetimi HTŞ arasındaki kanlı mücadele üzerine yazmak aklıma geldi.

Bebek Katilinden, Kurucu Öndere

Ortaokulda çalışırken bir 7.sınıfın dersine giriyorum.

Bir gün o sınıfın dersine gireceğimde, kapıda bir anne vardı. İkinci kişi giremeyecek şekilde kapıyı kaplamıştı.

Çekilir mi diye bekledim. Nafile.

Hanımefendi, müsaade eder misin dedim. Lütfedip kenara çekildi. Çekilirken kızımın yanına gelmeyeceksin gibi bir şeyler söyledi anne.

Sınıfa girdim. Her zamanki şen şakrak sınıftan eser yoktu. Bir fırtına estiği belliydi.

Ağlayanlar, sızlayanlar...

İki kız öğrencinin etrafında kümelenmişti arkadaşları. Onları teskin etmeye çalışıyorlardı. Öğrenciler barut fıçısı gibi oldukları için teskin olacak durumda değillerdi.

Az sonra rehber öğretmen aralarına kara kediler giren iki öğrenciyi çağırdı. Nice sonra sınıfa geldiler. Ama ağlama sızlama devam ediyordu. Görünen o ki rehber öğretmen de bunların derdine derman olamamıştı.

Sınıfa girmelerinin ve yerlerine oturmalarının ardından fazla geçmedi ki lavabo için izin istedi biri. İzin verdim. O geldi, diğeri izin istedi. Ona da izin verdim.

Az sonra rehber öğretmenle görüşmek için izin istedi biri. Haydi git dedim.

Dersim oldu izin verme dersi. Kah nöbetçi öğrenci geliyor kah rehber öğretmen. Benim sınıfın kapısı oldu bir mahkeme kapısı.

Nedir mesele dedim bu öğrenciler derste yok iken.

Başladı biri anlatmaya. "Öğretmenim, bu iki arkadaş, falan ilkokuldan bu okula geldiler. Bu okulda ayrı sınıfa verilmişler. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu iki öğrenci aynı sınıfta olacağız ısrarı ile okul bunları bu sınıfta birleştirdi. Aynı sırada oturdular, teneffüsleri bile birlikteydi hep. Biz onsuz yapamayız, biz birbirimizi çok seviyoruz, hiç ayrılmayacağız diyorlardı. Bunların arası açıldı. Şimdi de birbirlerini görmek istemiyorlar. Sınıf değişikliği istiyorlar. Aynı sınıfta okumak istemiyorlar." türünden bir şeyler söyledi. Aralarındaki sorunu da şu buna şunu, bu buna bunu yaptı gibi bir şeyler söyledi.

Rehber öğretmeninin kaçıncı görüşmesinden de bir sonuç çıkmamış. Barışmamış iki öğrenci de. Yine ağlaya sızlaya sınıfa geldiler.

Sonunda, kızım, sizin derdiniz ne dedim. Burunlarını çeke çeke bir şeyler söylemeye kalktılar. Susun, dinlemek istemiyorum. Dersimi de günümüzü de zehir ettiniz. İşimiz yok da sizin bu eften püften sorununuzla mı uğraşacağız şeklinde sert çıktım. Sesimi yükselttim.

Sınıf da o ikisi de susuktu.

Az sonra gelin ikiniz de tahtaya dedim.

Nazlana nazlana tahtaya çıktılar.

Haklıyım, haksız demeden birbirinizden özür dileyin sınıfın huzurunda. Ardından sarılacaksınız dedim.

Pek tınmadılar beni. Başları öne eğik durdular.

Bana bakın. Ben rehber öğretmene benzemem, annenize hiç benzemem. Hemen özür dileyip sarılmazsanız elimden çekeceğiniz var. Sinirlenirsem fena olacak. Sizi kimse elimden alamaz. Bu saatte sizin kaprisinizi çekemem dedim.

Bendeki gürlemeyi gören iki öğrenci, ağızlarının içiyle birbirinden özür dilediler.

Olmadı. Tane tane özür dileyeceksiniz dedim.
Bunu da yaptılar.

Sınıftan da özür diyen dedim. Sınıfa da özür dilediler.

Şimdi sarılım bakalım birbirinize dedim.

Sarıldılar. Öyle sarıldılar ki ayırabilene aşk olsun. Epey bir sürdü bu sarılma faslı.

Aferin size. Tebrik ediyorum sınıfın huzurunda. Yalnız bu barışmanız bu kadarla kalmayacak. Şimdi yan yana oturacaksınız. Akşama kadar tüm teneffüslerde sizi yan yana göreceğim. Haydi bir arada olmayın da göreyim. Kızlar, sizler de bunları takip edeceksiniz. Ayrı gezerlerse haberim olacak dedim. Tamam dediler.

Akşama kadar tüm teneffüslerde gözlemledim bunları. Kah yan yana kah kol kola idiler. Ayrılmaz ikili oldular.

Arkadaşlarına dedim ki kızlar, ben bu işten bir şey anlamadım. Az önce sınıf değiştiriyorlardı, birbirlerinden nefret ediyorlardı. Şimdi ise daha olayın sıcaklığı gitmeden kumrular gibi oldular. Ama sonuç tatlıya bağlandı ya önemli olan da bu dedim. Ne diyeyim, Allah muhabbetlerini daim eylesin. 

İki çocuk arasında cereyan eden, işin içine aile ve rehber öğretmenin de girdiği bu problemde ve problemin çözümünde baştan sona bir ifrat ve tefrit durumu söz konusuydu. Zaten tüm çektiğimiz de bu iki yönlü aşırılıklar değil mi?

Yıllar önce başımdan geçen bu anekdot, dün birinin yıllar yılı bebek katili, terörist başı dediği kimseye, bugün "PKK'nin kurucu önderi" demesiyle aklıma geldi. Ne diyeyim. Bana bu anekdotu yazmama sebep olduğu için Sayın büyüğümüze çok teşekkür ediyorum. Bir de Allah muhabbetlerini artırsın diyeyim.

Bu arada kurucu Önder derken hep Türkiye Cumhuriyeti kurucu önderi Atatürk aklımıza gelirdi. Bundan sonra ikinci bir kurucu önderimiz daha oldu. 

11 Mart 2025 Salı

Hidayet mi Savrulma mı?

Bir zamanlar devlete hakim olmadıklarından mıdır, devlete mesafeli idiler.

Devletin sistemine, yaptıklarına, kanunlarına vs. her şeylerine karşı idiler ve eleştirilerdi. TC derlerdi. Askerine de TC askeri derlerdi. Zulüm devleti idi ve bu zulüm devleti elbet bir gün yıkılacak derlerdi.

Gel zaman git zaman devir değişti. Devletin her bir kurumunda yer aldılar. TC demez oldular. Devleti eleştirmedikleri gibi devlet adına yapılan her şeyi savunur oldular. Hiç olmadığı kadar devletçi oldular. Her bir şeyde devletimin yanındayız diyorlar artık.

İşin garibi kanun aynı kanun, Anayasa aynı Anayasa, düzen yine aynı düzen, kurum ve kuruluşları yine aynı. Tek değişen atın sahibidir.
Devlet elbette bizimdir. Devlet bizim için, biz de devlet içiniz. Devletsiz bir ülke düşünülemez.

Bu 180 derece dönüşü anlamaya çalışıyorum. Devlet mi hidayete geldi ya da biz mi hidayete erdik? Bu dönüş yoksa bir savrulma mı? Daha önce devlete hakim olamadığımız için mi devlete mesafeliydik?

Devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığına da temkinli idi bu camia. Çünkü güvensiz bir kurum görülürdü. Verdiği fetvasına burun kıvrılırdı. Çoğu kimse ramazan orucunu Diyanete göre başlatmaz, bayramı da Diyanetten farklı yapardı. Çünkü TC'nin kurumu idi. Bu kuruma da iktidar müdahale ederdi.

Nedendir bilinmez, bu camia hiç olmadığı kadar Diyanetçi kesildi. Orucuna Diyanetle başlıyor, Diyanetle bayram ediyor. Verdiği fetvalara güven ise tam.

Bunda da Diyanet mi hidayete erdi, biz mi demek lazım. Ya da bunda da bir savrulma mı söz konusu? Acaba kurumda kimin olmasına ya da kuruma kimin yön vermesiyle mi tavır değiştiriyoruz?

YÖK'e karşıydık. Bugün YÖK'ün yanındayız.
Mahkemeler ve yargıya karşıydık. Bugün yanındayız.

Sanırım dün de bugün de yanında olmadığımız tek kurum kaldı. O da Anayasa Mahkemesi. Bir de orayı tam elde edebilir ya da orası istediğimiz gibi karar verirse, oranın da bizim olması yakın olur. Bu durumda bize yani bu camiaya düşen Anayasa Mahkemesinin yanında yer almak olur.
Bir belediye bizde ise o belediye makbul bir belediyedir. Bizden çıkarsa o belediye makullüğünü kaybediveriyor.

Görünen o ki devlet bizim elimizde ise o devlet iyidir. Değilse mesafe koymak gerekiyor. Şayet devletin kurumlarına biz yön veriyorsak o kurumlar iyidir. Değilse mesafe konmalıdır şeklinde bir anlayışa sahibiz.

Kısaca rüzgara göre yön değiştiriyoruz. Güçmüş tek istediğimiz. Güce ulaşmışsak, orası fethedilmiş bir alandır. Güce ulaşamadı isek, orası fethedilmeyi bekleyen bir yerdir.

Şunu unutmayalım ki devlet de kurumları da kimin elinde emanet ise bizimdir. Yanında olmalıyız. Devlet adına yapılan yanlışlar kişilere aittir, devlete değil. Kişiler eleştirilmeli.