19 Mayıs 2020 Salı

Ahlak Süresi *

İslam nedir sorusuna tek kelimeyle “İslam, ahlaktır” dersek yanlış olmaz. İslam alimleri İslam’ı anlatırlarken İslam’ı bir ağaca benzetirler: Kökü iman, gövde ve dalları ibadet; kokusu, gölgesi, verdiği oksijeni ve meyvesi de ahlaktır. Sahabiler peygamberimizin ahlakını sorduklarında “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an idi” cevabını verir Hz Ayşe.

Kur’an başta iman, ibadet, doğa, ahiret, peygamberlerin ve eski toplulukların kıssaları gibi birçok konuya değinmiş olsa da özetlersek Kur’an’ın amacının hem bireyi hem de toplumu ahlaklı olmaya yöneltmek istediğini söyleyebiliriz. Namaz, oruç, hac, zekat gibi bireysel ibadetler bile kişiyi kötülüklerden uzaklaştırarak ahlaklı bir birey yapmaya çalışmaktadır. Buradan hareketle genel olarak Kur’an, tam bir ahlak kitabıdır.

Kur’an’ın 26.cüzünde yer alan hücreler/odalar anlamına gelen, 18 ayetten ibaret Hucurat süresi de edep, ahlak, insani ilişkiler, görgü ve nezaket kurallarından bahseden bir süredir. Bu süreye ahlak veya adabı muaşeret süresi dense yeridir. Baştan sonra insani ilişkiler, ahlaki ilkelerden bahseden ve bizi eğitmeyi hedefleyen bu süreden çıkaracağımız dersler vardır. İzninizle madde madde bu ahlaki/insani ve toplumsal ilkelere işaret edeceğim bu yazımda:
1.      Allah ve peygamberinin önüne geçmeyin. (Mümin, gerek hüküm, karar ve tercihlerinde ve gerekse davranışlarında Allah ve resulünün önüne geçmemelidir.)
2.      Seslerinizi peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın. (Hz. Peygamber’in yanında onunla ve başkalarıyla konuşurken onun sesini bastıracak şekilde yüksek bir sesle konuşulmamalıdır. Bugün peygamber aramızda olmadığına göre karşılıklı konuşmalarda veya büyüklerin yanında konuşmamız gerektiğinde nezaket ve ses tonuna dikkat edilmelidir.)
3.      Allah resulünün yanında ses tonunu düşürmek ve edebi takınmak takvanın bir gereğidir. (Bugün için peygambere ve büyüklere saygı göstermek şeklinde anlaşılabilir.)
4.      ve 5. Evlerin dışından bağıranların/seslenenlerin çoğu düşüncesizdir. Halbuki biraz sabırlı olmaları gerekir. (Bir eve gelip evin ziline basmayıp bağıranlar, birini çağırmak veya geldiğini haber vermek için arabasının veya servisin kornasına çalanlar, geç vakit vedalaşmalarda başkasını rahatsız edercesine hakeza kornayı kullananlar, düğün konvoylarında gürültü kirliliğine sebep olacak şekilde ellerini kornadan çekmeyenler bu iki ayete kulak vermelidir.)
6.      Pişman olmamak ve baltayı taşa vurmamak için işittiğimiz bir haberin kaynağı ve doğruluğu araştırılmalıdır. (Özellikle basında ve sanal alemde gördüğümüz, okuduğumuz veya gerçek hayatta duyduğumuz her olaya ve habere temkinli yaklaşılmalıdır. İşimize geliyor diye her habere atlamamak lazım. Çünkü piyasa dezenformasyon bilgilerle doludur. Birileri bu bilgi ile kendi menfaatine, muhatabın aleyhine bir algı oluşturuyor olabilir.
7.      ve 8. Allah imanı sevdirirken inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve emre aykırı davranmayı çirkin göstermiştir.
9.      Müminlerden iki grup kavgaya tutuşur veya iki devlet savaşırlarsa aralarını bulun. Şayet itişip kakışmaya ve savaşa devam ederlerse haklı olanın yanında yer tutun. Adaleti elden bırakmayın ve herkese hakkını tam verin.
10.  Müminler kardeştirler. İki kardeşin arasını bulun. (Ne halleri varsa kozlarını paylaşsın demeyin. Birbirini yiyen ve öldüren Müslümanlara duyurulur.)
11.  a- Birbirinizi küçüksemeyin, alaya almayın. Alaya alınanlar -Allah katında daha değerli olabilir.
b-Birbirinizi karalamayın. (Birinin diğerini karalaması kendini karalaması gibidir.)
c-Kötü lakap takmayın.
12.  a-Zannın çoğundan sakının. Çünkü bazı zanlar günahtır.
b-Gizlilikleri araştırmayın. (Bir kimsenin gizlediği bir işini, bir davranışını araştırmak)
c-Gıybet yapmayın. Zira hangi biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır.
13.  Allah insanları bir erkek ve bir dişiden yaratmıştır. Tanışmaları için farklı kabile, aşiret, kavim ve ırklara ayırmıştır. (Hiçbirinin diğerine bir üstünlüğü yoktur.) Esas üstünlük, takva (Allah’a karşı olan sorumluluğunu yerine getirmek) iledir.
14.  Tek başına Allah’a inandığını söylemek yeterli değil, imanın kalpte kökleşmesi ve Allah ve peygamberine itaat ederek teslim (Müslüman) olmak lazım.
15.  Gerçek müminler, Allah ve peygamberine inanmada şüpheye düşmediği gibi aynı zamanda malları ve canlarıyla mücadele yolunu seçenlerdir.
16.  Allah’a dinini öğretmeye kalkmayın.
17.  Allah’a inanmayı/boyun eğmeyi başa kakmayın. İnanıyor ve boyun eğiyorsanız bu, Allah’ın size verdiği bir lütfüdür.
18.  Ne yaparsanız yapın, Allah hepsini görmektedir.

**20/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Mayıs 2020 Pazar

Bir Mühlet Ayeti *

114 süre, 600 sayfa ve 6236 ayetten ibaret Kur’an’ın her bir süresinin, her bir sayfasının ve her bir ayetinin bize vermek istediği mesajları vardır. Yeter ki okuyalım, okuduğumuzu anlayalım ve verilmek istenen mesajı almak isteyelim.

22.cüzü okuyorum. Bu cüzde Ahzab, Sebe, Fatır süreleri ve Yasin süresinin ilk iki sayfası yer almaktadır. Her okuduğumda beni derinden etkileyen 45 ayetten ibaret Fatır süresinin son ayeti üzerinde durmak istiyorum. Ayetin mealinde Allah “Şayet Allah, insanları yapıp ettikleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yerin üstünde tek bir canlı bırakmazdı; fakat onlara belirlenmiş bir vadeye kadar mühlet veriyor. Vadeleri dolduğunda ise (herkes anlayacaktır ki) Allah kullarını hakkıyla görüp bilmektedir” buyurmaktadır. Ayet, yaptığımız bir hata yüzünden Allah’ın bizi hemen cezalandırmayacağını, belli bir süreye kadar mühlet verdiğini, şayet böyle olsaydı yeryüzünde hiçbir canlının kalmayacağını anlatmaktadır. Gerçekten Allah her canlı/insan suç işlediğinde aynı anda cezasını verseydi, bugün ne yeryüzü olurdu ne insan ne de insanın geçmişten bugüne gelen müktesebatı.

İnsan veya kul olup da suç işlemeyen olur mu? Büyük veya küçük, bilerek veya bilmeyerek her bir insan suç işler. Çünkü hatasız kul olmaz. İşlemiş olduğumuz bir suç yüzünden Allah’ın bizi cezalandırmaya gücü mü yok? Hâşâ sümme hâşâ! İstese, suç işlemeye niyet ettiğimiz anda veya suça teşebbüs ettiğimiz esnada ve suç mahallinde bizi yerle bir eder. Buna imkanı,  sınırsız güç ve iradesi vardır. Üstelik yaptıklarından lâyüseldir. Ama Allah, Rahman ve Rahim isimlerinin bir gereği olarak bizleri bağışlamakta, hata ve yanlışımızla yüzleşmemiz için bizlere fırsat vermektedir. Zira yaptıklarımızdan sorumlu olacağımız bir imtihanın içindeyiz. Çünkü Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olan anlamında el-Gafur’dur, günahları kökünden kazıyan anlamında el- Afüvv’dür, tövbeleri kabul edip günahları bağışlayan anlamında et-Tevvab’dır; her günah işleyeni hemen cezalandırmayan, hışım ve gazapta acele etmeyen anlamında el-Halim’dir, zulmetmeyip herkese hakkını tam verme anlamında el-Adil’dir; kulun hak ettiği cezası ne ise onun cezasını tam olarak veren, zarar verenin yaptığının karşılığıyla ödeştiren, dilediğine ceza vermede şiddetli davranan, suçluları müstahak oldukları cezaya çarptıran, acizlerin ve zayıfların alamadıkları intikamlarını, onların yerine zalim ve zorbalardan alan anlamında el-Müntekim’dir; çok sabırlı olan, günahkar kullarını cezalandırmakta acele etmeyen, onların kendisine dönüşü için zaman tanıyan anlamında es-Sabûr'dur. Kısaca Allah, hatasından dolayı insanı aynı anda çizip atmayandır.

Yukarıda anlamları birbirine yakın Esmayı Hüsnâ’dan Rahman, Rahim, Gafûr, Afüvv, Tevvab, Halim, Adil, Müntekim ve Sabûr isimlerine yer verdim. Tüm isimlerini içine alan özel ismi Allah varken Allah, niçin diğer isimlere ayet sonlarında yer vermektedir? Öyle zannediyorum Allah, isimlerimin anlamlarına bakarak beni daha iyi tanıyın ve bu niteliklere sınırlı da olsa sizler de uyun, demek istiyor. Peki, bir suç, bir yanlış veya bir hata karşısında merhametin ve affetmenin neresindeyiz biz? Onları kazanmak için onlara bir şans daha veriyor muyuz? Bu konuda sicilimizin pek iyi olduğu söylenemez. Zamanına göre, suçu işleyen kimseye göre tavır alıyoruz: Çizip atıyoruz, dışlıyoruz, kara listeye alıyoruz, orantısız güç kullanıyoruz, işlenen suçta toptancı davranıyoruz, ölüme ya da yokluğa mahkûm ediyoruz.

Suçlu, yaptığından dolayı suçunu itiraf edip nedamet getirse ve yaptıklarıyla göz doldurup ağzıyla kuş tutsa dahi nazarımızda sıfır oluyor. Çünkü samimi değil diye niyet okuyor ve güvenmiyoruz. Tüm bunları yaparken cuma hutbelerinde imamların -şimdilerde dinleyemesek de- “Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir” hadisini kulak ardı ediyor ve “Seni Allah affetse bile biz affetmeyeceğiz” davranış içerisine giriyoruz. Hâlbuki “Affetmek büyüklüktür.”

Sonuç olarak bu ayetle Allah “Ben suç işleyenleri aynı anda yok etmiyorum. Onlara, bir vakte kadar mühlet veya tövbe etmeleri için fırsat veriyorum. Siz de hatasından dolayı pişmanlık duyan kimseleri kazanmak için onlara bu şansı verebilirsiniz” demek istiyor. Bu ayete mühlet ayeti dense yanlış olmaz. Neyi murat ettiğini en iyi Allah bilir.

*18/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Kilo ya da Göbek Sorunumuz***

Birkaç gündür akşam altı sularında bir başıma Evliya Çelebi Parkına gelir, iftara kadar oyalanırım burada. Kameriyelerde az sayıda oturup iftarı bekleyenler var. Bir kısmının da oruç diye bir derdi yok. Koymuşlar masalarının üzerine nevalelerini. Atıştırıyorlar habire. Kimi de sigarasını tüttürüyor. Belli ki efkarlılar.  Çoğunluk ise  parkın etrafındaki yürüyüş parkurunda yürüyüş yapıyor. Ben de oturup etrafı seyredenlerdenim. 

Kimler yürüyor diye yürüyüş yapanlara bakıyorum. İçlerinde az sayıda kilo ve göbek sorunu olmamasına rağmen yürüyenler var. Bunlar mevcut vücut yapısını korumayı hedefleyenler ve sağlık yönünden yürümenin faydasına inananlar olmalı. Çoğunluk ise kilo sorunu ve göbekli olan kişiler. Hepsinin yürüyüşü de farklı. Kimi koşar adım yürüyor, kimi gerçekten koşuyor, kimi normal adım yürüyor, kimi yanındakiyle birlikte yürürken sohbet ediyor: Memleketi kurtaranı var, cehenneme girip biraz yandıktan sonra cennete gidip gitmeyeceğini tartışanı var. Kimi de cep telefonuyla konuşmasını yapıyor. Karşı tarafa “Kapatma telefonu, beni sonuna kadar dinleyeceksin” diyor kızarak…

Dönen bir daha dönüyor. Sayamadım kaç defa tur attıklarını. Hele bir kadın o kadar yürüdü ki neredeyse düştü düşecek sandım. Ne koşuyor ne de yürüyor: Koşar adım. Onun ve diğer yürüyenlerin tek derdi var: Müzmin göbekten kurtulmak. Göbekli sayımız sadece bu yürüyenlerden ibaret değil elbet. Bu milletin çoğunun, özellikle erkeklerin göbek ve kilo sorunu var zaten. Eve kapandığımız bugünlerde göbek sorunu biraz daha arttı, o kadar. Bazılarının yediği, içtiği tüm vücuduna eşit bir şekilde yayıldığı için anormal bir göbek ortaya çıkmıyor. Ama kilo sorunları var, belli. Bazılarınınki ise şeffaf bir şekilde tamamen göbekte toplanıyor. Yediği, içtiği göbekte toplananlara göbekleri “Arkadaş, ne yersen ne içersen benden tüm vücuda eşit bir şekilde yaymamı ve gizlememi bekleme. Seni cümle aleme gösteririm” diyor. Tüm vücuduna eşit bir şekilde yayılanlar ise gizli şeker taşıyıcıları gibi.

Göbeği indirmek için tek başına yürüyüş yeterli mi? Faydası olsa da tam yeterli olacağını sanmıyorum. Bununla beraber yemeye ve içmeye de dikkat etmemiz lazım. Bu, kolay mı? Değil elbet. Çünkü az ye, demesi kolay da az yemek kolay değil. Bulduk mu, Allah ne verdiyse tıka basa yeme alışkanlığımız var.  Ne bulduysak sünnetleriz evelalah. Yeter ki sevdiğimiz bir yemek olsun. En iyi uyguladığımız sünnet de bu zaten.

Gelip geçenleri ben böyle seyrediyor ve size gördüklerimi anlatıyorum. Ama ben de gördüklerimden farklı değilim. Benimki tamamen göbeğe verenlerden üstelik. Birileri göbeği eritmek için cansiperane mücadele ederken ben de oturup onları seyrediyorum. Sanki birileri gelip bu göbeği indirecek veya bu göbek insafa gelip kendiliğinden inecek. Daha çok beklerim.

Göbekten başkası rahatsız olduğu gibi ben de rahatsızım. Ama göbeğin çıkmasının bir iyi yönü var. Göbek ortaya çıktı çıkalı “Dost başa, düşman ayağa bakar” misali, kimse ne başıma bakıyor ne de ayağıma. Vücudumu direk ortalıyor. Karşılaştığım kişilerle konu sıkıntısı da çekmiyoruz. Konu, göbek. Dönüp dönüp bu göbeği nasıl eriteceğimi anlatıp duruyor bana. Ben de çaresiz bir şekilde yutkunarak dinliyorum. Bu arada beni bu kadar düşündüklerini sanmıyordum.  Sağ olsunlar…

***21/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

15 Mayıs 2020 Cuma

Emniyet Kemeri ve Maske ***

Başlığa bakarak emniyet kemeri ve maske ne alaka demeyin. Bir zihniyeti anlatma bakımından aralarında sıkı bir bağ var. Zira bir araca bindiği zaman bu ülke insanının çoğunluğunun emniyet kemeri takma konusunda geçmiş sicili pek iyi değil. “Emniyet kemeri can kurtarır, aman emniyet kemeri takmadan aracınızı hareket ettirmeyin” şeklinde yapılan onca uyarıya rağmen çoğumuz yakın zamana gelinceye kadar bu uyarılara pek kulak asmadık. Emniyet kemerini kah polisi görünce veya bir kontrol esnasında takmaya çalıştık, kah takar gibi yaptık, kah elimizde tuttuk veya aracımız ötmemesi için emniyet kemerine değişik aparatlar kullandık ya da ceza yememek için taktık. Polisi geçince de emniyet kemerimizi çıkarıp yolumuza devam ettik.

Meydana gelen trafik kazalarında emniyet kemeri takanların kazayı hafif sıyrıklarla atlattıklarını, takmayanların canına mal olduğunu duya duya can güvenliğimiz için yeni yeni emniyet kemeri takma alışkanlığı edinmeye başladık. Bu gecikme bize çok pahalıya patladı. Çünkü emniyet kemeri takmama inadımız, nice canlara mezar oldu.

Gelelim maske meselesine… Ortam gereği bugünlerde hepimiz maskeliyiz biliyorsunuz. Çoğunluk gibi ben de kurallara uyanlardanım. Zorunlu olmadıkça dışarıya çıkmadım. Çıkmışsam da evden maskemi bağlayarak çıktım. Zaruri birkaç ihtiyacım için marketlere uğradığımda market çalışanları dahil herkesin yüzünde var. Buraya kadar her şey normal. Zira maske takmak hem sağlığımız açısından önemli hem de kural gereği zorunlu.  Çatlasak da patlasak da sıkılsak da takıyoruz, takacağız. Buraya kadar sorun yok. Sorun, maske taktığını sanan bazı müşterilerde. İşin vahametinin farkında olmayan bu aymaz kişiler, boyunlarına maskelerini geçirmişler ama ağız ve burunları açık.  Akılları sıra, polis veya bir görevli “Nerede masken, maskesiz giremezsin” veya “Ağız ve burnunuzu kapatır mısınız” derse boyunlarında hazır takılı olan maskelerini hemen usulüne uygun yüzlerine geçiriverecekler. Birkaç gün öncesinde bir markette karşılaştığım bir hanımefendinin maskeli maskesiz halinden işkillendim. İşkillendikçe nereye gittimse burnumun dibinde bitti kadın. Yanında kocası da bir şey demiyor kadına. Sonunda alışveriş yapan bir polisi gördüm. Kardeş, şu hanımefendiyi uyarır mısınız, dedim. Sağ olsun, uyardı. Kadın, hiç itiraz etmeden hemen usulüne uygun maskesini taktı. Demek ki nasıl takılacağını biliyor. Ama bilmek yetmiyor maalesef. Bizim, bildiğimizi uygulamama gibi bir sorunumuz var. Bu tiplerin sayıları da maalesef az değil. Aşağı yukarı her markette tek tük de olsa bu şekil akıllı geçinen tipler var. (Bugün yine bir başka markette aynı tipten gördüm.) Zaten sayı da önemli değil. Bir kişi onlarca kişiye hastalığını bulaştırabiliyor.

Kalabalık mahallerde maskesini usulüne uygun takmayan bu maskeli maskesiz tipleri görünce bir zamanlar, emniyet kemeri takma konusundaki isteksizliğimiz aklıma geldi. Zihniyet aynı zihniyet. Bu tipler zorunlu olmadıkça ne maske takarlar ne de emniyet kemerlerini. Aralarındaki tek fark, emniyet kemeri takmayan, bir kaza anında kendisinin ve kendisiyle birlikte seyahat edenlerin canlarını hiçe sayarken maske takmayan ise kendisiyle birlikte başkalarının da canlarını hiçe sayıyor. Çünkü Covid-19 testi pozitif çıktığı takdirde temas ettiği kişilere de bu hastalığı bulaştırdığı gibi gerekirse bulunduğu muhiti, beldeyi de karantinaya aldırabiliyor. Ondan sonra devlet, hem hastayı tedavi edeceğim hem de bu hastanın temas ettiği kişileri tespit edeceğim diye uğraşsın dursun. Aymazlığın bu kadarına da pes doğrusu… Ayıptır ayıp… Vebaldir vebal…

***16/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Bir Babanın Evladına Nasihatleri *


Ramazan ayı aynı zamanda Kur’an’ı Kerim ayıdır. Bundan dolayı oruçla beraber Kur’an ile de hemhal oluruz. Çoğu Müslüman oruçla beraber bu ayda Kur’an’ı hatmetme yoluna gider. Geleneğimizde karşılıklı okuma anlamında, bir kişinin okuyup diğerlerinin dinlediği Kur’an ziyafetine mukabele adı verilmektedir. Bu sene salgın dolayısıyla yüz yüze mukabele imkanı olmasa da çoğu kimse evinde günde 20 sayfadan ibaret bir cüzü okuyarak ramazan sonuna kadar Kur’an’ı Kerim’i bitirmiş olur.

Kur’an’ı orijinalinden okumak kadar anlamını da okumak ülkemizde son yıllarda yaygınlaştı. Zira olması gereken de bu. Çünkü her ayeti mesaj yüklü olan Kur’an’ı okumak, ne dediğini anlamak ve yaşantımıza uygulamak öncelikli görevlerimiz arasındadır.

21.Ramazan orucunu tutacağımız günün gecesinde Kur’an’ı Kerim’i okurken Lokman süresi dikkatimi çekti. Çünkü Lokman süresi denince hepinizin bildiği gibi Kur’an’ın ahlaki ilkeleri, özellikle bir babanın oğluna yaptığı nasihatleri akla gelir. Çocuğun eğitiminin ilk ailede başladığı düşünülürse bir babanın evladına verdiği bu öğütler önemli ve genel geçer kurallardır. İzninizle bu yazımda çoğunuzun bildiği bu nasihatlere (12-19.ayetlere) yer vermek istiyorum:

12.ayette Allah, “Lokman’a hikmet verdiğinden, kendisine şükredilmesi gerektiğinden, şükredenin kendi iyiliği için şükretmiş olacağından, kim nankörlük yaparsa Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığından bahsediyor. Bu ayette mesaj Lokman üzerinden herkesedir. (Hikmet: ““din konusunda derin bilgi, sahih inanç, akıl, yerinde ve doğru konuşma, isabetli görüş ve davranış” (Taberî, XXI, 67; İbn Atıyye, IV, 346) anlamına gelir.)
13-19 arasındaki ayetler ise Lokman’ın oğluna yaptığı nasihatleri konu edinmektedir:
13    "Sevgili oğlum! Allah’a ortak koşma; çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır."
14    Biz insana anne babasıyla ilgili öğütler verdik. Annesi, güçten kuvvetten düşerek onu karnında taşımıştır; çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bunun için (ey insan), hem bana hem anne babana minnet duymalısın; sonunda dönüş yalnız banadır.
15    Eğer anne baban, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa bu durumda onlara uyma ama yine de onlara dünyada iyi davran; yüzünü ve özünü bana çevirenlerin yolunu izle; dönüşünüz yalnız banadır, O zaman yapıp ettiklerinizin sonucunu size bildireceğim.
16    "Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklansa veya göklerde yahut yerin dibinde bulunsa yine de Allah onu açığa çıkarır. Kuşkusuz Allah her şeyi bütün gizlilikleriyle bilir, O her şeyden haberdardır."
17    "Yavrucuğum, namazını özenle kıl, iyi olanı emret, kötü olana karşı koy, başına gelene sabret. İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir."
18    "Gurura kapılarak insanlara burun kıvırma, ortalıkta çalım satarak yürüme; unutma ki Allah gurura kapılıp kendini beğenen hiç kimseyi sevmez."
19    "Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini yükseltme; çünkü seslerin en çirkini eşeğin anırmasıdır."
Meallerini verdiğim ayetlerin verdiği mesajlar bir açıklamaya ihtiyaç duymayacak kadar açık olduğu için ayrıca açıklama yapmayacağım. Şu kadarını söyleyeyim: Her birimiz birer anne, birer baba olsak da hepimiz bir ebeveynin çocuklarıyız. Yani hem atayız hem de evladız. Bu demektir ki çocuklarımıza hem nasihat edeceğiz hem de yaşayacağız. Baba Lokman gibi bir hikmet sahibi olamasak da hikmetin peşinden koşan, nankörlük yapmayıp şükreden kul olan; çocuklarına doğru yolu gösteren, onları doğru yolda tutmaya çalışan, aynı zamanda ayette verilmeye çalışılan mesajları hayatına tatbik eden birer anne-baba ve evlat olmayı Allah hepimize nasip etsin.  Çocuklarımıza en güzel mirasımız ahlakımız olsun.

*16/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Mayıs 2020 Perşembe

Her Algı Yalanın Ta Kendisidir *


Gerçeği gizleme yönünden dolayı hiçbirimiz yalanı sevmeyiz. İsteriz ki işittiğimiz ve okuduğumuz her söz doğru olsun, muhatabımız da hep doğru söylesin. Kendimiz de yalan söylememeye özen gösteririz. Çünkü her yalanda aldatma kastı vardır. Bundandır ki yalanın dinimizde, ahlakımızda, örfümüzde, mevzuatımızda ve insani ilişkilerde yeri yoktur.  

Yalanın masum kabul edildiği yerler; savaşta düşmanı yanıltmak, karı-kocanın arasını bulmak, iki dargın insanı barıştırmak ve hastaya moral vermek amacıyla söylenen yalanlardır.

Normal şartlarda kimse yalana başvurmaz. Çünkü yalan söylemesini gerektiren bir durum söz konusu değildir. Ama ne zamanki yaptığı bir işten dolayı başının tehlikeye gireceğini düşündüğü zaman insanımızın çoğu yalana başvurur. Bundan dolayı yalan, yaşadığımız hayatın bir gerçekliğidir.

Yalanın büyüğü, küçüğü olur mu? Olmaz. Zira yalan yalandır. Ama bazı yalanlar vardır ki sonuçları itibariyle yalandan ne kadar kişi olumsuz etkilenirse başvurduğumuz yalanın büyüklüğü ortaya çıkar.  Hele söylediğimiz yalan bir toplumun genelini ilgilendiriyor, toplumu yanlış düşünmeye sevk ediyorsa bu yalanın vebalinden kimse kurtulamaz. Çünkü en büyük yalan budur.

Kendi çıkarımıza uygun bir şekilde oluşturduğumuz algılar da yalanın ta kendisidir. Belki de en tehlikelisidir. En büyük algıları oluşturanlar da devletlerin kendileridir. Daha doğrusu devleti yönetenlerdir. Çünkü geçmişte olup bitenleri kendi menfaatlerine olacak şekilde tarihçilere yazdıranlar, devlete o anda hakim olanlardır. Yani yönetimde galip olanlardır. Yöneticilerimiz geçmişe dair ne anlattılarsa biz onunla yetinmek durumundayız. Zira mağlupların tarih yazma imkanları yoktur. Her iktidara gelenin yerini sağlamlaştırmak ve haklılığını göstermek için bir önceki iktidarı veya yıktığı/yıkılan devleti kötülediği düşünülürse okuduğumuz tarihlerin yalandan ne kadar uzak olduğu ve ne kadar gerçeği yansıttığı daha iyi anlaşılır. Bundandır ki biz tarihimizi doğrusuyla, yanlışıyla bilme imkanımız yoktur.  Örnek vermek gerekirse İslam tarihinde cereyan eden olayları, Emevi devletinden sonra iktidara gelen Abbasi hükümdarlarının izin verdiği kadarıyla biliyoruz. Aynı şekilde Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i kuranların izin verdiği kadarıyla tanıyoruz. Tarihimizi net bir şekilde bilmediğimizden dolayı ibret almamız gereken tarihimizden gereken dersi de çıkaramıyoruz.

İster ülke yönetelim, ister geleceğe yön verelim, ister bir zihniyeti temsil edelim, ister ülke yönetimine talip olalım, yaptığımız siyaset gerçekleri örtecek, çoğunluğu kandıracak şekilde algılar üzerine yürümemeli. Geçmişin ve bugünün tarihini yazacak tarihçilere de düşen, yöneticilerin oluşturduğu algıya teslim olmamak ve hakikatleri olduğu gibi günümüze ve geleceğe yansıtmak olmalıdır. Dürüstlük de bunu gerektirir. Değilse tarihten ibret alamayız. Bu da bir ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür.

*15/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


12 Mayıs 2020 Salı

Bu Senenin Tatilleri Ayağımıza Dolandı *

Kasım ve aralık ayları geldiği zaman bir sonraki yılın takvimi basına servis edildiğinde dini ve resmi tatil günleri belli olmasına rağmen bazılarımızın gözü tatil günlerine giderdi. Acaba hangi tatil hangi güne denk geliyordu? Tatilin denk geldiği gün bizim için önemliydi. Çünkü bazı tatiller ile hafta sonu tatilleri arasındaki iş günlerinin de tatil edilmesi söz konusu olurdu. Bu demektir ki aradaki iş günü de tatil edilince tatil uzayacaktı. Bu, memurlar için bonus demekti. Bu ülke, bugüne kadar “Ramazan/Kurban Bayramı tatili 9 güne çıktı, 1/19 Mayıs tatili hafta sonu ile birleştirildi…”şeklinde çokça duydu ve tatil yaptı. Tatilin birleştirildiğini veya birleştirileceğini duyan çoğu kimse de önceden rezervasyon yaptırmak suretiyle turistik kentlerimizde soluğu alırdı.

Öyle zannediyorum, 2019 Kasım ve Aralık aylarında 2020’nin takvimi piyasaya sürülmeye başlayınca kimi meraktan kimi de tatil programı yapacağından tatil günlerine baktı: 23 Nisan Perşembe gününe denk geliyordu. Aradaki cuma günü de tatil edilince bu dört gün tatil demekti. 1 Mayıs, Cuma günü olunca üç gün tatil demekti. 19 Mayıs, Salı günü olunca pazartesi de tatil olur, al sana dört gün tatil. Çoğu bu hesabı yapmıştı. Yoğun iş temposunun ardından üç veya dört günlük bir tatil kaçamağı fena olmazdı. Çünkü 2020’nin ramazan ve kurban bayramları hafta sonuna denk geldiği için ufukta 9 günlük bir tatil görünmüyordu.

Her kasım veya aralık ayında biz önümüzdeki yılın tatil hesabını hep yaptık. Bu hesaplarımız bugüne kadar tuttu. Ama salgın dolayısıyla bu hesaplar, bu sene tutmadı. Üstelik tatiller ayağımıza dolandı. Salgın riskini en aza indirmek amacıyla 30 büyükşehir ve Zonguldak ilinde kaç haftadır, hafta sonları uygulanmakta olan iki günlük sokağa çıkma yasağı; 23 Nisanda dört, 1 Mayısta üç gün olarak uygulandı. 19 Mayısta da dört gün olarak uygulanacağı Cumhurbaşkanı tarafından duyuruldu. (Bazı büyükşehirlerde kısıtlılık kaldırıldı.) Yani bu senenin tatilleri bizi tatil beldelerine değil, katmerli bir şekilde evlerimize hapsetti. Bugünlerde bırakın tatili, sokağa adımımızı atamıyoruz. Evdeki hesap çarşıya uymaz dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Hasılı önceki yıllarda iki tatil arasına denk gelen iş günlerinin idari izinli sayılmak suretiyle tatil edilmesi bizi sevindirirken 2020’nin hafta sonlarıyla birleştirilen tatilleri, bizi pek memnun etmedi. Çünkü karantina veya yasak olarak döndü bize. Bu senenin bonusu da bu. Önceki yılların birleştirilen tatillerine sevindiğimizle yetineceğiz artık.

Evdeki hesabın çarşıya uymamasından şikayetçi miyiz? Değiliz elbet. Çünkü zaman şikayet etme zamanı değil. Varsın tatil hesapları tutmasın. Tatil düşünen tatilini sonraki yıllara saklasın. Ayrıca tek derdimiz bu olsun. Yeter ki başımızdaki salgın daha fazla kişiye sirayet etmesin. Bir an evvel çekip gitsin ki ülke olarak yaşadığımız bu olağanüstü yaşantımız normale dönsün. Keşke faydası olsun, etkisi kırılsın da varsın kaç dört günler evlere kendimizi hapsedelim.

*13/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.