22 Ekim 2016 Cumartesi

"Kalan sağlar bizimdir" denilen kesim*

Çalışanların içerisinde hemen hemen herkes kendi yaptığı işin en zor olduğunu söyler. Kendisinden başka çalışanları ise "Ne iş yapıyorlar ki" diye değerlendirir. Hangi iş kolu daha zor bilmem. Ama sorumluluğunu üstlenmiş bir insana her iş zordur. Mes'uliyet duygusunu taşımayanlar için ise her iş kolaydır.

Gözlemlediğime göre mesleklerin içerisinde işi en zor olanlardan biri de  doktorların yaptığı iştir. Çünkü sabahtan akşama işleri hep hasta iledir. Yaptıkları her muayene mutlaka risk taşır. Bir de gece nöbet usulü çalışmaları vardır ki vücutlarının dayanması mümkün değildir. İşi icabı hasta karşısında hep ciddi ve asık suratlı olmak zorundadır. Çünkü karşısında hasta vardır. Gülmek ve espri yapmak mizaçları varsa bile dudaklarını ısırmak zorundadırlar, gülemezler. Zaten potansiyel dövülecek gruplardan birini oluşturuyorlar. 

Doktorların içerisinde de çalışma şartları iyi ve rahat olanlar vardır. Ama içlerinde tıp fakültesi son sınıf olan intern (ön hekim) doktorlar ve uzmanlığı kazanıp herhangi bir tıp fakültesinde asistan (araştırma görevlisi) olan doktorlar vardır. Bu iki çalışanın çalışma şartları insanın dudaklarını uçuklatır cinsten. Nöbetçi değillerse mesaiye tabiler. Ya bir de nöbetçi iseler sabah 08.00-17.00 çalıştıktan sonra gece sabaha kadar nöbetçi, ardından yeni bir güne başlayıp yine akşam mesai bitimine kadar yani 31-32 saat çalışıyorlar. Buna vücut nasıl dayanır, nasıl hastaya bakacaklar, varın gerisini siz düşünün. Nöbetleri esnasında az bir ara bulup kestirebilirlerse öyle zannediyorum dünya onlarındır. İçinizden çalışıyorlarsa paralarını alıyorlar diyebilirsiniz. İnanın para ile yapılacak bir iş değildir bu. Üstelik yaptıkları iş insan sağlığı. Dalgınlığa gelmez. En ufak bir hata insanın ölümüne sebebiyet verebilir. Üstelik intern iken çalışma ve tuttukları nöbetten dolayı aldıkları para bugün üniversiteye yeni başlamış bir öğrencinin aldığı burs/krediden daha düşüktür, hastanenin bütün hamaliye işlerini de yapmalarına rağmen. 

Bildiğim kadarıyla bir polis, hastanede çalışan bir ebe, teknisyen, tekniker, hemşire, veznede duran bir görevli 24 saat çalıştığı zaman iki gün istirahatli oluyor. Öyle zannediyorum diğer iş kollarının bir çoğunda da nöbet usulü varsa bu şekilde istirahat yapabiliyorlar. İş intern ve araştırma görevlisi olan doktora gelince maalesef vurun abalıya oluyor. Üstelik hem intern hem de asistan doktor aynı zamanda öğrencidir. Sunum yapmaları, ders görmeleri gerekiyor. Ayrıca fırsat bulurlarsa ders çalışıp sınava da girmeleri gerekiyor. Her alanda bol miktarda eleman iş başı yaptırılırken buralara niçin yeterince eleman verilmez anlamakta zorlanıyorum. 

Biliyorsunuz  tıpta okumak isteyen bir öğrenci 18 yaşında öğrenciliğe başlıyor. En erken 24-25 yaşında okulu bitiriyor. Eğer herhangi bir alanda uzmanlık yapmak isterse en az 4-5 sene daha okuması gerekiyor. En erken 30 yaşında öğrenciliği bitiyor. Burada okuyan çocukların tıbbı kazanmak için lise hayatı yine aynı şekilde daha fazla efor  sarf ederek geçmektedir. Bu demektir ki tıp okumak isteyen biri en azından 30 yaşına kadar  Cahit Sıtkı TARANCI'nın deyimiyle ömürlerinin yarısını okumakla geçirmek zorundadır. Ömürlerinin en hareketli yıllarını toplumdan soyutlanarak geçiriyorlar. Sonra diyoruz ki doktorlar insanlara tepeden bakıyor, gördükleri zaman görmezden geliyor, ilgilenmiyorlar, ağzının içinden konuşuyor diye. Adamların tepeden bakmaya zamanları mı var. Ayakta uyuyorlar dense yeridir. Bu çalışma tempolarına rağmen ayakta durduklarına şükretmek lazım. Doktorları değerlendirirken mutlaka çalışma şartlarını da hesaba katmak lazım.


Tıp fakültesi son sınıf intern öğrencilerin ve uzmanlık yapmak isteyen araştırma görevlisi doktorların çalışma şartlarını yetkililerin gözden geçirmesinde fayda vardır. Olumlu yönde değişikliklerin yapılması elzemdir ve acildir. Şakaya gelmez. Yazık bu çocuklara gerçekten.
Canlarımızı emanet edeceğimiz kişilerdir bunlar. Eğer sağ kalırlarsa bizim doktorlarımız olacak... 22/10/2016

*02/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

21 Ekim 2016 Cuma

Bankamatiklerin dünü bugünü

Güney Doğu'nun bir vilayetinde bir ilçede görev yaparken o zamanlarda maaş, ek ders gibi her türlü kazanımlarımızı okulun mutemedi marifetiyle alırdık. Tatil ve hafta sonlarına geldiği zaman ilk iş gününü beklerdik paramızı almak için.

İlk iş günü sabahında mutemet malmüdürlüğü, ardından bankaya gider, parayı çekmeye giderdi. Biz hacı bekler gibi onu beklerdik, birbirimize sorardık, parayı aldınız mı diye. geldiğini duyunca memur odasına doğru gider, sıra beklemeye koyulurduk. Kaç tane ödeme yapacaksa mutlaka küsuratlar düşülerek ödeme yapılırdı bize. Ayrıca mutemet ücreti de öderdik. Her eğitim ve öğretim yılında kimi mutemet tayin edeceğimize dair dilekçe alınırdı müdürlük tarafından. memurlar arasında maaş ve ek dersleri ben yapacağım mücadelesi olurdu hep.

Bize ödeme yaparken  zorlanırdı mutemet. Yüzünden düşen bin parçaydı. Cebinden verir gibi olurdu. İki öğretmeni de beğenmezdi. Bunlara verdiğim para zoruma gidiyor dermiş bize anlatılana göre.

Yaz dönemlerinde maaşı almak da meseleydi. Çalıştığımız yerde yazı geçiren biri adına dilekçe verirdik maaşımızı alıp göndermesi için. O arkadaş alır, postane marifetiyle gönderirdi gittiğimiz ilin postanesine.

Birgün duyuru sirküsünde bir yazı gözüme çarptı: Maaşı bankadan veya mutemet aracılığıyla almak isteyenler ilgili sütunu işaretleyerek imzalasınlar diye. 60 kadar öğretmenin içerisinde bir ben "Bankadan bankamatik marifetiyle alınsın" seçeneğini işaretlemişim. Yanıma geldi bazı öğretmenler gülerek: Yine cinsliliğini göstermişsin. Sadece sen istemişsin bankayı, bunun sebebi nedir" dediler. Onlara: Arkadaşlar, mutemet bize maaşımızı verirken  sanki bize ulufe dağıtıyor gibi davranıyor, küsuratları da bozuk yok düşüncesiyle gönlümüzü almadan cebe indiriyor. Haydi bozuk yok diyelim kesinti yaptı. Bazı zamanlar aynı anda maaş+ek ders+ vergi iadesi gibi ödemeleri aynı anda alıyoruz. Bize ödeme yaparken hepsini toplayıp vermiyor. Öyle verse her ayrı kalemdeki küsuratı kesemeyecek. Üstelik cebinden verir gibi suratını asması da işin cabası. Halbuki bankanın önündeki bankamatiğe gidip paranızı çekmek isterken bakiyenizin üzerinde bir miktar da yazsanız: "İstediğiniz bakiye uygun değildir, tekrar denemek ister misiniz" diye yazıyor. Üstelik kızmıyor, darılmıyor, küsuratı da kesmiyor. Yazın da gidip memlekette maaşımın posta ile gönderilmesini de beklemeyeceğim deyince "Ya hu sen gerçekten doğru söylüyorsun, müdüre gidip sirküyü yeniletelim" dediler. El hasılı yenilenen sirkü ile birlikte maaşımızı bankadan almaya başladık. Zaman zaman  para çekerken limit üstü miktar yazıp: "Bakiyeniz uygun değil, tekrar denemek ister misiniz" yazısını görüp: Hocam, dediğin gibi yaptı banka. Hiç kızmadı derdi arkadaşlar. Gülüşürdük.
***
Konu madem bankamatikten açıldı, yine devam edelim. Bilin ki bazı bankamatikler kızıp sinirlenebiliyor da. Bakalım hak verecek misiniz? Yine aynı görev yerinde hafta sonu 5-6 arkadaş ailecek pikniğe gittik. Piknik yerinde bayanlar ayrı, erkekler ayrı oturduk. Çocuklar ise oradan oraya koştu durdu.

Nevalemizi yedik, muhabbete daldık. İçimizdeki tiryakiler sigarasını yaktı. Sigara içmeyen biri de heveslenip: "Verin bir tane de bana. Ben yakayım, anasına satayım" dedi. Sigarayı yaktı. Tam çekerken karşı taraftan eşlerimiz arasında eşi ev hanımı olmayan, kendisi gibi öğretmen olan hanımı kızgın ve sinirli bir şekilde seslendi: ...Bey! At elinden o sigarayı. Bak! Çocuk düştü, ağlıyor, kalk onu kaldır, getir" demez mi? Neye uğradığımızı şaşırdık. Kocası, tıpkı hanımının dediği gibi daha yeni yaktığı sigarasını attı, hiç sesini çıkarmadan birinin kaldırmasını bekleyen çocuğunu kaldırmaya gitti. Ardından biz baka kaldık. Ne oluyor diye birbirimize bakarken içimizden biri: "Anlaşılmayacak bir şey yok arkadaşlar! Eşinin bankamatiği onda olduğu müddetçe kadın bağıracak, eşi de içine atacak, tıpış tıpış dediğini yapacak. kadını konuşturan da parası zaten." dedi. Bizse yorum yok dedik.

Sigara içmesi doğru değil ama kadının bu şekilde düzeltmeye çalışması ya da böyle davranması hoş değildi. Başkasının yanında kocasını ezmemeliydi. Herkes böyle değildir biliyorum. Nasıl ki bizim mutemet başkasının da olsa cebine para girince tavrı değişiyorsa bu çalışan kadının da eline para geçiyor olması başkalaştırıyor kendisini. Herhalde orada kimse kocasını ayıplamamıştır. 20/10/2016


20 Ekim 2016 Perşembe

"Beyefendi bizi görmeyecek misiniz?"*

Türkiye'de problem çok. Çöz çöz bitmez. Zaten de çözülmez. Bunca gündemin arasında  belki de bir çoğunuzun mesele olarak görmediği sosyal bir  konuya eğilmek istiyorum bugün. Nerede bir iş yaptırsanız hesapta olmayan  küçük bir meseledir aslında karşınıza çıkan. Küçük olmasına küçük ama sıfırı tükettiğin zaman çıkıyor. Üstelik önceden konuşulmamıştır. 

Gelinlik beğenmek için bir mağazaya giriyorsun. Beğenilen gelinlik giydirilip çıkarılır ölçü almak için. Ödemeyi yaparsın tam çıkacağında giydirip çıkartma işinde yardımcı olan hemen yanına damlıyor: "Efendim bahşiş" diye... Damat tıraşı, gelinin baş yapma meselesinde konuşulan paranın ötesinde yine karşına bahşiş çıkıyor.

Düğün yapıyorsun, yemek vermek için salon tutuyorsun, fiyatı konuşup ödeme yapıyorsun. Beklemediğim bir sorun olur mu diye endişeli bir bekleyiş içine giriyorsun. Davetli misafirlerin bu mutlu gününde bir bir gelip ikramını yapıp gönderiyorsun. Şükür bu hayırlı işten de yüzümüzün akıyla çıktık diyorsun. Misafirler gittikten sonra sen de toparlanıp gitmeye kalktığın zaman  karşına dikilir bir görevli ya da çalışan: "Beyefendi çok güzel geçti , hiçbir sorun yok, yalnız elemanlarımız iyi çalıştılar, fakat terlediler, sizden bir el emeği beklerler" deyince istesen de istemesen de elini cebine atıyorsun.

Eş-dostla bir lokantaya gidiyorsun. Yeme-içmeden sonra çalışandan hesap istersin, bir tabağın içinde kabarık bir fiyat geliyor. Fiyat midene otursa da  belli etmiyorsun. Ödeme için parayı uzatıyorsun. Eleman para üstünü getirince tabak boş gidecek değil ya, gelen para üstünü de tabağa bırakıyorsun. Bereket burada pek para istenmiyor. Bu da adet olan bir bahşiş artık.

Kuaföre gidip tıraş oluyorsun. Koltuktan kalkarken çırağın aşırı ilgi ve alakası rahatsız ediyor. Temizlenen omuzlarını tekrar temizleme yoluna gidiyor, giyeceğin ceketi giymen için eliyle tutmaya kalkıyor. "Hadi yap artık ağalığını" der gibi kolay kolay bırakıvermiyor peşini.

Evden eve, ev eşyanı taşıtmak için firma ile görüşüyorsun. Kaçıncı kattan hangi kata gidecek, mesafe, bölge neresi gibi ahiret soruları inceden inceye sorulur. Fiyat belirlenir, anlaştığın günde taşınma işin yapılır.  Hanginiz yetkili? Taşıma bedelini vereyim diyorsun. "Hangimize verirsen ver, fark etmez. Yalnız arkadaşlar yoruldu, harçlık bekler"  talebiyle karşılaşıyorsun. Onların bir yüzü kara, senin iki yüzün kara oluyor  bu esnada.

Kurbanlığını belirliyor, kaporanı veriyorsun, kesim günü kesim yerine geliyorsun, işim bir an evvel bitsin, hele bize de sıra geldi diye beklerken kurbanlığı getiren seslenir hemen: “Bakma parası, çoban parası, getirme parası” diye.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Mutlaka başınıza gelmiştir böylesi ya da benzeri. Eğer karşılaşmadıysanız yakındır mutlaka. Hazırlıklı olmanızda fayda vardır. Sonradan şaşırmayasınız.

Benim garibime giden konuşulmayan bir meselede beklenti içerisine girmektir. Firmalar zaten sattığı ürünün, yaptığı hizmetin bedelini fazlasıyla almaktadır. Çalıştırdıkları elemanlarına da mutlaka ücret ödüyorlardır. İstenen bahşişlerden çoğu zaman firma sahiplerinin haberi var. Küçük ama mide bulandıran bu meseleyi çözmek için firma sahipleri gerekeni yapmalıdırlar. Bildikleri bir meseleyi bilmiyormuş gibi bir davranış içerisine girmesinler. Eğer bahşiş meselesi devam edecekse nasıl ki firma sahipleri sattıkları mal ve verdikleri hizmet için söyledikleri fiyatın içerisine kirasını, nakliyesini, kârını, vergisini, elektriğini, suyunu ve  malın geliş fiyatını dahil ediyorlarsa lütfen bu kabarık fiyatın içerisine, elemanlarına vermeleri gereken bahşişi de eklesinler. Sonradan ayrıca  pamuk eller cebe olmasın.

"Ülkenin yığınla derdi varken  şu dert edindiğin meseleye bak. Onca derdin içerisinde bahşişin lafı mı olur" dediğinizi duyar gibi oldum. Haklısınız. Bütün derdimiz bu olsun, ne diyelim. Dert küçük gibi ama mide bulandırıyor...Haberiniz olsun!

Sahi, hani benim bahşişim. Beni ne zaman göreceksiniz? Ne bahşişi derseniz, mübarekler bir sayfa yazı yazdım... Neyse alacağınız olsun! 20/10/2016

* 22.10.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


19 Ekim 2016 Çarşamba

Kim yapar bu müdürün yaptığını... -1-

8-10 yıl önce bir seminerde görmüştüm. Hal-hatır ve selamlaşmadan öte bir teşriki mesaim  olmamıştı kendisiyle. Uzaktan görüntüsü itibariyle kibirli bir görüntüsü göze çarpıyordu.

Kısa bir süre önce bir vesileyle biraz daha yakından tanıma fırsatı buldum. Pek konuşan biri değil. İnsanları dinleyen bir yapısı var. Sessiz-sakin, kendi halinde biri. Az konuşsa da...öz konuşmasıyla dopdolu biri olduğu gözüme çarptı hemen. Her ne kadar sır küpü gibi dursa da konuşmasından incindiği anlaşılıyor. Şu aşamadan sonra dünyayı ayağının altına sersen, en iyi makamlara getirsen düzelir mi?  Nasıl kırılan ayna eski haline gelmezse, kırılan kalbi de tamir etmek mümkün değil maalesef.
***
Gurbette başlamış öğretmenliğe. Babasının ısrarıyla memleketindeki en gözde  bir okula Din Kültürü öğretmeni olarak atanır. Bir idealle geldiği okulunda çalışanları çoğu kendisini pek kabullenmek istemez. Çünkü okul kozmopolit bir okul. Elit insanların çocuklarının okuduğu bir yer.Soğuk karşılanır. Bunu da içine atar. Çünkü pek konuşan biri değil. Belli etmez. Çünkü branşı itibariyle kendisine mürteci gözüyle bakılmaktadır. Bu duruma çok içerlese de belli etmez. Bir gün okul müdürü odasına çağırır: "Şu kağıda bir dilekçe yaz gel. Birlikte çalışalım, yardımcım ol" der. "Ben istemiyorum. Zaten bana öğretmen olarak bile hazmedemiyorlar. Yardımcı da olursam kıyameti koparırlar" dediyse de müdürü onu yardımcılığa ikna eder.

İstemeyerek  başladığı yöneticilik görevinde idareciliğin tüm kademelerinde çalışır: Müdür yardımcısı, müdür başyardımcısı, müdür vekili ve okul müdürü. Toplam 6 yıl öğretmenlikten sonra dile kolay 30 yıl idarecilik yapar. Yaptıkları, mücadelesi, çilesi, cefası...hayatım roman dese, içini yazıya dökse sanırım ciltler dolusu roman serisi çıkar:

Birçok okulda mescit yok iken açtığı mescit dolayısıyla ulusal gazetelerde hedef haline gelir. Ardı arkası kesilmeden hakkında inceleme ve soruşturma başlatılır. Yine de namaz kılmak isteyenler için mescidi kapatmaz.

Bünyesinde bulunan yurt için turşu alınması gerekir. Bir piyasa araştırması yapar. Turşu pahalı, yanına varılmaz. Sebze haline giderek tanıdığı esnaflardan turşuluk alır kasa kasa. Bulduğu bidonlara turşuyu kurar kendisi.(Büyük bir ihtimalle eşine yaptırmıştır.) Okulun deposuna koyar. Turşuyu bedavaya getirdim, devletime bir maddi külfet getirmedim, öğrencilerim de turşudan mahrum kalmayacak diye içten içe sevinirken okulu denetimden geçer. Müfettiş turşu bidonlarını görür: "Bu turşu bidonlarında niçin mühür yok" sorgusuna muhatap olur. Durumu anlatmaya çalıştıysa da bulduğu eksiklikten dolayı mal bulmuş mağribi gibi müdürü sıkıştırmaya çalışır. Müdür üşenmeden eline mührü alır, seçim sandığı mühürler gibi hepsini mühürler. Denetimi bitirip gitmek üzere olan müfettiş yemek esnasında: "Masada turşu niye yok, bu yemek turşusuz yenmez, turşu getir" der. "Turşular şu anda mühürlü çıkaramam" cevabını verir hiç istifini bozmadan. "Ben istiyorum, getir" dediyse de yerinden kımıldamaz. Emri dinlenmeyen müfettiş, müdürü de yanına alır, depoya gider. Müdürün açmadığı bidondaki mührü bozar. Tabağa turşu koyar kendi eliyle. Yemekten sonra ayrılacak olan müfettiş: "Sen de çok alındın ve kızdın be müdürüm, biz böyleyiz. Kural der tuttururuz. Sen en iyisini yapmışsın" diyerek müdürün gönlünü alır, gider.

Pansiyona baktığı esnada bir öğrenci okulundaki bir öğretmene bir terbiyesizlik yapar. Ertesi günü öğrenciyi odasına alır, evire çevire döver. Öğrencinin yaptığı vukuattan dolayı okuldan atılması için okul müdürü kendisine baskı yapmak ister. "Öğrenci bu yaptığından dolayı cezasını çekmiştir. Disiplin işlemiyle okuldan uzaklaştırılması haksızlık olur, ikinci bir ceza olur. Ben bunu yapamam" der. Müdürünün ısrarı sonucunda "Eğer bu çocuk gönderilecekse ben de istifamı veriyorum" diyerek tavrını ortaya koyar. Öğrenci okul boyunca ve mezun olduktan sonra yediği dayaktan dolayı hep kin gütmüş, hal ve tavırlarıyla kinini de belli etmiş olmasına rağmen öğrenciye herhangi bir işlem yapmaz. Öğrenci iyi bir bölüm kazanarak okulunu bitirmiş bitirmesine... ama yediği dayaktan dolayı kindarlığını sürdürmüş hep. Yıllar sonra -o zamanlarda yardımcı olan- bu yöneticinin kendisi için neyi göğüslediği anlatılınca öğrenci ta İstanbul'dan  dayak yediği müdürünü ziyarete gelir. Elini öper. Hakkını helal etmesini ister. Kaç tane öğrenciye burs vermeyi taahhüt ederek ayrılır yanından.

36 yıllık meslek hayatında doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamış bu müdür, kantincinin getirdiği çayın parasını vermek için kantine uğrar, kantincinin müdürden almıyoruz demesine rağmen bunu kabul etmez. Şehrin en uğrak yerinde sürekli misafir ve milli eğitim eşrafını ağırlayan bu müdür,  kantincinin açık çekine rağmen odasına gelen çayın parasını da ödemeye devam eder.

Bir gün okula geldiğinde hizmetlisini, morali bozuk görür: "Neyin var oğlum senin"  der. "Hastayım müdürüm,  bana kanser teşhisi koydular. Ankara'ya gitmem gerektiği söylendi. Hastalığıma mı yanayım, orada vereceğim özel muayene ücretini mi düşüneyim, giden yol parasına mı" şeklinde dert yanar. Bulunduğu ildeki tıp fakültesinde bir hocayı arar,  "Hasta gönderiyorum bir ilgilen"  der.  Hizmeti hocanın yanına varır,  muayene,  ameliyat aşamasından sonra hastalıktan kurtulur. Hoca hastasına: Müdür neyin olur" diye sorar. "Hiçbir şeyim olmaz,  sadece müdürüm" cevabı verince doktor: Oğlum beni aradı,  sıkı sıkıya tembih etti.  Ben de oğlunu gönderiyor sandım" der. Bu duruma duygulanıp sevinen hizmetlisi: Efendim, oğlu değilim ama ben onu babam gibi bilirim,  hatta babamdan da öte" demiş.

Okulun iç ve dışını boyatan müdür, firmaya da 3500 lira borçlanır. Müdürlükten elendikten sonra ayrılmadan önce: "Okula borç takıp gitmiş" denmesin diye firmaya giderek kendi kredi kartıyla borcu kapatır gider. Cahit Sıtkı'nın, ömrün yarısı dediği bir ömür kadar yönetilmesi zor bir okulda yöneticilik yapan bu zor günlerin adamı şimdilerde 1,5 yıldır öğretmenlik yapıyor. Kimseye karışmıyor, zil çalınca herkesten önce sınıfına koşuyor. Görevini yapıyor yapmasına...Ama birilerine incinmiş, birilerine kırılmış bir şekilde.
***
80'den sonra geldiği okulunda çok farklı zihniyetli yöneticilerle birlikte çalışıp kimseye yaranamayan, hep tu kaka yapılmaya çalışılan bu müdür, kendi zihniyetindeki yöneticilerin bulunduğu zaman diliminde de yaranamıyor maalesef. Almadığı ödül kalmamış, mezun ettiği öğrencileri fen liseleri ile yarışır duruma gelmiş, akademik başarısı ile Türkiye'de sayılı okullar arasına girmiş, okuluna kurum  kültürünün yerleşmesi için elinden gelen çabayı gösteren  bu kişi emekliliğinin baharında daha yüksek bir makama getirilerek unutulmaz bir jubile ile uğurlanacağı yerde devrimin kendi çocuklarını yediği 2 yıl önce bu  müdür de tenzili bir rütbe olarak öğretmenliğe gönderilir.

Yanında bulunduğum teşehhüt miktarı zaman diliminde ağzından bu şekilde kesik kesik enstantaneler alabildim. Gördüğüm kadarıyla yaptığı iyiliği denize atan cinsinden biri. Reklamını yapmayan, kimseye yağ çekmeyen biri. Hakkını yemeyelim, bir kötü yönü var: Kendisini pazarlamasını bilmiyor. Neyse bu kadar kusur kadı kızında da olur.

Biraz yakından tanıyınca kibirden eserin olmadığına da şahit oldum. Allah sayılarını artırsın...Ne diyelim!

Böyle güzel işlere imza atanı anlatmaya çalışmak benim gibi kalemi kötü birine denk geldi. Ne yapayım? Adım Hıdır'dır. Bakmayın bana Ramazan dendiğine... Anlatamadıysam kalemimin kötülüğündendir... 19/10/2016


Bir sorunumuz daha var: Asgari müştereklerde buluşma

Bu ülkede  birlikte yaşama için o kadar çok ortak noktamız var ki, bu kadar zengin ortak alanımızın olduğu bir yerde birimizin ak dediğine, diğerimiz kara demeyi nasıl becerebiliyor? Bilen biri varsa beri gelsin ne olur! Bu ülkeye birileri öyle bir tohum atmış ki, mayamızı bozmuş; ayrık otları gibi otlar bitiyor durmadan.
Hastanelerimiz, mabetlerimiz, piknik alanlarımız, alışveriş merkezlerimiz, parklarımız, dağlarımız hep ortak. Kimimiz az, kimimiz çok; aynı ülkenin ekmeğini yiyor, suyunu içiyoruz. Aynı havayı teneffüs ediyoruz. Pratiğe geçiremediğimiz evrensel etik ve ahlaki değerlerimiz ortak. İyilik ve kötülük değerlerimiz de ortak. Say say bitmez bu ülkedeki ortak değerlerimiz.
Fikir ve düşüncelerde farklıyız, ülkeyi yönetme tarz ve metodumuz farklı. Zevklerimiz ve renklerimiz farklı. Hırslarımız farklı...Saymaya devam etsek bir müddet sonra dururuz. Çünkü arkası gelmez.

Birbirimizi beğenmiyoruz, birbirimizi alt etmeye çalışıyoruz, kendimizi bu ülkenin yegane unsuru olarak görüyoruz, kendimizi doğru yolda karşı tarafı ise bizi ve ülkeyi yanlış yola götürüyor sendromu yaşıyoruz milletçe. Bu illetten kurtulmadığımız gibi kendi kendimize senaryolar üretmeye devam ediyoruz. Gücü ele geçiren başkasına had bildirmeye kalkıyor. Çünkü biliyoruz ki güç elimdeyken yapmazsam daha sonra rakibim gücü ele geçirdiği zaman o bana dersimi verecek. O halde var gücümle benim gibi düşünmeyeni yok etmem lazım vesvese ve kuruntusundan kurtulmamız lazım her şeyden önce.

Aslında bu ülkede yaşayan herkes tencere-kapak gibidir. Hiç birimiz yek diğerine göre daha temiz değildir. Yaptıklarımız birbirimize yaklaştıracağı yerde uzaklaştırmaya devam ediyor. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmediğimiz müddetçe de bu güvensiz ortam devam edecek eğer yaşayabileceğimiz bir ortam kalırsa tabii...

Gelin hep birlikte ortak noktalarımızı tespit edelim, birbirimize hoşgörülü davranalım, birbirimizin hassasiyetlerine saygı gösterelim. Birbirimizin derdiyle dertlenelim, aramızda iletişimi hiç eksik etmeyelim. Açık ve net olalım. Gizli ajandamız olmasın. Böyle olursa gerçekten huzurlu yaşarız. Bizden sonraki gelecek nesillere de huzur ortamını miras bırakmış oluruz. 19.10.2016

Orta yerde bir suç var. O zaman suçlu kim?

Bir zamanlar küçüktük. Bir büyüsek dedik. Ailemizin sorumluluğunda büyüdük büyümeye. Büyüyünce büyük olmanın iyi bir şey olmadığını anladık. Çünkü büyüdükçe sorumluluk artıyor. Sorumluluk arttıkça hayatın yükü de üzerimize biniyor. Elimizde bir imkan olsa yeniden küçüklüğe dönmek isterim. Çünkü sorumluluğu yok çocukluğun.

Büyüdük evlenip çoluk çocuk sahibi olduk. Her ne kadar çocuklarımıza karşı sorumluluğumuz olsa da anne babamıza göre biz hala çocuğuz... ne kadar büyüsek de.

Her devirde zordur çocuk büyütmek ama günümüzde daha zor diye düşünüyorum. Çünkü biz ebeveynimize göre daha da bir hedef büyüttük. Var gücümüzle çocuğumuzun iyi bir geleceği olsun çabası içerisine girdik. Okutması bir dert, görev alması ayrı bir dert. Görev aldı diyelim ahlaki değerlerle mücehhez olması ayrı bir dert. Her istediğimizi Allah vermiyor. Bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkıyoruz belki de çoğu zaman.

Dünya bir imtihan dünyası. Allah herkesi farklı farklı imtihan etmektedir. Kimini evladıyla, kimini mal-mülk ile, kimini makam ve mevki ile, kimini inanç ile... Nuh peygamber eşi ve oğlu ile imtihan olan peygamberlerdendir. Ne kadar çabalasa da, kendisine inanan yabancılar olsa da kendi sulbünden olan oğluna söz geçiremedi nedense. Evladı ne kadar inanmasa da onun peşinden giderek boğulmaması için çabaladı durdu. Taki Allah Teala'nın "O, Salih bir amel değildir" deyinceye kadar peşinden koştu durdu. Ama çocuğunu boğulmaktan kurtaramadı maalesef.

Günümüzde anne-babalar da çocuklarının iyi bir eğitim alması, dinini diyanetini öğrenmesi ve ahlaki değerlerle mücehhez olması için değişik yollara başvurdu hep. Devletin verdiğini yeterli görmeyen bir kısım aileler başka yollara tevessül etti. Kimi merdiven altı diyebileceğimiz yapılara teslim etti çocuğunu.

Ne kadar gizleseler de gizli ajandası olanların bir gün foyası çıkıyor er veya geç. Gizli ajandasını ortaya koyanların bir başka gücün maşası olduğu, yaptığı ihanetlerle ortaya çıkınca ortaya yerde bir suç meydana gelmektedir. Bir yerde suç varsa elbette suçlular da vardır. Peki suçlu kim şimdi burada. Göründüğü kadarıyla devlet suçlu diye geriye kalan piyonlarla uğraşıyor. Gerçek suçlular kaçtı. Burada suçlu olarak tespit edilenler mi gerçek suçlu, yoksa o çocukları o yapıya teslim eden aileler mi suçlu?

Okullarda psikolojik danışman ve rehber öğretmenlik görevi yapan öğretmenlerimiz öğrenci psikolojisini daha iyi bilirler. Çünkü bu konunun uzmanıdır kendileri. Zaman zaman seminerlerinde: "Aslında kötü çocuk yoktur, suçlu anne ve babalar vardır" derler bize. Çocuklar suç işlemişse, suç örgütünün içerisinde yer almışsa o çocukları o yapıya teslim edenler suçlu değil mi? O yapıyı 40 yıl boyunca çözemeyip bugünlere kadar büyütüp geliştiren devlet denen aygıtın hiç mi suçu yok. Devletin -gizli ajandası olduğunu tespit edemediği bir örgütten dolayı- vatandaşı suçlaması doğru mu? Devlet niçin görevini yapmadı şimdiye kadar? Devlet "Hata yapmışım" demekle kurtulabilir mi bu sorumluluktan. Madem  uyumak, gaflet halinde olmak, büyümesine katkı yapmak suretiyle devlet hata yapmışsa vatandaş hata yapamaz mı? Devletin hata yapma gibi bir lüksü olabilir mi? Devleti yönetenler -tüm imkanlar ellerinde olmasına rağmen-  hata yapabilir deniyorsa hiçbir şeyden haberi olmayan vatandaşın hata yapma lüksü olamaz mı? Eğer suçlu ile mücadele edilecekse o zaman sorumluluğu olan herkes, başta devleti yönetenler olmak üzere bu suç örgütünden dolayı müteselsilen sorumlu olmalıdır. Örgüte girenler, çocuğunu bu yapıya teslim edenler, bu yapıya göz yumanlar hesabını vermelidir. Yukarıda dedik ya, suçlu çocuk yok anne babadır gerçek suçlu diye. Çocukları ne kadar büyüseler de anne babanın da burada payı vardır. Burada suçun büyüğü devlete ait, sonra anne babaya sonra suça karışan çocuklara... Kimse sorumluluktan kaçınmasın. Eğer suçlu avına çıkılacaksa, herkes didik didik incelenecekse, geçmişin hesabı verilecekse, tüm kirli çamaşırlar ortaya dökülecekse o zaman herkes eteğindeki taşı döksün ortaya. Bu konuda hiçbirimiz temiz değil. Bazıları der ki: "Efendim! Benim bu yapıyla hiç bir bağım olmadı" diye. Olabilir. Bazılarımızın yolu hiç kesişmemiş olabilir. Eğer bu konuda toplumun büyük bir çoğunluğu bu yapı ile az veya çok irtibatlı olmuşsa herkes bu yapıyı çok sevdiğinden gitmemiştir oraya. Çoğu insan bu yapıya soğuk bakmasına rağmen eğitim ve öğretim alanındaki oluşturulan algıdan dolayı bunlarla iletişime geçti, sevse de sevmese de. Bu şuna benzer: Bir çok insan Koç grubuna kızar. Koç'un ürettiklerini almamak lazım der. Bir zaman gelir ki evine bir beyaz eşya lazım olur. Dolaşır, sonunda gider kızdığı firmanın ürünü olan 'dünya markası' ürünü evine alır. Günümüzde akla gelebilecek, insanın olduğu her alanda boy gösterip kendini ispatlamış bu yapı sülük gibi hemen hemen herkesle iş tuttu. Çoğu insan istemese de bunlarla iş yaptı.

Doğru ile yanlışın, sap ile samanın karıştığı günümüzde bu konuda kimseyi ayıplamamak lazım. Kimse suçu kabul etmez ama sorumluluk sırasına göre gerçek suçlular: Devlet, yapı, anne-baba, çocuk...şeklinde sıralanabilir.

Bu suçlulara ilk taşı kim atsın. İçimizdeki en temiz olanı. Haydin eli temiz olan varsa önden buyursun lütfen. 19/10/2016

18 Ekim 2016 Salı

İki okul müdürü profili...Seç-beğen!

Merkezin kenarında bir okul düşünün: Maddi imkanlar yönünden zayıf, kantini yok, hizmetli ve öğretmen sıkıntısı çeker devamlı. Ücretli öğretmenlerle eğitim ve öğretime devam eder genellikle. Kurum kültürü oluşmaz. Çünkü gelen gitmek için gelir. Fırsatını bulduğu anda bırakır gider. Ulaşım zor ve meşakkatlidir. Bahçesi geniş olmasına rağmen sosyal alanı yoktur, kalorifer yakılması bir sorundur. Merkez bir okula göre ilçenin nimetlerinden en az yararlanır. Kırtasiye, fotokopi, toner ve yazıcı ve fotokopi makinesi hep sorundur. Çoğu öğrencide bir hedef yoktur.

Şehrin merkezindeki bir okulun durumu ise kenardaki okulun tam tersidir.

Aklınızdan sorununuz var da müdür olmak isterseniz hangi tür okulda görev yapmak istersiniz? Elbette imkanları olan merkezi bir okulda çalışmayı tercih edersiniz.

Bir okul müdürü düşünün ki öğretmen ve öğrencinin huzurlu bir ortamda eğitim ve öğretim görmesi için okulun imkanlarını sonuna kadar zorlayıp eğitim ve öğretime başlıyor. Sene başında öğretmenin kullanacağı tahta kaleminin mavi, kırmızı ve siyahını temin ediyor. Mürekkebi bittikçe doldurulması için öğretmenler odasına mürekkep koyuyor, ilçenin verdiği fotokopi kağıdını, makinesiyle birlikte öğretmenin kullanımına sunuyor, kağıt ve toneri bittikçe ya birlik hesabından alma yoluna gidiyor, ya da ödenek imkanı olan lise müdürleriyle irtibata geçerek ihtiyacını giderme yoluna gidiyor. Öğretmen takviye kursu için derse giriyorsa ders defterini temin yoluna gidiyor. Öğretmenin ders programını arada boşluk bırakmayacak şekilde hazır hale getiriyor. Bu idarecinin tek hedefi vardır: öğretmenin huzurlu bir şekilde derse girmesi ve öğrencilerine verimli olmasıdır. Bu müdür merkezi bir okulun müdürü müdür yoksa taşranın mı? Öğretmenlerine her türlü imkanı sunan bu müdür maalesef kenarda görev yapan biridir.

Merkezde görev yapan müdür ise fotokopi makinesine şifre koyarak öğretmenin hizmetine sunuyor, kağıt istiyorsun: "Kağıt temini sizin göreviniz hocam" cevabı alıyorsunuz. Tahta kalem diyorsunuz. "Hocam ne kalemi, kalem bulmak öğretmenin asli görevlerindendir" deniyor. Hocam takviye kurs için defter lazım. " Hocam onu öğretmen temin eder" cevabına alışıyorsun kısa zamanda. 

Ders programı hazırlanırken öğretmen merkezli değil, idareci ve öğretmen hesaba katılarak hazırlanmakta.

Öğretmen çekeceği fotokopinin parasını öğrenciden toplayacak, kağıdını koltuğunun altında getirecek...Hasılı merkez müdürü sorumluluğu tamamen öğretmene yüklemiş, taşra müdürü ise bütün sorumluluğu üzerine almış. 

Hangi müdür daha rahattır desem herhalde her birimiz merkez müdürüdür der. Ben de aynı kanaati taşıyorum. Belki de en doğrusu merkez müdürünün yaptığıdır. 18.10.2016