14 Temmuz 2016 Perşembe

Siyaseti nasıl yapalım?

Sanal alem, gazete köşeleri bazı insanların egolarını tatmin ettikleri yer olsak gerek. Bu alem de olmasa sanırım kahırlarından çatlayacaklar. Çoğumuz bulunduğumuz yerden 'Avrat boşamaya' devam ediyoruz. Hani bizde "Bekara avrat boşamak kolay" derler ya. İşte öyle bir şey.

Ülkeyi yöneten insanların zaman zaman açıklamaları ve tasarrufları olur. İdarenin yaptığı her şey eleştirilebilir. Çünkü eksik yönleri olabilir, hatta yanlışları olabilir. Ki vardır da. Başta ana muhalefet olmak üzere ülkenin sivil toplum kuruluşları bu uygulamaları eleştirebilir, eksik ve fazla yönlerini söyleyebilir, ne şekilde olması gerektiği konusunda gerek mecliste gerekse kamuoyunda açıklamalar, hatta demokratik mücadeleler verebilirler. Normal vatandaş da aynı şekilde görüşlerini söyleyebilir. Bu görüşler dikkate alınır ya da alınmaz. Genelde alınmaz. Çünkü bizde herkes çoğunluğuna güvenir, muhalefetin eleştirileri doğru bile olsa taslak ya da tasarı delinir, ya da onların dediği olacak düşüncesiyle pek itibara alınmaz. Aslında zaman zaman muhalefetin görüşlerini de dikkate almakta fayda vardır. Muhalefet de muhalefetteyim, bu yüzden her şeye karşı çıkacağım müzmin muhalifliğini bir tarafa bırakabilmelidir. Hem iktidar hem de muhalefet yapıcı olmalıdır. Bu duruma gelmemiz için "Kırk fırın ekmek yememiz" lazım ama onu da doktorlar çok gördüler neredeyse ekmeği yasaklayacaklar. Asgari müştereklerde buluşmamız lazım ama biz nedense asgari müştereklerde buluşmuyoruz. Bunu da bir kazanım ya da postu deldirmeme olarak görüyoruz. Allah öbür dünyada bizi aynı Cennet'e koysa 'Olmaz ama efendim' diyeceğiz bu gidişle.

Eleştiri, tenkit güzeldir, hele yapıcı eleştiri. Biz artık toplum olarak eleştiri boyutunu aştık. Hakaret ediyoruz. Hem de gece gündüz. Düşman olarak gördüğümüz rakibimizle yatıp onunla kalkıyoruz. Yatarken stresli yatıyoruz, kalkarken de hep sol taraftan kalkıyoruz. Halbuki Maide 105.ayette Allah: "Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir." buyurmaktadır. Kendi gözümüzdeki merteğe bakacağımıza başkasının hata ve yanlışlarıyla uğraşıyoruz. Hele bazıları sorumluluk sahibi siyasilere tam gaz kızma ve hakarete devam ederken şimdilerde hızını alamayıp ona oy verenlere de hakaretler yağdırmaya başladı. Bu, sağlıklı bir psikoloji değil. Başkalarına hakaret ederek yol alan bir insan türü söyleyin bana Allah aşkına. Siyaset, insanın kendini pazarlama yeridir. Kim kendini daha iyi pazarlarsa, kendini daha iyi anlatırsa, halk kimi daha ikna edici bulmuşsa onu iktidar yapar. Bu halkın sağı-solu belli olmaz. Siyaseti bazımızın yaptığı gibi futbol takımını tutar gibi tutmaz. Dün vezir yaptığını bugün rezil, dün itibar etmediğine yarın şans vermektedir. Son 20 yıla bakalım. Bu halk kimleri getirdi, kimleri götürdü. Hem de birbirine zıt partilere bile imkan verdi. O halde biz iktidara, ona oy verene kızıp hakaretler yağdıracağımıza, ya da muhalefete oy verene kızacağımıza tüm maçları yıllardır kaybeden kendi partimize niçin kızmıyoruz? kendi doğrularımızı anlatıp maç sonucunu bekleyelim. Yine kaybediyorsak taktik değiştirelim, gerekirse oyuncu ve teknik heyeti yenileyelim.

Siyaset kızma, hakaret işi değildir. Hep karşındakinin hatasını gösterme, bulma mesleği hiç değildir. Kendini anlatma, pazarlama işidir. Ekip işidir, vitrin işidir. Başkasına kızıp zaman harcayacağımıza kendi alternatif görüşlerimizi anlatsak gerçekten bu halk samimi bulursa onu da iktidar yapar. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Ne dersiniz? Eğer siyaset yapacaksak, ülkenin yarınlarında söz sahibi olmak istiyorsak siyaseti de kuralına göre yapalım. Hakaret ederek seviyemizi düşürmeyelim. Kendimizi daha iyi ifade edelim. Halkın seviyesine inelim. Halkın sizi anlamasını beklemekten ziyade siz halkı anlamaya çalışın. Onları bidon kafalı olarak görmeyin. Halkın sağduyusuna güvenelim. 14/07/2016

Düşene bir tekme de biz vurmayalım *

Etrafımız ateş çemberi, hatta Güneydoğu’muz savaş alanı haline getirildi. Kana doymayanların yine Orta Doğu'da yeni bir paylaşımları söz konusu. Bakalım ne kadar insanın ölümü, ne kadar ailenin evini barkını, işini ve aşını kaybetmesine mal olacak bu sömürgecilerin bitmek tükenmek bilmez dünya hırsı.

Nerede bir savaş varsa komşu ülkeler mülteci akınına uğrar. Halihazırda ülkemizde 3 milyon Suriyeli mülteciden bahsediliyor. Bir kaç yıldır ülkemizde misafir ettiğimiz Suriyeliler ile ilgili -bireysel suça karışma olsa da- çok büyük olaylar olmuyordu. İçlerinde cami köşelerinde dilenenler olsa da bir kısmı işyeri açmış, büyük bir kısmı neredeyse yok pahasına, sosyal güvencesi olmadan sanayici ve esnafımızın yanında ekmek parası için çalışmaya başlamış, çocukları okullarımıza misafir öğrenci olarak alınmış, birçoğu Türkçe öğrenmiş durumdalar. Kimimiz ellerinden tuttu yardım etti, kimimiz: “Doldular geldiler buraya, ne zaman gidecekler” dedi durdu.

Şimdilerde mültecilere vatandaşlık verilsin, verilmesin tartışması gündemimizde. Her konuda olduğu gibi istikrar abidesi olan ülkemizin insanı yine ikiye bölündü: Kalsınlar, gitsinler. Hakkını yemeyelim bir de ‘ama’cılar var. Vatandaşlık tartışmalarıyla birlikte başta Beyşehir olmak üzere Suriyeliler'le aramızda ölümlü kavgalar baş göstermeye başladı. İnşallah böyle olayların arkası gelmez. Çünkü bu tür olaylar provokatif olaylara sebebiyet verebilir. Dikkatli olmada fayda var. Her zamankinden daha fazla soğukkanlı olmalıyız.

Mültecilere vatandaşlık verilsin mi, verilmesin mi tartışmasına katılma gibi niyetim yok. Ben kalsın desem de kalmasın desem de insani bir durum dolayısıyla onlara sınırları açan devlet nasıl ki bana sormadı, vatandaşlık vereceğinde de yine bana sormayacak. Madem Suriyeliler içimizde bir realite. Yanıbaşımızda olumsuz etkilerini gördüğümüz bu savaş kısa zamanda da biteceğe benzemiyor. O zaman beğensek de beğenmesek de, istesek de istemesek de mültecilerle yaşamak durumundayız. Ülkemiz zaten yolgeçen hanı. Her birimiz derinlemesine geçmişini araştırsa  kökenimiz dışarıyı gösterir… Kimleri barındırdık kimleri. Lanetli kavim olarak bilinen Yahudiler’i bile almışız Osmanlı Döneminde. Naziler’den kaçanlara da kucak açmışız. İlkokulda Türk Milletinin özelliklerini okurken bir tanesi de “Misafirperliğimiz” idi. Nice yıllardır bu ülke her mağdur ve mazluma hep  kol kanat germiştir.

“Suriyeliler gitsin” diyenlerin çoğunun bu insanlara yardım ettiğini sanmıyorum. Günümüzde akraba ve kardeşler arasında bile basit meseleler yüzünden kavgalar çıkabilmektedir. Suriyelilerle aramızda çıkan kavgaları büyütüp olaylara hamasi duygularla yaklaşarak toplumsal infiale sebebiyet verebiliriz. İşçi ihtiyacını karşılamak için dün bizi ülkesine davet eden Almanya’da bir zaman geldi ki, Türk işçiler istenmez oldu. Dazlaklar adı verilen ırkçı-şovenistler zaman zaman soydaş ve dindaşlarımızın evlerini ateşe verdiler, ölümlerine sebep oldular. Bizler onların yaptığını yaparsak Dazlaklar’dan ne farkımız kalır. Hani biz Ensardık? Hani biz misafirperver idik? Bir Suriyeli mültecinin telefon profilinde Arapça olarak: "Gurbette, yaşayandan başkasının bilemeyeceği ... açlıklar vardır" yazısını paylaşmıştı bir arkadaş sanal alemde. Evini, barkını, işini-aşını, ailesini ve memleketini kaybeden mültecilerin içimizde yaşadıklarından çok da memnun kaldıklarını söyleyemeyiz.


Ülkesinde mülteci barındıran Pakistan gibi olmaması için devletin tedbirler alması lazım. Suça karışan kim olursa olsun sınır dışı edilsin. Vatandaşlık verecekse kılı kırk yarsın. Dua edelim de; savaş ülkemize sirayet etmesin, Suriye ve Irak’taki savaş sona ersin, mülteciler ülkelerine dönsün. Allah kimseyi vatansız bırakmasın. Başkasına el açan duruma düşürmesin. Veren el olmayı nasip etsin bize. Bunu şu anda en iyi Suriyeli mülteciler bilir. 14.07.2016

16.07.2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Biz bu Suriyeliler'i ne yapalım?

Asalım mı keselim mi ya da kaynatıp suyunu mu içelim? Kimdir, necidir, bunlar? Biz bunlardan nasıl kurtulacağız? Vatandaşlık verilsin mi verilmesin mi? Vatandaşlık verilirse bunlar oylarını kime verirler? 7'den 70'e oturup kalkıp içimizdeki sayıları 3 milyonla ifade edilen mültecilerden dem vuruyoruz. Neler demiyoruz neler!

Bu ülke insanının hakkını teslim etmek lazım. Yine her konuda olduğu gibi ikiye bölündük: vatandaşlık verilsin. Yok verilmesin şeklinde. İkiye bölünme konusundaki istikrarımız takdire şayan. Tek Allah'ın birliği konusunda halihazırda ittifak halindeyiz. Eğer bir siyasi bu konuda bir tartışma başlatırsa birliği konusunu da gerekirse tartışma konusu yaparız. Çünkü damarlarımızda kan, yüzümüzde bet beniz kalmaz eğer aynı görüşte olursak.

Mültecilik konusu savaşan devletlerin komşu devletlere zorunlu bir hediyesidir. Süper güçler ülkeleri kan gölü haline dönüştürür dünyalık menfaatleri için. Ceremesini de sivil halk çeker. Kimi göç eder, kimi de bir kör kurşuna duçar olur. Mezarı bile bulunamamasına dünyaya veda eder. Suriye'deki savaş, birbirlerini öldürme savaşıdır. Kimse düşmanını öldürmüyor, birbirini öldürüyor. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Adamlar memleketlerinde kalsa sakal, başka bir ülkeye terki diyar eylese bıyık. Çoğumuz oturup kalkıp Suriyeliler'e kızıyoruz, savaştan kaçtılar diye. Adamlar kiminle savaşacak belli değil. Sonra yapacakları savaş, galibi olmayan bir savaş olacaktır. Geçen gün Milli Eğitim Bakanı açıkladı: Güneydoğu'ya ilk defa atanan öğretmenlerin % 90'ı bir yıl içerisinde eş durumundan Batı'ya geliyor diye. Çocuğumuzun tayini, askerliği Doğu'ya çıksa hop oturup hop kalkıyoruz. Gerekirse naylon evlilik yapıp eş durumundan dolayı oradan kaçmaya çalışıyoruz. İşte Doğu da bizim memleketimiz. Niçin durmuyoruz orada... durmadığın, emek sarf etmediğin memleket senin değildir. Ben durmayayım orada bir başkası dursun dersen daha çok beklersin.

Anadolu tarih boyunca göçler ülkesi olmuştur. Her millete kucağını açmıştır. lanetlenmiş kavim olarak bilinen Yahudilere bile sınırları açmıştır Osmanlı döneminde. Nazilerden kaçanlara da kol kanat germiştir Türkiye Cumhuriyeti. Eskiden bu milletin özelliklerini sayarken bir tanesi de misafirperverlikti. Ne oldu bize. Adamlara bir ekmek veriyoruz dokuz tokmak vuruyoruz. Ekonomisi kendi kendine bile yetmeyen, cari açık veren bir ülke aynı anda 3 milyon savaş mağduruna misafirperverlik yapıyor, kimseye el avuç açmadan. Tarih bu ülkenin bu mültecilere yaptığını sitayişle yazacaktır. Zaman zaman Avrupa'da, şimdilerde ABD'de ortaya çıkan ırkçı yaklaşımlardan kaçınmada fayda vardır. Almanya'da Dazlakların bizim gurbetçilerimize yaptıklarını nasıl ki kabullenemiyor isek bizim de empati yaparak ülkemizdeki mültecilere aynı muameleyi yapmamamız gerekir.

Şunu açıkça söyleyelim ki, Türkiye'nin Suriye politikası iflas etmiştir. Suriye'de kim galip gelirse gelsin ABD ve batılı devletler galip gelmiş olacaklardır. Çünkü bu savaşta Türkiye tek ata oynarken bizimle beraber yola çıkan süper devletler 10 ata oynamıştır. Savaşı 10 attan biri kazanacaktır.

Devlet Suriyeli mültecileri vatandaş olarak  alacak görünüyor. Hükümet doğru yapar ya da yanlış. Meclisteki çoğunluğuna güvenerek  bu mültecilere vatandaşlık verebilir. Vatandaşlık verildikten sonra olması muhtemel risklerin olmaması için ne gibi tedbirler ve yaptırımlar alınmalıdır önerileriyle çıkmak lazım kamuoyunun önüne. Mülteci sorunu dolayısıyla Pakistan'ın içine düştüğü durum iyi irdelenip aynı duruma düşmememiz için uygulanabilir kurallar ortaya koymak gerekir.

Ülkemizdeki mültecilere vatandaşlık verilecekse;
Kimin, nerede kaldığı belli olmalıdır. Hepsinin parmak izi alınmalıdır. Suça karıştığı tespit edilenler sınır dışı edilmelidir. Dilencilik yapmaları yasaklanmalıdır. Çocuklarını okula gönderme zorunluluğu getirilmelidir. Türkiye'deki zenginlerin ikinci hanım olarak Suriyeliler ile evlenmesi yasaklanmalıdır. Belli bir yıl bu ülkede kalıp suça karışmayanlar vatandaşlığa alınmalıdır. Devlet yardımı var ise vatandaşlığa geçtikten sonra yardım kesilmelidir. Suriyeliler'den ucuz işçilik olarak faydalanmanın önüne geçilmelidir. İmkanı olmayan mülteci ve kendi insanımıza belli bir süre yardım yapılmalıdır. Devlet başta Suriye olmak üzere Irak gibi yerlerde savaşın sona ermesi için diplomasi yürütmelidir. Savaş bittikten sonra mültecilerin ülkelerine dönmeleri için devlet teşvik yapmalıdır. Vatandaşlar vatandaşlık meselesi gündeme gelmesiyle birlikte ülkenin değişik yerlerinde meydana gelen provokatif olaylara karşı uyanık olmalıdır. Bu ülkenin insanı mültecilere karşı düşmanca  tavır içerisinde olmamalıdır. Yardım yapıyorsa başa kakmasın. Yapmıyorsa zaten hiç konuşmasın. Devlet Suriyeliler'den önce bana fazla verip onlar geldikten sonra paramı azaltmadı. Gelip evime oturmadılar, beni evimden çıkarmadılar. Onların durumuna bakıp kendi halimize şükredelim. Bu memleketin kıymetini bilelim. Birbirimize düşmeyelim. Bu ülkenin tüm etnik grupları bu ülkede bir ve beraber yaşamanın üzerinde duralım.

Allah kimseyi vatanından etmesin. 13/07/2016

12 Temmuz 2016 Salı

Kimler din eğitimi vermelidir?

Vatandaşımız yeme içme gibi ihtiyaç duyar din eğitimini öğrenmeye. Çocuğuna karşı görevlerinden biri olarak görür bu işi. Belki arkamdan bir Fatiha okur muradındadır. Hayırlı evlat olsun derdindedir. 7'den 70'e diz çökeriz hocaların önünde. Rahmetli babam o yaşında namaz sürelerini unutmuş muyum der, önümde diz çökerdi. Saygısı bana değil, okuduğu sürelere idi. Doğru dediğimde çocuklar gibi sevinirdi. Milletimiz dinini öğrenmeye aşıktır desem mesele daha iyi anlaşılır.

Geçen bir yazımda "Din eğitimi anlayışımız çocuklarımızı dinden soğutmasın" başlıklı bir yazı kaleme almış, din eğitimi verilirken iyi niyetle öğrensinler diye yaptığımız bazı tasarrufların çocuklarımızı dinden soğutmaya sebebiyet verdiğini/verebileceğini, bu yüzden çocukların seviyesine inmek başarıyı getiren en önemli faktör olabileceğini, sevdirmek en önemli olabileceğini izah etmeye çalışmıştım.

Malumunuz olduğu üzere okullarda bir dersi sevmenin yolu öğrencinin öğretmenini sevmesinden geçmektedir. Din eğitimi ve öğretiminde de ders veren hoca mutlaka önemlidir. Bir şeyi öğretene biz hoca ya da öğretmen deriz. Din eğitimini veren öğreticilerde hangi özellikler olmalıdır?

Din eğitimini veren kişi her şeyden önce:
* Çocuğun seviyesine inebilen olmalıdır.
* Dersi öğretmekten önce kendisini sevdirmelidir.
* Yaşantısıyla örnek olmalıdır.
* Vatandaştan, veliden ve öğrenciden herhangi bir ücret almamalıdır.
* Dayak ve hakarete başvurmamalıdır.
* Dersini vermeyen öğrenciye öncelikle tatlı ve nazik bir dil kullanmalıdır.
* Namaz kılma, başını örtme vb sorumluluklarını yerine getirmede öğrenciye baskı yapmamalıdır.
* Kur'andan önce sevgiyi, saygıyı, doğruluk, güvenilirlik, temizlik, yardımseverlik, başkasını rahatsız etmeme gibi iyi hasletleri örneklendirerek öğrenciyi işlemelidir.
* Veren el olmalıdır.
* Namaz kılmanın, Kur'an öğrenmenin önemi öğrenciye kavratılmalıdır.
* Ödül ve cezada anlatılabilir ölçüler koymalıdır. 
* Yaptıklarında öğrenciyi ve veliyi ikna edebilmelidir.
* En az İlahiyat fakültesi ve dengi bir okuldan mezun olmalıdır.
* Belli yaş grubunu okutan öğreticiler olmalıdır. İlkokul seviyesindeki öğrencileri okutan ayrı, ortaokul ayrı, lise ayrı, genç ve yaşlıları okutanlar ayrı olmalıdır. Çünkü aynı kişi her yaş grubundaki kişilerin seviyesine inemeyebilir.
* Yeterli donanım ve birikime sahip olmayan, ehliyetsiz kişilere görev verilmemelidir.
* Sosyal aktivitelerden anlamalıdır. Zaman zaman öğrencilerin faaliyetlerine katılmalıdır.
* Her şeyi yasaklayan yasakçı bir zihniyete sahip olmamalıdır.
* Öğrenciye sağlam bir din anlatmalıdır. Kendini ait hissettiği grubun üyesi yapmak için bir yol izlememelidir.
* Gezi, piknik gibi aktiviteler düzenlemelidir. 
* Önüne gelen her bir çocuğu kendisine emanet kabul etmelidir, kendi çocuğu bilmelidir.
* Samimi olmalıdır.
* Sabırlı olmalıdır. 12/07/2016

Siyasetçi mi ihraç etsek acaba?

Otururken düşündüm taşındım, bu ülkenin ihraç edilecek neyi var diye. Çünkü cari açık hep açık veriyor. Bir türlü ithalat ve ihracat dengesi sağlanamıyor. İthalatımız hep ihracatımızdan fazla nedense. Düşünüyorum, çünkü bu ülkenin ekmeğini yedim. İstedim ki biraz katkım olsun.

Tahıl ihraç etsek, bizden daha ucuza mal eden ülkeler var. Rekabet edemeyiz. Teknoloji ihraç etsek, bizden daha iyi yapanlar var. Bir şey bulmalıyım ki diğer ülkelerde az, bizde fazla olsun. Sattıkça ardından yeniden bitsin. Böylece cari açıktan kurtuluruz. Hay aklımla bin yaşayayım.  Bizde kum gibi diğer ülkelerde mumla aranan bir değeri buldum sonunda. Siyasetçi ihraç edeceğiz, etmeliyiz. İnanın bu işte bu ülke çok para kazanır. Kısa zamanda bu ülke ekonomik yönünden düze çıkar. Gayri safi hasılamız dünyada rekor üstüne rekor kırar. Bizde siyasetçi bu kadar çok mu diye düşünebilirsiniz bir an için. Şöyle etrafınıza bir bakın, medyayı, sanal alemi takip edin, yığınla bu ülkede siyaset yapan insanlar görürsünüz. Her birimizin bir işi olsa da asla siyasetten uzak tutamayız kendimizi. Nerede birden fazla insan varsa, okuması, ilgi alanı ne olursa olsun hiçbir anımız siyasetsiz geçmez. Hep devlete nizamat vermeye çalışırız. Aslında şöyle olacak demeye başlarız. Siyaset yapmak için illaki aktif siyasette olmak gerekmiyor. Bizde mecliste grubu olan siyasi partilere ait 550 vekil bulunur. Bunlar hem siyaset yapar hem de paralarını alır. Partiler hazineden yardım da alırlar. Geriye kalan kısım meccanen siyaset yapar. İktidar ülkeyi yönetmek için karar almaya çalışır, muhalefet eleştirir. Karşılığında da en yüksek dereceden maaşlarını alırlar. Bu milletin kahir ekseriyeti bu işi amatörce yapar. Karşılığında da bir kuruş almaz. Kimi iktidarı tutar, iktidarı tutanlara göre iktidarın hep yaptığı doğrudur. Kimi de muhalefeti destekler, iktidarın her yaptığını kötüler. Partiler de bu fanatikleri sayesinde ayakta durur, siyasette varlıklarını onlara borçludur. Arada kim yaparsa yapsın; iyiye iyi, kötüye kötü diyen az sayıda bir tampon bölge insanı vardır ki bunlar ne İsa'ya yaranır, ne de Musa'ya. Aktif siyasilerin en sevmediği tiptir bunlar.

Demem odur ki bizde seçim zamanı olsun ya da olmasın her evde, her iş yerinde, her muhabbet ortamında insanımız yaşına başına bakmadan siyaset konuşur. Oturur kalkar; hükümet kurar, hükümet yıkarız. Kendimizin düşüncesinden başka doğru bir düşüncemiz de yoktur. Ben bir başbakan olsam der konuşmamızı devam ettiririz. Neredeyse siyaset yapmaktan işimizi yapmaya zaman kalmaz.

Bu kadar siyasetten anlayan kalifiye elemanın olduğu bir başka ülke bilmem ben. Bir ülkede birden fazla başbakan, 550 den fazla vekil, 25-26 kişiden fazla bakan olamayacağına göre o zaman biz bu kalifiye elemanlarımızı başka ülkelere ihraç etsek hem biraz da o ülkeler faydalanır, biz de ekonomiyi düze çıkarırız. 12/07/2016

Din eğitimi anlayışımız çocuklarımızı dinden soğutmasın! *

Her eğitim ve öğretim yılı sona erdikten sonra velilerimiz ortaokul ve liselerde okumakta olan çocuklarının yaz tatilini daha iyi değerlendirsin diye okullar kapanmadan bir arayış içerisine girer. Kimi sportif faaliyetlere, kimi de bu dönemde özellikle Kur'an-ı Kerimi iyice öğrensin diye resmi-özel kurslara  yönelir. Son zamanlarda dini eğitim verilen yerlerde de olumlu bir şekilde değişik sportif ve kültürel etkinliklere yer verilmektedir.

Konya gibi halkı mütedeyyin yerlerde vatandaş mutlaka çocuğuna din eğitimi aldırmayı bir vazife olarak bilir. Bunun için de çaba gösterir. Hatta 80'li yıllarda çocuğunu zanaate veya ortaokula gönderecek olsa bile  Kur'an öğrensin diye bir çok aile bir yıl Kur'an eğitiminin yapıldığı yerlere gönderirdi çocuğunu. Burada amacım; kurslara gideni, kursta görev yapan ve çocuklarımıza başta Kur'an ve din eğitimi veren hocalarımızı eleştirmek değildir. Bu camianın içinden gelen biri olarak geçmişte iyi niyetli de olsa bir çok hocamızın yaptığı bazı tasarruflar çocuklarımızda aksi tesir yapmıştır. Niyetim din eğitiminin verildiği yerlerde eskiden olan olumsuz tavırların olmamasına katkıda bulunmaktır.

Geçmişte din eğitimi verilen yerlerin çoğunda dayak, şiddet, hakaret, ezme yaygındır. Çünkü çocuk teslim edilirken "Eti senin, kemiği benim" düşüncesiyle teslim edilir babası tarafından. Çocuğun ders vermeme, haylazlık yapma, çocukluğunu yaşama gibi bir lüksü yoktur. Hocasının dediğinden dışarı çıkarsa gelsin dayak, gitsin dayak. Allah ne verdiyse artık. Çocuğa iyi niyetle yapılan bu muamele diğer arkadaşlarının gözü önünde yapılır ki, diğer çocuklara ibret olsun. Başta olayın kahramanı ve onu izleyenler alacağı dersi alır. Eve gelip ailesine durumu anlatsa " Hocanın vurduğu yerde gül biter" denir. Bir araba sopa da evden yer. Bu deveyi ya güdeceksin, ya güdeceksin kuralından başka seçeneğin olmadığını gören taze dimağ, -içine sinmese de- artık dersini veren, yaramazlık yapmayan, kurallara uymak zorunda hisseder kendini. Böylesi biri okur belki okumaya; ama ya içine kapanır, ya kendine öz güveni kalmaz. Okuduğundan ve çevresinden soğur içten içe. Her cüz ve Kur'an okuduğunda bilinçaltına yerleşmiş yediği ya da gördüğü şiddet, baskı veya hakaret gözünün önüne gelir. Kötü hatıralar yeniden canlanır gözünde bir bir.

Geçmişte öyle örneklerini gördüm ki insanın akıl ve hafsalası almaz gerçekten. Üzerinde sopa kırılmış, falakaya yatırılmış öğrenciler bilirim. Masada yediği yemekten sonra masanın altına dökülen ekmek vb kırıntıların el ile toplatıldığını bilirim. Namaza gelemediği için horlananları bilirim. Geçmişten günümüzde çok şey değişti bunun farkındayım. Derdim hala geçmişe özenenler çıkarsa diye dert edindim  bu meseleyi. Şimdilerde herkes hafız yapılmıyor. Hafızlığa müracaat edenlerin içerisinden seçmece öğrenciler alınıyor. Bu güzel bir gelişme. Görevliler daha pedagojik yaklaşıyor. Yine de eskiye özlem duyanlar az da olsa var hala aramızda. Geçen gün çocuğu kursta okuyan bir veliye görevli, çocuğunun ezberleri yapmadığından dert yanıyor. Baba oğluna: “Oğlum ezberlerini vermemişsin, niye” diye soruyor. Çocuk öğretmenin yanından ayrılınca babasına ezberini okuyor. “Oğlum hocan da niye okumadın” deyince “Baba! Öğretmen geçen gün bir arkadaşı dövdü. Okuyamasam beni de döver diye okumadım” cevabı veriyor. Beraber 7 yıl aynı yurtta kaldığım bir arkadaşımı gördüm 25 yıl sonra. Hoşbeşten sonra, “Hocam sana bir şey sorabilir miyim” dedim. “Buyur” dedi. “Namaz kılıyor musun” dedim. Niye sordun” dedi. “Ne olursun söyle” deyince, “Ne yalan söyleyeyim kılmıyorum” dedi. Bu soruyu niye sorduğum garibinize gitmiş olabilir. İnanın yaşadığımız muhitte ucundan, kıyısından din eğitimi almayan çocuğumuz yok gibidir. Din eğitimi alırken namazımızı kılar, orucumuzu tutar, cemaatimize devam ederiz. Nedense eğitim sona erdikten sonra uzun süre namaza, niyaza yaklaşmayız. Niçin acaba? Bence bunun sorgulanması lazım... Tecrübeme dayanarak bir hususu belirtmek isterim. Şiddet gören şiddet uygular. Dayak atanların mutlaka kendisine geçmişte şiddet uygulanmıştır.

Küçük yaşta önümüze gelen çocuğa pedagojik yaklaşılmazsa bu durumu fazla yadırgamamak lazım. Önümüze gelen çocuk gerekirse Kur’an okuyamasın, ezber yapamasın, namaz kılmasın. Bunlara karşı sevgi dilini kullanmak lazım. Öğreteceğiz diye kullandığımız insani olmayan yöntemler maalesef yaşımız ne kadar ilerlerse ilerlesin yaşantımızda soğukluklar meydana getirebiliyor. Bugün yapmamız gereken tek metot, çocuk gerekirse öğrenmesin, ama nefret etmesin olmalıdır. Susayan biri nasıl ki içmek için su bulabiliyorsa dün din öğretimini almayan/alamayan kişi ihtiyaç hissederse nereden olsa, hangi yaşta olursa olsun dini bilgileri öğrenebilir. Meslektaşlarım bana kızmasınlar. Belki kol kırılır, yen içerisinde kalmalı diye düşünenlerimiz çıkabilir. Görev yapan hepimizin kendisini sorgulaması lazım. 12/07/2016
* 25.01.2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




11 Temmuz 2016 Pazartesi

Hız için yaratılmışız sanki...

Ramazan ve Kurban* bayram tatilleri aradaki mesaileri de birleştirmek suretiyle uzatıldığı zaman nefsime ve bedenime hoş gelse de içim cız eder hep. Yine bu sene trafiğe epey kurban vereceğiz diye düşünmeye başlarım.

Tatil ne kadar uzun olursa tatile çıkan ailelerin sayısı da bir o kadar artıyor. Hele bir de şimdi yollarımız iyi, arabalarımız konforlu, sağlam ve son model. Bastıkça basıyoruz arabanın hakkını vermek için. Eceli çağırıyoruz hep kendi hızımızla. Kazalarda dikkatsizlik, yol hatası ve karşı tarafın hataları da olabiliyor. Ama genel itibariyle kazaların büyük bir çoğunluğu yaptığımız hızın eseri.  Sonuç: 135 ölü, 981 yaralımız var 2016 Ramazan'ında. Her uzun bayramlarda nice ocaklar söner, nice aileler bayramı gözyaşları içerisinde geçirir.

İstatistikleri bilmem ama bu ülkede trafik kazalarında ölenlerin sayısı teröre kurban ettiklerimizden daha fazla. Terörü günlerce konuşur, lanetleriz ama trafik canavarı genelde pek gündemimize gelmez.

Bakanlar Kurulu karar alarak bayram tatilini uzatabilir. Bu vesileyle bazıları da fırsat bu fırsat diye tatili turistik tatil olarak değerlendirebilir. Kimse kaza yapsınlar/ölsünler diye tatil vermez/tatil yapmaz. İş yine bizim insanımızda bitiyor aslında. Normal hız sınırıyla gitmeyi bir türlü beceremiyoruz milletçe. Radara yakalanma yoksa bastıkça basıyoruz. Hız sınırına uymamak için yaratılmışız sanki.

Bu ülkede terör için tedbir aldığımız kadar maalesef trafik canavarı için tedbirler almıyoruz. Ah, vah ile geçiştiriyoruz. Hatta geldiğimiz yönde radar varsa karşı araçlara selektör yaparak uyarırız, ceza almasın diye. Bunu da iyilik diye yapıyoruz. Radar varsa, polis varsa dünyanın en kurala uyan toplumu kesilir, bunları atlattık mı ne kural ne nizam işler bize...

Konya'da  İstanbul Caddesi diye bilinen çevre yolda bir kaç yıldır TEDES uygulaması var. Caddenin hız sınırı olarak 70 km belirlenmiş. Kimse hız sınırını aşmıyor. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Kazalar da yüksek oranda azaldı. Aslında adı geçen caddede günlük iki saat kontrol yapılıyor. Ama saati belli olmadığı için sürücülerin hepsi kurala uyuyor.

Devlet belli yerlere trafik polisi gönderip hız kontrolü yaptıracağına, bazı yerlere bazen radar koyup kontroller yapacağına ana arterlere TEDES gibi uygulamalar başlatsa, hareket halindeki tüm araçların hızını, trafikteki hareketlerini izleyen ve kaydeden mobese kamera gibi ölçümler olsa, kim görünmez dediği yerde hız sınırını aşmışsa ardından cezası otomatik olarak gelse trafik kazalarında azalma olur kanaatindeyim. Trafikte 'S' çizenler, hatalı sollama yapanlar, kural tanımayanlar bir bir ortaya çıksa biz hemencecik kurallara uymaya başlarız. Dediğim çok masraflı denebilir. Hiçbir şey insanın maliyetinden daha pahalı değildir. Sanırım Fatih projesi için harcanan maliyetten daha fazla olmaz. Bu mesele 'Akıllı tahta' projesinden daha önceliklidir diye düşünüyorum. Yine de çok masraflı denirse, öncelikli olarak hız sınırının sürekli aşıldığı, çok kaza yapılan yerlere öncelikli olarak mobeseler konmaya başlansa sadece  trafiğimiz rahatlamaz aynı zamanda terör, gasp, hırsızlık gibi suç oranlarında da azalma meydana gelecektir. Cezalar mutlaka caydırıcı olmalıdır, cebimizi yakmalıdır. Bir daha tövbe dedirtmelidir bize.  Yoksa çok analar ağlayacağa benziyor  bu gidişle.

Devlet tatillerin arasındaki mesaileri tatillerle birleştirmemelidir. Yarım günde olsa mesai, tüm kurum ve kuruluşlar işlerine rutin devam etmelidir. Böyle günlerde rapor, izin vb verme tasarruflarında daha fazla özen gösterilmelidir. Devlet çalışanlarına izin verme konusunda bonkör davranmamalıdır. Çalışan tatilini ne zaman yapacaksa yapsın. Bu ülke tatil cenneti olma özelliğini kaybetmelidir, birçok iyi hasletlerimizi kaybettiğimiz gibi.

Tatil verilecekse de adına "9 gün tatil" demesinler. Çünkü tatil 9 gün değildir. Verilen tatil 5 gündür. Cumartesi, pazarları da ekleyip uzun tatil adı vermesinler. Zaten o günler bayram olsa da, bayram olmasa da bordro mahkumlarının tatil günleridir. Bu böyle biline.

Benim tatili önleme tedbirlerim bu şekilde. Görüşlerim mutlaka kazaları önler iddiasında değilim. Bu tedbirler olacağına başka tedbirler de olabilir. Yeter ki kazaların önüne geçilsin. Aman siz hiçbir öneri sunmayın efendim!... 10/07/2016

*Turizm Bakanı şimdiden açıklama yaptı, Kurban Bayram tatili muhtemelen 9 gün olacak diye. Kurbanla beraber kurbanlıklarımızı da giyelim.