12 Mart 2025 Çarşamba

Müslümanlar Ne Âlemde?

İslam ülkeleri içerisinde ortaya çıkan örgüt isimlerini buraya yazsam kaç sayfa dolusu örgüt ismi çıkar.

Kimi terör örgütü kimi vakıf ve dernek kimi tarikat kimi camia kimi mezhep kapsamında.

Yine de bazısına burada yer vereyim: Taliban, el Kaide, en Nusra, Cemaati İslami, Boko Haram, PKK ve türevleri, Kadiri, Nakşi, Mevlevi, Alevi, Anadolu Alevisi, Arap Alevisi, Dürzi, Nusayri, Şii, Sünni, Gülen hareketi, FETÖ, DAİŞ, DEAŞ, IŞİT, İrancı, cumasızlar, Hamas, HTŞ, Haşdi Şabi, Kassam Tugayları, Bahai, İsmaili, Husiler, Hizbullah, tekfirciler, Nurcular, İbda-C, vs.

İnanın say say bitmez.

Saydığım bu grupların içerisinde PKK ve türevlerini bir tarafa bırakırsak, diğerleri İslami yönleriyle ön plana çıkmış İslamcı gruplar. Kimi silahlı mücadeleyi seçmiş ise de kimi irşat ve nefsi terbiye üzerine yoğunlaşmış durumda. Çoğunda da İslamcılık yönü var. “Yaşadığımız sorunlar İslam kanunları olmadığından. İslami bir devlet veya yönetim kurarsak tüm dertlerimiz bitecek” anlayışı hakim.

İslam ülkeleri içerisinde çok sayıda grup var. Hepsi kendisini en doğru yol ve fırkayı naciye görmekte. Peygamberin dediği, "Ümmetim şu kadar şubeye ayrılacak. İçlerinden bir tanesi kurtuluşta, diğerleri dalalette" şeklinde ifade edebileceğimiz sözün gereği olarak en doğru grubun kendileri olduğu bilinçaltlarına yerleşmiş durumda.

Kimin doğru yolda kimin dalalette olduğunu bilme imkanımız yok. Şu var ki her ülkede birden fazla olan gruplar birbirine karşı ateşle barut gibi. Zaman zaman birbirlerine girerler. Birbirlerini öldürürler. Bugüne kadar akıttıkları kan Müslüman kanı. Daha bir kafiri, ateisti, sömürgeciyi öldürdüklerini görmedim. Bulundukları yere barış dini olan İslam adına bir huzur getirdikleri yok. Ne kendileri huzur buluyor ne de karşısındakilere huzur veriyorlar. Hep kan ve gözyaşı hakim İslam topraklarında. Çıkardıkları iç karışıklık sonrası ABD'nin kendilerini bahane ederek o ülkeyi işgali etmesini zaten saymaya gerek yok.

Bu durumda "Ancak Müslümanlar kardeştir" sözünün gereği olarak kardeş olmaları gereken Müslümanlar birbirinin düşmanı. Başka düşmana hiç ihtiyaçları yok. Ya Habil ile Kabil gibiler ya Yusuf ile ağabeyleri gibiler ya da İsmail ve İshak soyundan olan Filistin ve İsrail gibiler. Birbirlerini yemenin dışında başka maharetleri olmayan bu grupları, şeytan, bunlar beni geçti. Bunlarla uğraşmama gerek yok diye bunları bırakmış olmalı.

Allah bildiği gibi yapsın bu Müslümanları. Dostun yüz karası, düşmanın maskarası bunlar.

İşin garibi "Size Müslüman ismini seçtim" ayetine rağmen Müslümanlar, şuculuğu, buculuğu, grupçuluğu, başka isimle anılmayı bırakıp ne zaman Müslüman ismini kullanıp ne zaman İslam'ın istediği gibi birileri olacaklar?

Bu görüntüsü ve kafa yapısıyla, Müslümanların dünyaya dair kötü örnekliğin dışında verebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur.

Not: Genelleme yapmayayım. Sözüm her Müslüman her Müslüman grup için değil. Yüz ağartmayan Müslüman ve Müslüman gruplaradır. Yüz ağartanları tenzih ederim. Böyle bir yazıyı da Arap Alevileri ile Suriye yönetimi HTŞ arasındaki kanlı mücadele üzerine yazmak aklıma geldi.

Bebek Katilinden, Kurucu Öndere

Ortaokulda çalışırken bir 7.sınıfın dersine giriyorum.

Bir gün o sınıfın dersine gireceğimde, kapıda bir anne vardı. İkinci kişi giremeyecek şekilde kapıyı kaplamıştı.

Çekilir mi diye bekledim. Nafile.

Hanımefendi, müsaade eder misin dedim. Lütfedip kenara çekildi. Çekilirken kızımın yanına gelmeyeceksin gibi bir şeyler söyledi anne.

Sınıfa girdim. Her zamanki şen şakrak sınıftan eser yoktu. Bir fırtına estiği belliydi.

Ağlayanlar, sızlayanlar...

İki kız öğrencinin etrafında kümelenmişti arkadaşları. Onları teskin etmeye çalışıyorlardı. Öğrenciler barut fıçısı gibi oldukları için teskin olacak durumda değillerdi.

Az sonra rehber öğretmen aralarına kara kediler giren iki öğrenciyi çağırdı. Nice sonra sınıfa geldiler. Ama ağlama sızlama devam ediyordu. Görünen o ki rehber öğretmen de bunların derdine derman olamamıştı.

Sınıfa girmelerinin ve yerlerine oturmalarının ardından fazla geçmedi ki lavabo için izin istedi biri. İzin verdim. O geldi, diğeri izin istedi. Ona da izin verdim.

Az sonra rehber öğretmenle görüşmek için izin istedi biri. Haydi git dedim.

Dersim oldu izin verme dersi. Kah nöbetçi öğrenci geliyor kah rehber öğretmen. Benim sınıfın kapısı oldu bir mahkeme kapısı.

Nedir mesele dedim bu öğrenciler derste yok iken.

Başladı biri anlatmaya. "Öğretmenim, bu iki arkadaş, falan ilkokuldan bu okula geldiler. Bu okulda ayrı sınıfa verilmişler. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu iki öğrenci aynı sınıfta olacağız ısrarı ile okul bunları bu sınıfta birleştirdi. Aynı sırada oturdular, teneffüsleri bile birlikteydi hep. Biz onsuz yapamayız, biz birbirimizi çok seviyoruz, hiç ayrılmayacağız diyorlardı. Bunların arası açıldı. Şimdi de birbirlerini görmek istemiyorlar. Sınıf değişikliği istiyorlar. Aynı sınıfta okumak istemiyorlar." türünden bir şeyler söyledi. Aralarındaki sorunu da şu buna şunu, bu buna bunu yaptı gibi bir şeyler söyledi.

Rehber öğretmeninin kaçıncı görüşmesinden de bir sonuç çıkmamış. Barışmamış iki öğrenci de. Yine ağlaya sızlaya sınıfa geldiler.

Sonunda, kızım, sizin derdiniz ne dedim. Burunlarını çeke çeke bir şeyler söylemeye kalktılar. Susun, dinlemek istemiyorum. Dersimi de günümüzü de zehir ettiniz. İşimiz yok da sizin bu eften püften sorununuzla mı uğraşacağız şeklinde sert çıktım. Sesimi yükselttim.

Sınıf da o ikisi de susuktu.

Az sonra gelin ikiniz de tahtaya dedim.

Nazlana nazlana tahtaya çıktılar.

Haklıyım, haksız demeden birbirinizden özür dileyin sınıfın huzurunda. Ardından sarılacaksınız dedim.

Pek tınmadılar beni. Başları öne eğik durdular.

Bana bakın. Ben rehber öğretmene benzemem, annenize hiç benzemem. Hemen özür dileyip sarılmazsanız elimden çekeceğiniz var. Sinirlenirsem fena olacak. Sizi kimse elimden alamaz. Bu saatte sizin kaprisinizi çekemem dedim.

Bendeki gürlemeyi gören iki öğrenci, ağızlarının içiyle birbirinden özür dilediler.

Olmadı. Tane tane özür dileyeceksiniz dedim.
Bunu da yaptılar.

Sınıftan da özür diyen dedim. Sınıfa da özür dilediler.

Şimdi sarılım bakalım birbirinize dedim.

Sarıldılar. Öyle sarıldılar ki ayırabilene aşk olsun. Epey bir sürdü bu sarılma faslı.

Aferin size. Tebrik ediyorum sınıfın huzurunda. Yalnız bu barışmanız bu kadarla kalmayacak. Şimdi yan yana oturacaksınız. Akşama kadar tüm teneffüslerde sizi yan yana göreceğim. Haydi bir arada olmayın da göreyim. Kızlar, sizler de bunları takip edeceksiniz. Ayrı gezerlerse haberim olacak dedim. Tamam dediler.

Akşama kadar tüm teneffüslerde gözlemledim bunları. Kah yan yana kah kol kola idiler. Ayrılmaz ikili oldular.

Arkadaşlarına dedim ki kızlar, ben bu işten bir şey anlamadım. Az önce sınıf değiştiriyorlardı, birbirlerinden nefret ediyorlardı. Şimdi ise daha olayın sıcaklığı gitmeden kumrular gibi oldular. Ama sonuç tatlıya bağlandı ya önemli olan da bu dedim. Ne diyeyim, Allah muhabbetlerini daim eylesin. 

İki çocuk arasında cereyan eden, işin içine aile ve rehber öğretmenin de girdiği bu problemde ve problemin çözümünde baştan sona bir ifrat ve tefrit durumu söz konusuydu. Zaten tüm çektiğimiz de bu iki yönlü aşırılıklar değil mi?

Yıllar önce başımdan geçen bu anekdot, dün birinin yıllar yılı bebek katili, terörist başı dediği kimseye, bugün "PKK'nin kurucu önderi" demesiyle aklıma geldi. Ne diyeyim. Bana bu anekdotu yazmama sebep olduğu için Sayın büyüğümüze çok teşekkür ediyorum. Bir de Allah muhabbetlerini artırsın diyeyim.

Bu arada kurucu Önder derken hep Türkiye Cumhuriyeti kurucu önderi Atatürk aklımıza gelirdi. Bundan sonra ikinci bir kurucu önderimiz daha oldu. 

11 Mart 2025 Salı

Hidayet mi Savrulma mı?

Bir zamanlar devlete hakim olmadıklarından mıdır, devlete mesafeli idiler.

Devletin sistemine, yaptıklarına, kanunlarına vs. her şeylerine karşı idiler ve eleştirilerdi. TC derlerdi. Askerine de TC askeri derlerdi. Zulüm devleti idi ve bu zulüm devleti elbet bir gün yıkılacak derlerdi.

Gel zaman git zaman devir değişti. Devletin her bir kurumunda yer aldılar. TC demez oldular. Devleti eleştirmedikleri gibi devlet adına yapılan her şeyi savunur oldular. Hiç olmadığı kadar devletçi oldular. Her bir şeyde devletimin yanındayız diyorlar artık.

İşin garibi kanun aynı kanun, Anayasa aynı Anayasa, düzen yine aynı düzen, kurum ve kuruluşları yine aynı. Tek değişen atın sahibidir.
Devlet elbette bizimdir. Devlet bizim için, biz de devlet içiniz. Devletsiz bir ülke düşünülemez.

Bu 180 derece dönüşü anlamaya çalışıyorum. Devlet mi hidayete geldi ya da biz mi hidayete erdik? Bu dönüş yoksa bir savrulma mı? Daha önce devlete hakim olamadığımız için mi devlete mesafeliydik?

Devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığına da temkinli idi bu camia. Çünkü güvensiz bir kurum görülürdü. Verdiği fetvasına burun kıvrılırdı. Çoğu kimse ramazan orucunu Diyanete göre başlatmaz, bayramı da Diyanetten farklı yapardı. Çünkü TC'nin kurumu idi. Bu kuruma da iktidar müdahale ederdi.

Nedendir bilinmez, bu camia hiç olmadığı kadar Diyanetçi kesildi. Orucuna Diyanetle başlıyor, Diyanetle bayram ediyor. Verdiği fetvalara güven ise tam.

Bunda da Diyanet mi hidayete erdi, biz mi demek lazım. Ya da bunda da bir savrulma mı söz konusu? Acaba kurumda kimin olmasına ya da kuruma kimin yön vermesiyle mi tavır değiştiriyoruz?

YÖK'e karşıydık. Bugün YÖK'ün yanındayız.
Mahkemeler ve yargıya karşıydık. Bugün yanındayız.

Sanırım dün de bugün de yanında olmadığımız tek kurum kaldı. O da Anayasa Mahkemesi. Bir de orayı tam elde edebilir ya da orası istediğimiz gibi karar verirse, oranın da bizim olması yakın olur. Bu durumda bize yani bu camiaya düşen Anayasa Mahkemesinin yanında yer almak olur.
Bir belediye bizde ise o belediye makbul bir belediyedir. Bizden çıkarsa o belediye makullüğünü kaybediveriyor.

Görünen o ki devlet bizim elimizde ise o devlet iyidir. Değilse mesafe koymak gerekiyor. Şayet devletin kurumlarına biz yön veriyorsak o kurumlar iyidir. Değilse mesafe konmalıdır şeklinde bir anlayışa sahibiz.

Kısaca rüzgara göre yön değiştiriyoruz. Güçmüş tek istediğimiz. Güce ulaşmışsak, orası fethedilmiş bir alandır. Güce ulaşamadı isek, orası fethedilmeyi bekleyen bir yerdir.

Şunu unutmayalım ki devlet de kurumları da kimin elinde emanet ise bizimdir. Yanında olmalıyız. Devlet adına yapılan yanlışlar kişilere aittir, devlete değil. Kişiler eleştirilmeli. 

Bankamatik Memuru Olmak İstemez miydiniz?

90'lı yıllarda bir camia, "İşe gitmeden maaş alanlar var. Bunda tüyü bitmemiş yetimin hakkı var." serzenişinde bulunurdu.

Bu tip maaş alanlara bankamatik memuru adı konmuştu.

O zamanlar işe gitmediği halde bu şekil maaş almaya devam eden var mıydı? Varsa da sayısı ne kadardı? Bunu bilmiyoruz. Bankamatik memuru varsa da kimse ne görür ne bilirdi. Belki de şehir efsanesi bile olabilir. Gerçi söz konusu olan bu ülke ise olmaması için bir sebep yok. Çünkü neler gördük neler.

Yalnız bu bankamatik memurluğu o kadar gündeme getirilirdi ki hak vermemek elde değildi. Çünkü olamazdı böyle şey. Arkasını da biz devam ettirirdik. Allah korkusu yok bunlarda. Olsa böyle yapmazlardı derdik.

Eskiden bankamatik memuru varsa da gayriresmî olmalı. Günümüzde ise nicedir bu bankamatik memurluğu resmiyet kazandı. Önceleri uzman deniyordu, şimdilerde ise araştırmacı.

Neyin uzmanı ya da neyi araştırıyorlar bilinmez. Bilinen bir şey varsa o da tüm bunların bankamatik memuru olduğu. Sayısının da öyle üç, beş değil, belki de binlerle ifade edilebilir.

Sayısını kimsenin bilmediği bu bankamatik memurları hemen hemen her kurumda var. Gerçi bunlara bankamatik memuru demek bugün için ne derece doğru olur, düşünmekteyim. Çünkü uzman veya araştırıcı olarak kızağa çekilenlerin hemen hemen hepsi yöneticilikten bankamatik memuru olanlar. Aslında bunlara bankamatik yönetici demek daha uygun olur ise de "Galatımeşhur lügati fasihten evladır" (yaygın kullanılan bir ifade, sözlükteki doğrusundan evladır) sözünde olduğu biz de bankamatik memuru demeye devam edelim.

Gerçi amir veya memur olması fark etmez. Çünkü bankamatik memuru ile kastedilen, işe gitmeden maaşını almaya devam eden anlaşılır. Adına uzman ya da araştırmacı denen amir ve yöneticiler de işe gitmeden maaş ve özlük haklarını almaya devam ettikleri düşünülürse, bunlara da bankamatik memuru demede bir sakınca yok.

Günümüzde iyice yaygınlaşan bu bankamatik memurluğu yazık bu milletin parasına demeyeceğim. Ayıp, günah, vebal demeyeceğim. Çünkü içkici ve sarhoşa veya ateist birine bile sorsan böyle bir para ve görev doğru değil cevabını verir. Çünkü işin ucunda yattığın yerden maaş almak var. Değil ki 90'lı yıllarda bu konuyu dile getiren camia demesin. Bunlar için "Ayıpladığı başına gelmeden ölmezmiş" diyeceğim. Fazlasına da gerek yok zaten.

Bu yazıya başlamadan önce eski ve yeni bankamatik memurlarını ele alma gibi bir düşüncem yoktu. Sadece bir bankamatik memurundan bahsedecektim. Neyse kısaca bahsedeyim:

Bilin ki bu bankamatik memuru diğerlerinden farklı. Öğretmenken soruşturma sonucu öğretmenlikten memurluğa döndürülen biri.

Bu ceza doğrudur, yanlıştır demeyeceğim. Çünkü konum bu değil. Şizofren olduğunu öğrendim.

Eğitim ve öğretimin başında il emrine, oradan da ilçe emrine atandı. Ama bir dönem boyunca atandığı yere gitmedi. Ayrıldığı okula gelmeye devam etti. Kaç defa polis zoruyla kurumdan çıkarılmış olmasına rağmen ertesi gün yine gelmeye devam etti.

Bir dönemin ardından ikinci dönem bir okula memur olarak atandı. Oraya da gitmedi. Yine eski okuluna gelmeye devam ediyor. Yani hiç alakasının kalmadığı yerde mesaisini bitiriyor. Esas okuluna gitmiyor.

Mesai derken de her gün saat 08.00’de eski okuluna geliyor. 11.00'e kadar öğretmenler odasında oturup oturup gidiyor.

Artık kimse ona niye geliyorsun demiyor. İl ve ilçe de bir dönem boyunca neredesin demedi. Şimdiki okulu da neredesin demiyor.

Hem ayrıldığı okul hem de ilçe ve il tebligatını adresine yapıyor. İlişiği de böyle kesiyorlar ama o hiçbirine cevap vermiyor. Yine eski okuluna gelmeye devam ediyor.

Gördüğünüz gibi bu bankamatik memuru farklı. Yanlış yerde beklese de beklerken hiçbir iş yapmasa da yeni görev yerine gitmese de diğer resmi bankamatik memurları gibi evinde durmuyor, sağda ve solda dolaşmıyor. Maaşını alıp yatmıyor. Günlük üç saat alakasının kalmadığı kurumda kalıp yoruluyor.

Herhalde böyle bankamatik memurunu bugüne kadar ne duydunuz ne de gördünüz.

Sözün özü, bu ülkenin sahibi yok. Sahibi olsa, kimse bankamatik memuruna para vermez. Daha doğrusu böyle bir görev tahsis etmez. Böyle tahsisat ve maaş olursa bu da yağma Hasan’ın böreği olur.

Not: Yönetici veya amir iken uzman veya araştırmacı kadrosuna geçirilenlere, bu göreve getirildiği için özlük haklarını almaya devam edenlere sözüm olmaz. Çünkü kızağa çekilmeyi onlar istemedi. Sözüm ve tüm sözler, birine yöneticilik vermek veya dağıtmak için mevcut amir veya yöneticisini kızağa çekerek bankamatik memurluğunu icat edenlere.

9 Mart 2025 Pazar

Vebali Büyük Sorumluluklar

Evlat hayırsız çıkar. Ceremesini sadece aile çeker.

Baba tam görevini yapmaz. Perişanlık aileyle sınırlı kalır.

Bir boşanma olur, ceremesini varsa çocukları çeker.

Bir sınıftaki yaramaz bir öğrencinin zararı o sınıfla sınırlıdır. 

Deprem olur. Depremin zarar ve etkisi o bölge insanıyla sınırlı kalır.

Bir öğretmenin kötü ders işlemesi ve dersinden öğrencileri nefret ettirmesi, sadece öğretmenin dersine girdiği öğrencileri kötü etkiler.

Bir camide göre yapan bir imam hatibin görevini kötü yapması, yanlış söz ve eylemlerde bulunması sadece mahalle cemaatini etkiler.

Bir aşiret ağasının zulmü marabasıyla sınırlı.

Bir ilçe kaymakamının kötü yönetimi o ilçe insanını etkiler.

Bir valinin ilinde asayişi sağlayamaması o il ile sınırlı kalır.

Mahalle bakkalının fahiş fiyatla ürün satması mahalle müşterilerine zarar verir.

Sarhoş olup sağa sola sataşan bir sarhoşun zararı, elinin uzandığı kişilerle sınırlıdır.

Eşini aldatan kendi yuvasını yıkar. Ailesi etkilenir.

Bir memurun işini savsaklaması o dairenin işlerini aksatır.

Örnekleri çoğaltabilirim. Verdiğim örnekler hep kötü örnek üzerine. Bunun tersi de mümkün. Görevini iyi yapan kişilerin faydası da hitap ettiği alanla sınırlıdır. Sadece etkilediği kişiler faydalanır.

Bir de ülkeyi ilgilendiren ekonomi, siyaset, dış politika, savaş, hayat pahalılığı, terör, adalet vs. gibi konular vardır ki zamanında tedbir alınması, aksayan yönlerin iyileştirilmesi, yerinde ve zamanında karar alınması tüm memleket insanının yararınadır. Aksi tüm memleket insanının ceremeyi çekmesidir. Çünkü yanlış karar ve politika, o ülkede yaşayan herkesi etkiler. Bu etki yıllar yılı sürebilir. O yüzden ülkenin geleceğine dair etkili, yetkili ve de sorumlu kişilerin vebali daha büyüktür.

Başıboş Köpek Terörüne Çözüm

2 Ağustos 2024 tarihinde yasalaşarak yürürlüğe giren kanunla, sokak hayvanlarını koruma hayata geçti. 

Buna göre daha önce kısırlaştırılıp tekrar sokağa bırakılan köpeklerin kısırlaştırılması, bunlar için bakımevlerinin kurulması, sahiplendirilmesi ve sokağa bırakılmaması gibi yükümlülükleri belediyeler yerine getirmekle yükümlü kılındı.

Kanundan bu yana kaç ay geçmiş olmasına rağmen belediyelerce bu görevin tam yerine getirilmediği kamuoyunun malumu.

Yerel yönetimlerin bu görevi ağırdan almasında maddi kaynağın en önemli sebep olduğunu düşünüyorum. Çünkü yerel yönetimlerin bakımevi kurması, mevcut şartların iyileştirilmesi külfet gerektiriyor. Bir diğer sebep ise kanunun 31 Aralık 2028 tarihine kadar süre tanıması. Bu demektir ki belediyelerin acele etmesine gerek yok. Çünkü nereden baksan önlerinde üç, dört yıllık bir süre var.

Yalnız 2 yaşındaki çocuğun on köpeğin saldırısı sonucunda ölmesi bu konuyu yeniden gündeme getirdi. Belediyelere görevlerini yapması uyarısı yeniden hatırlatıldı. Öyle zannediyorum ki bu çocuğun ölümü bu süreci hızlandıracak. Temennimiz de bu yönde.

Burada görünen o ki tüm sokak hayvanlarının bakımevine alınmasının önünde maddi külfetle birlikte köpeklerin bakımevine toplanmasını istemeyen hayvan severlerin de etkisi büyük.

Burada belediyeler kadar hayvan severlere de iş düşüyor. Köpekleri koruyacağız derken insanımızı köpeklere yem etmek olacak şey değil. Önceliğimiz önce insanın güvenliği ve sağlığı. Sonra diğer canlılar olmalı.

Belediyelerin maddi külfetinin altından kalkmada zorlanacağı bir gerçek. Bu külfete ortak olmak, belediyelerin üzerinden bu yükü biraz hafifletmek için bir öneride bulunmak istiyorum. Bu önerim hayata geçirilirse bu başıboş köpekler sorununu daha erken çözeceğimizi düşünüyorum.

Malum olduğu üzere hedef, kitle ve amaçları aynı olan irili, ufaklı vakıf ve derneklerimiz var. Hepsi ihtiyaç sahibi insanların ihtiyacını gidermek için faaliyette bulunuyor. Halkın yardımıyla bu dernek ve vakıflar faaliyetine devam ediyor. Proje geliştirdikleri takdirde devletten teşvik de alabiliyorlar.

İsimleri farklı olsa da aynı amaca hizmet eden birbirinin aynısı vakıf ve derneklerimiz gibi her il ve ilçede sokak hayvanlarını koruma dernek ve vakıfları kurulabilir. Devlet, belediyeler ve valilikler bunun öncülüğünü yapıp teşvik de edebilir. Kurulması gereken zorunlu dernek ve vakıf statüsü de verebilirler.

Böyle vakıf ve dernek kurmada mütevelli heyet bulmada zorluk çekileceğini sanmıyorum. Bunun için pekala sokak hayvanları için kendilerini siper eden hayvan severlerden faydalanılabilir. Bunlardan dernek ve vakıf kurmaları istenebilir. Bir kısım barınak yapma, barınakları iyileştirme bu vakıf ve derneklere devredilebilir. Hayvan severlerin büyük bir özveri içerisinde köpeklerin sağlığı için çalışma içerisine gireceğini düşünüyorum. Böylece hem köpekler daha iyi şartlarda yaşayacaklar hem insanımız cadde ve sokaklarda daha güvenli olacak hem devlet ve belediyelerin üzerinden yük alınmış olacak hem de hayvan severler istedikleri gibi sağlıklı bakımevleri kurabilecek, endişeleri giderilecektir.

Hatta aynı görevi deruhte eden vakıf ve derneklerin tüzük değişikliği yaparak amaçları arasına hayvanları koruma gibi bir maddeyi eklemeleri de bu işi hızlandıracaktır.

Kurulacak veya dönüştürülecek bu hayvanları koruma dernekleri, proje yapmak suretiyle devletten teşvik alabilirler.

Belediye, valilik, kaymakamlıklar ve bu hayvanları koruma dernekleri bir araya gelerek ortak çalışma yapabilirler. Birbirlerine destek olabilirler. Böylece el birliği ile bu sorunun üstesinden gelebiliriz.

Ezberci Eğitim Out, Hafızlık Eğitimi İn

Bir zamanlar ezberci eğitim vazgeçilmez idi okullarda. Çarpım tablosu başta olmak üzere sayısal derslerdeki problemleri çözmek için formüller, törenlerde okunan şiirler aynı şekilde ezberlenirdi.

Kimyadaki elementler listesi, simgeleri, atom ağırlıkları ezberlenmesi gerekirdi.

İstiklal Marşı, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi yine tüm öğrencilerin ezberden okuması gereken konular arasında yer alırdı. Ezberden okumasını bilmeyen, okurken şaşıran kimseler ayıplanırdı.

Savaşların tarihleri mutlaka ezberden bilinmeliydi. Sınavlarda öğretmenler falan savaşın tarihi kaçtır gibi sorular sorarlardı.

Ezberci eğitime dair örnekleri çoğaltmak mümkün. Hemen hemen her dersin ezberlenmesi gereken konuları olurdu.

Sınavlarda da bilgiye dayalı sorular sorulduğu için öğrencilerin hafızasında çoğu konunun bilgisi olmalıydı.

Geçmiş ezberci eğitimden gittikçe uzaklaşıldı. Merkezi sınavlarda anlamaya yönelik sorular sorulmaya başlandı. Bir zamanların ezbere dayalı eğitimi hiç olmadığı kadar eleştiri konusu şimdi.

Ezberci eğitimden analitik düşünme, okuduğunu anlama ve çözümlemeye dayalı, yapılandırmacı, öğrenci merkezli eğitim vs. nicedir revaçta.

Hemen hemen her alanda eğitimde ezberci eğitimden hızla uzaklaşılırken aynı doğrultuda gitmeyen bir eğitim modelimiz var. Bu da hafızlık.

Hiç olmadığı kadar hafız yetiştiriyoruz. Hatta teşvik için hafız İHO ve hafız İHL proje okullarımız bile var.

Bir zamanlar Kur'an kursları eliyle Diyanet'e bağlı kurslarda hafızlık eğitimi verilirken şimdi MEB'e bağlı okullarda öğrenciler hiç yıl kaybetmeden hafızlık yapıyor.

Hafız proje okulları, 4.sınıfı bitiren öğrenciler arasında sınav yapmak suretiyle okullarına öğrenci seçiyor. Bu tür okullarda okuyan öğrenciler, bilişim, beden eğitimi gibi dersleri görmeyecek haftalık Kur'an derslerini daha fazla görmüş oluyorlar. Genellikle 7.sınıfı okumayarak hafızlık yapıyorlar. Yıl sonu yapılan sınavla öğrenci bir üst sınıfa geçiyor. Öğrenci ortaokulu bitirinceye kadar hıfzını tamamlamış oluyor.

Ezberci eğitimi terk ederken hafızlık eğitiminde ezberci eğitime devam edilmesi tam bir çelişki. Bu durumda sormak lazım. Ezber iyi ise niçin ezberci eğitimden vazgeçildi? Ezberci eğitim kötü ise niçin Kur'an hıfzında ezbercilik devam ediyor?

Burada adı üzerinde Kur'an hıfzı. Hafızlık demek Kur'an'ın 606 sayfasını ezberlemek demek. Bu, başka türlü olmaz denebilir. El hak doğrudur. Başka türlü düşünülemez.

Hafızlık, mukabele ve hatimle namaz kıldırmada bir ihtiyaç denebilir. Bu da bir yere kadar doğrudur.

Burada hafızlığı masaya yatırmak lazım. Tam bir ezberci eğitim modeli olan hafızlık bir zamanlar ihtiyaçtan doğmuştur. Kağıt küreğin olmadığı, varsa da kıymetli olduğu, olanların da birileri tarafından yok edileceği endişesiyle, Kur'an'ı bir nevi korumaya almak gerekiyordu. Böyle bir imha durumunda, hafız olanların Kur'an'ı yeniden yazması düşünülmüş olmalı. Bu yüzden hüküm yönünden farzı kifaye bir ibadet kabul edilmiştir. Her belde veya bölgede bir veya birkaç kişinin hafız olmasıyla bu ibadetin diğerleri üzerinden düşeceği düşünülmüştür. Doğal akışı içerisinde bu ibadet belli meraklılarınca devam ettirilmiştir. Bu yol ile yetişen hafızlar da toplumda elle gösterilmiş ve saygıda kusur edilmemiştir. Bu geleneğin yerini şimdi bir teşvik belki de suni bir teşvik aldı. Proje okullar sayesinde çok sayıda hafız yetiştirilmeye başlandı. Bu tür proje okullarında hafızlık yapan öğrencilerin hafızlığının ne derece sağlam olduğu tartışılsa da özellikle hafız proje okullarında, bilişim, beden eğitimi, resim ve müzik gibi derslerden öğrencilerin mahrum bırakılması çok pedagojik gelmiyor bana. Çoğunun da hatimle namaz kıldırabilecek şekilde sağlam bir hafızlığın olmadığı da aşikar. 

Bir diğer husus, hafız olanlar Diyanette imam hatiplik, vaizlik veya müftülük seçse veya ilahiyat okuyup din kültürü öğretmenliğini tercih etse, branşları itibariyle gerekli dersin. Ama çoğu hafız bu branşların dışında bir mesleği tercih ediyor. Farklı mesleğiyle birlikte hafızlığı koruyabilmesi zor görünüyor. Bu yüzden çoğunun bir müddet sonra hafızlığının ha'sı gidip fız'ı kalıyor. Çünkü hafızlık sadece ezberlemekten ibaret değil, bu ezberin muhafazası için sürekli tekrarı gerekiyor.

Bu konu çok su götürür. Bir de netameli konu. Konuyu fazla uzatmadan bağlamaya çalışayım. Kısaca bugün teşvik edilen ve yapılan hafızlık, bu ibadeti doğal akışına bırakmaktan ziyade suni bir yol izlenmektedir. Bunda abartı vardır.

Bugün Kur'an'ın kaybolma endişesi yoktur. Her evde, her yerde sayısız Kur'an vardır ve kayda alınmıştır. Dijital ortama aktarılmıştır. Bu yüzden Kur'an'ın kaybolma endişesi olmadığı için hüküm yönünden farzı kifaye kabul edilen hafızlığın hükmünü bugün yeniden ele almada fayda vardır.

Hatimle namaz kılmada veya mukabele okumada bir ihtiyaç denebilir. Mukabele pekala yüzünden okunabilir. Teravih namazını hatimle kıldırmaya gelince, her ne kadar Ebu Hanife'ye göre yüzünden okumak, sayfa çevirmek ameli kesir kabul edildiğinden caiz görülmese de İmameyn'e göre teravihlerde Kur'an'ı yüzünden okumak mekruh kabul edilmiştir. Diğer üç mezhep olan Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerinde teravihlerde Kur'an sayfasını çevirmek ve yüzünden okumak caiz görülmektedir. Teravihlerde pekala diğer üç mezhebin fetvası ile amel edilebilir.

Her biri ayrı ayrı ele alınması gereken kaç konuyu bu yazıda mezcettim. Yanlış anlaşılmasın, eski köye yeni adet getirme gibi bir niyetim yok. Hafızlık kalksın demiyorum. İsteyen hafızlık yapsın. İstediğim, çoğu zarar, azı karar. Her bir şeyi zorlamadan ve abartmadan doğal akışına bırakmak.

Şunu söyleyip yazımı nihayete erdireyim. Kur'an okumaktan kasıt onu anlamak, anladığını hayatına tatbik etmektir. Hafızlık, anlama ve hayata tatbikten ziyade Kur'an'ı yani Allah'ın talimatlarını ezberlemekten ibarettir. Talimatlar hayata tatbik edilir. Ayrıca ezber gerekmez. Ayrıca nice hafız var ki okuduğu Kur'an'ın talimatlarından bihaberdir. Nice hafız olmayan vardır ki bu talimatlardan hafızlardan daha çok haberdardır. Ayrıca Google'a yazınca ilgili ayetler saniyeler içinde karşına çıkıyor.

Sözün özü, hafızlık eğitimiyle ezberci eğitimi terk etmemiz arasındaki çelişkiye dikkat çekmek istedim. Birine out derken diğerine in diyoruz. Bu da başlı başına bir çelişkidir. Umarım muradımı anlatabilmişimdir.