21 Aralık 2024 Cumartesi

Bir Öğrenci Profili

Daha lise bir olmasına rağmen boyu posu ve yaşıyla akranlarından farklı. Artık ailesi ne ile beslediyse.

Yaşı ve boyuna orantılı olarak akranlarına ağabeylik yapacağı ve olgun davranış sergileyeceği yerde hal ve hareketleri, girişi, çıkışı, oturuşu ve kalkışı, kabadayı yürüyüşüyle dikkat çekiyor.

Her şeyiyle ve buradayım, beni görmezden gelemezsiniz, çaresiz beni çekeceksiniz der bir görüntüsü var.

Görüntüsü, hal ve hareketleri, giyim ve kuşamı ve konuşmasıyla yeraltı dünyasının insanı olmaya namzet. Zaman ne gösterir bilinmez ama gıda sektörü şu haliyle ona çok yabancı.

Ders varmış, derse girmeliyim, gecikir, yok yazılır, devamsızlıktan kalırım diye bir derdini görmedim. Herkes gibi okula gelir ama derse girmez. Herkes derse girerken o okul dışında kapının önünde durur. Sabahtan akşama kaç paket sigara içer bilmem. Bildiğim, ağzından hiç sigaranın düşmediği.

Bir böyle, iki böyle. Niye derse girmiyorsun? Girmeyeceksen, bu soğukta, bu yağışta niye burada duruyorsun? Git evine yat mübarek. Yalnız bu derece devamsızlık yapmaya devam edersen, sınıfta kalırsın. Kendin bilirsin ama bir daha böyle görürsem, aileni arar, durumunu anlatırım dedim. Haklısın hocam dedi.

Bir sonraki dersime geldi. Hocam, sırf sizin hatırınız için geldim dedi. Benim dersten sonra derslere devam etti mi bilmiyorum.

Yalan söyleme konusunda da üstüne yok. Nereden mi biliyorum. Zira test ettim. Şöyle ki:

Bir başka gün bu sınıfın dersine girdim. Selam verip defteri imzalamak için masaya yöneldim. Yanıma gelerek, "Hocam beni yok yazmasanız. Müdürle bir görüşme yapmam lazım dedi. İyi, çabuk git gel dedim.

Derse geçtim. Dersi yarıladım. Bekle ki gelsin bizimki. Bir öğrenci gönderdim. Şu arkadaşınız müdürün yanında mı hala. Git bir bak gel dedim. Öğrenci gidip geldi. Müdürün yanında kimse yok dedi. Ders boyunca gelmedi. Zil çaldı. Müdürün yanına uğradım. Falan sınıftan şu isimli öğrenci yanınıza geldi mi dedim. Hayır dedi.

Belli ki bizim öğrenci müdürle görüşeceğim diye benden izin alarak hem dersten arazi oldu hem de yok yazılmadı. Anlayacağınız beni ayakta uyuttu.

Teneffüsü yapıp aynı sınıfa 2.dersime girdim. Müdür beyle görüşen öğrenci de lütfedip derse gelmişti. Delikanlı, ne yaptın? Müdür beyle görüşebildin mi dedim. "Evet hocam" dedim. Emin misin görüştüğüne dedim. "Tabi hocam" dedi. Peki, gel bir de müdürle beraber görüşelim dedim. Kapıya yöneldim. Kendinden emin bir şekilde "Tamam, görüşelim, haydi" dedi, ardından yürüdü. Bu arada özgüvenine hayran kaldım.

Sınıftan ben önde, o arkada, kapıdan çıkıp koridorda yürümeye başladık. Ardımdan bana yetişti. "Hocam, bir şey söyleyeceğim. Ben müdürle görüşmedim. Size yalan söyledim. Dışarıda gezip dolaştım. Bu ders beni yok yazın. Özür dilerim. Bana istediğinizi yapın ama sınıfın haberi olmasa olmaz mı" dedi. Sana olan kredim bitti ve bu son olsun. Sınıfa da söylemeyeceğim. Gördüğüm kadarıyla onurlu birisin. Yaptığının yanlış olduğunu biliyorsun. Bu da bir aşama. Bana bundan sonra izin gibi bir istekle gelme olur mu dedim. "Tamam hocam" dedi. Bir de bu yaptığını kimseye anlatma. Çünkü başkasına anlatırsan, çölde susayana su veren insanın atını çalıp kaçan kişi misali, nasıl ki çölde susuz kalana kimse su vermezse, bundan sonra hiçbir öğretmen de izin isteyen öğrenciye izin vermez dedim. Yine tamam hocam dedi.

Gördüğüm kadarıyla kötü bir çocuk değil. Hafif ilgi gösterirsen, kendisine değer verildiğini hissederse itiraz etmediği gibi uyum sağlaması yönüyle memnun kaldığını düşünüyorum. Öyle zannediyorum, bu savrulması ve bozulma potansiyelinin gerisinde, aile veya iş yerinde dışlanma psikolojisinin etkili olduğunu düşünüyorum. Bu hâletiruhiyeyi taşıyan çok öğrenci olduğunu da düşünüyorum. Çünkü dışlanan, kendini başka türlü davranarak dikkat çekmeye çalışıyor.

Bu çocuk ve benzerleri yalan da söylese, beni ayakta uyutmaya da çalışsa, bunlara dokunulursa ve ilgilenilirse, bu tür çocukların kendilerini ve hayatlarını kurtaracaklarına dair ümidimi taşıyorum. Dokunulmazsa, neler olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum.

Kurum Demirbaşları

Kurumların demirbaşları vardır. Kurum sorumlularına zimmetlidir. Bundandır ki gözü gibi korurlar. Kayıp, çalıntı, telef ve ziyan durumunda ödemekle yükümlüdürler.
Her yıl sonunda bu demirbaşların sayım ve dökümü olur. Sayımı kolay olsun diye her demirbaşa da numara verilir. Miadı dolan demirbaş usulüne uygun bir şekilde düşülür, ihtiyaç fazlası istek halinde başka kurumlara devredilir.
Tayini çıkan, emekli olan veya değişik nedenlerle kurumdan ayrılmak zorunda olanlar bu demirbaşları tutanakla haleflerine devir teslim yaparlar. Çünkü hiçbir yer kadıya mülk değil. Hepsi gelip geçicidir. Bir müddet çalıştıktan sonra bayrağı ister severek ister istemeyerek sonrakine devreder. Ama mülk olan bir şey vardır ki o kurumun demirbaşları o kurumun mülküdür.
Kurumların mülkü gibi bazı kurumların da insan demirbaşı var. Sayıları az olsa da var.
İnsanın demirbaş olur mu demeyin. O kuruma kapağı bir atmışlardır. Kaç koltuk eskittiklerini Allah bilir. Eskiyen koltuğu yenisiyle değiştirirler ama bu demirbaşların makam, statü, yeri ve görev tanımı değişmez. Üzerine oturduğu koltuğu eskittiği gibi kaç mesai arkadaşı gelip geçer, kaç amiri değişir. Ama bu demirbaşların yeri ve görev tanımı sabittir. Her yeni gelen altındakilerin görev tanımını değiştirir. Bazen şununla çalışacağım ya da sizinle çalışmak istemiyorum diyerek ekibini seçer. Ama demirbaşa dokunmaz ya da dokunamaz. İllaki bu demirbaşlarla çalışmak zorunda. Çünkü kendisi fani, demirbaş ise teşbihte hata olmasın bakidir.
Amirler değişmesine rağmen bu demirbaşların yerlerinin sabit olması, bunların kapasitesi ve yeteneğinden midir, bulunmaz Hint kumaşı olduklarından mıdır ya da kendilerini bulunmaz Hint kumaşı gösterdiklerinden midir, arkaları çok güçlü olduğundan mıdır, gönderecekleri yer bulamadıklarından mıdır, her gelenin nabzına göre şerbet veren, her insana nasip olmayan üstün özelliklerinden midir ya da gelene ağam, gidene paşam dediklerinden midir veya ben gidersem bu kurum çöker imajı verdiklerinden midir veya rest çekmelerinden midir bilinmez. Bilinen bir şey var ki kurumlar, insan kaynağı yönünden tepeden tırnağa değişse bile bu demirbaşların dokunulmaz oldukları bir gerçek.
Rest yoktur veya ben gidersem tufan olur denmez demeyin. Bazıları bunu iyi bilir. Ki bu konuda bildiğim bir örnek var. TİF (Taşınır İşlem Fişi) ilk defa çıktığında bir kurumda geçici olarak çalışan birini bir müddet sonra değiştirmek istediklerinde, "Ben gidersem, bu civarda TİF'ten anlayan yok. Elinizde kalır. Yine de siz bilirsiniz" deyince görev süresi uzatılmıştı. (TİF nedir demeyin. Kurumlardaki demirbaş sayım, döküm, kontrol ve gelen demirbaşa sistemden fiş kesme işi vs.)
Hasılı adı konmamış bir kast hali mevcut bu tür demirbaşlarda. Yerinden edilmez ve dokunulmaz. Belki de Anayasanın değişmez dört maddesi gibi değişmesi teklif dahi edilemez. Konunun önemi veya ciddiyeti anlaşılsın diye şunu söyleyeyim. O kurumlar kapatılsa, bilin ki bu demirbaşlar bir şekilde yine yerinde kalır.
Bugün gördüm böyle demirbaş birini. Saçı sakalı ağarmasına rağmen hiç yıpranmamış. Kaç kişiyi eskitti, kurumunda ne kadar faydalı, bunu bilmiyorum. Bildiğim daha kaçını eskiteceği. Şu var ki böylelerini kıskanmıyor değilim. Bu yazı da içimdeki kıskançlığın dışavurumudur. Ciddi olamazsın demeyin. Hem de hiç olmadığı kadar.

İslam Dünyasının Orduları Kimin Emrinde?

Merak edip dünyanın en güçlü ordusuna sahip ülkelere baktım. İlk 20 güçlü orduya sahip ülkeler listesi karşıma çıktı.
Bu ilk 20 arasında İslam dünyasından ülke var mı diye göz attım.
İlk 20 ülke arasında Türkiye 8. Pakistan 9. Endonezya 13. İran 14. Mısır ise 15. sırada.
Ortadoğu devletleri üzerinde boza pişiren İsrail ordusu ise listenin 17.sırasında kendine yer bulabilmiş.
Bu liste 2024'ün güncel listesi. Şimdilerde olmasa da bir zamanlar güçlü ve tek adam olan Saddamlı Irak'ı, Kaddafili Libya'yı ve Esedli Suriye'yi de ordusu güçlü ülkeler arasında sayabiliriz. Orduları güçlü olmasa tek adam olarak ülkelerini yıllar yılı yönetebilirler miydi, bu kadar uzun iktidarda kalabilirler miydi?
Ordusu güçlü diğer ülkeleri bir tarafa bırakıp İslam ülkelerinin ordularına bir bakalım. Ne de olsa beş tane ordusu güçlü ülke var. Bu ordular gücünü kullanabilmiş mi? Kullandı ise kime karşı kullandı?
Türk askeri bildiğim kadarıyla Kore'ye asker gönderdi. Sınırlı ve süreli Kıbrıs Barış Harekatını gerçekleştirdi. 45 yıldır PKK terör örgütüne karşı mücadele veriyor. Suriye iç karışıklığı nedeniyle sınır güvenliğini sağlamak amacıyla Suriye içerisinde bazı bölgelere girdi. Yine terör örgütüyle mücadele için Irak içlerine girerek operasyonlar yaptı. Başka da gücünün test edildiği bir harekat hatırlamıyorum. Kısaca birinci dünya savaşından bu yana güçlü bir devlet veya devletlerle savaşıp test edilmedi.
Terör dışında güçlü bir devlet ile savaşıp gücünü göstermese de bu güçlü ordu bu ülkede 60 darbesine, 80 İhtilaline, 28 Şubat post modern darbesine imzasını attı. Yani millete darbe yaptı. 80 öncesi uygulanan onca sıkıyönetime rağmen kardeş kavgasına ve cinayetlere seyirci kaldı. 15 Temmuzda ise bu güçlü ordu, içindeki hainler eliyle gücü ikiye bölününce yeterince varlık gösteremedi. FETÖ kalkışmasında büyük yara aldı. Genel Kurmay Başkanlığı merkezini bile FETÖ'cüler ele geçirdi. Cumhurbaşkanının iradesi, milletin desteği, vatansever asker ve polisin azim ve kararlılığıyla bu kanlı darbe püskürtüldü.
İşin üzücü yanı, subay olacak kişinin yedi sülalesinin araştırılarak alındığı askeriyeye bu kadar hain nasıl alındığı, kimin aldığıdır. Darbe geçti gitti ama bu kadar haini kim aldı araştırması bildiğim kadarıyla yapılmadı.
Hele 80 İhtilali ile ilgili olarak dönemin CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze’nin, "Bizim çocuklar/Ankara’dakiler yönetime el koydu" sözünü söylediği iddiası, askerin daha doğrusu o dönemki askerin kimin emrinde olduğunu sorduruyor insana.
Endonezya ordusunu geçiyorum. Zira çok bir bilgim yok. Askeri, devletin ve milletin emrinde mi bilmiyorum.
İran ordusu daha test edilmedi. Yakında İran karışırsa, ordusunun ne yapacağı o zaman belli olur.
Mısır ordusu, sanırım İsrail'e karşı yapılan 6 gün savaşı dışında son yıllarda bir savaş yapmadı. Ki o savaşı da diğer Arap ülkeleriyle birlikte İsrail'e karşı kaybettiler.
Mısır ordusunun sınavı, seçilmiş cumhurbaşkanları Mursi'yi ve halkı korumak iken bu ordu kalkıp Mursi'ye darbe yaptı. Sanırım darbe yapan Sisi'yi genel kurmay başkanlığına atayan da Mursi idi. Yani kendi atadığı asker kendisine darbe yaptı. Enver Sedat’ı suikastla öldüren de bildiğim kadarıyla Mısır ordusuna ait bir subay idi.
Pakistan ordusunun gücünün de test edildiğini düşünmüyorum. Bildiğim kadarıyla orada da darbeler eksik değildi bir zamanlar.
Beni düşündüren ve bu yazıyı yazmaya sevk eden ise ABD'nin işgaline karşı Irak ordusunun tek kurşun atmaması, ülkelerini ve devlet başkanlarını korumaması. Adeta kayboldular. Yer yarıldı, yerin altına girdi ordusu. Belki de Saddam'ın kellesini alanlar da kendi askerleridir.
Aynı durum Libya için de geçerli. Ülkede çıkan iç karışıklığa ve başta Fransa bu ülkeye girdiği zaman Libya ordusu da yoktu. Arazi oldu. Sanki giren, bu ülkenin ordusu, silah ve teçhizatı yok sandı.
Son güncel ordu da Suriye ordusu. Ülkesi iç karışıklık dolayısıyla ikiye bölündüyse de Esed İran ve Rusya desteğiyle Suriye'nin bir kısmını elinde tutuyordu.
2011 yılından beri Esed'in eli ayağı olan Suriye ordusu da HTŞ liderliğindeki Halep, Hama, Humus ve Şam operasyonlarına tek kurşun atmadı ve karşı koymadı. Esed'in askeri de adeta yer yarıldı, yerin dibine girdi. (Esed’in ordusunun mücadeleye girişmemesi olası kan almayı önledi. Eğer Esed’in ordusu biz de halkın yanındayız iddiasındaysa Esed o kadar zulüm yaparken bu ordu neredeydi? Niçin daha önce bu şekil inisiyatif almadı? Bu da düşündürüyor insanı. Esed’in ordusu halkın yanında yer alarak Esed'e karşı zamanında darbe yapsaydı, Suriye’nin milli ordusu olurdu nazarımda.
Bir ordu ne kadar güçlü olursa olsun yenilebilir. Ama Irak'ın, Libya'nın ve Suriye'nin ordusu yoklara karıştı. Çünkü hiç karşı koymadılar. Bu da bu ülkelerin güçlü ordusunun devlet başkanlarının emrinden ziyade başka güçlerin emrinde olabileceği şüphesini içinde barındırıyor. Eğer böyle ise ne âlâ memleket ne âlâ ordu. Evlere şenlik ordu dense yeridir.
Hasılı İslam ülkelerinin ordularının güçlü olmasını gönlüm arzu ediyor. Ama bu güç milletine, devletine karşı kullanılmamalı. Başkasından emir almamalı. Ülkelerinin milli ordusu olmalı. Ülke savunmasında, iç karışıklıkta, devletleri ve ülkeleri tehlike altına girdiği zaman gücünü kullanmalı.

20 Aralık 2024 Cuma

Teftişin Böylesi

Köklü bir kurumu denetlemek için bir müfettiş gelir. Müfettişin bir tanesi, yıllarını o kuruma veren, kurumun gediklisi olan, aynı kurumda uzun yıllar çalışması dolayısıyla belki de Türkiye'de bir ilk olan bir memuru; şu evrak, bu evrak, haydi şunu getir, bunu getir, şu niye böyle, bu niye böyle diyerek epey bir uğraştırır. Uğraştırdığı gibi denetimi de bitirecek gibi değil müfettiş.

Yılların tecrübeli memuru bakar ki bu iş bitecek gibi değil.

Müfettişten az müsaade isteyerek odasından çıkar. Çalıştığı başka bir memurun odasına gider. Ona, "Benim teftiş bitecek gibi değil. Sen en iyisi falan ilçenin ilçe başkanı olarak az sonra telefondan beni ara. Kendini tanıt. Hal hatırdan sonra yanıma ziyaret için geleceğini söyle" der. Tamam cevabını aldıktan sonra odasına müfettişin yanına geçer.

Az sonra telefonu çalar. Telefonu kaldırır. Karşıdaki kimse, X ilçesinin ilçe başkanı falan”. İsmini duyar duymaz, "Ooo başkanım, buyur" türünden iltifatın ardından, ilçe başkanı, "Müsait isen ziyaretine geleceğim" der. Memur da "Çok iyi olurdu başkanım. Muhabbet ederdik. Yalnız şu anda teftiş geçiriyorum. Müsait değilim. Başka bir zaman olsa olur mu?" der. "Ne teftişi" der ilçe başkanı. Var mı sıkıntı" deyince," Rutin bir teftiş. Çok teşekkür ederim" diyerek telefonu kapatır.

Tüm bu konuşmaları dinleyen müfettiş, "Misafirin gelseydi, ben de kendisiyle tanışmış olurdum. Ben engel olmazdım" der. Memur ise "Efendim! “Şu anda teftiş var. Ne zaman biteceği belli olmaz. O yüzden kabul etmedim" deyince, müfettiş, "Ne teftişi? Teftiş bitti. Her şey yerli yerinde. Keşke ilçe başkanı gelseydi de benim çocuk polisliğe müracaat etmişti. Onunla tanıştıktan sonra çocuğun bilgisini ona verseydim, çok iyi olacaktı. Madem gelmedi. Siz de o ilçe başkanı ile iyi tanışıyorsunuz. Şu benim çocuğun bilgilerini yazayım da ilçe başkanımıza versen olur mu" der. Bir kağıda çocuğunun bilgilerini yazıp memura verir. O da "Bu iş bizim işimiz. Sizin çocuktan iyisini mi bulacaklar. Hemen iletirim" der.

Bu duruma sevinen müfettiş laptop ve evrakları toparlayarak müsaade alıp kurumu terk eder. 

Ötesini bilmiyorum. Kurumun gediklisi memur X ilçenin ilçe başkanını tanıyor muydu? Tanıyor idiyse referans olması için müfettişin çocuğunun bilgilerini ilçe başkanına verdi mi? Verdi ise ilçe başkanı ilgilendi mi? Müfettişin çocuğu polis oldu mu? Bu kısımları bilmiyorum. Bildiğim tek şey teftişin bu şekilde sona erdiği, memurun derin bir oh çektiği.

Söz müfettiş ve teftişten açılmışken kısaca bir soruşturmadan da bahsedeyim.

İki müfettiş, kelli felli bir amirin şikayeti üzerine üzerindeki görevi almak için muhakkik olarak görevlendirilir. Bunlar da aldıkları emir ve talimat gereği şikayete mebni kişinin ipini çekmek için bir inceleme ve soruşturma dosyası hazırlarlar. Dosya tam istenildiği gibi. Görevlerini yapmanın huzuru içinde görev yerlerine giderken bu muhakkik şerin kimin için geldiğini ve niyetlerini çok iyi bilen bir tecrübeli memur bu muhakkiklerden birini kenara çekip "Sayın müfettişim, hakkında dosya hazırladığınız kişinin arkası çok güçlü. O kimse falan kimsenin yeğeni" deyip kenara çekilip müfettişin ne yapacağını izlemeye koyulur.

Müfettiş az kenara çekilip iş ortağı diğer müfettişi arayarak "Hocam, bu kimse falanın yeğeni imiş. Ne yapacağız" diyerek endişesini paylaşır. Öyle ya iş yapacağız derken başlarına iş açılmasın.

Suç ortağı diğer muhakkik de flaşı gönderdiğini söyler. 

Bunun da sonrasını bilmiyorum. Ama öyle anlaşılıyor ki soruşturma dosyası kapanıncaya kadar ya bu kişinin dayısı kendilerini yerlerinden ederse diye epey bir endişeye kapılmışlardır. Gerçi sipariş üzere kelle almaya gelenlerin bu şekil endişe etmelerine gerek yoktur. Çünkü kelle avcılarının görevi, verilen emri harfiyen yerine getirmektir. Yine bir kölenin ya da kendisini köle statüsüne koyanların en büyük mutluluğu, efendilerini mutlu edip onların gözüne girmektir. Ötesi evhamdır. Boşa telaştır. Bir de ellerinde adalet terazisi varsa niye endişeye kapılsınlar değil mi? Vicdanları zaten rahat. Daha ne istesinler bu dünyadan değil mi? 

19 Aralık 2024 Perşembe

Hedefe mi Bakanlardansın yoksa Parmağa mı?

Aynı dili konuştuğun bazı insanları anlamak zor. Daha doğrusu bunlarla anlaşmak zor.
Ha duvara konuşmuşsun ha bunlara.
Anlayışı mı kıt bunların? Hayır. Keşke böyle olsa. Çoğu okumuş, fakülte bitirmiş, ev bark, iş, makam ve statü elde etmiş kişiler.
İyi bir niyet okuyucu özelliği var bunların.
Aynı zamanda her bir söz, yazı ve konuşmayı kendi savunduklarına gelmiş bir saldırı kabul ederler.
Parçalanamayan bir önyargıya sahipler.
Aşırı sevgi ve nefret bunların gözünü kör etmiştir.
Bildiğin fanatik bunlar.
Kişilik, kimlik ve aidiyetlerini başkasını savunarak, onlar adına saldırarak, belden aşağı vurarak edinirler.
Sevdiklerini dünyanın merkezine koyarlar, onları Allah'ın nimeti görürler. Bir sevdikleri bir de dünya. Sevdiklerine halel gelmemesi için gerekirse dünyayı ateşe verirler.
Sevdikleri bir yanlış yapmışsa dahi onu savunurlar. Savunulamayacak absürt bir şey ise tevilin, zırvanın, mazeret ve gerekçenin sınırı yok onlar için. Devenin dişi veya erkek olması fark etmez. Yeter ki erkek deveye dişi, fişi deveye erkek densin.
Suriye'deki son gelişmelerle ilgili bir endişeni dile getirsen, seni İsrail yanlısı ilan ederler.
Bir bilim adamının bir konu hakkında bir görüşünü paylaşsan, içeriğe dair tek kelime etmezler. Çünkü içerik hakkında garibim bencileyin Fransız. Ama Fransız olduklarını karartmak ve konuyu saptırmak için bu dediğiniz adam, şu kendi pisliğini yiyen değil mi derler.
Suriye'yle ilgili karşıt birinin endişelerini paylaşsan, onun endişelerini boşa çıkaracak görüş yazacakları yerde o kimsenin cemaziyülevvelini önüne döker. Bu şöyle biridir. Geçmişte bunu yaptı der. Çünkü görüş ve düşünceyi çürütme gibi bir çapları yok. Bu durumda tek yaptıkları belden aşağı vurmak ve insanın topuğuna sıkmak. Yani teşbihte hata olmasın, kedi-köpek gibi çöp tenekesini karıştırır dururlar.
Kısaca, gösterdiğin hedefe bakmazlar. Hedef yerine parmağına bakarlar. Bilseler ki parmağa bakmak ahmakların işidir.
Bunlara kendilerine ait zerre fikri olmayan parmakçı vekil dense yeridir. Bu tip vekillerde fikir olmaz. Aklını kiraya verdiği kişilerin parmağı havadaysa bunların parmağı havaya kalkar. Parmak aşağı inerse bunların parmakları aşağıya iner. Parmakçının görevi parmakçılıktır. Ötesi onlara gerek değildir.
Yine bu tipler hiçbir şeyden anlamasa da anlar ve bilir görünürler ve kendilerini, o şeyin ve şeylerin kitabını yazmış şekilde lanse ederler.
Hasılı, bu tip şakşakçı tiplerle hal hatır ve merhabanın dışında fikir namına konuşulacak hiçbir şey yoktur. Ötesi akıl sağlığınıza zarardır.

17 Aralık 2024 Salı

Evhamın Böylesi

Yaşını başını almış, emekliliği gelmiş biri öğle namazını kılmak için lavaboya gider, abdestini alır.
Sonra mescide giderek namazını kılar.
Namazını kılıp dışarı çıktıktan sonra secdeye gittiği zaman belinde serinlik hissettiği vesvesesi aklına damar.
Kendisini bir düşüncedir kaplar. Acaba belim açılmış olabilir mi? Öyle ya bel açılmış olmasa bu serinlik niye gelsindi.
Namazım bozuldu mu, kıldığım bu namaz oldu mu diye bir din hocasına sorar. Bozulmaz, Allah kabul etsin dese de bunu yeterli görmez. Çünkü evham alır başını gider. Bir başka din hocasına da sorar. O da aynı şekilde bozulmaz, iadesine gerek yok der.
Tamam o zaman dese de vesvese başının etini yer. Ya namazım olmadıysa der durur. Çünkü fetva veren din hocaları da yanılmış ve yanlış fetva vermiş olabilir diye düşünür.
Olmayacak böyle, ne olur ne olmaz deyip tekrar namaz kılmaya karar verir. Namazı iade etmekle de kalmaz. Abdest de almaya karar verir.
Abdesti niye aldı. Lavabo ihtiyacı geldi de o yüzden mi aldı ya da belim açıldıysa sadece namaz değil, abdestim de bozulmuş diye mi düşündü bilinmez.
Her neyse bu vesvese kendisine pahalıya patlar. Abdest alırken lavaboda bir de düşer.
Nasıl düşmüş demeyin. Ayağını yıkamak için lavaboya kaldırınca tek ayakla durmaya çalışırken düşmüş olabilir. Çünkü tek ayakla durmak abdestte herkesin işi değil.
Bereket herhangi bir yerinde bir yaralanma yok.
Sonrası mı? Abdestin ardından namazını iade eder.
Sonrasını bilmem. Acaba lavaboya düştüm diye namaz kılmadan önce elbisesini değiştirmiş olabilir mi? Çünkü lavaboda yerler ıslak olur. WC'den çıkan her bir yere basar. İyi ki necasetten taharet aklına gelmemiş. Şimdi söylesem, iki defa kıldığı öğle namazını bugün kaza ederdi.
Neyse işin o kısmını bilmiyorum.
Bildiğim, bel açılmış olabilir şüphesinden dolayı kıldığı namazın kendisine pahalıya patladığıdır.
Bir meslektaşın başına gelen bu kuruntulu hali duyunca, aklıma bir öğrenci geldi. O da banyoda iken iğne ucu kadar kuru yer kalmayıncaya kadar tüm bedeni yıkamak kuralı aklına gelince, vücudumda kuru yer kalmış olabilir şüphesiyle üç defa gusül abdesti almış bir defasında.
Olur mu olur. Çünkü vesvese bu. Geldi mi? Gitmez.
Siz siz olun vesvese, evham, kuruntu, şüphe her ne derseniz deyin, bunlardan uzak durun. Yoksa hem kendinize hem birlikte yaşadıklarınıza hayatı zindan edersiniz.

16 Aralık 2024 Pazartesi

Takkem de Takkem

Yan tarafta gördüğünüz iki takke de benim. Kışın soğuk havalarda giyerim.
Koyu olanı eskiden beri var. Nereden aldı isem, kafama giymenin dışında bir faydasını görmedim. Çünkü kafama geçirdiğim zaman beni soğuktan koruyacağı yerde, dışarıda ne kadar soğuk varsa içe çeken bir özelliği var. Kafamda da düzgün durmaz. Her giydiğimde kıvırdığım yerlerin yeri değişir. Pek işimi görmediyse de soğuk havalarda başına bir takke geçirseydin diyenlere tampon görevi görüyordu.
İşime yaramasa da dostlar alışverişte görsün türünden ve psikolojik olarak rahatlatıyordu.
Ben kışları böyle geçirirken zaman zaman soğuk havalarda takkesiz çıktığım oldu. Çünkü ne zamandır giyiyormuşum. Yıkanması gerekiyormuş. Yıkayacak zamanı buldun mübarek. Bu havada takke mi yıkanır demiş oldum. Bekledim ki keşke yıkamasaydım. Bir daha öyle yaparım demesini. Ne mümkün. Demez mi başına güzel bir takke daha al diye. Belli ki takkecilerle ortaklığı var benim evin.
Baktım olmayacak. Çünkü güllük güneşlik havalarda yıkanmayan takkem nedense zemheride yıkandı. Hem de kaç defa.
Yeni bir takke daha alayım da biri yıkandığı zaman diğerini giyeyim ki kellem üşümesin.
Ne zaman, nereden, kaça aldıysam, paraya kıyıp alttaki krem takkeyi almışım. Artık iki takkem olmuştu.
Ama bu son aldığım tam kafama oturdu. Giyerken de çıkarırken de düzeltmeye ihtiyaç duymadım. Kafama geçirince de kafam ne rüzgarı aldı ne de soğuğu. Kim örrdüyse sıkı örmüş. Aldığı parayı hak etmiş. O kadar sıcak tutuyor ki o soğuk havalarda kafam hava alsın diye zaman zaman çıkarmışlığım olur. Bir iyi yönü daha var. Kafama geçirince tarak kullanmaya da gerek yok. Çünkü ne kadar saç varsa saçlarımı bir güzel taramış oluyor, asfalt gibi.
Baktım iyi, işimi de görüyor. Kışın soğuklarını görünce koyu olanı değil, bu krem olanı kullandım. Çünkü çok memnunum kendisinden.
2024'ün soğukları kendisini gösterir göstermez pardösü ile birlikte bu krem takkeyi de giymeye başladım. Nereye çıktıysam kah başımda kah cebimde taşıdım. Hele sabah erken saatlerde işe giderken çok hora geçiyor diyebilirim.
Takkeden o kadar memnunum ki sanırım nazar değdim takkeme.
Bir çarşamba okuldan geldim. Oğlana haydi akşam yemeğini bu defa lokantaya gidelim dedim. Çıktık birlikte eve yakın işlek bir lokantaya gittik. Karnımızı doyurup geri eve geldik.
Ertesi gün çarşıya çıkacağım. Kaşkolü boynuma attım. Ceketi giyip pardösüyü üzerine geçirdim. Gözüm takkeyi aradı. Yoktu. Cepte olabilir mi dedim. Yoktu. Ceketin cebine baktım. Yok. Evin her bir yerini tek tek yokladım. Yoktu. Oğlana, evlat! Akşam lokantaya giderken başımda takke var mıydı dedim. Vardı galiba dedi. Demek ki lokantada kaldı o zaman dedim.
Yöneldim lokantaya. Kasadaki hanım kıza, dün akşam şu masada yemek yedik. Takkem burada kalmış olmalı dedim. Komilere sordu kadın. Gidip dediğim masaya ve koltuklara baktı. Yok dedi görevli. “Abla, unutulan eşyayı size veriyoruz. Şu dolapların gözüne bakar mısın” dedi. Kadın her bir dolaba baktı. Burada kalmamış dedi. Teşekkür edip ayrıldım.
Dışarı çıktım. Hava ayaz mı ayaz. Üşüyerek çarşıyı boyladım. Hem giderken hem dönerken ne kadar soğuk varsa aldım.
Eve girince baktığım yerlere bir daha bakarak takkeyi aradım. Lokantada yoksa evde de yoksa bu takke yer ayrılıp içine mi girdi o zaman? Acaba okulda dolabımın gözünde bırakmış olabilir miyim dedim. Ama okulda kaldığına hiç ihtimal vermedim.
Ertesi günü tekrar lokantaya gittim takkeyi aramaya. Çünkü içeride müşteri var. Üstünkörü baktılar. Müşteri boşalınca belki bakmış olabilirler ve takkeyi bulup kasaya getirmişlerdir belki dedim. “Beyefendi dün de geldiniz. Burada kalmadı” dedi hanımefendi kibarca. Nereden bilebilirdim bir önceki günkü kadın olduğunu. Makyaj yapınca aynı kadın gözümde değişik göründü.
Oradan tekrar çarşıya geçtim. Perşembeden sonra cuma günü de tüm soğuğu yedim.
İçimde bir üzüntü. Üşüdüğüm bir tarafa. Gördüğü işlev yönüyle takke benim için önemliydi. Manen olmasa da benim için maddi değeri başkaydı. Öyle ya ayazı bol bu Konya’da şimdi takke fiyatları bu mevsimde kaçadır. Hadi paraya kıyıp yeni takke aldım diyelim. Yeni aldığım takke bu krem takkenin yerini tutacak mıydı? Ya koyu renkli takke gibi yok hükmünde bir takke çıkarsa aldığım. Tüh ya bir lokanta sevdası başıma ne iş açtı dedim kendi kendime. Lokanta parasının üzerine yeni takke fiyatı da ekledim. Bu yemek bana baya tuzlu geldi.
Cumartesi çarşıya çıkarken ıskartaya çıkardığım koyu renkli takkeyi geçirdim başıma. Sağ olsun, yine bildiğiniz gibiydi. Tüm soğuğu sanki takke giymemişim gibi başıma çekti.
Çarşı, pazar dolaşsam da ağzımın tadı kalmamıştı. Dört gün boyunca cenaze gibi dolaştım. Aklımda hep takke vardı.
Pazar günü kaybettiğim ve geri gelmez dediğim takkenin üzerine pazartesi sendromu çöktü. Yesem de tadı yok, içsem de.
İçimde umutsuz vaka olarak okul kaldı. Acaba takke okulda kalmış olabilir miydi? Ama oğlan takke başındaydı dediğine göre takkenin okulda kalması yüzde bir ihtimal bile değil.
Pazartesi sendromu hâletiruhiyesi içinde okulun yolunu tuttum. Nöbet defterini imzaladıktan sonra İstiklal Marşı öncesi derse hazırlık için dolabı açtım. O da ne? Benim dört gün boyunca aradığım takke dolabımda değil miymiş. Bir sevinç bir sevinç. Tıpkı eşeğini kaybettikten sonra bulan Nasrettin Hocanın sevinci gibi bir sevinç idi bendeki. Anlatılmaz ancak yaşanır. Bu durumdan beni bir Nasrettin Hoca anlar. Sakın at mı, deve mi, altı üstü bir takke demeyin. Hiçbir sevinç, kaybedilen bir şeyi bulmanın verdiği sevinci veremez.
Takkemi bulduktan sonra kim tutar beni. Pazartesi sendromu dediğiniz nedir ki. Soğuk ve yağmurlu bir havada dışarıda nöbet de tutarsın. On saat derse de girersin.
Mutlu olmak ve sevinmek istiyorsanız, lütfen kaybedin. Önce kaybedin sonra bulun. Masrafı da yok. Bedava üstelik.
Allah kimseye onca gündem arasında yazacak konu sıkıntısı yaşatmasın.