30 Eylül 2024 Pazartesi

Takkeli Dağ Serüvenim

Yan taraftaki bayrak Takkeli Dağ'ın Tepesindeki bayrak. 14 Eylül 2020 tarihinde çıkmıştım buraya. 

Salgın dolayısıyla yüz yüze eğitime ara verildiği, yavaş yavaş uzaktan eğitimin başladığı zamanlar. 

16.50'de canlı dersim var. Öğle vakti yürüyüşümü yapıp geleyim diye evden çıktım. 

Rotayı Yeni Meram Tıp Fakültesine çevirdim. Oraya varınca biraz geçtim. Saray Köy tabelasını gördüm. Dedim Saray Köy'e gideyim. 

Vardım oraya. Takkeli Dağ tüm azamet ve yüksekliğiyle kendini gösterdi. 

Bir çeşmeden yaşlı bir amca su dolduruyordu. Amca bu dağa nereden nasıl çıkılır dedim. Köyün yamacından dedi. Hiç çıktın mı dedim. Çocukluğumda dedi. Gel haydi bir de şimdi çıkalım dedim. Çıkamam bu yaşımda dedi. Kaç saatte çıkılır dedim. İki üç saatte ancak dedi. 

Saatime baktım. 13.00 suları idi. Dersimin başlamasına 4 saat var. Acaba dersi kaçırır mıyım dedim. Herhalde kaçırmam. Amca 2-3 saat dediğine göre ben daha erken çıkarım dedim ve köyün yamacından dağa tırmanmaya başladım. İlk hedefim su deposu idi. Oraya güç bela vardım. Sonra sağa doğru kah dik kah yan yürümeye devam ettim. Gerisin geriye yuvarlanmamak için dik yürümedim. Dağa doğru tırmanır gibi yaptım. Ot, taş ne bulursam, tutunmak için destek aradım. Çoğu zaman belediyenin ektiği fidanları takip ettim. Oralarda nefesledim. Yürüye yürüye dağın Sulutas'a bakan tarafına gelmişim. Çünkü dik çıkılmıyor. Ancak biraz yan biraz dik şeklinde yürüme imkanı buldum. 

Baktım ki çıkıp bitirmişim. 1720 metre yükseklikteki dağdayım. Bir anda yedi sekiz kişiyle karşılaştım. Kimsin dediler. Ziyaretçiyim dedim. Ziyaret yasak, güvenlik seni nasıl saldı dediler. Güvenliği görmedim. Ayrıca güvenlik kulübesi de yoktu. Şu yolun aşağısında güvenlik var. Güvenliği görmediğine göre nereden geldin buraya dediler. Dağın yamacından dedim. Amca, ne cesaret. Oradan çıkılır mı hiç. Hem sarp hem tehlikeli. Biri yukarıdan bir taş yuvarlasa ne olurdu dediler. Yoldan haberim yoktu. Aşağıda bir köylüye sordum. Şu yamaçlardan çıkacaksın dedi. Ben de öyle yaptım dedim. Geri dön, yasak buraya çıkmak dediler. Niye yasak dedim. Biz burada kazı çalışması yapıyoruz dediler. İyi, siz çalışmanızı yapın. Ben aşağıdan gelirken zirvede dalgalanan bayrak gördüm. İzin verin. Bayrağın yanına kadar varıp döneyim dedim. Olmaz amca, güvenliği çağırırız bak dediler. Valla, buraya kadar geldim. Güvenlik falan dinlemem. Zaten o gelinceye kadar ben bayrağa ulaşırım dedim. Ne bilelim senin buraya zarar vermek ve altın aramak için gelmediğini dediler. Gençler, saçlarıma bakın, altın sarısı saçlarım var benim. Altını nideyim ben. Ayrıca altın aramak için elde alet edevat olması lazım. Bakın, elimde sadece cep telefonu var. Bununla mı altın arayacağım ben dedim. Amca, izin versek bile o kadar çaba sarf ettik. Kazdığımız yerlere zarar verirsin dediler. Gençler, dikkat ederim, merak etmeyin dedim. Allah Allah çattık bugün dediler. 

İçlerinden sessizce bakan sakallı biri dikkatimi çekti. Delikanlı, sen iyi birine benziyorsun. Arkadaşlarına söyle de izin versinler dedim. O zamana kadar sessiz duran genç, amca ne iş yapıyorsun dedi. Öğretmenim dedim. Peki, biz senin sınıfına izinsiz girsek ne yaparsın dedi. Kızarım dedim. Bak gördün mü, kızarmışsın dedi. Delikanlı, kızarım ama kızmakla kalırım. Başka da bir şey yapmam. Siz de bana kızın, sonra izin verin dedim. Tamam amca, şu taraftan git, hemen gel, orada bayrağı görürsün dediler. Hah şöyle ya. Çok teşekkür ederim dedim. Gösterdikleri taraftan yürüdüm. Bayrağın yanına vardım. Hem bayrağı hem Konya'yı tepeden fotoğrafladım. Ama neye yarar. Çünkü eski mi eski bir telefondu. Çektiğim fotoğraflar mavi renginde çıkıyordu. Neyse hatıra olarak çekmiş oldum. Gençlere verdiğim söz gereği hemen geldiğim taraftan geri döndüm. Gençler, çok sağ olun, burada çalışan olduğunu bilseydim, yiyecek ve içecek bir şeyler getirirdim. Bir de buraya çıkan yol olduğunu bilseydim, oradan gelirdim. Kusura bakmayın. Size kolay gelsin dedim. Ayrıldım. 

İnişim yoldan artık. Yolu az inmiştim ki güvenlik karşıladı beni. Amca, niye böyle yaptın, yasak yere böyle girilir mi, senin kimliğini almam gerek normalde dedi. Delikanlı, kimliğimi almak istesen de yanımda kimlik namına bir şey yok. Yasak olduğunu bilseydim zaten çıkmazdım dedim. Araban nerede dedi. Arabam yok delikanlı. Ben ta Meram Yaka'dan buraya yürüyerek geldim. Yine yürüyerek gideceğim dedim. Tamam amca. Şu yolu takip et. Yalnız yılan eksik değil, önüne çıkabilir, dikkatli ol dedi. Eyvallah, sağ olasın diyerek inişe devam ettim. 

Önüme yılan da çıkmadı. Yol da birden bitti. Yoldan çıksam daha erken çıkarmışım zirveye. Gerçi güvenlik salmazdı o zaman. Ben de geriye dönmek zorunda kalacaktım. Yasal olmayan yoldan dağa çıkmak, yol varken yamaçlardan çıkmak akıl kârı değil ama konu ben olunca kapı varken bacadan girmek gibi oldu. 

Sulutas yoluna çıktım. Oradan Saray Köy'ün içinden hiç duraklamadan seri ve tempolu bir şekilde evin yolunu tuttum. 

Meram Tıp Fakültesi Hastanesinin önünden geçerek Hoca Fakıh yolunu takip ettim. Oradan Meram Yaka'daki başlangıç noktama geldim. Eve geldiğimde canlı dersimin başlamasına beş dakika vardı. 

Duş almadan terli terli bilgisayarın başına oturarak öğrencilere link gönderdim. Dersimi işledim. 

Dersten sonra duşumu olup tartıldığım zaman 67 kiloya indiğimi gördüm. 

Vay be! Bu şekil uzun tempolu yürüyüşüme, zannedersem Ramazan bayramı sonrası 29 Mayıs 2020 tarihinde başlamıştım. Yürüyüşe başlarken 83-85 kilo idim. Göbek de o biçimdi.

Aradan dört yıl geçse de bugün gibi hatırlıyorum o yürüyüşü. Toplam 4 saat sürmüştü Yaka-Takkeli Dağ gidiş ve dönüşüm. Ne kadar terlediğimi, atletimin göl olduğunu, başımdan aşağı terin aktığını, Takkeli Dağın tepesinde çokça sarnıç gördüğümü hiç unutmam. Bu yazıyı da sosyal medyada paylaştığım Takkeli Dağ fotoğrafları, yıl dönümünde önüme düşünce, Takkeli Dağ da arşivimde yerini alsın istedim. 

29 Eylül 2024 Pazar

Namaz Pislikleri Örtme Aracı Yapılmamalı *

Ölümünün ardından günler geçmesine, olayla ilgili ondan fazla kişinin tutuklanmasına rağmen küçük kız Narin'in ölümü hala gizemini koruyor. Çünkü sık sık ifade değiştiriliyor.

Gizli tanık, verdiği ifadelerini sık sık değiştirse de değişmeyen ifadelerden biri, Narin'in ölü bedeninin bir battaniye içerisinde amcası tarafından kendisine teslim edilmesi, gizli tanığın cesedi çuvalın içine koyması, dere yatağına koyduktan sonra cesedin üzerini 20 kilo taşla kapatması. Cesedi dere yatağına koyduktan sonra eve gelip namazını kılması, ardından herkesle beraber arama kurtarma faaliyetlerine katılması.

Narin niçin ve kimler tarafından öldürüldü üzerinde durmayacağım. Zaten bu konuda görsel ve yazılı basında konuşuluyor, yazılıp çiziliyor. Cesedi gömen kişinin hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi Narin'i araması üzerinde de durmayacağım. Bu ifadede en dikkatimi çeken ise bu kişinin cesedi dere yatağına koyduktan sonra görülmesin diye üzerini taşla kapatıyor, sonra da eve gelip namaz kılıyor.

Sonradan adı Bahtiyar olduğu söylenen kişinin, cesedi gömdükten sonra namaz kılması ilginç olduğu kadar içinde çelişki barındırıyor. Çünkü kızı başkası öldürse de delilleri karartma, jandarmayı yanıltma yönüyle suç ortaklığı yapıyor. 

Bahtiyar hem suç ortağı hem de kıldığı namazı örtüşmüyor. Çünkü burada "Namaz insanı fuhşiyattan ve kötülüklerden arındırır" ayeti ile taban tabana zıt bir durum söz konusu. Buna, bu ne perhiz ne lahana turşusu ve ne yaman çelişki denir Anadolu'da. 

Diyelim ki suç ortağı, tehdit ve para karşılığında ölen çocuğu gizledi. Sonra gelip niye namaz kılıyor. Namaz kıldı. İfadede niçin namaz kıldığını söylüyor?

Diyelim ki çocuğu gömdükten sonra eve gelip yaptığına pişmanlık duysa, sonra kalkıp namazını kılsa, ardından duasını ve tövbesini yapsa, sonra da gidip jandarmaya bu durumu haber verse, dersin ki adam yaptığının doğru olmadığını biliyor, pişmanlık duymuş ve gelip durumu haber veriyor. Ama böyle yapmıyor. Namazın ardından kamufle ettiği çocuğu arayan topluluğun içine katılıp çocuk arıyor. Yani dostlar alışverişte görsün ve kimse kendisinden şüphelenmesin. 

Anlamadığım, akıl almaz, izahı mümkün olmayan ve insanlıktan bihaber bu yaptığına namazı alet etmesi. 

Pisliğine namazı niye karıştırıyor?

Yoksa hem her türlü pisliğe imza atarım hem de namazımı kılarım, ben namazımı hiç geçirmem demeye mi getiriyor? 

Yoksa Narin’i kamufle ettiği gibi yaptığı pisliği örtmek için namazı emeline alet mi ediyor? Nasılsa işi kamufle. 

Sahi namaz yaptığı pisliği temizleme aracı mı? 

Bu yaptığıyla insanları kandırdığı gibi Allah’ı da kandıracağını mı düşünüyor? 

Yoksa bu günahı işleyene ortak olmaya oldum. Nasılsa öbür dünyada Narin’den önce ilk hesap namaz borcu olup olmadığına bakılacak. Günahkar olmaya oldum. Bari namaz borcum olmasın, zaten namaz borcu olmayınca Allah diğer günahları affeder diye mi düşünüyor? Ki bu düşüncede olan insanın sayısı az değil. 

Şu var ki yazıklar olsun bu tiplerin kıldığı namaza!

Yazıklar olsun dini sadece namaza indirgeyenlere!

Yazıklar olsun namazı kötü emeklerini örtmek için basamak kullananlara! 

Gönül ister ki bu tipler namaz kılmasın. Çünkü namazla yaptığı taban tabana zıt. Keşke bu tipler hiç namaz kılmasa ve yönünü kıbleye hiç dönmese...

*02.10.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Kime Kulak Vermeli?

Akıl ve mantık çerçevesinde konuşana,

Ağzında fermuar olana,

Bin düşünüp bir konuşana,

Kâr zarar hesabı yapana,

Olayların perde gerisini okuyana,

Konuşurken sesini yükseltmeyene,

Ağzında hakaret olmayana,

İnsan onuruna önem verene,

Din, ahlak, milli ve manevi değerleri çıkar için kullanmayana,

Hamaset ve slogan yapmayana,

Nazik ve kibar olana,

Proje adamı ve gizli ajandası olmayana,

İçi, dışı bir olana,

Duruşu, omurgası ve prensibi olana,

Kin gütmeyene ve intikam peşinde koşmayana,

İnadım inat demeyene,

Zararın neresinden dönersem kâr diyene,

Kendi başının cezasını başkasına çektirmeyene,

Yerinde, zamanında ve kıvamında konuşana,

Herkese ayar vermeye çalışmayana,

Söz ve eylem çelişkisi yaşamayana,

Yaptıkları ve konuştuklarıyla etrafındakileri bezdirmeyene,

Bedeli ilk kendisi ödeyene veya ödemeye hazır olana,

Her şeyi kıvamında ve tadında bırakana,

Kendisini mükemmel ve Hint kumaşı görmeyene...

Kimden Uzak Durmalı?

Hep hamaset yapandan,

Sloganvari konuşandan,

Sesi yüksek çıkandan,

Konuştuğunun önünün arkasının nereye varacağını hesap etmeyenden, 

Durmadan konuşandan, 

Hep konuşandan, 

Bol keseden atandan, 

Mangalda kül bırakmayandan,

Ateşli konuşandan, 

Kırıp dökenden, 

Kırıp döktükten sonra kendisi bedel ödemeyip bedeli başkasını üzerine boca edenden, 

Geçmiş çöplüklerden beslenenden,

Korku yayanlardan,

Başkasını kötüleyip kendisini bulunmaz ve vazgeçilmez Hint kumaşı görenden, 

Söz ve eylem çelişkisi yaşayandan,

Konuşmasında akıl ve mantık olmayandan, 

Sürekli U dönüşü yapandan, 

Kâr ve zarar hesabı yapmayandan, 

Kutuplaştırmayı iyi becerenden,

İyi kin güdenden, 

Omurga, duruş ve prensip sahibi olmayandan, 

Dini, dini ve milli değerleri aksesuar olarak kullanandan, 

Hep din, dini değerlerden referans gösterenden,

Gizli ajandası olandan... 

27 Eylül 2024 Cuma

Tek Sermayeleri Çene Olanlar

Yaşını başını almış, yetmişine merdiven dayamış niceleri vardır. Bu tiplerin çoğu okur yazar değil. Dışarı çıkma imkanları yok. Çünkü yürümekte zorlanırlar. Çıksalar bile yol yolak bilmezler. Bir meşgaleleri de yok. TV falan izlemezler. 

Dört duvar arasına hapsolmuş bu kişiler hayata tutunmak, hastalanmamak ve bu halinden daha da geriye düşmemek için poşet poşet ilaç kullanırlar. Zaten çoğunun raporlu ilaçları vardır. Kullandığı ilaçtan kaç tane kaldığını sayar dururlar. 

Bu tip yaşlıların tek sermayesi;

Çene, 

Hep çene, 

Bol çene, 

Sadece çene, 

Çene çene çene. 

Ve

Tekrar, 

Bol tekrar, 

Hep tekrar, 

Sadece tekrar,

Tekrar tekrar tekrar. 

Çünkü başka sermayeleri yok. Yeter ki bir dinleyen bulsunlar. Kovanın içinde ne varsa onu her gün alt üst etmek suretiyle yinelerler ve anılarını tazelerler. Ne de olsa anılar yaşlıların koltuk değneğidir. 

Anlatırken çeneleri yorulmadığı gibi rahatlarlar. 

Anlattıkça rahatlasalar da bu çene;

Bezdirir. İllallah dedirtir insana. 

Ama yapılacak bir şey yok. Dediğim gibi tek sermayeleri çene döğmektir. 

Bunların dışında yine yaşını başını almış ama okumuş yaşlılar vardır. Bunların da tek sermayesi konuşmaktır. Bunlar da

Durmadan kafa ütüler ve kafayı ağrıtır. 

Çünkü temcit pilavı gibi tekrar edip dururlar. 

Bununla kalsa iyi. 

Telafisi mümkün olmayan maddi ve manevi zararlara imza atarlar. 

Çoğu zaman yol, su, elektrik, su olarak sana döner ve ceremesini sen çekersin.

Okumamış konuşan yaşlı ile okumuş konuşan yaşlıları karşılaştırır ve hangisi masum dersek, okumamış yaşlılar daha masum kalır. Çünkü çok konuşup kafayı ütüleseler de kimseye zararları yoktur.

Halbuki okumuş çok konuşanların zararlarını ise herkes çeker.

En iyisi bin düşünüp bir konuşmak. Yeri ve zamanı gelmeden konuşmamak. Konuşunca da kararınca konuşmaktır. Ötesi çevreye ve sağlığa zarardır. 

MESEM'in Sıra Dışı Öğrencileri *

Bugün MESEM adı verilen çıraklık eğitim merkezlerinde genellikle ortaokulu bitirmiş, lise seviyesinde olan öğrenciler okumakta ise de sıra dışı öğrenciler de gözlerden kaçmıyor. Çünkü yaş sınırı yok.

9.sınıf bir MESEM sınıfına girdim. 30 yaşın üzerinde bir hanımefendiyi sınıfta gördüm. Bu kadın veli olmalı. Ne arıyor burada derken kadının öğrenci olduğunu öğrendim. Takı tasarım alanında çalışıyormuş. Aynı kadın okulda veliymiş aynı zamanda. Çünkü diğer 9 MESEM'de muhasebe okuyan kızı varmış. Anne madem kızım okuyacak, ben de gideyim, meslek öğreneyim demiş. Birlikte gelip gidiyorlar okula.

Diğer öğrencilere ismiyle hitap ederken anne öğrenciye bir şey soracağım, isminin yanına hanım eklemek suretiyle hitap ettim.

Mesleki eğitim merkezinde koridorda dolaşan birine, nöbetçi öğretmen, ne arıyorsun burada dedi. Sınıfıma geçiyorum dedi. Ne sınıfı, veli misin dedi. Hayır şu sınıfta öğrenciyim dedi. Yaşını sordum. 37 yaşındayım dedi. Yeni mi aklına geldi okumak dedim. Öyle oldu. Şu kadar yıldır sigortam var. Çalışıyorum. Ama ustalık belgem yok. Belgeyi almak için yazıldım dedi.

11.sınıf motor bölümünde ders işlerken hem derse katkı yapan hem de sorduğum sorulara mantıklı cevaplar veren bir öğrenci dikkatimi çekti. Bilgi ve birikiminle dikkat çekiyorsun. Nereden öğrendin bu bilgileri dedim. Hocam, ben şu liseyi bitirdim. Sınava girdim. İstediğim bölümü tercih edecek puan alamadım. Babam benim tamir ustası. Onun yanında ona yardım etmeye başladım. Daha önceki yıllarda da gidiyordum dükkana. Sonunda babam, yanımda çalış, kalfalık ve ustalık belgesi al dedi. Ben de liseden sonra MESEM okumaya karar verdim dedi. İyi düşünmüşsün, iyi bir usta olursun inşallah dedim. Ona YouTubeda dinlediğim bir tamirci ustasını anlattım. Tamir ustası şöyle anlattı:

"Okudum, doktor oldum. İyi bir doktorum. Bir de kardeşim var, okumadı. Haylaz mı haylaz. Babam bir gün dedi ki oğlum, şu kardeşin adam olmaz. Bunu bir tamirciye verelim. Sen bunu gör gözet dedi. Ben de tamam baba dedim.

Gel zaman git zaman kardeşim, tamir ustası oldu. Dükkan açtı. Ben de doktorluğa devam ediyorum. Kardeşim kısa zamanda işlerini ilerletti. Gözde muhitten bir villa aldı. Altına da Mercedes çekti. Benim ise kooperatiften edindiğim şehrin dışında bir evim var. Altımda da ayağımı yerden kesen normal bir arabam.

Babamın bana emanet ettiği kardeşime gıpta ettim. Nasıl gıpta etmem. Gittiğim yerde herkes hastalığını açar, onlara ilaç yazar, tedavi öneririm. Bana Allah razı olsun derler. Biraderim ise tamire gelenin ufak bir işini yapsa, borcum bin lira dediğinde herkes veriyor.


Bu durumu düşünmeye başladım. Sonunda doktorluğu bırakıp kardeşimin yanına giderek ustalık öğrendim. Beş sene çalıştım yanında. Sonunda bir tamirci dükkanı da ben açtım. Hatta araba toplayıp satmaya başladım. Satacağım arabanın üzerine de doktordan satılık yazınca, arabalar kapış kapış gidiyor. Yalan değil dediğim. Çünkü zaten doktorum. Kısa zamanda biraderin villasının yanından bir villa da ben aldım. Altıma da BMV çektim.

Baktım, iyi para kazanıyorum. Fen lisesinde okuyan oğlum vardı. Okulu bıraktırarak onu da yanıma aldım. Şimdi baba oğul tamir işiyle uğraşıyoruz”.

Bu öğrenciye bu hikayeyi anlattım. Bakarsın sen de böyle iyi bir usta ve iyi ve helalinden kazanan bir tamirci olursun dedim. İnşallah dedi.

Son sıra dışı MESEM öğrencisi ise geçen yıl mesleki ve teknik lise gıda bölümünden mezun ettiğim bir öğrenci. Bu öğrenciyi de MESEM’de gördüm. Hayırdır dedim. Hocam, üniversite sınavından iyi puan alamadım. Etli ekmek ustası olmak istiyorum. Aldığım ustalık belgesinde gıda bölümü yazıyor. Fırıncılık yazması gerekiyormuş. Burada 11.sınıftan başladım. İki sene daha okuyacağım fırıncı olmak için. Sadece meslek derslerine gireceğim dedi.

Benim gördüğüm sıra dışı MESEM öğrencileri bunlar. Daha nice sıra dışı öğrenciler vardır. Çünkü burada okumak için yaş şartı yok.

*01.11.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

MESEM'lerdeki Ders Yükü ve Ders Saatleri *

Biraz içinde olanlar bilirler ki Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) sanayi ve işyerlerinin çırak ve kalfa ihtiyacını gidermek için kurulmuş elzem kurumlardır. Haftanın 4-5 günü işletmede pratik eğitim alan bu öğrenciler, haftada bir gün mesleki eğitim merkezlerine giderek teori ve genel kültür derslerini alıyorlar. 9.sınıftan 12.sınıfı bitirinceye kadar bu öğrencilerin ücret/harçlık/maaşları devlet tarafından ödeniyor.

Yine içinde olanlar bilirler ki haftada bir gün kurum veya okula giderek yüz yüze eğitim gören bu MESEM öğrencileri 10 saat yüz yüze ders görüyor, gerisini aynı günün akşamında uzaktan bağlanmak suretiyle yapıyor. Yani bu çocuklar bir günde yüklü ders görüyor ve ders saatleri de diğer okul türleri gibi 40 dakika. 

Açıkçası haftada bir gün 10 saat yüz yüze, gerisini aynı gün uzaktan bağlanmak suretiyle ders yapmak ve her ders saatini 40 dakika olarak belirlemek çocuk ve öğrenci psikolojisini ve pedagojiyi göz ardı etmek demektir. Çünkü hem ders yükü hem de ders saati bu öğrenciler için çok ağırdır. Çünkü,

Bu öğrenciler tıpkı diğer okul türü öğrencileri gibi öğrenci olsa da veya kabul edilse de bu öğrenciler haftanın diğer günlerini işletme ve işyerlerinde geçirdiğinden, teşbihte hata olmasın, bu çocuklar sanayi veya işletme çocuğudur. Okula haftada bir gün misafir öğrenci gibi gelen kişilerdir. Dersle pek alakaları yoktur. Akademik başarıları düşüktür. Okumayı, kitap taşımayı, kalem bulundurmayı pek değil, hiç sevmezler. Ders dinlemek onlara çok zor gelir. 40 dakika sırada hareketsiz oturmak onlar için en büyük eziyettir. 

Haftada bir okul ya da kuruma getirttiğimiz bu sanayi çocuklarına, bir günde on saati yüz yüze, geriye kalanı ev ya da işyerinde uzaktan ders işlemek “Papaz ve Seyis” hikayesini aklıma getirdi.

Bilirsiniz, papaz vaaza hazırlanıp kiliseye geçmiş. Bakmış ki kilisede sadece bir kişi var. Şaşırır bu duruma. Halbuki kilisenin hınca hınç dolu olmasını bekliyormuş.

Tek cemaate, vaaza hazırlanıp burada konuşacaktım. Görüyorum ki sadece sen gelmişsin. Bu durumda ne yapayım, vaaz vereyim mi, vermeyeyim mi demiş.

Adam, efendim, ben seyisim. Atlardan anlarım. Vaazdan anlamam. Yalnız tüm aylar kaçsa geriye kalan bir ata yem vermemezlik yapmazdım deyince, papaz, o zaman anlatayım demiş.

Papaz anlatmış da anlatmış. Anlattıkça coşmuş. Vaazı bitirmek bilmemiş. Haliyle seyis de sıkılmış bu uzun vaazdan.

Papaz vaazını nihayet bitirir ve seyise, nasıl buldun vaazımı demiş.

Seyis, efendim, dedim ya ben seyisim. Vaazdan değil, sadece atlardan anlarım. Yalnız şu var ki tüm atlar kaçtı diye geriye kalan tüm yemi bir ata yedirmezdim demiş.

O hesap biz de haftada bir bulduk diye teşbihte hata olmasın, tüm dersleri öğrencilere bir günde vermeye kalkıyoruz.

Haliyle bu tür yoğun ders yükünden verim alınamayacağı açıktır.

Bu durumda ne yapmak lazım. Ders yükünü asgari seviyeye çekilmesinde ve ders saatlerini de 40 dakika yerine 30 dakikaya indirilmesinde yarar görüyorum.

*30.10.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.