10 Ocak 2023 Salı

Dini ve Resmi Nikah (3)

Niçin illa resmi nikah diyorum ya da resmi nikah olmadan kıyılan dini nikaha niçin sıcak bakmıyorum? Çünkü, 

1. Dini nikah diye kıyılan nikahlarda bu iki kimsenin evlendiğine dair bir kayıt ve kürek yok. Araba ve ev alım satım işlemlerinde, borçlanmalarda dahi hayatın her alanında noterden veya tapudan alım ve satış yapılırken evlilik gibi insanların ömürlerini birleştireceği bir akitte belgenin olmaması kabul edilemez. Bu, evliliğin temellerini çürük atmak demektir. Dini nikâhı önemseyen insanların, Kur'an'ın en uzun süresinin en uzun ayetinde Allah'ın borçlanmalar konusunda ne yapmaları gerektiğini uzun uzadıya anlatırken karşılıklı akit olan evlilikte bir belgenin olmamasının bir izahı olamaz. Borç kadar mı değeri yok evlilik akdinin? (Resmi nikahın yanında kıyılan adına dini denen nikaha sözüm olmaz. Bu da nikah değil, kişilerin kafasındaki tereddüdü gidermek ve içleri rahat olsun diye.)

2. Dini nikahlarda nikâhı kıyılan kişilerin evlenmelerinin önünde bir engel olup olmadığı araştırılmıyor. Hocayı çağırıp nikahımızı kıy demekten ibaret. Hoca, bunların beyanlarını esas alıyor, evli olup olmadıklarını bilmiyor. Belki de bu evlenenler dinen evlenmelerinde sakınca olan kişiler olabilir. Yaşları tutmuyor olabilir. (Burada hoca derken illa cami hocalarını kastetmiyorum. Ki hocalar resmi nikâhı görmeden kolay kolay dini nikah kıymazlar. Bugün az buçuk mürekkep yalamış, resmi görevi olmayan kişiler de bu nikâhı kıyıyorlar.)

3. Dini nikahlarda bazen nikah yerine evlenecek kız getirilmiyor. Vekaleti babası alıp geliyor. Evlilik gibi önemli bir hususta vekalet olmaması lazım. Zaten bu tür vekaletin resmiliği de yok. Baba gelip kızın vekaleti bende diyebiliyor. Ne belli kızın vekaleti gönül rızasıyla verip vermediği. Nikah akdinin iki şahit dışında umuma açık, başka insanların arasında olması tercih edilmeli. Evliliği cümle alem duymalı ve evlenecek kız da orada hazır olmalı ve kabul ediyorum beyanını herkes duymalı.

4. Resmi nikahta birinci derece yakın yani anne ve baba şahit olarak kabul edilmezken dini nikahta yanlış bilmiyorsam, anne ve baba da şahit olabiliyor. Bu yönüyle de resmi nikah daha sağlıklıdır.

Bu konuya devam edeceğim. 

Dini ve Resmi Nikah (2)

Bir önceki yazımda kıyılan tüm nikahların resmi nikah hüviyetinde olduğunu, bugün adına imam, hoca ya da dini dediğimiz nikah türünün 1926 yılında çıkarılan Medeni Kanunla birlikte nikah kıyma görevinin belediyelere verilmesi üzerine acaba nikahımız oldu mu tereddüdü üzerine çıktığını başkasından alıntı yapmak suretiyle izah etmeye çalışmıştım. 

Bu yazımda da 1926 yılından beri nikah konusunda devam eden çift başlılığa işaret ederek kıyılan dini nikahın sakıncalarına ve gereksizliğine işaret etmek istiyorum. 

Öncelikle nikahın hocalısı, imamlısı ve dinisi olmaz. Nikah nikahtır. İki şahit huzurunda evlilik çağına gelmiş reşitlerin kendi gönül rızası ile evlenmek istediklerine dair icap ve kabulde ibaret beyanlarının kayda geçirilmesinden ibarettir nikah. Evlendiklerine dair imza ve hazırlanan belge her iki tarafa da sorumluluk yükleyen ve geçerliliği olan bir belgedir. Evliliği sağlama alan bir mukaveledir. Medeni hukukun nikah kıyma yetkisini belediyeye ve muhtara vermesi dolayısıyla dini nikah kıyma ihtiyacı doğuyorsa, müftülere de nikâh kıyma yetkisi verildi. İsteyen gider, nikâhını müftülere kıydırır. Ki müftünün kıydığı nikah da resmidir. Resmi nikahlarda dua yok, biz bu yüzden dini nikah kıydırıyoruz denirse, kişilerin resmi nikahın akabinde evlendiklerine dair belgeyi gösterdikten sonra dini nikah kıymalarının önünde bir engel yok. İçi rahat etmek isteyen bu yola başvurabilir. Anlatmak istediğim, tek ve vazgeçilmez olan resmi nikahtır. İster belediye başkanı ister görevlendirdiği memur ister müftü ister imam nikahı kıysın ama kıyılan bu nikahın tarafları bağlayan bir hüviyeti olsun. O yüzden dini nikahla bu toplumun yüzleşmesi gerekir. Böyle bir nikahın olmadığını başta Diyanet olmak üzere bu alanda söz sahibi olanlar ikna edici bir dil ile topluma açıklamalıdır. 

Dini ve Resmi Nikah (1)

Adına hoca, imam ya da dini denen nikah ile resmi nikah türü ile ilgili Prof. Dr. Abdurrahman Küçük'ün geçmişten günümüze nikahı anlatan makalesinden madde madde özet yapmak istiyorum:

1. Hz Muhammed'den beri uygulanan nikâh hukuki bir akit olmuştur. 

2. Osmanlı Devleti de evlenme akdini medeni bir muamele saymış, nikahın resmiyet kazanmasını sağlamıştır. İmamlara da kıydıkları nikâhı bir belge ile 8 gün içinde nüfus idaresine bildirilmesi sorumluluğu yüklenmiştir. (1881 yılında çıkarılan kanun.) 

3. 1889 tarihli Şûrayı devlet kararıyla, nikâh kıyma, hâkimin iznine bağlanmıştır. 

4. 1914’te yürürlüğe giren kanun, hâkim iznini devam ettirmiş ve evlenme evrakının düzenlenmesini kocaya bırakmıştır. Koca da düzenlediği evrakı, nikâhı kıyan imama tasdik ettirip mühürlettikten sonra, nüfus idaresine vermekle yükümlü tutulmuştur.

5. 1917 tarihli Hukuk Aile Kararnamesi (HAK), nikâhın önceden ilanı ve hâkimin veya onun görevlendirdiği bir görevli tarafından yapılması şartını getirmiştir.

6. 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun, evliliği, reşit iki şahit huzurunda, belediye dairesinde veya köy muhtarlığına bırakmıştır. Bu Kanun; tarafların hazır bulunmasını, reşit olmalarını, aleniyeti, memurun beyanını ve evlenme belgesi düzenlemeyi kural olarak koymuştur.

7. Nikâhın aslı; şahitler huzurunda icap ve kabulden, tarafların rızasından ibaret bir akittir.

8. Nikâhın sağlamlığı ve devamlılığı esastır. Bunun da bir belgeye veya günün şartlarına göre kurallara bağlanması gerekmektedir. Aksi takdirde nikâhın sıhhatine şüphe girmektedir. Bu bakımdan, yürürlükteki kurallara uygun ve bağlayıcı olmayan nikâh; nikâh değildir. Bu ölçüler içerisinde bir “dinî nikâh”, “dinî olmayan nikâh” yoktur. Önemli olan nikâhın, evlenmeyi belgelemesi ve tarafları garanti altına almasıdır. Bu bakımdan günümüz Türkiye’sinde kıyılan nikâhın yeterli olduğu görüşü hâkim kanaattir.

9. Bütün bunlara rağmen, Türk toplumunda,  “imam nikâhı” denilen bir nikâhın yapıldığı da bir gerçektir.

10. Kanun, medeni nikâh yapılmadan kıyılan dinî nikâhı yasaklamıştır. 

11. Bu durumda, iki nikâh ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan bazıları, medeni nikâh dışında, “imam nikâhı” ile evlendikleri görülmekte ve günümüzde de yaygınlaştırılmak istenmektedir.

12. İmam nikâhının ortaya çıkması, Medeni Kanun ile nikâhın belediyelere ve muhtarlara bırakılmasından sonra halk arasında, bu nikâhın sıhhati, “dinî nokta”dan tartışılmaya açılmış, bu şüpheyi gidermek için imam nikâhı kıydırılma esası benimsenmiştir. Bu nikâh, nikâhın tamam olmasının şartı sayılmıştır. Bu anlayış büyük çoğunluk tarafından kabul görmektedir. Çok fazla dinle ilgisi olmayan ailelerin bile “dinî nikâh” kıydırmak için görevli aradığı şahit olduğumuz konulardandır. Çünkü bu bir inanç konusu gibi insanların zihninde yer etmiş ve örfümüzün bir parçası hâline gelmiştir. Hâlbuki “imam nikâhı” diye bir nikâh yoktur.

13. Ben, “medeni nikâhın” günümüzde en geçerli ve bağlayıcı olması bakımından da İslam’a uygun olduğu kanaatini taşıyanlara katılıyorum. 

Sayın Küçük’ün verdiği bu bilgilerden benim anladığım, Hz Muhammed’den bu yana Osmanlı dahil, nikâhı kim koyarsa koysun, kıyılan nikahlar resmi nikah hüviyetindedir. Osmanlı döneminde imamların kıydıkları nikah da böyledir. İmam, hoca ve dini nikah adı altında resmi nikâhın yanında kıyılan nikah ise 1926 tarihinde nikah kıyma yetkisinin belediye ve muhtarlara bırakan Medeni Kanunla birlikte ortaya çıkmış ikinci bir nikâh türüdür.

Diğer yazımda hoca, imam ve dini nikah üzerinde durmaya devam edeceğim.

Keşke Her Gün Seçim Olsa!

Yağmur ve kar bereketi yönünden kış bu yıl kesat geçse de 2023 seçimleri yapılıncaya kadar bereketli ve hareketli günler geçireceğimiz gün gibi aşikar. Çünkü seçime çok olmasına rağmen bizim ülkemiz için beş kala diyebiliriz. 

Arka arkaya açıklanan müjdeler... 

Verilen vaatler... 

Yapılan icraatlar... 

Olmaz, mümkün değil denen sorunların çözülmesi... 

Şimdi bunlara bazı örnekler verelim:

Asgari ücretliye beklenenden yüksek zam verilmesi, 

Yukarı çıkış eğiliminde olan enflasyonun baz etkisi gösterip düşüşe geçmesi, 

Zincir marketlerin ürünlerinde sabit fiyat belirlemesi, 

Doğal gaz ve elektriğe her ocak ayında yapılan fiyat ayarlamasının bu yıl yapılmaması hatta bazı sektörlerin doğal gazında indirime gidilmesi,

EYT sorununun çözülmesi, 

Sağlık çalışanlarına, din görevlilerine, emniyet ve öğretmenlere 3600 kat sayısının verilmesi, 

Otoban ve köprülere yıl sonuna kadar zam yapılmaması, 

Memur, emekli ve işçiye sözleşmede belirtilen zam oranının üzerinde zam yapılması,

Siyasette çalınmayan kapıların çalınması,

Her pazartesi yeni müjdelerin açıklanması, 

Doğal gaz müjdesi ve yerli gazın çıkarılacak olması, 

Yerli otomobil TOGG'un görücüye çıkması ve seri üretime başlaması,

Ucuz kredi verilmesi, 

Toplu konut hamleleri, 

Konutların doğal gaz ısınma giderinin üçte ikisini devletin sübvanse etmesi...

Örneklerde de görüleceği üzere ülke insanının başına talih kuşu kondu. Akşam sabah bereket yağıyor. Tüm bunlar milletin başına yağmur gibi yağarken artık kimsenin sırtında yumurta küfesinin kalmadığı görülüyor. Tüm bu müjde ve yapılan icraatlar insanımız hak ettiği için mi yapılıyor yoksa ölüm kalım savaşı seçime yatırım mı? Bunun takdiri okuyucuya ait. Hak verilmişse gecikmiş de olsa adalet yerini buldu diyebiliriz. Yok, seçim yatırımı ise keşke her gün bayram olsa temennisi gibi bu ülkede keşke her gün seçim olsa diyesi geliyor insanın.

Araba ve Ben (4)

Üç dört yıllık eski model eski kasa Şahin'i ev alacağımda satınca, ev borcunu ödeyinceye kadar yine arabasız kaldım. Nihayet 2011 yılında yine birilerinin aracılığıyla 2000 model Nissan Primera alabildim.

Şahin'den başka araba sürmeyen biri olarak aldığım Nissan'ı eve getireceğim. Aradan bir altı yıl geçince araba sürmeye yabancılaşmışım. Vitesleri nasıl atılır diye birine sordum. Sağ olsun gösteriverdi. Çarşı trafiğine girmeden kenar ve köşeden yavaş yavaş evin yolunu buldum.

Binmeyi ve sürmeyi sevmediğim, binmek için merak etmediğim bu araba macerası yazısı sıkmaya başladı. 11 yılını bende dolduran eski ama yeni arabamla ilgili birkaç anekdota yer vererek bitmeyen bu araba yazısını tadında bırakayım istiyorum. 

Yazın pikniğe gideceğiz. Kayınpeder ve kayınvalide benim arabaya bindi. Dönüşte kayınvalideyi indireceğim. Kayınvalidenin oturduğu koltuk içeriden açılmadı. Ne kadar uğraştıysam da açılmadı. Arabaya değil, kayınvalideye kızıyorum. Bir bindi, kapıyı bozdu. Hele bir de ben bir şey yapmadım demesi yok mu diyorum. 

Aylarca böyle bindim arabaya. Arkaya binen birileri olmuş ve yolda ineceklerse, soldan inemeyeceklerine göre yolda duran birinin yanına duruyor, ön sağ kapının camını indirerek arkadaş, şu arka kapıyı açabilir misin diye önceleri yardım istedim. Sonraları camı indirerek kapıyı dışarıdan açmasını söyledim inecek olandan. 

Baktım böyle olmayacak. Bir kaportacıya gittim. Kapının böyle böyle bir derdi var dedim. Arka sağ kapıyı dışarıdan açmasıyla kapaması bir oldu ustanın. Tamam, gidebilirsin dedi. Şaka yapma. Bir şey yapmadın ki dedim. Dene dedi. Arabanın içine geçerek içeriden açtım. Hayret bir şey. Açıldı kapı. İnip adama, ne yaptın, okuyup üfledin mi dedim. Meslek sırrı dedi. Para teklif ettim. Borcun yok dedi. (Bayılıyorum ustaların böyle demesine) Bari şunun derdi neymiş bir söyle dedim. Çocuk kilidi kapalıymış dedi. Bu arabada çocuk kilidi mi varmış dedim. Olmaz mı dedi. Sanırım kapı açılmıyor diye gelen ilk müşteri benim dedim. Tek tük de olsa arada bir senin gibi çıkar böyle dedi. Ayrılırken bunu kimseye söyleme. Aramızda sır kalsın dedim. Tamam dedi, gülüştük. Bu duruma mahcup mu olmalıydım yoksa toplumda bu duruma düşen  ender kişilerden biri olduğum için gurur mu duymalıydım, bilemedim.

Arabayı benden fazla oğlanlar sürdü. Biri bıraktı, diğeri aldı. Bir gün oğlan, akşamları ön ekran karanlık. Kaçta gittiğimi göremiyorum dedi. Yanmayan farları kaportaya vurarak çalıştırdığım gibi arabanın ön kaputuna vurdum. Ekran görünür oldu. Bu iş babanın işi evlat dedim. Ama benim ustalık bir gün sürdü. Çünkü ertesi günü oğlan yine yanmıyor dedi. Yine vurdum. Çünkü elimdeki tek malzeme bu idi. Bu sefer ne kadar vurduysam yanmadı. 

Bu işin oto elektrikçi işi olduğunu öğrendim. Sürdüm ustaya. Usta beni şoför mahallinde indirmeden direksiyonun sol tarafında bir yere dokunarak ekranı yaktı. Tamam dedi. Neredenmiş dedim. Ekran düğmesi var şurada. O kapanmış, açıverdim dedi. Benim için büyük, ustası için çocuk oyuncağı olan bu dertten böylece kurtuldum. Şimdi ekranın nereden açılıp kapandığını bile biliyorum. Artık kaporta kendisine vurmamdan kurtuldu. Böyle tamirlere can kurban. Ustalar para da almıyor, seni oyalamıyor da. Böyle durumlarda tek yapacağınız sanayide bir ustaya uğramak. O kadar da olsun. Arabanın özelliklerini öğrenmemek için inat edersen, sanayiye gitmekten de gocunmayacaksın. 

*

İki anekdotla sayfayı yine doldurmuşum. “Buldum buldum” başlığıyla ayrı bir yazı konusu edindiğim için burada ayrıntısına girmeden kısaca üçüncü bir anekdota daha yer vereceğim.

Arabamın dikiz aynalarını otomatik ayarlayan bir düzenek olduğunu bir 11 yıl elle ayna düzelttikten sonra arabamda böyle bir özellik olduğunu öğrenmiş oldum. Araba bende durdukça daha ne özelliklerini öğreneceğimi şu anda bilmiyorum. Aslında bunları ben öğrenirim öğrenmeye de bu konuda tek eksiğim merakımın olmaması.

İşin özü, arabam olsa da olmasa da araba ve ben gördüğünüz gibi birbirimize çok yabancıyız.

9 Ocak 2023 Pazartesi

"Elinizin Körü"

Kıbrıs Savaşında durumun ne olduğunu saat başı verilen radyo haberinden rahmetli dedem dinlemek isterdi. Bazı saatler öyle olur ki haberler Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynamakta olan maçın skorunu verirdi. GS: 0, FB: O şeklinde.

Bir böyle, iki böyle sonunda dedem, 0-0 elinizin körü dedi çekip gitmişti. Öyle ya. Ülke savaş halinde. Radyo savaştan haberler vereceğine maç anlatıyor ve skor veriyordu. Kızmayıp da ne yapsın.

Pandemi çıkmadan ve çıktıktan sonra her TV programında saatlerce salgın ve salgından korunma yolları anlatılmaya başlayınca başta haberler ve TV programları olmak üzere kabak tadı verircesine hep salgından bahsederek uzmanlar bir güzel korku pompalamışlardı. Sayelerinde haber izlemeyi bıraktım.

Bir altı ay sonra o değilden televizyonu açıp yine salgın tartışmasını görünce kaybettiğim ve kaybedeceğim bir şey yok deyip televizyonu yine kapatmıştım.

Salgın bitince TV'lerdeki salgın salgını da bitmiş, rahat bir nefes almıştım.

Ama sevincim fazla sürmedi. Şimdi de milletin tek derdi seçimmiş gibi her akşam seçim konuşması gırla gidiyor. Karşılıklı tartışmacılar kendi arasında gelin güvey oluyor. Ne bitmez seçim tartışmasıymış böyle dedim ve rahmetli dedemin elinizin körü sözünü hatırlayarak televizyonun kapat düğmesine bastım. Oh be dünya varmış.

Hayrınıza seçim yapılır ve televizyonlarda seçim tartışması biterse, haber verin de dünyada ve Türkiye'de ne olup bittiğinden haberdar olayım.

Araba ve Ben (3)

Yaz dönemi memleketim Konya'dayım. Temmuzun son haftası lise sınıf pikniği için Ahmet Bey'in tahsis ettiği otobüsle sınıfça pikniğe gidiyoruz. Muhabbet gırla gidiyor, eski anılar tazeleniyor.

Piknik yerine doğru yol alırken Salim isimli arkadaş, “Ramazan Abi, nerede bir Şahin'i olan varsa p.ç” dedi. Düzgün sürenler de vardır. İstisnası yok mu dedim. Yok abi dedi. Salim, benim de şahinim var. Şunun istisnası yok mu dedim. Olabilir abi, bunun istisnası yok dedi. Şahin'im olduğu için yok yere bir de p.ç olmuştum. 

Piknik yerinde diğer arkadaşlarla bu konuyu şakaya getirip onları güldürerek hakareti hazmetmeye çalışıyorum. Bu arada hazmı zor mu zor. Zira ne yenir ne de içilir. Bizi az kenarda dinlemiş araba sarrafı arkadaşımız. Bir de demez mi, “Ramazan abi alınıyorum. Böyle devam edeceksen, ben geri dönüp gideceğim” diye. Mübarek, alınacak ve geri dönecek biri varsa o da benim. Sen niye dönüp gideceksin. Kendince istisnasını bile kabul etmeden tüm Şahincilere hakaret ettin. Git işine dedim. Konu kapandı.

Adana'dan Konya'ya geliyorum. Yine bir yaz dönemi. Arabama şoför aramıyorum artık. Kendi tırnağımla başımı kaşıyorum. Ne de olsa kaç yıldır sürüyorum. Bakmayın siz iki arabanın arasına park edemediğime.

Arabayı sürüyorum sürmeye ama hızlanınca direksiyon titriyor. Kaç yıldır böyle.

Ulukışla'dan Konya'ya doğru geliyoruz ailecek. Arkada dört çocuk, önde hanım. Yolun sağında elinde valizle yürüyen bir genç var. Belli ki öğrenci. Hanıma, arkaya geç, sıkışın. Şu genci alalım dedim. Gencin yanında durdum. Bin delikanlı. Yalnız valizi kucağına alacaksın. Bagajda boş yer yok dedim.

Genci aldık. Ereğli'ye gidecekmiş. Ereğli kavşağında onu bıraktıktan sonra yola devam ettik. 90-100 kaçla gidiyorsam artık. Tam Merdivenli'ye gelmiştim ki bir pat sesi ve arabada bir sendeleme. Yavaşlayarak sağa çekip durdum. İnip baktığımda arka sol tekerin jantından başka lastikten eser yoktu. Dedim, Allah bizi korudu. O genci aldığımda nereye binecek, sıkışacağız demiştiniz. O gencin duasını aldık. Hepimize geçmiş olsun dedim.

Çoluk çocuk kenarda soluklanırken ilk lastik değiştirmeyi yağmurlu bir havada Adana Balcalı Hastanesinin bahçesinde değiştirerek acemiliği atmıştım. Bagajda yedek lastiği çıkararak değiştirdim. Bizi gören bir teyzenin elinde su ile birlikte yanımıza gelip geçmiş olsun demesini unutamam.

Lastiği değiştirerek yola revan olduk. Yolda bu lastikleri yenilemem lazım. Arabayı ilk aldığımda tamir ustası, lastiklerin paflaşmış, yeni göründüğüne bakma. Değiştir demişti. Adam haklı çıktı. Lastikçiler değiştirmene gerek yok deyince kaç yıl eski lastiklerle yollardaydım.

Konya'ya varır varmaz ilk işim arabayı lastikçinin önüne çekmek oldu. Bana dört lastik ver dedim. Lastikleri yenileyince direksiyonun titremesi de geçti. Arabayı sürmek daha da kolaylaştı. Beni yormadı artık. Arabanın lastiklerinin önemli olduğunu bu vesileyle öğrenmiş oldum.

Lastikleri yenilenmiştim ama o sene tayinim Konya'ya çıktığı ve Konya'dan bir ev aldığımdan arabayı satmam gerekti. Yeni lastikle doğru dürüst sürmeden ve hevesimi almadan arabayı araba pazarına götürerek satmaya karar verdim. Oto galeriye varır varmaz müşteri de geldi. Arabaya baktılar. Kaç istiyorsun dediler. 4 bin lira dedim. Yıl 2005 idi. İndirim yap alacağız dediler. Dediğim parada direndim. Pazarlıksız olmaz dediler. O zaman 4.250 lira istiyorum. 4 bine vereyim dedim. Tamam deyip el sıkıştık. Ertesi gün noterin önünde buluşarak ilk göz ağrım arabayı sattım.

Arabayı 2 milyona almıştım. Altı sıfır atılmamıştı o zaman. 6660 Mark'a tekabül ediyordu. 2005 yılında iki katı olan 4 bine sattım ama 2001 krizi paramızı pul ettiği için 3 bin Mark bile değildi 4 bin lira. Bol enflasyonlu hayat böyle bir şeydi. Devalüasyon yoluyla cebimizden paramızı bu şekil alıyordu birileri.

Kaldım mı şimdi arabasız. Ama değerdi arabasız kalmaya. 30 bin liraya aldığım evin parasına kendimden kattığım 7 bin liranın 4 bini arabadan gelmişti. Geri kalan 23 bin lirayı arkadaşlardan borç alarak kira öder gibi onlara ödemiştim. Sağ olsunlar. O devirde ve bu devirde özellikle enflasyonlu hayatta kim kime o kadar borç verirdi. Ama verdiler. Minnettarım kendilerine. 

Bu vesileyle Şahin'e sahip olmamdan dolayı "Her Şahin'i olan p.ç" hakaretinden de kurtulmuş oldum. O arkadaşı görsem, desem ki Şahin'i sattım. O Şahin'in parasını da katarak eski de olsa bir ev aldım. Şimdi ben o yüz karası durumdan kurtuldum mu desem, ne der acaba? Ama sormam. Sorar mıyım? Bu kafada olan birinin "Şahin parasıyla aldığın o evde oturman caiz değil" demesinden korkarım çünkü. Garibimin dili yanmış demek ki Şahincilerden.