13 Aralık 2021 Pazartesi

Bilin ki Suçlu Değilim

—Görüyorum ki her şeyi ağzına yüzüne bulaştırdın. Bu durumda ne yapmayı düşünüyorsun?

—Daha önce yaptıklarımı yapmaya devam edeceğim.

—Ne yapıyordun ki?

—Suçu daima başkasına atıyorum ve rahat ediyorum.

—Mesela?

—Dış güçler diyorum, stokçular diyorum, fırsatçılar diyorum. Diyorum diyorum diyorum. Rakiplerime kızıyorum ve bunlardan dolayı diyorum. Daha olmadı, bunların geçmişini ve zihniyetlerini sorguluyorum. Hiçbir şey yapamasam bile görmezden geliyor, bir şey yokmuş gibi davranıyorum.

—Farkındayım. Hayret ve şaşkınlık içerisinde izliyorum seni ve pes diyorum.

—Ne yapayım, bende hobi haline geldi bu.

—İşin garibi, ürettiğin mazeretlere inanan, bunları başkasına karşı ölümüne savunan sevenlerin de çok. Sırtın yere gelmez. Sahi, bu kadar mazeret ve gerekçeyi ne ara öğrendin böyle? Mektebinde mi okudun?

—Ne mektebinde okuyacağım. Ben hayatımda iki kitap bile okumamışım ki bu yaştan sonra mazeret ve gerekçenin okuluna gideyim. Ben hayatın kitabını yazmışım. Çocukluğum sağ olsun. Bu konuda anne ve babama da minnettarım. Zira beni iyi yetiştirmişler.

—Ne yapmışlardı rahmetliler?

—Küçükken yaramazdım. Nere bastığımı bilmezdim. Hep de düşerdim. Düştüğüm zaman kalkma imkanı olduğu halde yerden kalkmazdım. Gelip biri kaldırsın diye beklerdim. Gelip kaldıran olmazsa sesimi yükseltir ağlardım. Gelen var mı diye sağa sola bakardım. Kimse yoksa avazımın çıktığı kadar bağırmaya başlardım. Hoş, koşarak beni kaldırmaya gelen olursa da ağlardım. Beni yerden kaldırdıktan sonra da sus ağlama, kıyamam sana deseler de ağlamaya devam ederdim. Ne zaman susardım biliyor musun?

—Ne zaman?

—Ta ki düştüğüm yere “Ah seni ah seni” diye ayaklarını vuruncaya kadar”.

—Ama yerin suçu yok ki

—Biliyorum yerin suçunun olmadığını.

—Ne demek istiyorsun? Bugünlerle alakasını kuramadım.

—Çünkü niye dikkat etmedin, niye önüne bakmadın deselerdi, suç benim olacak ve ben bu suçla yüzleşecektim. Baktım ki annem ve babam bana hiç toz kondurmuyor. Dili olmayan gariban yeri tepeliyorlar.

—Eee?

—E’si, tüm suç bende olduğu halde bugün herhangi bir konuda mazeret, gerekçe üretebiliyorsam, güçlü bir savunma mekanizmam varsa, suçu hep başkasına atabiliyorsam, annem ve babamın hiç suçu olmayan yeri tekmelemesi bana çok şey öğretti. Unutma, suç işliyorsun ama suçu sahiplenmiyorsun ve suçu başka yerde arıyorsun. Hala bunu yapıyorum. Bundan çok ekmek yiyorum. Böyle olmasına rağmen bana inananlar olduğu müddetçe de bu formülü uygulamaya devam edeceğim.

—Böyle yapmakla için rahat mı bari?

—Hem de o kadar rahatım ki çocuklar gibi şen oluyorum.

—Ya vicdanın?

—Vicdanımla sorunum yok. Zira o benden ben de ondan memnunum. İki memnun bir araya gelince keyfime diyecek olmaz.

—Yani bedel ödemem, olup bitene tüh bile demem diyorsun.

—Aynen öyle.

—Sana tüm bu yolculuğunda bir kopya da ben vereyim. Aynı gerekçeleri üretmek bir gün kabak tadı verirse bunu da kullanabilirsin.

—Neymiş o?

—Biri, kahvehanenin karşısındaki park alanına aracını park eder. Park ettiği zaman aracının önünde ve arkasında hiç araç yoktur. Akşam eve gideceğinde, yanında çalışanları da aracına alır. Mevsim kış olduğu için binenlerin nefesinden aracın camları buharlanır. Arabayı çalıştırır. Arka arkaya gitmeye kalkar. Arkadaki araca çarpar. Yanındaki yeğeni, emmi! Arkada araba var dediyse de yok, taştır diyerek arabaya gerisin geri bir daha vurur. Aracına vurulduğunu kahvehanenin önünde gören sahibi ise hop hop diyerek koşarak gelir. İnip bakarlar ki arkada bir araç var. Arabaya çarpan ne diyebilir bu durumda? Sıkı dur. “Sen bu arabayı niye hava rengine boyattın” diyerek hatasını hiç üzerine almaz. Adam ne dedi bilmiyorum ama öyle zannediyorum, böyle bir gerekçe karşısında küçük dilini yutmuştur. Anlaşılan onun ailesi de küçüklüğünde yeri çok tekmelemiştir.

—Bu da güzelmiş. Dağarcığımda bulunsun. Sırası geldi mi kullanırım. Yaşa, var ol.

Mağdurun Söz Söyleme Hakkı Var *

Bir zaman bir kurban bayramını memleketimde geçirmek istedim. Bayram namazını yolda bir camide kılıp namaz sonrası topluca yenen aile yemeğine katılmak niyetim. 

Antalya Çevre yoluna çıkıp oradan Karaman Yoluna geçeceğim. Bu yol tenha olur çoğunlukla. Bir de ne göreyim, Çevre yoluna iki gidiş, bir geliş olan bu kavşakta km.lerce uzanan bir araç kuyruğu var. Nere gidiyor, bu saatte bu araçlar derken gecikmeli de olsa jeton düştü. Belli ki ileride çardaklar var. Vatandaş sabahtan kurbanını kestireyim diye erkenden yola düşmüş. Ne yapayım ne edeyim derken baktım, bazı gözü açıklar karşıdan gelen araçların şeridi boş olduğu için o şeride geçiyor. Benim bu gözü açıklardan neyim eksik, hayatımda bir gözü açıklık da ben yapayım deyip peşlerine ben de takıldım.

Bu durum pek içime sinmese de içim içime sığmadı. Çünkü kedi olalı bir fare tutacaktım. Ben ters şeritten erkenden geçip giderken sağımda upuzun uzanmış araçlar ne kadar bekleyecekti, kim bilir? Az sonra korna sesleriyle irkildim. Ne oluyor demeden, ışığından kalkıp gelen arabalar ters yola dizilmiş araçlar yüzünden yollarına devam edemedikleri için korna üstüne korna basıyor. Önümdekiler, tepki gösterilmesine rağmen sağdaki araçların arasına güç bela girdiler. Bir tepki de ben çekmeyeyim diye sağa girmeye kalkışmadım. Ters yolda sap gibi ortada bir ben kaldım.

Karşıdan gelen araç önüme kadar geldi. Aracından indi. “Bu yaptığın iş mi, ben işime nasıl gideceğim, zaten geciktim” şeklinde epey bir laf saymaya başladı bana. Aracımda yalnız değildim. Üç tane delikanlı vardı. Adam ise yapayalnızdı. Adamın sayıp dökmesine benim çocuklar araçtan inip tepki göstermek istediler. Onlara, “Hiç sesinizi çıkarmayın. Araçtan da inmeyin. Zira ters yola giren biziz ve suçluyuz. Adam ne derse yutacağız. Zira hak ettik. Çünkü adamı mağdur eden biziz. Mağdurun ise söz söyleme hakkı var” dedim. Sonunda sağ tarafımdan yol verdiler de aralarına girdim, yol açıldı.

Yıllar önce başımdan geçen bu anekdotu anlatmamın sebebi “Mağdurun söz söyleme hakkı var” sözüdür. Gerçekten bir konuda biri mağdur ise onu mağdur eden de birileri vardır.  Mağdur eden taraf ise mağdurun mağduriyetten mütevellit sayıp dökeceklerine hazır olmalıdır. Bu söz üzerine biraz durmak istiyorum. Zira insanımızın mağduriyeti say say bitmez. Mağdurun mağduriyetinden dolayı söz söyleme, dertlenme, serzenişte bulunma, tepki gösterme, kızıp bağırma hakkı olmasına rağmen çoğu zaman mağdurun söyleyeceğini ağzına tıkar, üste çıkmaya çalışarak ikinci bir mağduriyet daha oluşturuyoruz. Yanlış bu yaptığımız. Bırakalım da mağdur içini boşaltsın ve deşarj olsun. Çünkü içini boşaltan rahatlar. Aynı zamanda konuşarak içini döken insandan da zarar gelmez. Üzerine bir de özür dilenirse mağdur daha ileriye gitmez ve susar. Hatta olayın ardından kişiler arasında dostluklar bile oluşabiliyor. Mağdurun ağzına lafı tıkamak, üste çıkmaya çalışmak, gerekçe ve bahane üretmek, suçu kabul etmemek, ortamın daha da gerilmesine ve işin uzamasına sebebiyet verir ve iş kavgaya da dönüşebilir. Maalesef bu konuda iyi bir sınav vermiyoruz.

Gelelim günümüze. Malumunuz bugünlerde vatandaş enflasyon ve hayat pahalılığını iliklerine kadar hissediyor. Dövizin ateşi bir türlü sönmüyor. Tepeden tırnağa her ürüne zam geldi hala gelmeye devam ediyor. Vatandaşın alım gücü her geçen gün zora giriyor. Yeni gelen zammın sıcaklığı geçmeden yeni zam geliyor. İnsanımız alışveriş yapmaya korkar oldu. Durum bu iken herkes yaşanan bu durumu dile getiremiyor. Kim hayat pahalılığından dert yanmaya kalksa, şu ürüne ne kadar zam gelmiş dese, birileri üzerine vazifeymiş gibi mevcut duruma gerekçeler üretmeye başlıyor. Nankörlük yapmayın, yapılan onca iyi şeyler var, bunları unutmayın diyerek piyasadan şikayet edenin ağzına lafı tıkıyor. Avrupa’da da böyle, onlar bizden daha zor durumda diyor. Dış güçler, fırsatçılar vs. diyerek suçu başkasına atıyor. Mevcut durum balçıkla sıvanamayacak kadar ayan beyan iken bu kadar savunmacılık, bu kadar alınganlık niye gerçekten çok anlamış değilim. Bırakalım da alım gücü iyice zayıflayan vatandaş yaşadığı haleti ruhiyesini konuşarak dile getirsin. Ha mevcut durumdan şikayet edince piyasa düzelecek mi? Hayır ama en azından içini döküp rahatlamış olur. İnanın, yağmur yağmıyor, kış kurak geçiyor desen, eskiden de yağmazdı, sadece bu hükümet zamanında değil deniyor. Pes doğrusu…

*17/01/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

12 Aralık 2021 Pazar

“…Çok Ekmek Yedik” *

94 ekonomik krizi öncesi idi. Bugünlerdeki gibi fiyatlar uçmuştu. Bir televizyon almak istiyordum. Alabilirsem ilk defa bir televizyonum olacaktı. Kaç esnafa vardıysam, kimse önünü göremediği için para bir tarafa televizyon bir tarafa dedi. Tanış olduğum bir esnaf ise dört taksit yapayım dedi. Dünden razıydım buna. Zira aldığım ücretin tamamını versem bir televizyon etmezdi. 

Sıra geldi televizyon beğenmeye. Gerçi elinde fazla da çeşit yoktu. Varsa da fiyatları daha pahalı idi. Alacağım markanın o modelini, Türkiye'nin meşhur markası ilk defa piyasaya sürmüştü. Ekranlarda "Bir dünya markası" şeklinde bol bol reklamı yapılıyordu. Teleteksi de vardı üstelik. 55 ekran bu televizyonun kulaklıkları içine monte edilmemişti. Kulağa benzer şekilde televizyonun sağına ve soluna takılıp çıkarılabiliyordu. Bir arkadaş, kulaklığın bu şekilde takılıp çıkarılması çok iyi düşünülmüş. Evde istediğin yere bu ses hoparlörlerini uzatırsın dedi. Taksitli de olsa ödeyebilir miyim demeden televizyonu aldım ve peşinatı vererek önüme konan üç senede imzamı attım.

“Bir dünya markası” olan bu televizyondan hiç randıman alamadım. Kumandasına pil dayandıramadım. Bir-iki haftada bir pilini değiştiriyordum. Pil de bildiğimiz kalem pillerden değil, köşeli pillerden idi. Bu da pahalı idi. Servisine bu durumu birkaç defa dile getirince şu kumandayı öneririm dedi. Orijinal kumandayı atarak önerilen kumandayı aldım. Kumandadan geçtim. Sürekli arıza üzerine arıza verdi. Televizyon açıkken ara ara kulakları patlatırcasına garip sesler çıkıyordu. Bu halde iken kumanda da görev yapmıyordu. Ayağa kalkıp düğmesinden kapatıp yeniden açman gerekiyordu. Garantisi bitmeden birkaç defa servisine götürdüm. Televizyon birkaç gün serviste kaldı her defasında. Usta, bir arıza görmedim deyip her defasında televizyonu geri verdi. Nedense bende arızaya geçen bu televizyon servise göre sağlam idi.

Böyle böyle kullandım bu televizyonu. Nihayet garantisi bittikten sonra yine aynı arıza ve yine servis. Arıza tespit edilememesine rağmen şunu değiştirdim, bu kadar para, bunu değiştirdim, şu kadar para dendi her defasında. Nizip, Kahta, Adana ve Konya’yı dolaştı benimle beraber. Artık servisi de bıraktım, gördüğüm tamirciye götürdüm. Kucağımda getirdiğim bu televizyonu gören her tamircinin yüzü güldü. Çünkü her biri bir parçasını değiştirdi ve hiçbiri para almadan beni eve göndermedi. Hasılı, dış ekranı ve heyula gibi kulaklıklarının dışında televizyonun iç parçasından değişmeyen kalmadı ve halen bu televizyon bende. Sonunda yeni bir televizyon aldım ama bu emektar televizyonu kullanmasam da belki lazım olur diye saklıyorum dünya kadar tamir parçası ödediğim bu “dünya markasını”.

Yeni ve geniş bir eve çıktım. Evin üst katına koydum bu televizyonu. Evde kalabalık etmesin diye tamirciye bu televizyondan bahsettim. Alır mısın bu televizyonu. Birine satarsın dedim. Tamirci, “Biz tamirciler o markanın o serisinden çok ekmek yedik. İşe yaramaz ve kimse de almaz” dedi. Halen evde duruyor.

Bahsettiğim bu televizyon markası, iki farklı ismiyle Türkiye’nin her yerinde çok satılan ve meşhur bir marka. Aşağı yukarı her evde bu firmanın ürünü var. Firma, sürdüğü bu serinin akıbetini ve genle şikayetleri bilmesine rağmen bu seriyi geri çekeyim demedi. Başka ülkede olsaydı, inanın aynı anda bu seri geri çekilir, müşteriye paraları geri iade edilir ve özür dilenirdi. Çünkü ciddi bir firmadan da bu beklenirdi.

94 yılında aldığım ve randıman alamadığım bu televizyonla ilgili beni yazı yazmaya iten, tamircinin “Biz bundan çok ekmek yedik” demesiydi. Bir şeylerden ekmek yiyen sadece televizyon tamircileri mi? Bu sözden hareketle sadede gelirsek, yazımı uzatmadan bu tiplerden de kısaca bahsetmek isterim. Zira yazımın ana fikri de bunun üzerinedir. Özellikle siyasilerimiz şu değer ve alanları kullanarak siyaset yapar ve bunlar üzerinden ekmek yer. Alan bitek olunca hep geçer akçe olmuştur. Yiyip yiyip bitiremediler. Kimi dini, dini değerleri ve toplumun değer yargıları üzerinden siyaset yapar. Bol bol ayet-hadis okur ve dini kullanır. Kimi Atatürk’ü kullanarak emellerine alet eder ve Atatürk’ten ekmek yer. Kimi de 38-50 arasındaki Türkiye yönetimini sürekli dile getirerek ben gidersem, onlar gelir demek suretiyle halka aba altından sopa gösterir ve yerini garanti altına alır vs.

Hülasa, bir şey üzerinden ekmek yiyenlerin en masumu, emeklerinin karşılığını alan televizyon tamircileridir. Esas ayıbı yapan, Türkiye insanının kanını emen ciddi görünümlü firması, dini ve Atatürk’ü emellerine alet ederek ekmek yiyenlerdir. Çünkü din ve Atatürk’ten ekmek yemek tehlikelidir. Dini referans kabul edenlerin, özü ve sözü bir değil ise bundan en büyük zararı din, aynı şekilde Atatürk’ü ağızlarından düşürmeyenlerin özü ve sözü bir değil ise bundan da en büyük zararı Atatürk görür.

*29/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

10 Aralık 2021 Cuma

Tarihi Dizilerimiz *

Televizyonlarda gösterime giren dizilerle aram pek yok. Geçmişte takip ettiğim birkaç dizi oldu. Dizi final yapıncaya kadar izlemeye devam ettim. Akşam 8 sularında özetiyle başlayan diziler aşağı yukarı 00.00’a kadar sürüyor. Dizi başlayınca kolay kolay reklam verilmiyor. Reklam verildi mi de diziye geçilmiyor. O kadar reklam aldığına göre öyle zannediyorum, dizilerin izleyici kitlesi epey var. Baktım ki dizi bağımlılık yapıyor. Tüm gecemi yok ediyor. Bir daha mı dedim ve dizi izlemeye tövbe ettim. Misafirim geldiğinde ya da misafirliğe gittiğimde muhatabım dizi bağımlısı ise onlar izlerken o değilden mecburen biraz izlediğim olur. Dizinin evveliyatını bilmeyince böyle dizileri izlemek benim için Çin işkencesi oluyor ama yapılacak bir şey yok.

Son yıllarda herhangi bir dizi izleyicisi olmasam da ne tür dizilerin gösterimde olduğundan haberdarım. Dizilerin içeriğine bakınca son yıllarda genellikle tarihi diziler revaçta. Gösterime giren bir dizi birkaç yıl sürüyor. Ardından finali yapılır yapılmaz yeni sezonda bir başka tarihi diziye geçiliyor. Geçmişimizden bahseden bu tür diziler izleyiciyi ekrana çekiyor olmalı ki bu tür dizilere geçildi. Köklü ve geniş bir tarihimiz olduğuna göre senarist ve yapımcılar tarihi dizilerden epey ekmek yiyeceğe benziyor.

Dizilere, özellikle tarihi dizilere karşı mıyım? Değilim. Dizi olsun, her türlü konu da dizi konusu edinilsin. Zira insanımızın hoşça vakit geçirmeye ve bazı konularda bilgilenmeye ihtiyacı var. Yalnız dizilere bir standart getirilmesinde fayda var hem zaman hem de içerik yönünden. Çünkü diziler özetiyle birlikte izleyicinin tüm gecesini alıyor. Pekala diziler özetiyle birlikte 1,5 saat ile sınırlandırılabilir. Yine dizilerin kaç bölüm olacağı, dizi ekranlara verilmeden belli olması iyi olur. Çünkü yıllarca süren diziler var. Yeter ki izleyici bulabilsinler. Bitmeyen hikaye gibi dizi sündürülüyor da sündürülüyor. Sanki konu sıkıntısı çekiliyormuş gibi aynı sahneler tekrar ediliyor. Yine dizilerimiz ağır çekim gibi. Bir yarım saate sığdırılması gereken bölümler birkaç haftaya yayılabiliyor. Zamanında izlemeye başlayan izleyici de tüm bunlardan sıkılmasına rağmen bağımlılık yaptığı için izlemeye devam ediyor.

Dizilerin içeriklerine gelince, sosyal hayatta dizi ve sinemaya uyarlanması gereken çok geniş bir alan olmasına rağmen televizyonlarda oynatılan diziler, konusu yönünden birbirinin kötü bir kopyası mesabesinde. Çünkü tüm diziler birkaç konu etrafında dönüp duruyor. Aslında her dizide farklı konular işlense, daha sürükleyici olur ve fazla izleyiciyi ekrana çekmiş olur.

Son yılların parlayan yıldızı tarihi dizilere gelince, bu diziler içerik yönünden neredeyse tüm diğer dizileri geride bıraktı. Görünen o ki bir müddet daha devam edeceğe benziyor. Elbette tarihi diziler olsun ama tümden tarihe yönelmeyi abartılı buluyorum. Fazla izleyici bulduğundan mıdır yoksa birileri özellikle tarihi dizilere yer verilsin mi istiyor, bundan emin değilim. Sebep her ne ise tarihi dizilerin de aynı içerikli aşk film ve dizileri gibi cılkını çıkarmamak lazım diye düşünüyorum. Tamam, tarihi diziler gururumuzu okşuyor olabilir, bize farklı dünyalar yaşatabilir, tarihimiz ve tarihi şahsiyetler hakkında bizi bilgilendirebilir. Böyle dizilerle geçmişten ibret almamız istenebilir. Ki olması da lazım. Çünkü tarih ibret almak, geçmiş hataları bir daha yapmamak ve geçmişten güç alarak ayaklarımızı daha sağlam yere basmak içindir. Bunun için tarihi olay ve kişilerin herhangi bir fotoşopa tabi tutulmadan olduğu gibi aktarılması lazım ki bu tarih bize fayda sağlasın.

Gördüğüm kadarıyla tarihi dizilerimiz ibret alınsın, ayağımızı yere sağlam basalım diye değil de slogan, hamaset ve övgü üzerine yürüyor. Bence övgüden ziyade tarihimizden güç alarak günümüzde ne yapılabilir, tarihimiz geleceğe nasıl ışık tutabilir üzerine tarihi dizileri işlemek daha uygun geliyor. Zira hamaset, slogan ve övgünün bize geçici bir hazdan başka katkısı olamaz. Geçmişle yaşamayı bırakıp günümüze gelelim istiyorum.

*07/02/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Aralık 2021 Çarşamba

Umut ve Güvenleri Yok Etmemek Lazım *

Çölde yaşayan zengin ve muktedir bir kabile reisinin dillere destan, eşi az bulunur bir atı varmış. Günün birinde kabile reisi, çok sevdiği bu atına atlayarak çöle tek başına gezmeye çıkmış. Hayli zaman at koşturduktan sonra dönmek üzere iken uzaklarda bir kımıltı dikkatini çekmiş. Bir insan yerde yatıyor. Belli ki ölmek üzere olan yardıma muhtaç bir hasta.

Atından inerek yerdeki adama yardıma gitmiş. Hâlâ nefes aldığını görünce sevinip atının terkisinden su kırbası almak üzere iken yerdeki mecalsiz ve hasta adamı, o herkesten kıskandığı değerli atının üzerinde görünce şaşırıvermiş. Adam atı topuklayıp erişilemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra geriye dönüp alay edercesine bakmış atın sahibine. Fakat bir gariplik var. Atın sahibi ağlamanın dışında herhangi bir tepki vermiyor.

Zoruna gitti de ondan ağlıyorsun, değil mi? Sen ki bu atı kendi gözünden, evladından bile kıskanırdın ama bak, aklım ve çevikliğim sayesinde bu at şimdi benim oldu. Bu yüzden ne kadar ağlasan yeridir” demiş hırsız. Atın sahibi ise “Atımı çok sevdiğim doğrudur. Elimden alman elbette gücüme gitti. Üzülmeye üzüldüm fakat atımın elden gittiğine ağlamıyorum” deyince “Kadınlar gibi niye ağlıyorsun ya?” demiş. “Benim ağlamamın sebebi, bu haber yarın etrafta duyulduğunda, senin nasıl bir hile ile atımı elimden alıp kaçtığın, dilden dile dolaştığında, bundan sonra çölde hiç kimse, ölmek üzere olan gerçek bir ihtiyaç sahibine bir damla su vermeye çekinecektir. Üzüntüm bundan. Ne olur, bu yaptığını kimseye anlatma, olmaz mı?” şeklinde cevap vermiş. Bu cevap karşısında hırsız yaptığına pişman olur ve atı geri verir. Belli ki insaflı bir hırsızmış.

*

Yaşlı Fred, hastaneye kaldırılır. Ailesi, aile papazını da kendilerine eşlik etmesi ve gereğinde görevini yapması için çağrılır. Papaz ve aile fertleri yatağın etrafında beklerken Fred'in durumu aniden kötüleşir. Yatağından doğrularak, el işareti ile yazacak bir şeyler ister. Papaz, anlayışlı bir şekilde Fred'e kağıt ve kalem uzatır. Fred titreyen ellerle hızlı hızlı kağıda bir şeyler yazıp kağıdı papaza uzatır ve aniden ölür. Böyle acılı bir anda kağıttakileri okumanın doğru olmayacağını düşünen papaz, kağıdı katlayıp cebine koyar. Birkaç gün sonra, Fred'in cenazesi sırasında, Fred'in verdiği kağıdın cebinde olduğunu hatırlar. Cenazenin gömülmesinden hemen önce, papaz ileri çıkarak: ''Sevgili Fred, ölmeden hemen önce benden kağıt isteyerek bir şeyler yazdı. Zaman uygun olmadığı için o anda bakmadım ama şimdi, hepinizin önünde bu notu okumak istiyorum'' demiş ve cebinden kağıdı çıkararak yüksek sesle okumuş: ''LÜTFEN BİR ADIM SOLA ÇEKİL. OKSİJEN HORTUMUNA BASIYORSUN.''

*

Kral bir gün dondurucu kış mevsiminde gecenin soğuğunda nöbet tutan bir muhafızın yanına giderek “Üşümüyor musun?” diye sorar. “Ben alışığım efendim” der muhafız. Kral, “Olsun, ben sana, sıcak tutan elbiseler getirmelerini emredeceğim” diyerek ayrılır.

Ancak kısa bir süre sonra askerlerine sıcak tutan elbiseleri götürmelerini emretmeyi unutur.

Ertesi gün ise duvarın yanı başında soğuktan donarak ölmüş muhafızın cesedi bulunur. Muhafız ölmeden önce duvara şunu yazar:  Kralım, ben soğukta nöbet tutmaya alışkındım. Beni öldüren, senin sıcak elbise vaadindir”.

*11/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

7 Aralık 2021 Salı

Kız ve Erkeği Okullarda Ayırmak (2) *

Çocuklarımız, karma eğitimde mi yoksa teşbihte hata olmasın, haremlik-selamlık diyebileceğim kız-erkek ayrı okullarda mı okumalı? Bu konuda toplumun tek fikir olduğunu sanmıyorum. Karma olsun diyenler olabileceği gibi ayrı olsun diyenler de vardır. Ayrı ve karışık okumanın, olumlu ve olumsuz yönleri vardır mutlaka. Çünkü sosyal olaylarda tek doğru yoktur. Bana ikisinden birini seç denirse seçim yapmakta zorlanırım. Ama hangisi faydaya daha haiz değil denirse, çocukları ayrı okul ve sınıf ortamlarında okutmaya tabi tutmanın, tüm iyi niyetlere rağmen iyi sonuç vereceğini düşünmüyorum. Çocuklara ayrı veya karışık eğitim yaptırırken insan ve çocuk psikolojisini düşünmek, hangisinin yararları daha fazla, bunun üzerine kafa yorup ona göre harekete geçmek gerek diye düşünüyorum.

Karma eğitim sorunsuz mu? Değil. Kız-erkeğin bir olduğu yerde sorun olur, kız kıza okunan yerde de sorun olur, erkek erkeğe okunan yerde de sorun olur. Yani bir yerde birden fazla insan varsa orada sorun mukadderdir. Sorun oluyor diye ne yapacağız? Bence sorunla yüzleşmek, sorun çıkmaması için çaba göstermek, sorun çıkıyorsa sorunu gidermek için çaba sarf etmek gerek. Sorun çıkar veya çıkıyor diye okulları kız ve erkek olarak ayırmayı, sorundan kaçma ve pansuman tedbirlere başvurma olarak görüyorum.

Neden denirse, insanoğlu sosyal bir varlıktır. Hayat sadece okullardan ibaret olsa kızı ve erkeği ayıralım diyeceğim. Ama hayat dediğimiz şey okullardan ibaret değil. Hayatın her alanında kız ve erkek vardır ve iç içe yaşar. Bir elmanın yarısı gibidirler. Kadın ve erkek de birbirlerine ilgi duydukları kadar muhtaçtırlar da. Ne kadın erkeksiz ne de erkek kadınsız yapabilir.

Öyle değil mi gerçekten. Okul ve sınıflarda cinsiyet ayırımına tabi tutuğumuz kız ve erkek; cadde ve sokakta, alışveriş merkezlerinde, park, bahçe ve pazarlarda, mahallede, servis ve toplu taşımalarda, işyerlerinde bir ve beraber değiller mi? Bundan doğal bir şey de olamaz. Kadın ve erkeği ayrı dünyaların insanları olarak ayrı ortamlarda yaşatamayacağımıza göre bunları bir arada nasıl sosyalleştiririz üzerine kafa yormak lazım. Çünkü ayrı sınıf ve okul ortamlarında yetişen çocukları bekleyen en büyük tehlike sosyalleşme sorunudur. Kız görmeden veya erkek görmeden, erkek erkeğe veya kız kıza büyüyenler, toplumun içine girdikleri zaman neye, kime, nerede, nasıl, ne şekilde davranacağının ve nasıl konuşacağının sorunu ile karşı karşıya kalırlar. Genellikle karşıt cinsle uzun süre iletişim sorunu yaşarlar. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını.

Hoş, sorunlar dolayısıyla kız ve erkeğin sınıf ve okullarını ayırdık diyelim. Çağın ve teknolojinin geldiği noktayı nereye koyacağız? Çünkü bugün sanal alem, dijital ortam, cep telefonu ve İnternet hayatımızın bir parçası. Bu teknoloji sayesinde uzak yakın olabiliyor. Eve kapattığımız çocuğumuz bu teknoloji sayesinde dünyanın öbür ucundaki tanımadığı kişilerle iletişime geçebiliyor. Değil ki ayrı okullarda okuyan çocuklar iletişime geçemesin. Yani kız ve erkeği bekleyen tehlike, evlerimize kadar sirayet etti. Durum bu iken okul, bina ve sınıf ortamlarını ayırmayı kafamızı kuma gömmeye benzetirim. Dağda evliya yetiştirmeye çalışmaktansa toplum içerisinde kızın ve erkeğin kendini koruyabileceği ve gelmesi muhtemel tehlikelere karşı kendilerini nasıl koruyacağını öğrenmelerinde fayda vardır.

Kız ve erkek aynı sınıflarda okuduğu zaman öğrencilerin davranışlarında -istisnalar kaideyi bozmamakla beraber- olumlu yönde değişiklik olabileceğini düşünüyorum. Sınıfından bir kıza ilgi duyan -bunun tersi de mümkün- ilgi duyduğu karşıt cinse, kendini göstermek bakımından derslerine ve davranışlarına daha bir özen gösterebilir. Bu da başarıyı getirebilir. Burada, bunlar aşk hayatını okullarda yaşasın demek istemiyorum. Doğası gereği karşıt cinse ilgi duyan biri, ileride evlenmeyi düşündüğü kişiyi okul ortamında tanımış ve test etmiş olur. Bundan eş olur veya olmaz dedirtir. Bu da evliliğin temellerinin daha sağlam atılmasına sebebiyet verebilir. Çünkü sınıf ortamı bir günlük, üç günlük değil. Neredeyse 4 yıl boyunca birbirlerinin hal ve hareketlerini, ders başarısını, neye güldüğünü vs. gözlemlerler. Davranışlar pozitif enerji veriyorsa, ileride Allah’ın emri ile evlenirler. Böylesi bir durum; eş ve dostun tavsiyesi, görücü usulü ile evlenme, çarşı-pazarda veya işyerinde fiziki görme ve bir pastanede birkaç oturma sonucu muhtemel evlilikten daha iyi olmaz mı?

Bir diğer husus, kız ve erkeğin ayrı okul ve sınıflarda okutulması, devletin imkanlarını yerli yerinde kullanılmaması anlamına gelir. Çünkü kız ve erkek okulları aynı muhitte yan yana yer almıyor. O muhite kız okulu açılmışsa aynı mahalledeki erkek çocuklar daha uzaktaki okulda eğitim ve öğretim yapmak zorunda kalıyorlar. Aynı muhitteki okulun öğrencilerini kız ve erkek sınıfı diye ayırdığımız zaman 30 olan ideal sınıf özellikle kırsalda oluşmuyor. Çünkü okula gelen kız ve erkek sayısı eşit olmuyor. Bir sınıf seviyesinde 10 kız öğrenci varken erkek öğrenci sayısı 20 olabiliyor. Bir sınıflık öğrenciyi bu şekil iki sınıfa ayırdığımız zaman devlet bir öğretmen görevlendirmesi yerine iki öğretmen görevlendirmek zorunda kalabiliyor. Bu da devletin sırtına maddi olarak ek yük getirmektedir. Yani okulların normları alt üst olmaktadır.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Okullarda denetimli serbestlik şeklinde karma eğitim yapılması, bana daha makul geliyor. Biliyorum, bu konu çok su götürür ve çok şey söylenebilir. Yaptığım değerlendirme de kendimi bağlar. Herkesin görüşü kendisine.

*02/04/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Evladım İsyanlarda *

—Babacığım, biraz konuşabilir miyiz?

—Hepiniz toplanıp geldiğinize göre önemli bir şey olmalı.

—Yani.

—Buyurun, sizi dinliyorum.

—Bildiğiniz gibi bizim için çok şeyler yaptın. Neredeyse saçını süpürge ettin. Sayende görmediğimiz imkanları gördük. Bunun karşılığında bizden her ne istedi ise hep yanında olduk. Her dediğine destek olduk ve bir nefer gibi çalıştık.

—Sadede gelin.

—Sadede gelirsek, ne zamandır durumumuz iyi değil. Dünü arar olduk.

—Neyiniz eksik? Nankörlük yapmayın.

—Nankörlük yaptığımız yok. Yalnız, nicedir bir şeyler ters gidiyor.

—Ters olan ne?

—Aldığımızı yerine koyamıyoruz. Enflasyon başımızın belası.

—Enflasyon bu. İner de çıkar da.

—Ya dövize ne demeli?

—Ne diyeceksiniz? Döviz bu. Bugün çıkar, yarın iner.

—İyi de baba. Bu, normal çıkış ve iniş değil ki. Yukarı doğru kafasını dikti. İnmiyor bir türlü. Bir maraton koşucusu gibi hız kesmeden dörtnala koşuyor. Her gün bir önceki günün rekorunu egale ediyor. Eskiden akşam beşte bir soluklanırdı. Şimdi gece gündüz dönüyor durmadan. Ekranda dönen rakamları görünce bizim başımız dönüyor.

—Ben ne yapayım?

—Ne yapayımı var mı?

—Bekleyeceğiz ve bu durumla mücadele edeceğiz.

—İyi de bu ahvalimizle mücadele, yel değirmenleriyle mücadeleye benzer. Kazanamayacağımız aşikar. Hoş, mücadele edildiğini de düşünmüyoruz. Hatta döviz daha da yükselsin şeklinde bir görüntü de veriliyor.

—Kenarda, köşede birikintiniz yok mu? Biraz da cepten yiyin.

—Vardı ama o da pul oldu.

—Nasıl pul oldu?

—Zamanında üç beş kuruşu kenara attık. Attığımız para aynı duruyor ama değeri beş para oldu. Keşke parayı döviz veya altına yatırsak iyiymiş.

—Yapaydınız. Elinizden alan mı vardı?

—Yapma baba. Sen demedin mi elinizdeki dövizi bozdurun, altını bozdurun. Parasını TL’de tutan kazanacak diye. Ata sözü dinleyelim dedik, bozdurduk. Söz dinlemeyip bozdurmayanlar kısa zamanda köşe oldu. Biz ise mağdur olduk.

—Ticaret bu. Birileri kazanacak, birileri kaybedecek.

—Mevcudu korusak tamam diyeceğiz. Gerisin geri gidiyoruz. Kasamız boşaldı. Borç ise paçadan akıyor. İflasın eşiğindeyiz. Nereye kadar kaybedeceğiz böyle? Hele her alışverişte ürünlerin fiyatlarının değişmesi yok mu, bu çok zorumuza gidiyor.

—Bu benim değil, sizin sorununuz. Zira ben yapacağımı yaptım. Daha ne yapayım? Benim derdim bana yeter.

—Senin derdin ne baba?

—Bir de soruyor musunuz? Yedi düvelle mücadele ediyorum. Hep başıma gelen de bundan.

—Yapma baba. Ciddi olamazsın. Farz edelim ki böyle. Ceremesini biz çekiyoruz.

—Hem de hiç olmadığı kadar ciddiyim. Ayrıca beni böyle eften püften şeylerle oyalamayın. Benim işim var. Ceremesini çekeceksiniz. Zira bu işler bedel ödemeden olmaz.

—Ne işin olacak baba akşam akşam. 

—Siz yatıyorsunuz ama ben çalışıyorum. Bir kanala çıkacağım. 

—Yine mi? 

—Ne oldu, beğenemediniz mi? 

—Biraz çıkmasan ve orta yerde görünmesen olmaz mı? Erkenden yatıp dinlensen, ertesi güne daha dinç çıksan. 

—Ne oldu, hayırdır?

—Hiç. 

—Çıkarın ağzınızdaki şu baklayı. 

—Eğer bizi dinlemeyip ekrana çıkacaksan, müsaade ederseniz, biz kalkalım. Zira acil yapacak bir işimiz var. 

—Ne işiniz var? 

—Paramızın değerini korumak için kalan paramıza döviz alacağız. 

—Sizde mi? 

—Maalesef bizde. 

—Alacağınız olsun. Şimdi böyle mi olduk?

—…

*10/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.