2 Aralık 2021 Perşembe

Ya Secdeye Bir Kapanırsak… *

İğneden ipliğe her şeyimizin dolara endeksli olduğu ülkemizde, milli paramız TL’nin göz göre göre gözümüzün önünde erimeye devam etmesi, paramızın değerinin düşmesi, alım gücümüzün azalması, her şeye ardı arkasına zamların gelmesi, kimsenin birkaç saat sonrasını görememesi durumu daha ne kadar devam edecek bilinmez. Herkes endişeli bir şekilde döviz kurunu takip edip duruyor. Görünen o ki bu endişeli bekleyiş ve karamsarlık uzun sürecek. Çünkü bugünden yarına tünelin ucu görünmüyor. Hatta daha kötü günlerin bizi beklediği kanaati hakim. Endişeyi artıran da devletin tüm bu olup bitenlere bigane kalması. Açıkçası bu durumu çok da dert etmiyor. Hatta paranın erimesinin özellikle istendiği şeklinde bir düşünce de var. Böyle düşünenler haksız da sayılmazlar. Çünkü piyasanın ateşini söndürecek açıklamalar yapılmıyor, yangına körükle gidiliyor. Devlete yön verenlerin elinde tek sermaye, yangını artıracak körük ve döviz kurundaki dalgalanmadan dolayı zam silahına başvurmak. Akaryakıta zam geldi mi zaten her şeye zam geliyor. Hükümeti yönetenlere kayıtsız şartsız destek veren kişilerin dışında, gidişattan pek memnun olan yok. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete doğru. İnşallah sonumuz hayır olur.

Niyetim felaket tellallığı değil. Zira görünen köy kılavuz istemez. Durumumuz şu fıkraya benziyor: Nasrettin Hoca bir gün yol üzerinde bir hana misafir olmuş. Hana han demeye bin şahit ister. Hanın her tarafı delik deşik, çökmeye ramak kalmış. Hocanın içini bir korku kaplamış ama eli mahkum burada kalmaya. Söz arasında hancıya, “Bu senin tavan da beşik gibi ne gıcırdıyor böyle” der. Hancı, “Ağzını hayır aç Hoca. Beşik gıcırtısı değil bu. Tavan tahtaları Allah’ı zikrediyor” deyince Hoca, “Biliyorum bilmeye de. Ya bu senin tavan böyle zikir çeke çeke cezbeye gelip secdeye bir kapanırsa, bizim halimiz nice olur” diyerek taşı gediğine koyar.  

Fıkradan hareket edersek; uçuyoruz, kaçıyoruz, kurtuluyoruz, kurtuluş mücadelesi veriyoruz denilen bu ekonomi ile hâlihazırda secdeye kapanmasak da düşe kalka yola devam ediyoruz. Düşe kalka devam etmeye razıyız. Zira yere kapanıp komaya girmek de var işin ucunda. Hanın vahametinden, yolcuların kahir ekseriyeti farkında ise de maalesef hancı ya farkında değil ya da farkında değilmiş gibi davranıyor.  Kurtuluş mücadelesi veriyoruz dendiğine göre sanırım bu işin farkındalar. Farkında iseler isterim ki mevcut durumun bir fotoğrafının çekilmesi, bu durumun nasıl giderileceğinin tedavi yollarının bulunması ve acilen tedaviye geçilmesidir.

Anlamadığım, kurtuluş mücadelesi kime karşı veriliyor? Yine dış güçler mi? İşte bundan emin değilim. Ayrıca başımıza gelen her şeyi dış güçlere bağlama kolaycılığını artık terk etmemiz lazım. Yoksa sadede gelemeyiz. Tamam, dışarıda olup bitenler küreselleşen ekonomimizi etkiliyor olabilir ama bence mücadeleyi dıştan ziyade içeride yapmak lazım diye düşünüyorum. Çünkü bu ülkede para var. Daha doğrusu döviz var. Hem de çok miktarda. Hani nerede derseniz, kısaca açıklamaya çalışayım. Bu konuya Fatih Altaylı 24/11/2021 tarihli Habertürk gazetesindeki köşesinde “2001’ Doğru” başlıklı yazısıyla değinmiş. Bugün itibarıyla Türk vatandaşı gerçek kişilerin toplam mevduatının yüzde 58’si dolarda. Oysa 2011 yılında TL’ye güven yüksekken bu oran yüzde 27’ye gerilemişti. Sonra yavaş yavaş arttı. 2013’te yüzde 29’a, 2018’de yüzde 40’a, 2020’de yüzde 51’e ve şimdi de yüzde 58’ye çıktı. Türk halkı ekonomi yönetimine artık güvenmediği için, parasını dolara yatırmış. Bankalarda gerçek kişilere ait toplam 143 milyar 700 milyon dolarlık mevduat var. Şirketlerin ise 91,5 milyar doları bulunuyor bankalarda.”

Verilen bu bilgi ve oranlar doğru ve bu ülkenin bugünkü çektiği sıkıntı yeterli doların olmaması ise görüldüğü gibi bu ülkede ve bu ülke insanında döviz var ve bu kadar dolar bu ülkeyi ekonomik krizden kurtarır. Mücadele yapılacaksa dışarıya karşı değil, içeri ile yapılmalıdır. Ne yapılacak, dolar cinsinden mevduat hesabı açanların dövizlerine el mi konacak? Hayır. Burada yapılacak olan, parasının değerini korumak için TL’den kaçıp parasını dolara yatıranlara karşı güven ortamının sağlanması gerekir. Bunu yapacak olan da bu ülkeye hükümet edenlerdir. Vatandaş kendi paramıza güvense, paramızın pul olmayacağına ikna olsa parasını niye dolarda tutsun.

 *06/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

1 Aralık 2021 Çarşamba

Engel Tanımayan Bir Engelli *

10 ay önce tanıdım kendisini. Zira aynı ortamı soluyoruz. 20 yıldır aynı kurumda çalışıyormuş. Çocuklarının okulu için şimdilerde 75 km.lik mesafeye gidiş geliş yapıyor olsa da çoğu kimse gibi gidiş geliş yapmamış. Uzun yıllar ilçede ikamet etmiş. Bundan olsa gerek, büyük-küçük herkesi tanıyor, herkes de onu. Herkesle oturup kalkmış, dostluklar kurmuş; büyükle büyük, küçükle küçük olmuş, herkesle diyalogu olan, çabuk iletişim kurabilen, şen-şakrak ve sosyal biri. Benim memleketimi ve insanını benden iyi biliyor.


Oturmasını da biliyor, kalkmasını da.


İnsanlar kıyafetiyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır misali, giyim ve kuşamına önem veriyor. Bugün de böyle giyineyim demiyor.


Kimin düğünü var, kimin cenazesi var, bilir. İyi günde, kötü günde ilçe insanının yanında. Düğünlerin davetlisi, cenazelerin gediklisi.


Bir konuşmamızda burada epey çalışmışsın, tayin iste git, maddi yönden rahat edersin, yol da yormaz dedimse de tayini düşünmüyor. Çünkü ilçe insanını çok sevmiş. Kalp kalbe karşı sözü gereği ilçe de ona yüreğini açmış.


Yemeyi-içmeyi, yedirmeyi-içirmeyi seven, gönül almayı bilen, değer verene değer veren, sohbeti, muhabbeti ve dinlemeyi seven, bir adım atana birkaç adımla karşılık veren biri. İş bitiriciliğine derman yetmez. Bir bakmışsın bir yemek organizasyonu yapmış, herkesi yemek masasında buluşturuveriyor. Birinin çocuğu veya torunu olmuş. Çam sakızı, çoban armağanı deyip ortaklaşa hediyeye öncülük ediyor.


İzinli olmadığı zaman odamı yoklar, halimi hatırımı sorar ve gelirken de eli boş gelmez. İkramı ben yapacağım yerde o yapar. Bir tepside iki kahve ile birlikte gelir. Kahvelerimizi yudumlarken muhabbetimizi yaparız. Bir gün, Dalyan Bey, kahveyi hep senden içiyoruz. Getirdiğin kahve ne ise bir de ben alıp geleyim dedim. “Şimdi kırıldım, hiç duymamış olayım. Olur mu öyle şey. Ben ikramdan kaçınmam. Ben Miralay Hasan’ın torunuyum. Dedemden kalma bu bana dedi. Deden ne dedi dedim? İlk göreve başladığında, dedesi ona şöyle demiş:

Bak oğlum, devletini koru

Hiçbir şeyine tenezzül etme

Kendinden feragat et

Devletten feragat etme.

Yemeden içmeden korkma

Benim malım, yemeyle içmeyle bitmez

Sen ye, g…. büyüsün

El yesin, namın büyüsün.


Hayata, her şeye, herkese olumlu bakan, pozitif enerji veren, umut olan ve umut dağıtan Dalyan Bey, engel tanımayan bir engelli. Bu engelin doğuştan mı, sonradan mı diye hiç sormadım. O da anlatmadı. 3 Aralık Dünya Engelliler Günü dolayısıyla kendisini yazı konusu edinmek isteyince, kendisini yakinen tanıyan birine sordum. Küçük yaşta hastalandığında yapılan bir iğne dolayısıyla sağ ayağı sakat kalmış, ameliyat olmuş ama ayağına protez takılmaktan kurtulamamış, ikinci ameliyatı da olmamış. Hasılı protez kendinden bir parça olmuş. Bundan dolayı ne ah dediğini duydum ne karamsarlığına şahit oldum ne dert yandığını ne de kendisini bu hale getirenlere kızdığını. Durumu kabullenmiş. Kimseye yük olmadan, gücü nispetinde işini yapmaya devam ediyor. Başta kendisi olmak üzere tüm engellilerimize Allah huzur, sağlık ve uzun ömürler versin.


*03/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

Azimli’yi Farklı Okumak (2) *

Mehmet Azimli’nin dört halife üzerine yazdığı farklı okumak şeklindeki kitapları epey bir ses getirdi. Bir kesim tarafından da kıyasıya eleştirildi. Hala da eleştirilmeye, kendisine vebalı gibi davranılmaya devam ediliyor. Eleştirilmesini anlarım. Yazıp çiziyorsan ve konuşuyorsan, tasvip kadar eleştiri de olur. Zira hamama giren terler ama vebalı gibi bir muameleye tabi tutulmasını hiç anlamıyorum. Aynı şekilde eleştiriyi aşıp hakaretler yapılmasını ise hiç tasvip etmem. Bu yazımı da kendisine yapılan bir hakaret dolayısıyla ele aldım. Zira hem hakaret hem hakaretin sonucu üzücü mü üzücü. Ülkemin ve geldiğimiz noktayı sizlerin takdirine sunuyorum:

Azimli’nin seri halinde yazdığı eserlerden bir tanesi de 2016 yılında çıkan “Hasan & Muaviye” isimli eseridir. Twitter ve İnstagram hesabı olan C.M. isimli biri, bu eseri bahane ederek youtube kanalı üzerinden, Sayın Azimli’ye ağza alınmayacak küfür ve hakaretleri yağdırmış. Kendisine yaptığı küfürler yetmediği gibi muhterem anasını da karıştırmış. (Burada o küfürlere ve ilgili kişinin ismine yer vermeyeceğim. Zira kem söz sahibine aittir. İsim ve küfürlerine yer vererek sayfamı kirletmek istemiyorum. Cevap verebilecek çap ve kapasitesi olmayan biri de ancak küfürle kendini ifade etmeye çalışır. Aslında kendini anlatır. Maalesef birikimiyle ön plana çıkamayanlar şöhret olma adına bu yola başvurabilirler.)  

Yapılan küfürler vahim olmaya vahim. İşin daha vahimi ise kendisine yapılan hakaretleri haber alan Azimli, küfürbazın sosyal medya adreslerini tespit edip tüm suç delillerini ortaya koyarak avukatı aracılığıyla savcılığa suç duyurusunda bulunur. Başsavcılık ne yapmış olabilir? Bir tahmin edin bakalım. Herhalde davayı kabul edip ilgili kişi hakkında iddianame hazırlamıştır dersiniz. Normal şartlarda savcılıktan bu beklenir. Zira adalet bunu gerektirir. Bakalım, savcılık ne demiş: “Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ile yapılan yazışmalarda Twitter ve Youtube kullanıcısının tespit edilemediğinin bildirildiği, Yargıtay 15.Ceza Dairesinin 2019/4623 Esas, 2019/6805 Karar numaralı ilamında ‘...sosyal paylaşım ağlarını yöneten şirket merkezinin Amerika Birleşik Devletlerinde bulunması nedeniyle adı geçen ülke adli makamları ile yazışma yapılması gerektiği, ancak benzer soruşturmalar için yapılan yazışmalarda ABD'deki yasal düzenlemelerin şüphelinin tespitine yönelik işlemlerin yapılmasına uygun olmadığı, bu husustaki taleplerin olumsuz karşılandığı bilgisine yer verildiği, e-iletilerin gönderilmesinde kullanılan ve yurt dışında bulunan serverlerden söz konusu ülkelerdeki "Kişisel Verilerin Korunması Yasaları" nedeniyle gönderen kişilerin kimliklerinin belirlenmesine yarayacak bilgiler almanın mümkün bulunmadığı, soruşturmanın devamı halinde yeni delillere ulaşmanın teknik ve hukuki açıdan mümkün bulunmadığı, yeni delil elde edilmesi durumda soruşturmanın yeniden ele alınmasının her zaman olanaklı bulunduğu...’ şeklinde karar verildiği, somut olayımızda da Twitter ve Youtube adresinin… üzerinden yayın yaptığının belirlendiği, belirtilen ülkenin yerel mevzuatı gereğince anılan sitenin kullanıcı bilgilerini vermekten kaçındığı, bu nedenle de müştekinin iddiasına konu olayda kullanılan hesabın kullanıcısının belirlenemediği anlaşıldığından, meçhul şüpheli hakkında kamu adına KOVUŞTURMA YAPILMASINA YER OLMADIĞINA” şeklinde karar veriyor. Yani takipsizlik veriyor.

Takipsizlik kararında başsavcılık, Yargıtay 15.Ceza Dairesinin 2019 tarihli gerekçesine yer verirken 1 Ekim 2020’de yürürlüğe giren kamuoyunda “Sosyal Medya Yasası” diye bilinen yasayı, Yargıtay'ın 08.06.2021 tarihli kararını ve yine Yargıtay'ın 27/05/2021 tarihli içtihadını es geçiyor.

Sizi fazla detaya boğmayayım ama 2020 ve 2021 tarihli yasa, karar ve içtihatlar varken savcının 2019 tarihli gerekçeye atıf yapıp takipsizlik vermesi, başlı başına bir garabet. Yeni mevzuat varken eski ile işlem yapan bir memur olsa başına gelmedik kalmaz ve tefe konur.

Şimdi gelelim karara. Küfürbazın sayfasına girdim. Hala aktif ve küfürler yağdırdığı videosu bile hala sosyal medyada duruyor. Savcılık da böyle karar verdiğine göre benim bu karardan anladığım, “Kardeşim, küfürlerine devam et. Zira ben sana bir şey yapmam, Azimli ile gazan mübarek olsun” şeklindedir. Yani birileri sosyal medyadan birilerine küfredecek, bizim adalet dağıtan mahkemeler de hakkında şikayet ve suç duyurusu olmasına rağmen seyredecek. Yazık, adaletimizin geldiği noktaya. Bu vatandaşın, özellikle mağdurların bunu hak ettiğini düşünmüyorum.

Bu durum yani mahkemenin bu muamelesi herkese mi böyle? Sanmıyorum. Çünkü bazen sosyal medya üzerinden özellikle siyasi kişiliği olanlara birileri hakaret ettiği zaman polis birkaç saat içinde böylelerini yakalayıp savcılığa sevk ediyor. Merak ediyorum, güçlülere yapılan hakaret ve küfürlere, ABD merkezli bu sosyal medyalar yardımcı oluyor ama nedense gücü, kuvveti olmayanlara mevzuatımız müsait değil” deniyor. Yesinler sizin adalet anlayışınızı. Tuz koktuktan sonra bu vatandaş ne yapacak gerçekten. Bu durumda Azimli de küfürbaz gibi küfür ederek onun seviyesine mi düşsün.

Bir cümleyle de küfürbaza değineyim. Sosyal medya üzerinden sürelerin tefsirini yaptığına göre demek ki bu küfürbaz; dindar, mütedeyyin ve dini tahsil yapmış biri. Yani dört dörtlük bir Müslüman ve tebliğ yapıyor. Merak ediyorum, küfürle tebliğe İslam’ın neresinde cevaz veriliyor?

*25/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Kasım 2021 Salı

Azimli’yi Farklı Okumak (1) *

İlk, orta ve lise ve üniversite tahsilini Konya’da yapmış, Konya doğumlu Mehmet Azimli, halen Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta. “…Farklı okumak” şeklinde biten eserleriyle tanınan Azimli, emsallerine göre farklı bir bilim insanı. Bu farklılığı dolayısıyla seveni olduğu kadar sevmeyip nefret edeni de çok. Bu yönüyle bazılarının eline geçse onu bir kaşık suda boğacak. Bu farklılığı yönünden kendisini ele almak istiyorum. Kendisini ne kadar doğru anlatabilirim, emin değilim. Zira birçoğunuz gibi uzaktan tanıyorum. Niyetim onu ne övmek ne de yermek. Zaten böyle bir şeye de ihtiyacı yok.

Azimli, bildiğimiz İslam tarihini farklı okuyor. Birçok doğru bildiğimiz ya da meşhur olmuş olayları değişik kaynaklardan derinlemesine irdeliyor. Benim bu konuda vardığım sonuç budur. Farklı düşünen varsa eleştirilere açığım, yeter ki önüme kaynak koysunlar, değerlendiririm diyebilen biridir.

Gördüğüm kadarıyla siyer ve tarih okumalarında bir arkeolog edasıyla hareket ediyor. Tarihi, görmek istediği ya da birilerinin görmek istediği yönüyle okumuyor yani fotoşop yapmıyor. Bugüne ışık tutacak şekilde tarihin, tarihi olayların ve kişilerin tarihi süreç içerisinde fotoğrafını çekerek günümüze taşıyor. Fotoğrafı ortaya koyarken de falan şöyle davranmış, şu gerekçeyle bunu yapmış, sonucu bu olmuştur, doğru yapmış ya da yanlış yapabilmiş diyebilendir. Tarihi şahsiyetleri değerlendirirken övgü ve yergiye yer vermiyor, durum tespiti yapıyor, hakaret etmiyor. Kimseyi korumaya, ötekileştirmeye ve kutuplaştırmaya çalışmıyor. Hata yapan kişiye hata yapmıştır. Zira onlar da bir insandır diyor. Tarihi farklı okuyarak sanırım, geçmişten ibret alınsın istiyor. Zaten tarihin amacı da bu değil mi? Fotoşop yapılarak tarih anlatmak ve aktarmak, sorunları halının altına süpürmek demektir. Bunun da bize faydası olmaz ve günümüze ışık tutmaz. Aynı hataları yapar dururuz. Tarih olduğu gibi anlatılacak ki geçmişte yapılan hatalar bugün yapılmasın.

Bazıları onu, hadis inkarcısı olarak lanse etse de hadis inkarcısı değil bildiğim kadarıyla. Tarihi kronoloji ve olgulara uymayan rivayetler varsa, şu sebeplerle bunların üretilmiş olduğunu düşünüyorum açıklamasına yer verir.

İslam tarihini ortaokulda iken okumaya başlayan, lise birinci sınıfta Asım Köksal’ın İslam tarihi ansiklopedisini bitiren, otuzun üzerinde kitap yazan, hala yazmaya devam eden, çıkardığı her kitabı ses getiren, çok sayıda kitabın editörlüğünü yaparak Türkçemize kazandırmaya çalışan Azimli, kim çağırırsa konuşmaya giden, alanıyla ilgili derinlemesine bir birikime sahip olan entelektüel bir bilim adamıdır.

Azimli’ye mesafeli duranlar veya ona düşmanca tavır içerisine girenler, fikirlerini çürütmekten ziyade belden aşağıya vurmaya çalışıyorlar. Düşmanlıkları, ezberleri bozmaya çalışmasından, hamaset ve aşırı korumacılığa yer vermemesinden olsa gerek. İşin garibi, ona tavır alanların kahir ekseriyeti dindar, mütedeyyin ve İslamcı olanlardır. Nedense bir türlü kabullenmek, söylediklerini kabul etmek ve duymak istemiyorlar. Şu var ki herkes onun dediklerini kabul etmek, benimsemek zorunda değil. Eleştirebilirler de. Öyle değil, doğrusu böyledir de denebilir. Ki denmelidir de. Hatta yazdığı eserlere reddiye de yazılabilir. Bilimsel bir eleştiri getirildiğinde öyle zannediyorum, Azimli, kendi vardığı sonucun yanlış olduğunu kabul edecek, hata yapmışım diyebilecek bir erdemliliğe sahiptir.

Zaman zaman eski videolarını dijital ortamda dinlediğim, seri halinde sosyal medyada soru cevap şeklinde konuşmalar yapan Azimli’yi bugünlerde ekranlarda pek görmüyorum. Kendi mi çıkmak istemiyor yoksa çıkarılmak mı istenmiyor, bilmiyorum. Bir ara beş dakikayı geçmeyen video paylaşımları vardı. O videolarını da görmüyorum. Sanırım kaldırmış ya da kaldırtılmış olmalı. Videoları kendi rızasıyla kaldıracak olsa niye yayımlamış olsun. Öyle zannediyorum, kendisine baskı yapılıyor olmalı. Bu baskı nereden ya da kimden gelebilir diye düşünüyorum. Cemaatler olabilir. Çünkü arkasında dayandığı bir cemaati yok. Siyasi baskı yapılabilir. Üniversitesi konuşmayacaksın diyebilir. YÖK de kendisine yasak getirebilir. İhtimalleri yazdım ama herhalde YÖK değildir. Zira buna yok artık derim. Çünkü YÖK, bilim adamlarının fikirlerini özgürce anlatmasına izin veren bir kurum diye düşünüyorum. Belki de bunların hiçbiri değil, kendi isteğiyle biraz geri planda kalmak istemiş olabilir.

Günümüzde yazıp çizdiklerinden ve konuştuklarından dolayı kendisine baskı varsa, Azimli ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranıyor diyebilirim. Çünkü Dicle Üniversitesinde çalışırken fikirlerinden dolayı FETÖ kendisine baskı uygulamış, kendi dersini okutmasına izin vermemiş, dersini bir başkasına vermiş, kendisine de alanı dışında başka dersler verilmiş biridir. Hak ettiği profesörlüğünü vermedikleri ve uyguladıkları baskıdan dolayı Hitit Üniversitesine geçmek istediyse de geçişine izin vermediklerini ancak istifa ederek Hitit Üniversitesine başladığını bir konuşmasında dinlemiştim.  Dün FETÖ baskılarına maruz kalan Azimli, FETÖ etkisinin olmadığı bugünlerde eğer kendi camiasından birilerinin baskısına maruz kalıyorsa, geldiğimiz noktayı düşünmemizde fayda var. Ümit ediyorum ki kendisine bir baskı söz konusu değildir. Sebep her ne ise Azimli konuşmalı, yazıp çizmeli. Birikimlerini paylaşabilmeli. İsteyen dinler, isteyen dinlemez. İsteyen görüşlerine katılır isteyen katılmaz. Herkes usul dairesinde birbirine hakaret etmeden birbirine tahammül etmeyi bilmeli. Aykırı ve farklı görüşlere de kendimiz gibi düşünenlere gösterdiğimiz tolerans gösterilmelidir. Allah’ın İblis’e verdiği özgürlüğü farklı düşünen ve aykırı konuşan Azimli’den esirgemeyelim derim. Hoşgörü dininin müntesiplerine de bu yakışır. (Azimli hakkında değinmek istediğim bir husus daha var. Sayfamı epey aştım. Bunu da diğer yazımda ele almak isterim.)


*24/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Hangi Millet Daha Güçlü?

Bana, ülkesi sürekli veya geçici işgal altında, dış güçlerin yolgeçen hanı olmuş ülkelerin dışında, hangi ülkenin insanı daha güçlü şeklinde bir soru sorulsa, tereddütsüz Türkiye derim. Neden derseniz, kısaca anlatmaya çalışayım. Bu ülke;

·         Zengin yeraltı ve yerüstü zengin kaynaklarına, yetişmiş insan gücüne rağmen hep dışa bağımlı yaşamıştır. Zengin kaynaklarının farkına varmadan yaşıyor. İmkân sun/a/madığı yetişmiş insan gücünü de beyin göçü olarak dışarıya kaptırıyor.

·         Ta Osmanlıdan beri cari açığı var. Durmadan borç alır. Aldığı borç hiç azalmaz, devamlı artar. Her gelen öncekilerin borcunu öder. Kendisinin yaptığı borcu da ödemeleri için arkadan gelenlere miras bırakır. Hâsılı bu millet kaç kuşak borç öder. Yine de borç paçalarından akar. 

·         Bu millet üçkâğıt ekonomisi diyebileceğimiz faiz, döviz ve borsa sarmalı içerisinde boğuşur durur. Enflasyon ve hayat pahalılığı bu milletin kaderi (!) dense yeridir. Her gelen hükümet ekonomiye el atar. Galiba bu sefer önümüzü görüyoruz demeye başladığı zaman arkadan gelen şiddetli kışı görünce, pansuman tedbirlerle oluşturulan piyasanın sahte bahar olduğunu halk anlar ama iş işten geçmiştir. Ömrü krizle boğuşmak olan bu halk, döviz ve enflasyona sürekli mağlup olmuştur. Cebindeki parayı, üçkâğıt ekonomi hırsızlarına kaptırır durmadan.

·         Hiç oyun kurucu olmamıştır. Başkaları tarafından oluşturulan oyunun gönüllü veya gönülsüz figürüdür ve devamlı kaybeden taraftır.

·         Seçimle gelen iktidarların elinde kobaydır. Her gelen kurtarıcı olarak gelir. Doğrusu, yönetenler kendisini kurtaran kaptan olurken bedelini de hep kendi çekmiştir. Gelen vurmuştur, giden vurmuştur. Biraz da ben vurayım diye kenarda sıra bekleyenleri de çoktur. 

·         Sürekli üzerinde yeni sistemler denenir. Her denenen sistem, iktidar değiştikçe değişir. Bazen iktidar değişimine de gerek kalmaz. Aynı hükümetin bakanı değişince de yeni sisteme geçilebiliyor. Mesela bugün yerlerde sürünen eğitim, bilmem kaçıncı sistem denemesidir. Her gelen dener, yıkar, çeker gider. Geçmiş ekonomik modellerden ne çektiği herkesin malumu iken şimdi de yeni bir ekonomi modeli deneniyor üzerinde. Bu modelin sonu ne olur bilinmez ama görünen Nuh Tufanını andırıyor. Ömrümüz olur yaşarsak; bugünün dünü, yarının da bugünü aratacağı yönünde.

·         Din, belli insanların elinde onları amaçlarına ulaştıracak bir aksesuardır. Onlar için din, yaşanmak için değil, kullanılmak üzere gönderilmiştir. Dinin bütün argümanlarını emellerine alet etmede hiç beis görmezler. Çünkü insanları dinle kandırmak çok kolaydır. Bu yüzden sıkıştıkça dine sarılırlar. Olmaz böyle, bu değerleri bu şekilde kullanmayın diyenleri de din düşmanı olarak lanse ederler.

·         İnsanları Atatürk ile kandıran bir kesim daha var ki bunlar da Atatürk’ten ekmek yerler. Atatürk’ün arkasına saklanıp malı götürürler. Karşı çıkınca da Atatürk düşmanlığın faş edilir.

·         Gücü elinde bulunduranlar yeni bir ulus oluşturma çabasındadırlar. Kimi Batı kültürüyle entegre olsun diye çabalarken kimi de mevcut değerlerini korusun çabası içerisine girer. İşin garibi ne Batılı olabildi ne de kendi kalabildi. İki arada bir derede dense yeridir.

Hasılı bu millet her türlü badire, kanma, kandırılma, dert ve sıkıntı çekme, kobay olarak kullanılma ve denenme yönünden herhalde dünyada bir numaradır. Gücü de tüm bu sıkıntılara rağmen hala ayakta kalmasından anlaşılmaktadır. Çünkü dertlerle yoğrulmuştur. Buna müstahak mı? Bu halk bu dert ve sıkıntılardan kurtulabilir mi? Aklını kullanmadığı müddetçe, aklını başkasına kiraya verdikçe, kurtarıcı bekledikçe, sürü psikolojisini terk edip birey olmadıkça, sorumlularına hesap sormadıkça, slogan ve hamasetle yaşamaya devam ettikçe; bu halk, kurtarıcıların ve oyuncakçıların elinde kullanılıp atılacak bir oyuncaktır ve maalesef buna müstahaktır.

29 Kasım 2021 Pazartesi

Yeni Yemek Denemesi *

—Hanım, kurt gibi açım. Yemek hazır mı? 

—Biraz bekleyeceksin. 

—Ne kadar biraz? 

—Çok biraz. 

—Niye? Her gün bu saatte yemiyor muyduk? 

—Yiyorduk ama bugün böyle oldu. Bundan sonra da böyle olacak. 

—Ne demek istiyorsun? Bırak şu gizemi. Bugün gezmeye mi gittin? Eve misafir mi geldi? Hasta mıydın yoksa? 

—Hiçbiri değil. 

—İyi de o zaman ne?

—Bugün size bir sürprizim var. Bu sürprizler her gün birbirini kovalayacak. 

—Ne sürprizi? 

—Yeni bir yemek modeli üzerinde çalışıyorum. Bir yemek deneyeceğim. 

—Adı ne?

—Daha adını koymadım.

—Neyse ne. Getir yiyelim. Zira açlıktan yıkılacağım. 

—Yeni yemek deniyorum diyorum. Daha hazır değil. 

—Yahu hanım, nereden çıktı bu yemek denemesi? Bu kadar yıllık evliyiz. Bugüne kadar niye denemedin de bugün denemeye kalktın? Eski köye yeni adet getirme.

—Haklısın ama hep aynı yemek. Biraz farklılık olsun istedim.

—Mübarek, böyle bir niyetin var da söyleseydin, karnımı doyurur gelirdim. Zaten gündüzü iğde yiyerek geçirdim. 

—Biraz daha sabret. 

—Sabredeyim de bu saat oldu. Ne zaman hazır olur senin bu yeni yemeğin? 

—Saat veremem.

—Niye? 

—Adı üzerinde deneme yemek. Denemenin saati, günü, haftası, yılı belli olur mu? 

—Be kadın, şunun şurasında karnımı doyuracağım. Neyine yetmedi, neyini beğenmedin anam babam usulü yemeklerin?

—Hayatım, bu dünyaya bir daha mı geleceğiz? Şurada akşam akşam bir keyif çatacağız. 

—İlahi hanım! Keyfin zamanı değil, karnım zil çalıyor. Tamam, bu dünyaya bir daha gelmeyeceğiz ama böyle giderse bir daha gelemeyeceğim bu hayata veda edeceğim.

—Bu uğurda gerekirse öleceğiz. 

—Akşam akşam bu diyalog sıktı beni. Allah aşkına bir bulgur pilavı pişir de yiyelim. Sen bu yeni yemek modelini ben yokken veya tokken dene. 

—Olmaz, kusura bakma. Bu saate kadar bekledik. Pes etmek yok. Bilirsin, inadım inattır. Kafama koyduğumu yaparım. Bugüne kadar da hiç geri adım atmadım. Benim geri vitesim yoktur.

—Tamam, anladım. Bu yemek nasıl bir şey ki hala pişmiyor.

—Daha karar vermedim ne pişireceğime.

—Anlamadım. Daha ortada yemek yok mu? 

—Yemek denemesinden önce kitabını yazıyorum.

—Eyvah ki eyvah. Desene gittim, desene bittim. Yahu bunun kitabını yazmak aylar, yıllar alır. 

—Gerekirse biteceğiz ama sağ kalırsak sonunda bu mücadeleyi biz kazanacağız.

—Şu galibiyeti bırak da getir kahvaltı bari yapalım. İnan takatim kalmadı. Ağzım açlıktan kokuyor. Sahi bu yeni yemek denemesi nereden aklına geldi?

—Ülkemizin getirmeye çalıştığı yeni ekonomik modele ayak uydurmaya çalışıyorum.

—Desene yandık, desene bittik.

—Yanmadan yemek pişer mi?

—Son sözün bu mu?

—Bu. Bilirsin beni. Benim kitabımda geri adım yoktur.

—Anladım prensip sahibisin. Anladım inatçısın. Anladım geri adımın yok. Yahu ölüyorum diyorum. İnan geri adım atmak o kadar kötü değil. Hatta bir erdemdir. Bir nimettir. Gel şu olmayan ağzımızın tadını bozma. Gecemi zehir etme.

—Sen öleceksin diye kendimden, kişiliğimden ödün mü vereyim?

—Tamam, ödün verme hanım. Sen durduğun yerde durmaya devam et. Ben karnımı suyla doldurup yatıyorum. Senin bu yemek ne zaman pişer, denemen ne zaman biter bilmiyorum ama bildiğim, ipe un seriyorsun. Şayet bir gün ortaya iyi kötü bir yemek çıkarsa çağır, elim kanda da olsa koşarak geleceğim. Tabi sağ kalırsam. 

—Dalga geçme benimle. Öyle bir yemek yapacağım ki dediklerinden utanacaksın.

—Ben utanmaya dünden razıyım. Yeter ki ortaya bir yemek koy.

—Aman, beni oyalama. Kafamı da karıştırdın. Yapacağım yemek sana nasip olmazsa birine nasip olur.

—Tövbe ya Rabbi. Ben yatmaya gidiyorum.

—Dur yatmadan bana bir kalem al da gel.

—Ne yapacaksın kalemi?

—Yemek kitabı yazıyorum dedim ya. Yaza yaza kalemin ucu bitti.

—Sana son sözüm, Allah sana izan, insaf, basiret, feraset ve acıma duygusu versin. 

—Âmin, nankörlük yapma. Sana yıllar yılı saçımı süpürge yaptım.

—Haklısın, arıyorum o senin geçici baharını. Ne bilirdim sonunun böyle tufan olacağını.

—Daha bu iyi günlerin. Bence oruca niyetlen. İğde toplamaya devam et.

—Aklıma mukayyet ol ya Rabbi! 

*01/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Freni Patlamış Kamyon *

 Gel evlat, seninle şöyle yukarı çıkıp tepeden aşağıyı gözlemleyelim. Kim, ne yapıyor bir bakalım.

 Ne gerek var baba yukarı çıkmaya. Buradan gözlemleyelim, olmaz mı?

 Beni dinle evlat, yukarı çıkıp oradan bakalım. Çünkü kalabalıklar içerisinde durdukça olup biteni göremeyiz. Gördüğümüzü de sağlıklı değerlendiremeyiz. Sana tavsiyem, böyle durumlarda ortamdan uzaklaş, onları uzaktan izle. Böylece daha objektif değerlendirmede bulunmuş olursun. Bir koyun sürüsünün içindeki koyunların ahvalini onları izleyen çoban daha iyi bilir. Koyun dediğin bazen sürüden ayrılıp kendini çoban yerine koyacak, içinden çıktığı hemcinslerinin durumunu daha iyi anlayacak. Aynı şekilde koyunları uzaktan izleyen çoban da bazen sürünün içerisine girecek, kendini koyun gibi görecek, olup bitenleri bir de içeriden izleyecek. Buna empati diyebiliriz. Aynı şekilde bir maçı yöneten hakem, futbolcular kavgaya tutuştuğu zaman aralamaya girmez. Onları kenardan izler ki suçun kimde olduğunun kararını doğru bir şekilde verebilsin.

—Tamam, dediğin gibi olsun. Zaten çıkmış olduk tepeye.

—Ne görüyorsun aşağıda?

—Bir kamyon var. Ama bu kamyon bildiğimiz kamyonlara pek benzemiyor. Sanki freni patlamış gibi hızla ilerliyor. Çünkü normal gitmiyor.

—Bravo sana. O gördüğün kamyon freni patlamış bir kamyondur. Önüne kim gelirse onları kovalıyor. Kimine sürtünüyor kimini altına alıyor kimi kenarda endişeli bir bakışla kamyonun ilerleyişini izliyor. Gerçekle yüzleşmek yani bu kamyonun gidişatının gidişat olmadığının farkına varmayan az sayıda kişi de kamyonun freninin patladığından haberi yokmuş gibi davranarak tecahülüarif sanatının en güzel örneğini sergiliyor ve bizim şoför ne güzel sürüyor diyor.

—Ne demek istiyorsun?

—O gördüğün kamyon temsilidir: Enflasyondur, hayat pahalılığıdır, TL’nin döviz karşısında pul olmasıdır, iğneden ipliğe her şeye zam gelmesidir. Bu kamyon öyle bir şey ki yanından geçtiği, sürtündüğü, tepeden izleyen herkesin canını acıtacak. Altına aldığını daha fazla acıtacak. Kenardakiler onların durumuna üzülecek ama bir müddet sonra herkesi etkisi altına alacak ve vara altında biz de kalaydık. Zira onlar kurtulup gitti diyecek. İşin garibi kimseyi öldürmeyecek ama açtığı yaralarla herkesi komaya sokacak.

—Olan oldu. Bu aşamadan sonra ne yapılabilir?

—Ekonomist değilim ama piyasadan canı yanan milyonlarca insandan biri olarak derim ki bu kamyon sağa sola daha fazla zarar vermeden hızını düşürmek için bir şeyler yapmak lazım. Hızla ilerleyen bu kamyonun vitesi yavaş yavaş küçültülecek. Piyasanın sakinleşmesi için yapıcı konuşmalar yapılacak, arı kovanına çomak sokar gibi konuşmalar yapılmayacak. Piyasayı delirtecek konuşmalardan azami derecede kaçınılacak. Ekonomiye dair piyasanın koşulları neyi gerektiriyorsa ona başvurulacak. Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok.

—Bunu kim yapacak?

—Etkili ve yetkili kişiler, bizi yönetenler, ekonominin başında bulunanlar.

—Yapıyorlardır herhalde. Çünkü sorumluluk bunu gerektirir.

—Bundan pek emin değilim. Zira tüm bunları yapmak için önce mevcut durumun bir fotoğrafını çekmek, mevcut durumu kabullenmek lazım. Bir şey yok, iyiyiz, yok biz şunun mücadelesini yapıyoruz denerek bir yere varılmaz. Demek istediğim, önce hastalık kabul edilecek, bu hastalığın nasıl tedavi edilmesi gerektiği ortak akılla belirlenecek sonra tedaviye geçilecek. Bazıları bunun farkına varsa iyi olur. Çünkü tencere, tavanın karşısında kimse duramaz.

*13/12/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.