12 Eylül 2021 Pazar

Seçmene Dikkat! *

Seçimler zamanında yapılırsa 2023'e doğru yavaş yavaş ilerliyoruz. Türkiye'de seçimlere aylar ve yıllar kala seçim atmosferine erken girildiği göz önüne alınırsa, şurada 2023 seçimlerine fazla bir zaman kalmadı diye düşünebiliriz. 

Yeni hükümet modeliyle, 2000 öncesi koalisyon dönemleri geride kalsa da şu an ki siyasi görünüm, parçalanmışlık ve umutsuzluk 2000 öncesini andırıyor. Aslında bu tür belirsizlikler ekonomik krizlerin tipik bir özelliğidir. Ne zaman bu ülkede ekonomik bir kriz olsa, hayat pahalılığı artsa, vatandaş ne yapalım, ne edelim diye düşünmeye başlar. Bu tür durumlarda, seçmenin bir kısmı tarafını belli edip mevcudu korumaya çalışır. Bir kısmı da bu durum yönetilebilir değil deyip karşı kutupta yer alarak rengini belli eder. İki kutup ya da cephede yer alan bu iki seçmen türü, iktidar olmak ya da iktidarı yerinden etmek için yeterli değil. Esas seçim sonuçlarını etkileyen, hükümetleri yerinden eden, başkasını iktidara taşıyan ise ortada dönüp dolaşan, bir o yöne bir bu yöne yönelen seçmen kitlesidir. Bu belirsiz seçmen kitlesi de az değildir. Ciddi araştırmalar yapılmasa da yapılsa bile kamuoyu ile paylaşılmayan araştırmalardan haberimiz olmasa da adı konmamış, mutfaklara ateş salan bu ekonomik krizde, güvenilir bir liman arayan renk vermeyen seçmen sayısında ciddi bir artışın olduğunu düşünüyorum. Bu seçmen kitlesi, mevcuttan umudunu kesmiş, alternatifleri de umut dağıtmayan, kutuplaşmış ya da kutuplaştırılmış siyasi yelpazeyi şimdilik sadece izliyor. Partiler sesi çok çıkan tarafgirlerden ziyade bu ortadaki kesime kulak verir, onların taleplerine cevap verir ve umut dağıtırsa, ortadaki seçmen kitlesi umut gördüğü tarafa yönelecektir.

İktidarı devam ettirmek veya iktidar olmak isteyenlerin kulak vereceği bir kesim de ilk defa oy verecek, adına "Z" denilen nesildir. Bugüne kadar ne iktidarın ne de muhalefetin bu nesli çözebildiğini sanmıyorum. Hoş, bu nesil, ne sır veriyor ne de ser. Bu neslin oranı da seçim sonuçlarını derinden etkileyecek kadar yüksek. Ülke siyasetine yön vereceklerin, bu neslin dilini anlamak, onların taleplerini öğrenmek, taleplerine kulak vermek, sorunlarına özellikle genç işsiz sorununa çözüm bulmak için çok kafa yorması gerekir.

Seçimlerde ciddi olarak düşülmesi gereken bir üçüncü kesim daha var. Bunlar da sandığa gitmeyecek kesimdir. Sandığa gitmeyen bu ülkede ilk defa olmayacak. Hangi seçim olursa olsun, yüzde 5 ile 10 arasında değişen bir vatandaş kitlesi seçimleri protesto ederek sandığa gitmiyor. 2023 seçimlerinde bu protesto oylarında artış olacağını düşünüyorum. Çünkü daha önce oy vermiş, bu seçimde sandığa gitmeyeceğini sessiz dinlendiren yabana atılmayacak bir kesim daha geliyor. Bunlar, iktidardan umudunu kesmiş, muhalefeti alternatif görmeyen kesimdir. Gönülleri mevcut iktidardan yana olmakla beraber iktidarın yıpranmadan da öte iyice savrulduğunu düşünüyor. Ki bu kesim bugüne kadar muhalefet cephesine hep soğuk bakmış ve oy vermemiş kesimdir. İktidar ve iktidar taraftarlarının, ”Neleri eksik? Biz geçmişe oranla bu ülkeye çok şey yaptık. Nankörlük yapmasınlar” demeyi bir tarafa bırakmasında fayda var. Çünkü mesele sadece karın doyurmaktan ibaret değil: Söz verilmiş, yerine getirilmemiş sözler var. Bundan sonraya dair ne yapılacaksa ne müjde veriliyorsa, sürekli 2023'e ötelenen vaat ve müjdeler var. Atama, yükselme ve alımlardaki tercih, işsizlik, geçim sıkıntısı, işini kaybetmiş, damga yemiş ve sakıncalı piyade kabul edilen kişilerin çokluğu vs. durumlar çözüm bekliyor. Şimdiki hali ve geleceği tozpembe göstermeye, kararsızların ve sandığı protesto edeceklerin karnı tok görünüyor. 

Hasılı, bu seçimi kotarmak isteyenlerin; halkı kutuplaştırmadan, üsluplarına dikkat ederek; kararsızları, yeni protesto oy verecekleri, "Z neslini" ve işini şu ya da bu şekilde kaybetmiş ya da kaybettirilmiş kesimi kazanacak ve her geçen gün beli büken hayat pahalılığına çözüm üretmeleri gerekiyor. Bunlar halının altına süpürülür, orta yerde güllük gülistanlık bir hayat var tablosu çizilirse 2023 sandığında kim kalır, sandıktan kim çıkar, bekleyip göreceğiz. 

* 18/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kurumların SGK ile İmtihanı *

Çalışanların bir zamanlar sosyal güvenlik yönünden ayrı kurumlara tabi olduğunu biliyoruz. Memurlar Emekli Sandığına, işçiler SSK kısaltması ile Sosyal Sigortalar Kurumuna, esnaf da BAĞ-KUR'a tabi idi. Bu üç kurumdan SSK ve BAĞ-KUR iyi yönetilemediği için çalışanlarına hizmet veremez noktaya gelince, günümüz siyasi iktidarı, tüm çalışanları Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) adı altında birleştirerek çalışanlar arasındaki farklı hizmet anlayışını ve hastane farklılığını kaldırdığı gibi kurumu batmaktan da kurtardı. İyi ki birleştirildi. Bugün SGK çatısı altında insanımız ve çalışanlar daha güzel hizmet alıyor. 

Yazımda niyetim, SGK ne yapar, ne eder, işlev ve misyonu nedir, bilgisini vermeyeceğim. Zaten hepimiz sosyal devlet anlayışı çerçevesinde bu kurumun önemini biliyoruz. Bu hakkı teslim etmekle birlikte izninizle bu kurumun acımasızlığına işaret edeceğim:

Kurum ya da işyerinizde birini çalıştırmak istiyorsunuz. Elemanınızın SGK'sini unutarak, bilmeyerek, ihmal ederek veya kasten geç bildirdiniz. Yandınız demektir. Çünkü cezayı yediniz. Sizi ben bile kurtaramam.

Yanılıp şaşıp sigortasız birini çalıştırıyorsunuz. Bu durumda cezayı bekleyin. Zira SGK’nin kapınızı çalması pek yakındır.

Birini fi tarihinde sigortasız çalıştırdınız. Eskidendi, geçip gitti demeyin. Yeter ki geçmişte yanınızda çalışan o kimse "Ben falan yerde, şu kadar ay veya yıl çalıştım. Benim sigortamı yaptırmadı" desin. SGK er veya geç sizi yakalar. Ölmüşsem de mi demeyin. Ölmüşseniz "adam ölmüş, düşene/ölene bir tekme de biz vurmayalım, bu suçu kapatalım" demez. Çünkü bu ülkede adam öldürseniz bile bir müddet sonra zaman aşımı vardır ama SGK'nin lügatinde müruruzaman yoktur. Adınıza tahakkuk eden/edecek olan borç veya cezayı veresenizden tahsil eder. 

Sakın, ben işimi zamanında ciddi ve düzenli yaparım diyerek büyük konuşmayın. Zira SGK er veya geç bir gün kapınızı çalar. Çünkü iş sadece sizinle bitmiyor. Diyelim ki, kurumunuzda sözleşmeli çalışanlarınız var. Bu bile baştan yandığınızın resmidir. Çünkü SGK ile işiniz var demektir. Bu çalışanlarınızdan biri hastaneye gitti. Hekim rapor verdi. Çalışanınız, bağlı bulunduğu mevzuata göre raporunu dijital ortamdan ilk gün size göndermesi, dönüşte de raporun aslını size vermesi, sizin de süresi içinde çalışamadığı günlerin rapor kesintisini yapmanız gerekiyor. Burada personeliniz maaşımdan kesinti yapıldı diye üzülmesin. Çünkü kesinti SGK tarafından PTT vasıtasıyla personelinize ulaştırılır. Personeliniz de adına yatan bu kesintiyi çekip ilgili hesaba yatıracak. Buraya kadar sorun yok. Ama çalışanınız bu raporu yaz, bayram, hafta sonu veya karantina döneminde iken aldı ve hastalığını evinde yatarak geçirdi. Çalışanınız dedi ki raporu tatilde iken aldım, kuruma gitmemezlik yapmadım dedi ve raporu size ulaştırmadı. İşte burada devreye SGK girer. SGK der ki “Sen nasıl bir kurumsun ki çalışanınızın hastalığından benim haberim oluyor da senin haberin olmuyor. Bu bilgisizliğinin ve ihmalinin affı yoktur. O kimse yüzünden kurumunuza şu kadar ceza kestim” yazısı gönderir. Yapacağınız, süresi içinde SGK’nin kurumunuza kestiği cezayı gidip paşa paşa yatırmaktır. Burada SGK’nin size bir iyiliği var. Bu kıyağı da unutmayın. Kesilen cezayı 15 gün içinde yatırırsanız cezanın yüzde 25’inden muaf oluyorsunuz ya da yapılandırmaya giderek iki taksitte daha az ödeyebilirsiniz. “Efendim, personel raporunu bildirmedi ise benim nasıl haberim olur. Zaten tatildi” demeyin. Zira bu tür mazeretler SGK nezdinde kabak tadı verdi artık. Bir de “bu ceza, raporunu zamanında bildirmeyen personelin cezasıdır. Haliyle bu cezayı ilgili personel ödeyecek falan demeyin”. SGK bundan da hoşlanmaz. Kazara personeliniz SGK’ye giderek meramını anlatmaya kalkarsa, SGK’nin personelinize vereceği cevap: “Siz niye geldiniz? Ceza sizin cezanız değil ki. Bu ceza kuruma kesilmiştir. Bu cezayı da kurum ödeyecektir” şeklindedir. Ondan sonra bu parayı personelinize rucû ettirin de göreyim. En iyisi, bu cezayı kurum adına cebinizden ödeyin. Sonra da altından ve üstünden girerek personelinizden bu parayı gönül rızası içinde almaya çalışın.

Hasılı, geleceğimizin teminatı, kara dostu SGK yaşasın; eksikliğini, işlevsizliğini ve 2000 öncesi batak durumunu görmeyelim ama size tavsiyem, SGK ile şöyle veya böyle karşı karşıya gelmeyin. Zira affı yoktur ve asla yenemezsiniz.

* 17/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Eylül 2021 Cumartesi

MEB’in Bitmeyen Öğretmen Atamaları *

Eğitim ve öğretimde başarının gelmemesinin birçok sebebi olsa da ben burada öğretmen atamaları üzerinde durmak istiyorum. Çünkü sebeplerden bir tanesi de öğretmen atamalarının zamanında yapılmaması ve personel yönünden Türkiye’nin en büyüğü olan MEB’in, eğitim ve öğretim yönünden en büyük derdi öğretmen atamalarıdır.

O kadar çok atama çeşidi var ki MEB, neredeyse yılın tamamında atama işiyle uğraşıyor. Örnek vermek istersek; şube müdürlerinin isteğe ve bölge hizmetine bağlı yer değiştirmeleri, il içi, il dışı ve özür atamaları, sözleşmeli öğretmenlerin atamaları, eğitim kurumlarına yeniden ve ilk defa yönetici görevlendirilmeleri, proje okullarına öğretmen seçimi, geçici görevlendirme isteği, ilave aile birliği vs atamalar ile yaz boyunca uğraşıyor. Atamanın biri biter bitmez diğeri başlıyor.

Atamalar yaz döneminde yani eğitim ve öğretim başlamadan bitirilse problem yok. Çünkü herkes nerede öğretmenlik yapacağını; il, ilçe, okullar hangi öğretmene ihtiyacının olup olmadığını bilir, ona göre planlama yapar. Maalesef atamaların bir kısmı özellikle ilk atama, yönetici görevlendirme, özür atamaları ve geçici görevlendirmeler okullar açıldıktan sonraya kalıyor. Hele özür grubu atamalarının en sona bırakılmasını ayrıca birinci dönemin sonunda ikinci bir özür atamasını hiç anlamış değilim. Çünkü özür atamaları ekseriyetle taşradan merkezlere olmaktadır. Özürden giden bir öğretmenin yerine genellikle yenisi gelmiyor. Öyle atamalar yapılıyor ki garip mi garip. Öğretmen bir yaz döneminde birden fazla yer değiştirebiliyor. İl dışından, tercihlerinden bir yere atanan bir öğretmen, 15 gün sonra özür atamasından merkeze gidiyor. Mübarekler, merkezde boş yer var idiyse bu öğretmeni 15 gün önce o boş yere atasaydınız ya. Biz aile birliğinden eşleri birleştirmeye uğraşırken eğitim ve öğretimi fesada uğratıyoruz. Çünkü aile birliği yüzünden o kadar okul ve öğrencileri mağdur oluyor. Niçin bunun hesabı yapılmıyor? Öğretmen merkezli düşündüğümüz kadar niçin öğrenci merkezli düşünmüyoruz? Tamam, aileleri birleştirelim. Bunu niye yaz döneminde çözmüyoruz da okullar açıldıktan sonra da bunu gidermeye çalışıyoruz?

Yine 3 Eylülde sözleşmeli öğretmen olarak atanan bir öğretmen, okulların açıldığı ilk gün olan 6 Eylülde nasıl göreve başlayabilir? Ev bulup eşya taşımayacak mı bunlar? Geçici görevlendirme isteğinde bulunan öğretmenler iki arada bir derede. Hala idareci atamaları devam ediyor. Ekim ayı geldiğinde norm düzeltme yapılınca norm fazlası öğretmenlerin atamaları, aralık ayında alan değişikliği, ocakta ek sözleşmeli öğretmen ataması, şubat ayında özür atamaları. Öğretmen dışındaki MEB personelinin atamalarını saymıyorum bile.

MEB maalesef öğretmen atamasıyla uğraşmaktan eğitim ve öğretime zaman bile ayıramıyor. MEB’in bu yaptığı kervan yolda düzülür anlayışından başka bir şey değildir. MEB’in bu durumu, teşbihte hata olmasın, şeytan taşlamaktan namaz kılmaya vakit bulamamaya benzer. Yine MEB’in bu durumu, ağustos böceği ile karınca hikayesini hatırlatıyor: Hoşgörünüze sığınarak hepinizin bildiği bu hikayeye kısaca değinmek isterim: Karınca yaz boyunca çalışır, kışlık hazırlığını yapar, evini ve yiyeceklerini hazır eder. Ağustos böceği ise yaz boyunca gününü gün eder, yan gelir yan yatar. Yarını düşünmeden yattığı gibi hummalı bir şekilde çalışan karınca ile de dalga geçer. Günler, aylar böyle geçerken kış bastırır. Yazın biriktirmediği için yiyeceksiz kalan ağustos böceği, yiyecek istemek üzere karıncanın kapısını çalar ama yazın kendisiyle alay eden ağustos böceğini eli boş döndürür. Ağustos böceği amansız kışı nasıl geçirdi bilmiyoruz. Çünkü fabl burada bitiyor. Ama kışı iyi geçirmediği kesindir. Maalesef kışı eylül olan MEB, karınca gibi harıl harıl çalışsa da kışa hazır girmediği için sonu, ağustos böceğine benziyor.

Merak ediyorum, MEB her türlü atamayı yaz döneminde bitiremez mi? Bitirmeli. Bitiremiyorsa atamalara daha önceden, mart-nisan gibi başlamalı. Başlamalı ki 1 Eylülde başlayan seminer döneminde kim, nerede olacağını bilmeli. Okullar bir yılın planlamasını bir güzel yapmalı ki eğitim ve öğretime tam ve eksiksiz başlamalı. Bunun için atamaları neredeyse bir yıla yayan MEB’in atama çeşitlerini üçe indirmesi iyi olur: İl içi istek/özür, il dışı istek/zorunlu/özür, ilk atama. Kesinlikle şubat özür atamasını kaldırmalı.

* 15/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kronik Sorunumuz Eğitim ve Öğretim *

Eğitim ve öğretim, bu ülkede çözümü kronikleşmiş sorunlardan bir tanesidir. Olmuyor deyip kaldırıp yerine getirdiğimiz her yeni sistem bir öncekini aratır cinsten. Maalesef ne yapılırsa yapılsın, adına devrim densin, hepsi elimizde kalıyor. 

İlkokula bir umut ve heyecanla başlayan her çocuk, ortaokulu bitirip liseye başlayınca umutsuz vaka olarak okumaya devam ediyor. Lise bitince üniversite kazanmak bir dert, kazanamamak bir dert, kazanıp okumak bir dert, okul bitince bir iş bulabilecek miyim bir dert. Kahir ekseriyet okuyor ama niye okuduğunu bile bilmiyor. Çünkü her geçen yıl istihdam daralması söz konusu ve her mesleğin, her işgücünün binlerle ifade edilecek alternatifi var. Emsalleri içinden sıyrılıp bir iş bulan, gemisini kurtaran kaptan bu devirde.

Okumak ve istihdam alanı bu ülkede başlı başına bir dert. İş arayan okumuş insanımızın sayısı çok, bir o kadar da işine kalifiye eleman arayan sektör çok. Maalesef okumuş insan gücüyle sanayi ve iş sektörü örtüşmüyor. Bu da demektir ki okullarımız hayatın içinden değil.  

Anne babalar umutsuz bir vaka olarak çocuklarını okuturken ve yarınını göremeyen çocuklarımız okurken, gençleri geleceğe hazırlama yükümlülüğü olan devlet daha doğrusu MEB ve YÖK ne yapıyor? YÖK’ün üzerinde durmayacağım. MEB’i ele alacağım. Çünkü çocuklarımızı anasınıfından 18 yaşına kadar üniversite kapısına kadar getiren MEB’dir.

MEB, bütün yaptıklarıyla eğitim ve öğretim kalitesini artırma derdinde. Ama bir türlü beklenen ve amaçlanan kalite yakalanamıyor. Burada suçlu arayacak değilim. Çünkü bir suçlu varsa eğitim ve öğretimin iç ve dış paydaşlarının, Türkiye siyasetine yön veren siyasi iktidarların, “Ben çektim, çocuğum çekmesin” deyip el bebek gül bebek çocuk yetiştirmeye çalışan aşırı korumacı ebeveynlerin, çocuk ve velilerin arkasına geçip sizinleyim diyen aşırı korumacı devlet anlayışının ve bir sistemi oturtmadan diğer sisteme geçen, durmadan sınav sistemi üzerinde oynayan, maarifin üzerinden bir türlü elini çekmeyen ve eğitim ve öğretime ideolojik yaklaşan siyasetimizin; öğrenci, veli, öğretmen ve herkesi memnun etmeye çalışan, bundan dolayıdır ki pansuman tedbirlerin ötesine geçip radikal karar almayan, ne şiş yansın ne kebap deyip uzatmalara oynayan, ölmüş ama öldüğünün farkında olmayan MEB’in payı büyüktür.

Burada bir hakkı teslim edelim. Siyasi iktidar okulların derslik ihtiyacını hemen hemen giderdi. Güzel, kullanışlı ve büyük binalar yaptı. Okulların fiziki şartlarını iyileştirdi. Okulları teknoloji ile donatarak öğrenci ve öğretmeni teknoloji ile buluşturdu. Okulların elektrik, su, yakıt ve temizlik görevlisi ihtiyaçlarını karşıladı. Öğretmen ihtiyacının tamamı olmasa da çoğunu gidermeye çalışıyor. Öğrencilerin sınava hazırlanması amacıyla DYK’lerle okulları dershane haline getirdi. Fakat buna rağmen herkesin istediği başarı bir türlü gelmiyor.

* 13/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Eylül 2021 Perşembe

Bir Türkiye Klasiği Daha *

Allah size yürü ya kulum dedi, bir üniversitenin din işleri ile ilgili bir fakültesine dekan olarak atandınız. Fakültenize bir araştırma görevlisi alacaksınız. Duyuruya çıktınız. Şartları tutanların başvurularını almaya başladınız. Bir baktınız ki oğlunuzun da şartları tutuyor, o da asistan olmak için başvuruyor. Üstelik kerata da fidan gibi delikanlı. Babasının yolundan gidebilir ve akademisyenlik de pek yakışır. Babadan sonra aynı evden ikini bir Prof. çıksa fena mı olur? Bilgi ve birikim ve vizyonuyla boynuz kulağı geçer misali, babasını da geçer. İnan, bunu babası olduğu için söylemiyorsunuz. Ama bunu kime anlatacaksın. Neyse, gönül ve realite böyle istiyor ama iş gönülle bitmiyor ki.

Başvuru süresi bittikten sonra ALES ve yabancı dil sıralamasına göre adayları sıraladınız. Oğlunuz da 31.kişilik listede kendisine 29.sırada yer buldu. Bu da objektifliğin bir gereğiydi. Aslında kerata biraz daha çalışsaydı, ilk birde yer alması sürpriz bile olmazdı ama geçen geçti. Önümüze ve mevcut duruma bakmak lazım. Bu arada 31.sıraya göre 29.sıra da fena değil. Sonra akademisyen olmak için tek başına sıralama da yeterli değil. Öyle olsaydı, elini-kolunu sallayan asistan olmaya kalkardı. Diyelim ki sıralama önemli. Dur bakalım, adayların evrakı tastamam mı? Bu da tamam diyelim. Bu evrakın sıkı bir incelemeden geçirilmesi gerekir, öyle değil mi? Ne de olsa devlete asistan alacağız. Öyle, evrakın tamam, geç denmez. Üniversite demek, fakülte demek, asistan olmak demek hele dekanlık makamı bir ciddiyeti ve titizliği gerektirir.

Evrakı bir bir incelediniz veya incelettiniz. O da ne? Başvuranlardan;

-19 tanesinin transkrip belgesinde ya “mühür üzerinde imzası yok ya da kaşenin olduğu yere imza atılmamış.

-8 tanesinin evrakı tam olmasına rağmen sınava girmiyor.

-Geriye kalan 4 kişi ise üniversitenin yaptığı sınavda 5-15 gibi bir puan alıyor.

Neyse uzatmayalım. Sıkı bir elemenin ardından asistan olmak için geriye bir oğlunuz kalıyor. Bu durumda ne yapacaktınız? Herhalde “Bu benim oğlum, bunu almayalım” diyemezdiniz ve aldınız. Çocuğunuz da gördüğünüz gibi bileğinin hakkıyla çiçeği burnunda asistan oldu.

Gördüğünüz gibi tüm kamuoyunun önünde şeffaf bir şekilde yapılan bu alıma, sınava giren veya evrakı imzasız olduğu için sınava girmesinde sakınca görülenlerden bu zaman zarfında hiçbir itiraz söz konusu olmuyor. Olsa şaşılırdı zaten. Kim, ne diyebilirdi ki bu alıma. Ama kamu denetmeni boş durmuyor. Gelir, olayı inceler. Sınavın iptaline dair bir rapor hazırlar. Bu ne demek biliyor musunuz? Pişmiş aşa su katmak. Vazifesi sanki.

Bereket, rektör arkanızda. Öyle kamu denetmeninin raporuna pabuç bırakacak biri değil.

Ardından, orta yerde yüz kızartıcı bir mesele varmış gibi olay savcılığa intikal eder ve hakkında “görevi kötüye kullanmaktan dolayı” yargılanma ve görevden el çektirilme iddianamesi hazırlanır. Bununla kalsa iyi. Jüri üyelerinin de yargılanması istenir. Daha neler…

Yargılamada kendisine ve jüri üyelerine görevi kötüye kullanmaktan dolayı 6 ay hapis cezası çıkar. Bereket, mahkemedeki iyi halleri dikkate alınarak cezaları beş aya düşürülür ve cezaları ertelenir.

Neyse ki devletin mahkemeleri bu tür gereksiz davalarla meşgul ediledursun. Yaptıklarıyla göz doldurmuş olmalı ki zamanın dekanı, yargılama devam ederken dekanlığını yaptığı üniversiteye rektör olarak atanır ve halen bu görevini deruhte etmektedir. Böylece hak yerini bulur ve asistan alımının doğruluğu tescillenmiş olur. Aksi olsaydı şaşırır ve üzülürdüm doğrusu.

Bu aşamadan sonra ilgili rektörden beklenen ve ona yakışan; oğlu, kızı, damadı ve ne kadar akrabayı taallukatı varsa onları üniversite bünyesine alması…

* 11/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

7 Eylül 2021 Salı

Bazı Bölümler, Beni Kapatın, Diyor *

2021-2022 öğretim yılında ilk defa üniversite okumak isteyenler için 1 milyon 10 bin kontenjan ayrılmıştı. Açıklanan yerleşme sonuçlarına göre bu kontenjanların 815 bini dolarken 120 bini lisans, 75 bini de ön lisans olmak üzere 195 bini boş kaldı. Dikkat etti iseniz, boş kontenjanlar sadece iki yıllık öğretim yapan meslek yüksek okulları değil, dört yıllık öğretim yapan lisans bölümleri bile tercih edilmemiş. Üstelik lisanstaki boşluk, ön lisanstan daha fazla. Bu demektir ki örgün programların yüzde 20’si doldurulamadı. Ek yerleştirmede ne kadarı doldurulur, şimdiden bir şey söylenemez ama baraj puanlarının düşürülmesinin bile kontenjanları dolduramadığı görülmektedir.

Yenidenhaber.com sitesinde “Değersizleştirilen yükseköğretim” başlıklı yazısında Şenol Metin, Konya’daki devlet üniversitelerinin hangi bölümünü kaç kişi tercih etmiş, buna dair bazı bilgilere yer vermiş:

Üniversite Adı            Bölümü                                   Kontenjan                   Tercih eden

    NEÜ.                      Eğitim Fak./Biyoloji Öğr.         20                                         8

    NEÜ.                      Müh. Fak/Gıda Müh.                20                                        4

    NEÜ.                      Siy. Bil./Felsefe                         40                                        3

    SÜ                          Uyg. Bil. Yük. Ok./Org. Tar.    30                                        2

    SÜ.                         Ed. Fak./Arkeoloji                     40                                        7

    SÜ.                         Top. Bil. Bitki Beslenme          35                                        3

    KTÜN.                   Mim. Fak./Şehir ve Böl.Plan.   80                                        2

   KTÜN.                    Müh. Fak./Harita Müh.             30                                        6

Bu bölümler ve daha nicesi gereksiz bölümler mi? Hayır. O halde niçin boş kaldı? Bunun üzerine fazla kafa yormaya gerek yok. Çünkü öğrencilerimiz, bir bölümü tercih ederlerken mezun oldukları zaman o bölümün istihdam durumuna bakar. Eğer istihdam imkanı yok veya bir daralma söz konusu ise o bölümler kolay kolay tercih edilmez. Kontenjanların boş kalmasının tek ve en önemli sebebi budur.

Maalesef bu ülkede hangi alanda kaç yıl sonra kaç elemana ihtiyaç var, kaç üniversite bu ihtiyacı giderir, planlaması yapılmadı. Hala da yapılmıyor. Her ile birden fazla üniversite kondurmayı, tercih edilmeyeceği bilinmesine rağmen istihdam imkanı olmayan bölümleri açmayı marifet bildik. Neredeyse devlet politikası haline getirdik. Normal bölümleri açmakla kalmadık: İhtiyaç yok, haddinden fazla bu alanda mezun var demedik. Üç-beş öğretim görevlisine getirisi olacak diye bu bölümlerin ikinci öğretimlerini de açtık ve hala bu ikinci öğretimleri devam ettiriyoruz.

Bir il veya ilçede; esnaf faydalanacak, ticaret canlanacak diye oraya üniversite açmanın, istihdam imkanı olmayan bölümleri dayatmanın, birkaç öğretim görevlisi nemalanacak diye birçok bölümde ikinci öğretimi devam ettirmenin, gençleri oyalamanın ve onların geleceğini yok etmenin bir gereği var mı? Kime sorarsan hiçbir gereği yok ama burası Türkiye.

Meram ediyorum, bu ülkenin siyasetine ve ülkenin yükseköğretimine yön veren ve planlayanlar, istihdam imkanı olmayan bu bölümleri ne zaman kapatacaklar? Kapattılar. Bu binaları ne yapacaklar? Binaları değerlendirdiler. Buralarda görev yapan akademisyen ve diğer personeli ne yapacaklar? Haydi bunu da hallettiler. Bu okullardan mezun olan işsizler ordusu için bir B planları var mı? Niye olsun ki? Biz okuturuz. Gerisi bizi ilgilendirmez. Zira kim ne yaparsa yapsın. Temel felsefemiz bu.

* 10/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Eylül 2021 Pazar

Şehirlerin Kimliği *

İşyeri tabelaları dikkatimi çeker ve kendi kendime beyin jimnastiği yaparım:

-Tabelalarda bir estetik ve renk uyumu var mı? Büyüklüğü, işletmenin büyüklüğüyle orantılı mı? Tabela, görüntü kirliliğine sebebiyet veriyor mu?

-Tabelada yazılan ile içeride satılanlar örtüşüyor mu? Yani ismi ile müsemma mı?

-Tabeladaki yazılanlar TDK'nin yazım ve imla kurallarına uymuş mu?

-Tabeladaki tanıtım yazıları Türkçe mi? 

Estetik ve renk uyumundan pek anlamasam da bazı tabelaların sırıttığını düşünürüm.

Hepsi olmasa da bir kısım tabela, dini, cemaatimsi ve ideolojik bir anlam çağrıştırıyor. Bazı tabeladan, içeride ne satıldığını anlayamıyorum. Bir diğer husus, her geçen gün tabelalarda, Türkçesine kibrit suyu dökülmüş gibi yabancı isimler boy göstermeye başladı. Vatandaş “Süt Çiftliği” yerine “Milk Farm” yazdırmayı tercih ediyor. Tabelaya “Süt Çiftliği” yazdırsa ölür sanki. Niye böyle bir isme gereksinim duyuluyor? Hava atmak mı isteniyor? Bir aşağılık kompleks hali mi yaşanıyor? Çoğu tabelalarda TDK’ye göre yanlış kabul edilen yazımlar var. Mesela çoğu çiğ köfte satılan işyerlerinde “… Çiğköftecisi” şeklinde yanlış yazılıyor. Halbuki çiğ köfte veya çiğ köfteci ayrı yazılıyor TDK’ye göre. Ne fark eder, asıl olan ne satıldığının anlaşılması değil mi diyebilirsiniz. Bunda haklı da olabilirsiniz. Fakat göz aşinalığı, ardından belleğe yerleşecek şekilde böyle yanlış yazılıma ben sıcak bakmıyorum. Düşüncenize, çocuğunuza sınavda içerisinde çiğ köfte geçen, “Aşağıdaki birleşik kelimelerden hangisinin yazımı yanlıştır” sorusu soruldu. Çocuğunuzun sınavda; mahalle, cadde ve sokakta sürekli gördüğü çiğ köftecinin tabelası gözünün önüne gelecek ve çiğ köfte bitişik yazılmalı diyerek bu seçeneği kolayca eleyecek. Ki zaman zaman böyle sorular çocukların karşısına çıkabiliyor.

Bildiğim kadarıyla tabelalarda esnaf kendi başına buyruk hareket etmiyor. Tabelanın mutlaka belediyenin ilgili biriminin onayından geçmesi gerekir. Belediye yetkilisi böyle bir yanlışa nasıl izin verir, çok anlamış değilim. Bence yazım yanlışı varsa bu tür tabelaların kaldırılarak yerine doğrusunun asılması sağlanmalıdır. Yanlışların önüne geçmek için belediyelerde tabelalar yazım ve imla yönünde de incelenmelidir. Yazı, tabelacıya ne şekilde gideceği belirtilmelidir.

Aynı şekilde tabelalara bir İngilizce yazma modası var. Türkçesi yoksa yazılsın ama Türkçesi varken yabancı dilden yazmak neyin nesi? Bunu da anlamış değilim. Diyelim ki esnaf özenti gereği böyle bir ismi uygun gördü. Bu tabelaya nasıl onay verilir? Reddedilip git, Türkçe bir isimle gel, denmeli.

Tabelaların şekli, görüntü, hangi dilde yazıldığı, yazının doğru ya da yanlış yazıldığı sizin için önemli olmayabilir. Bana göre tabelalar, tabelanın düzeni, şehrin mimari yapısı, şehrin konumlandığı yer, cadde, sokak ve kaldırımları, trafiği ve kodu, temizliği, halkın giyim-kuşamı, aksanı, görgü ve göreneği, iklimi, yer şekilleri, tarihi eserleri, o şehirde yetişenler, üretilenler vs. o şehrin kimliğidir. Bu kimliği de doğal olmayan yollarla da değiştirmeye hakkımız olmadığını düşünürüm.

Sözün özü, işyerlerinin tabelalarında bir düzen olmalı, reklam panoları gelip geçeni rahatsız etmemeli, görenin ihtiyacını karşıladığı kadar seyir zevki de vermeli, yazım yanlışı yapılmamalı. Burada şehrin yöneticileri, valilere ve belediye başkanlarına büyük görev düşüyor.

* 08/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.