11 Eylül 2021 Cumartesi

Kronik Sorunumuz Eğitim ve Öğretim *

Eğitim ve öğretim, bu ülkede çözümü kronikleşmiş sorunlardan bir tanesidir. Olmuyor deyip kaldırıp yerine getirdiğimiz her yeni sistem bir öncekini aratır cinsten. Maalesef ne yapılırsa yapılsın, adına devrim densin, hepsi elimizde kalıyor. 

İlkokula bir umut ve heyecanla başlayan her çocuk, ortaokulu bitirip liseye başlayınca umutsuz vaka olarak okumaya devam ediyor. Lise bitince üniversite kazanmak bir dert, kazanamamak bir dert, kazanıp okumak bir dert, okul bitince bir iş bulabilecek miyim bir dert. Kahir ekseriyet okuyor ama niye okuduğunu bile bilmiyor. Çünkü her geçen yıl istihdam daralması söz konusu ve her mesleğin, her işgücünün binlerle ifade edilecek alternatifi var. Emsalleri içinden sıyrılıp bir iş bulan, gemisini kurtaran kaptan bu devirde.

Okumak ve istihdam alanı bu ülkede başlı başına bir dert. İş arayan okumuş insanımızın sayısı çok, bir o kadar da işine kalifiye eleman arayan sektör çok. Maalesef okumuş insan gücüyle sanayi ve iş sektörü örtüşmüyor. Bu da demektir ki okullarımız hayatın içinden değil.  

Anne babalar umutsuz bir vaka olarak çocuklarını okuturken ve yarınını göremeyen çocuklarımız okurken, gençleri geleceğe hazırlama yükümlülüğü olan devlet daha doğrusu MEB ve YÖK ne yapıyor? YÖK’ün üzerinde durmayacağım. MEB’i ele alacağım. Çünkü çocuklarımızı anasınıfından 18 yaşına kadar üniversite kapısına kadar getiren MEB’dir.

MEB, bütün yaptıklarıyla eğitim ve öğretim kalitesini artırma derdinde. Ama bir türlü beklenen ve amaçlanan kalite yakalanamıyor. Burada suçlu arayacak değilim. Çünkü bir suçlu varsa eğitim ve öğretimin iç ve dış paydaşlarının, Türkiye siyasetine yön veren siyasi iktidarların, “Ben çektim, çocuğum çekmesin” deyip el bebek gül bebek çocuk yetiştirmeye çalışan aşırı korumacı ebeveynlerin, çocuk ve velilerin arkasına geçip sizinleyim diyen aşırı korumacı devlet anlayışının ve bir sistemi oturtmadan diğer sisteme geçen, durmadan sınav sistemi üzerinde oynayan, maarifin üzerinden bir türlü elini çekmeyen ve eğitim ve öğretime ideolojik yaklaşan siyasetimizin; öğrenci, veli, öğretmen ve herkesi memnun etmeye çalışan, bundan dolayıdır ki pansuman tedbirlerin ötesine geçip radikal karar almayan, ne şiş yansın ne kebap deyip uzatmalara oynayan, ölmüş ama öldüğünün farkında olmayan MEB’in payı büyüktür.

Burada bir hakkı teslim edelim. Siyasi iktidar okulların derslik ihtiyacını hemen hemen giderdi. Güzel, kullanışlı ve büyük binalar yaptı. Okulların fiziki şartlarını iyileştirdi. Okulları teknoloji ile donatarak öğrenci ve öğretmeni teknoloji ile buluşturdu. Okulların elektrik, su, yakıt ve temizlik görevlisi ihtiyaçlarını karşıladı. Öğretmen ihtiyacının tamamı olmasa da çoğunu gidermeye çalışıyor. Öğrencilerin sınava hazırlanması amacıyla DYK’lerle okulları dershane haline getirdi. Fakat buna rağmen herkesin istediği başarı bir türlü gelmiyor.

* 13/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Eylül 2021 Perşembe

Bir Türkiye Klasiği Daha *

Allah size yürü ya kulum dedi, bir üniversitenin din işleri ile ilgili bir fakültesine dekan olarak atandınız. Fakültenize bir araştırma görevlisi alacaksınız. Duyuruya çıktınız. Şartları tutanların başvurularını almaya başladınız. Bir baktınız ki oğlunuzun da şartları tutuyor, o da asistan olmak için başvuruyor. Üstelik kerata da fidan gibi delikanlı. Babasının yolundan gidebilir ve akademisyenlik de pek yakışır. Babadan sonra aynı evden ikini bir Prof. çıksa fena mı olur? Bilgi ve birikim ve vizyonuyla boynuz kulağı geçer misali, babasını da geçer. İnan, bunu babası olduğu için söylemiyorsunuz. Ama bunu kime anlatacaksın. Neyse, gönül ve realite böyle istiyor ama iş gönülle bitmiyor ki.

Başvuru süresi bittikten sonra ALES ve yabancı dil sıralamasına göre adayları sıraladınız. Oğlunuz da 31.kişilik listede kendisine 29.sırada yer buldu. Bu da objektifliğin bir gereğiydi. Aslında kerata biraz daha çalışsaydı, ilk birde yer alması sürpriz bile olmazdı ama geçen geçti. Önümüze ve mevcut duruma bakmak lazım. Bu arada 31.sıraya göre 29.sıra da fena değil. Sonra akademisyen olmak için tek başına sıralama da yeterli değil. Öyle olsaydı, elini-kolunu sallayan asistan olmaya kalkardı. Diyelim ki sıralama önemli. Dur bakalım, adayların evrakı tastamam mı? Bu da tamam diyelim. Bu evrakın sıkı bir incelemeden geçirilmesi gerekir, öyle değil mi? Ne de olsa devlete asistan alacağız. Öyle, evrakın tamam, geç denmez. Üniversite demek, fakülte demek, asistan olmak demek hele dekanlık makamı bir ciddiyeti ve titizliği gerektirir.

Evrakı bir bir incelediniz veya incelettiniz. O da ne? Başvuranlardan;

-19 tanesinin transkrip belgesinde ya “mühür üzerinde imzası yok ya da kaşenin olduğu yere imza atılmamış.

-8 tanesinin evrakı tam olmasına rağmen sınava girmiyor.

-Geriye kalan 4 kişi ise üniversitenin yaptığı sınavda 5-15 gibi bir puan alıyor.

Neyse uzatmayalım. Sıkı bir elemenin ardından asistan olmak için geriye bir oğlunuz kalıyor. Bu durumda ne yapacaktınız? Herhalde “Bu benim oğlum, bunu almayalım” diyemezdiniz ve aldınız. Çocuğunuz da gördüğünüz gibi bileğinin hakkıyla çiçeği burnunda asistan oldu.

Gördüğünüz gibi tüm kamuoyunun önünde şeffaf bir şekilde yapılan bu alıma, sınava giren veya evrakı imzasız olduğu için sınava girmesinde sakınca görülenlerden bu zaman zarfında hiçbir itiraz söz konusu olmuyor. Olsa şaşılırdı zaten. Kim, ne diyebilirdi ki bu alıma. Ama kamu denetmeni boş durmuyor. Gelir, olayı inceler. Sınavın iptaline dair bir rapor hazırlar. Bu ne demek biliyor musunuz? Pişmiş aşa su katmak. Vazifesi sanki.

Bereket, rektör arkanızda. Öyle kamu denetmeninin raporuna pabuç bırakacak biri değil.

Ardından, orta yerde yüz kızartıcı bir mesele varmış gibi olay savcılığa intikal eder ve hakkında “görevi kötüye kullanmaktan dolayı” yargılanma ve görevden el çektirilme iddianamesi hazırlanır. Bununla kalsa iyi. Jüri üyelerinin de yargılanması istenir. Daha neler…

Yargılamada kendisine ve jüri üyelerine görevi kötüye kullanmaktan dolayı 6 ay hapis cezası çıkar. Bereket, mahkemedeki iyi halleri dikkate alınarak cezaları beş aya düşürülür ve cezaları ertelenir.

Neyse ki devletin mahkemeleri bu tür gereksiz davalarla meşgul ediledursun. Yaptıklarıyla göz doldurmuş olmalı ki zamanın dekanı, yargılama devam ederken dekanlığını yaptığı üniversiteye rektör olarak atanır ve halen bu görevini deruhte etmektedir. Böylece hak yerini bulur ve asistan alımının doğruluğu tescillenmiş olur. Aksi olsaydı şaşırır ve üzülürdüm doğrusu.

Bu aşamadan sonra ilgili rektörden beklenen ve ona yakışan; oğlu, kızı, damadı ve ne kadar akrabayı taallukatı varsa onları üniversite bünyesine alması…

* 11/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

7 Eylül 2021 Salı

Bazı Bölümler, Beni Kapatın, Diyor *

2021-2022 öğretim yılında ilk defa üniversite okumak isteyenler için 1 milyon 10 bin kontenjan ayrılmıştı. Açıklanan yerleşme sonuçlarına göre bu kontenjanların 815 bini dolarken 120 bini lisans, 75 bini de ön lisans olmak üzere 195 bini boş kaldı. Dikkat etti iseniz, boş kontenjanlar sadece iki yıllık öğretim yapan meslek yüksek okulları değil, dört yıllık öğretim yapan lisans bölümleri bile tercih edilmemiş. Üstelik lisanstaki boşluk, ön lisanstan daha fazla. Bu demektir ki örgün programların yüzde 20’si doldurulamadı. Ek yerleştirmede ne kadarı doldurulur, şimdiden bir şey söylenemez ama baraj puanlarının düşürülmesinin bile kontenjanları dolduramadığı görülmektedir.

Yenidenhaber.com sitesinde “Değersizleştirilen yükseköğretim” başlıklı yazısında Şenol Metin, Konya’daki devlet üniversitelerinin hangi bölümünü kaç kişi tercih etmiş, buna dair bazı bilgilere yer vermiş:

Üniversite Adı            Bölümü                                   Kontenjan                   Tercih eden

    NEÜ.                      Eğitim Fak./Biyoloji Öğr.         20                                         8

    NEÜ.                      Müh. Fak/Gıda Müh.                20                                        4

    NEÜ.                      Siy. Bil./Felsefe                         40                                        3

    SÜ                          Uyg. Bil. Yük. Ok./Org. Tar.    30                                        2

    SÜ.                         Ed. Fak./Arkeoloji                     40                                        7

    SÜ.                         Top. Bil. Bitki Beslenme          35                                        3

    KTÜN.                   Mim. Fak./Şehir ve Böl.Plan.   80                                        2

   KTÜN.                    Müh. Fak./Harita Müh.             30                                        6

Bu bölümler ve daha nicesi gereksiz bölümler mi? Hayır. O halde niçin boş kaldı? Bunun üzerine fazla kafa yormaya gerek yok. Çünkü öğrencilerimiz, bir bölümü tercih ederlerken mezun oldukları zaman o bölümün istihdam durumuna bakar. Eğer istihdam imkanı yok veya bir daralma söz konusu ise o bölümler kolay kolay tercih edilmez. Kontenjanların boş kalmasının tek ve en önemli sebebi budur.

Maalesef bu ülkede hangi alanda kaç yıl sonra kaç elemana ihtiyaç var, kaç üniversite bu ihtiyacı giderir, planlaması yapılmadı. Hala da yapılmıyor. Her ile birden fazla üniversite kondurmayı, tercih edilmeyeceği bilinmesine rağmen istihdam imkanı olmayan bölümleri açmayı marifet bildik. Neredeyse devlet politikası haline getirdik. Normal bölümleri açmakla kalmadık: İhtiyaç yok, haddinden fazla bu alanda mezun var demedik. Üç-beş öğretim görevlisine getirisi olacak diye bu bölümlerin ikinci öğretimlerini de açtık ve hala bu ikinci öğretimleri devam ettiriyoruz.

Bir il veya ilçede; esnaf faydalanacak, ticaret canlanacak diye oraya üniversite açmanın, istihdam imkanı olmayan bölümleri dayatmanın, birkaç öğretim görevlisi nemalanacak diye birçok bölümde ikinci öğretimi devam ettirmenin, gençleri oyalamanın ve onların geleceğini yok etmenin bir gereği var mı? Kime sorarsan hiçbir gereği yok ama burası Türkiye.

Meram ediyorum, bu ülkenin siyasetine ve ülkenin yükseköğretimine yön veren ve planlayanlar, istihdam imkanı olmayan bu bölümleri ne zaman kapatacaklar? Kapattılar. Bu binaları ne yapacaklar? Binaları değerlendirdiler. Buralarda görev yapan akademisyen ve diğer personeli ne yapacaklar? Haydi bunu da hallettiler. Bu okullardan mezun olan işsizler ordusu için bir B planları var mı? Niye olsun ki? Biz okuturuz. Gerisi bizi ilgilendirmez. Zira kim ne yaparsa yapsın. Temel felsefemiz bu.

* 10/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Eylül 2021 Pazar

Şehirlerin Kimliği *

İşyeri tabelaları dikkatimi çeker ve kendi kendime beyin jimnastiği yaparım:

-Tabelalarda bir estetik ve renk uyumu var mı? Büyüklüğü, işletmenin büyüklüğüyle orantılı mı? Tabela, görüntü kirliliğine sebebiyet veriyor mu?

-Tabelada yazılan ile içeride satılanlar örtüşüyor mu? Yani ismi ile müsemma mı?

-Tabeladaki yazılanlar TDK'nin yazım ve imla kurallarına uymuş mu?

-Tabeladaki tanıtım yazıları Türkçe mi? 

Estetik ve renk uyumundan pek anlamasam da bazı tabelaların sırıttığını düşünürüm.

Hepsi olmasa da bir kısım tabela, dini, cemaatimsi ve ideolojik bir anlam çağrıştırıyor. Bazı tabeladan, içeride ne satıldığını anlayamıyorum. Bir diğer husus, her geçen gün tabelalarda, Türkçesine kibrit suyu dökülmüş gibi yabancı isimler boy göstermeye başladı. Vatandaş “Süt Çiftliği” yerine “Milk Farm” yazdırmayı tercih ediyor. Tabelaya “Süt Çiftliği” yazdırsa ölür sanki. Niye böyle bir isme gereksinim duyuluyor? Hava atmak mı isteniyor? Bir aşağılık kompleks hali mi yaşanıyor? Çoğu tabelalarda TDK’ye göre yanlış kabul edilen yazımlar var. Mesela çoğu çiğ köfte satılan işyerlerinde “… Çiğköftecisi” şeklinde yanlış yazılıyor. Halbuki çiğ köfte veya çiğ köfteci ayrı yazılıyor TDK’ye göre. Ne fark eder, asıl olan ne satıldığının anlaşılması değil mi diyebilirsiniz. Bunda haklı da olabilirsiniz. Fakat göz aşinalığı, ardından belleğe yerleşecek şekilde böyle yanlış yazılıma ben sıcak bakmıyorum. Düşüncenize, çocuğunuza sınavda içerisinde çiğ köfte geçen, “Aşağıdaki birleşik kelimelerden hangisinin yazımı yanlıştır” sorusu soruldu. Çocuğunuzun sınavda; mahalle, cadde ve sokakta sürekli gördüğü çiğ köftecinin tabelası gözünün önüne gelecek ve çiğ köfte bitişik yazılmalı diyerek bu seçeneği kolayca eleyecek. Ki zaman zaman böyle sorular çocukların karşısına çıkabiliyor.

Bildiğim kadarıyla tabelalarda esnaf kendi başına buyruk hareket etmiyor. Tabelanın mutlaka belediyenin ilgili biriminin onayından geçmesi gerekir. Belediye yetkilisi böyle bir yanlışa nasıl izin verir, çok anlamış değilim. Bence yazım yanlışı varsa bu tür tabelaların kaldırılarak yerine doğrusunun asılması sağlanmalıdır. Yanlışların önüne geçmek için belediyelerde tabelalar yazım ve imla yönünde de incelenmelidir. Yazı, tabelacıya ne şekilde gideceği belirtilmelidir.

Aynı şekilde tabelalara bir İngilizce yazma modası var. Türkçesi yoksa yazılsın ama Türkçesi varken yabancı dilden yazmak neyin nesi? Bunu da anlamış değilim. Diyelim ki esnaf özenti gereği böyle bir ismi uygun gördü. Bu tabelaya nasıl onay verilir? Reddedilip git, Türkçe bir isimle gel, denmeli.

Tabelaların şekli, görüntü, hangi dilde yazıldığı, yazının doğru ya da yanlış yazıldığı sizin için önemli olmayabilir. Bana göre tabelalar, tabelanın düzeni, şehrin mimari yapısı, şehrin konumlandığı yer, cadde, sokak ve kaldırımları, trafiği ve kodu, temizliği, halkın giyim-kuşamı, aksanı, görgü ve göreneği, iklimi, yer şekilleri, tarihi eserleri, o şehirde yetişenler, üretilenler vs. o şehrin kimliğidir. Bu kimliği de doğal olmayan yollarla da değiştirmeye hakkımız olmadığını düşünürüm.

Sözün özü, işyerlerinin tabelalarında bir düzen olmalı, reklam panoları gelip geçeni rahatsız etmemeli, görenin ihtiyacını karşıladığı kadar seyir zevki de vermeli, yazım yanlışı yapılmamalı. Burada şehrin yöneticileri, valilere ve belediye başkanlarına büyük görev düşüyor.

* 08/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Ağustos 2021 Perşembe

Dayanışma Dediğin Böyle Olur

"Efendim, sebebi ziyaretimiz, sizin herhangi bir sendikaya üyeliğinizin olmadığınızı öğrendik. Bizim sendikaya üye olmak istemez misiniz?"

"Sizin sendikanız hangisi?"

"Üye sayısı yüzde 1'in üzerinde olan bir sendikayız."

"Ama ben adını sormuştum."

"Adımızın ne önemi var efendim!" Getirisi olan bir sendikayız."

"Yani?"

"Sen bize gelince biz de sana getireceğiz."

"Neyi getireceksiniz?"

"Dayanışmayı"

"Anlamışsam harap olayım. Şunu biraz açık konuşun. Sonra yüzde 1'in üstünde olmak veya altında olmak ne demek?"

Kısaca, bizim sendikaya gelirsen, sendika üyelerine devlet tarafından memurlara üç ayda bir verilen 135 lira dayanışma parasını, 2022 Ocağından itibaren 400 lira olarak alacaksınız." Yani üyeliğimiz sayesinde cebiniz para görecek. Gönlünüz de sürurla dolacak."

"Üye olmazsam."

"Sendika üyesi olan emsallerinizin faydalandığı bu paradan faydalanamayacaksınız. İyi düşünün. Bu devirde kim, kime bu kadar para verir."

"Sizin sendikaya değil de yüzde birin altında üyesi olan bir sendikaya üye olursam, ne olur?"

"Bu, hiç mantıklı değil. Zira getirisi olan 400 liradan mahrum olduğunuz gibi devlet sizden bir de aylık sendika aidatı kesecek."

"Deme ya! Desenize bu sistemle büyük sendikalar yaşayacak ve daha da büyüyecek. Küçükler ise bu sayede kapılarına kepenk vurup gidecek."

"Aynen öyle."

"Bu durumda üye sayınızda bugünlerde bir artış olurken küçük sendikalardan bir kaçış söz konusu mu?" 

"Öyle efendim. Allah bereket versin. Paraya pardon sendikaya büyük rağbet ver. Ayrılmak isteyenler de ayrılmaktan vaz geçiyor. Bence çok düşünmeyin. Para bizde, rağbet bizde, büyüme bizde."

"Haklısınız, verin formu, hemen doldurayım."

"Buyurun efendim. Yüzünüze karşı söylüyorum ama gerçekten çok akıllıca hareket ettiniz. Bu vesileyle siz de biz de kazanacağız. Sendikasızlar ve yüzde birin altında kalan sendikaların canı çıksın."

Devlette Üslup Sorunu *

Devletin dili yazışmadır. Zira söz uçar yazı kalır. Bu yüzden devlette her şey yazıya dökülür. Yazıya dökerken de bir takım kıstaslar aranır. Çünkü yazışmalarda önemli olan içerik olsa da şekil, seçilen kelimeler ve üslup da önemlidir. Hatta çoğu zaman şekil içeriğin önüne geçer. Devlet bu yüzden yazışmalarda birliği sağlamak, yanlışların önüne geçmek amacıyla “Resmi Yazışmalarda Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliği” yürürlüğe koymuştur. Bu yönetmelik, tüm kurumları ve memurları bağlar. Yazışmanın dışında protokol ve nezaket kuralları da tören, karşılaşma, ağırlama vs.de önemli bir yer tutar. Bunlar da yazıya dökülmüştür.

Hem yazışma hem de protokol ve nezaket kuralları, devlette bir kültürün oluşması, tertip ve düzen açısından gereklidir. Konan kuralların içerisinde, olması gerekenler olduğu gibi zorlama, şekilci, sahteci ve itici yöneler de çok. Halkta ve toplumsal hayatta karşılığı olmayan bu zorlama kurallara dikkat edilmediği takdirde çoğu zaman devlet krizi ortaya çıkabiliyor.

Niyetim yazışma, protokol ve nezaket kurallarını anlatmak, önemine işaret etmek veya yermek değil. Bu kuralların içerisinde tasvip etmediklerim olduğu gibi tasvip ettiklerim de vardır. Mesela, arz/rica, af talebi/istifa, af talebinin kabulü/istifasının kabul edilmesi, görevden alma/görev değişikliği, görevlendirme/atanma gibi ifadeler vs.

İzninizle devletin diline girmiş bu ifadeler üzerine birkaç kelam etmek isterim.

Arz/rica: Sunmak, saygı ile bildirmek, saygı ile anlatmak; rica ise dilek, dileme ve dileyiş anlamına gelir. Bir isteğin yerine getirilmesi anlamında rica bana daha sıcak gelmekte ise de ast-üst ilişkisini belirtmek bakımından yazışma dilinde olabilir diyelim. Ama aynı arz etme işi konuşma ve hitap dilinde çok şık kaçmıyor. Buna örnek olarak çelenk törenlerini verebiliriz. Sunucu, “…çelengini sunacaktır. Arz ederim.” Buradaki çelengini sunacaktır cümlesinde bir sorun yok. Sorun, sunmanın ardında kullanılan ve sunma anlamına gelen arz ederim ifadesinde. Bence burada cümle tekrarı vardır. Türk dil kurallarına göre de ikinci kullanım zaittir. Yani gereksizdir. Üstelik sunucunun onurunu zedeleyen bir üsluptur. Devletin ne yapıp ne edip konuşmacı takdimlerinde ve törenlerde bu arz ederim ifadesine bir çözüm bulması gerekir diye düşünüyorum.

Af talebi/istifa, af talebinin kabulü/istifanın kabulü: TDK sözlüğüne göre af: Bir suçu, bir kusuru veya bir hatayı bağışlama anlamında kullanılır. Af kelimesinin ikinci kullanımı ise görevden çıkarılma, görevden af talebi de görevin sona ermesi ve bitmesi anlamına gelir. Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte devletin diline giren ad talebi ve af talebinin kabulü her ne kadar af kelimesinin ikinci anlamına uygun gibi gelse de dilimizde af, genelde birinci anlamıyla kullanılır. “Beni affet” diyenin bir hata yaptığına ve suç işlediğine işaret eder. Kulağı tırmalayan bu kelime ve ifade yerine, yıllarca kullanılan ve devlet dilinde bir karşılığı olan istifa tabiri daha uygun gibi geliyor. Çünkü af talebi kişinin onurunu zedelerken tek taraflı bir müessese olan istifa ise insanın onurunu korur.

Aynı durum görevden alma/görev değişikliği, görevlendirme/atanma ifadelerinde de göze çarpmaktadır. Bu da devletin diline girdi. Görevden alındı deyimi bir suçluluğa ve beceriksizliğe işaret ederken aynı zamanda insan onurunu hiçe sayan bir üsluptur. Halbuki bunun yerine “falan kurumda görev/nöbet değişimi oldu. Falanın yerine falan atandı” ifadeleri; görevi bırakanın, görevden ayrılanın veya görevden alınan kişinin gönlüne su serper. Yine bir yere atanan kişi için eskiden “asaleten” veya “vekaleten” atandı denirken, şimdilerde “görevlendirildi” deniyor. Atandı ifadesinde bir ağırlık ve ciddiyet varken görevlendirildi fiilinde ise geçicilik söz konusu.

Sözün özü, hangi fiil ve tabirleri kullanırsak kullanalım, hepsi aynı kapıya çıksa da rica, istifa, görev değişimi, atama bana daha nezaketli bir üslup geliyor. Sizi bilmem.

*01/09/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Konevi Kültür Merkezi *

Aşkan Mahallesinde, 3 milyon liraya mal edilerek 2004 yılında faaliyete geçirilen ve halkın hizmetine sunulan görkemli bir bina vardı. Altındaki alışveriş merkezi olmak üzere nikah, toplantı, seminer, konferans, eğlence vs birçok etkinliğe ev sahipliği yaptı bina. Kimileri, adreslerini veya muhitlerini söylerken bu binayı merkeze alır, tariflerini ona göre yaparlardı. İnsan yoğunluğu bakımından tenha olan bu muhit, çok amaçlı kullanılan bu bina sayesinde hareketliydi. Meram'ın gurur abidesiydi. 

Gördüğünüz gibi cümlelerimin sonundaki fiilleri -dı, -di şeklinde hep dili geçmiş zaman kipinde kullandım. Çünkü bahsettiğim bu bina şimdilerde yok. Zaten 2016 yılından itibaren bu bina 5 senedir atıl durumda olduğu için yokluğa terk edilmişti. Nihayet yıkıldı. Niçin yıkıldı? Bina çok mu eskiydi? Beş yıldır kapalı olması halini de sayarsak, toplam 17 yıllık bina. Çok da eski sayılmaz. Bina çürük müydü?  Normal şartlarda çürük olmaması lazım. Çünkü bina 99 depreminden önce yapılmış olsa çürük olabilir diyeceğiz. Ama yapımına ne zaman başlandığını tam bilmesem de bu bina yeni deprem yönetmeliğine göre yapılmış olmalı. Buradan da binanın çürük olmaması gerektiğini anlayabiliriz. Bir an için bina çürüktü diyelim. Eğer böyle ise böyle bir binada niçin halka açık hizmet verildi? Şayet göçme, çökme ve yan yatma tehlikesi varsa bu bina, 2016 yılında tahliye edildikten sonra bir beş yıl niçin bekletildi? Diyelim ki binada sorun yok. Çatısı çöktü. Ki kapalı gerekçesi hep öyle söylendi. 3 milyona mal olan ve çevrenin önemli bir ihtiyacını gideren bu bina, çatısı çöktüğü için yerle bir edilir mi? Çatının açılması, düzgün bir çatı yapılması ve yeniden hizmete sunulması daha makul olanı değil miydi?

Soruları ne kadar çoğaltsam da binanın niçin yıkıldığı hakkında detaylı ve ikna edici bir bilgiye ulaşamadım. Aklıma binanın çürük olduğu geliyor. Eğer böyle ise bu binayı yapanlar, bu binayı teslim alanlar ve bu binanın kullanımına ruhsat veren sorumlular hakkında ne tür bir işlem başlatıldığını da maalesef bilmiyoruz. Eğer böyle bir şey yapılmamışsa yapanın yanına kar kalmış olmalı. 

Bildiğim, belediye yetkililerinin kısa ve gizemli açıklamasıdır. Açıklamadan anladığıma göre arsanın yarısı belediyeye, diğer yarısının da üç şahsa ait olduğu. Ortaklardan arsanın satın alındığı ve yıkılan binanın yerine yeni bir sosyal tesis yapılacağı.

Bu açıklama üzerinden gidilirse, öyle zannediyorum, belediye ile arsa sahipleri arasında bir anlaşmazlığın olduğu, bu anlaşmazlık çözülemediği için binanın uzun süre atıl durumda kaldığı anlamını da çıkarabiliriz. Eğer böyle ise zamanın belediye yetkilileri, arsa problemini çözmeden yangından mal kaçırırcasına, niçin böyle bir gecekondu konduruverdiler? Hangi birimiz, bir 12/17 yıl sonra yıkacağımız veya yıkılacak binaya bu kadar parayı kendi cebimizden harcarız? 

Yıkılmış, un ufak olmuş, bugünlerde yerinde yeller esen bu binanın yanından ne zaman geçsem, derin bir üzüntüye gark oluyorum gerçekten. Bu konuda da yalnız olduğumu düşünmüyorum. Bu binayı kim dert edinmişse, o bina niye yıkıldı diye soruyor ve kimse de açık ve net detayını bilmiyor maalesef. Her ne olmuşsa, yetkililerimiz gizemi seviyor nedense.

Sebep her ne ise binbir emek verilerek ve masraf edilerek yapılan, Konya'nın özellikle Meram ilçesinin hizmetine sunulan, birçok önemli toplantıya ev sahipliği yapan, çok amaçlı böyle bir tesisin ve kültür merkezinin ömrü bu kadar kısa olmamalıydı. Bir milli servet bu şekilde heba edilmemeliydi. Böyle binalar çağlara meydan okuyacak şekilde evladiyelik yapılmalıydı. 

Yazıma son verirken şunu da belirtmek isterim. Niyetim suç ve suçlu aramak değil, duygularımı ve hassasiyetimi ifade etmek istedim sadece.

*25/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.