12 Ağustos 2021 Perşembe

Dondurma Hizmeti

Çitgöl-Eynal yolculuğunun Eynal etabından çıkmıştım ki bizim oğlan, gelirken dondurma alır mısın dedi. Yapma evlat, nereden alabilirim, buralarda dondurma ne gezer. Kır bayır yürüyorum gündüz vakti. Neyse, kaldığımız yere gelince oradan alayım, ama beğenir misin bilmem. Karışmam sonra dedim. 

Dedim ama içim cız etti. Çünkü tüm hesabımı sadece kiraladığım daireye ödeyeceğim paraya göre yapmıştım. Başka da masraf yapmayacaktım. Ama oğlan istedi, almazsam olmazdı. Zaten nazla şifayla gelmişti yanımıza. Yarın, kırk yılda bir dondurma istedim, onu da almadın. Nasıl babasın dedirtmemeliydim. 

Bir elli dakika yürüdükten sonra kaldığım kaplıca mıntıkasına giriş yaptım. Dondurma alıp öyle gideyim eve dedim. Zira somurtursa çekemem bu yaştan sonra. Ama nereden almalıydım. Geçen akşam piknik bölümünde dondurma satan biri vardı. Hangi marka diye sormuştum. Kendi yapımı, bir tat demişti. Fiyatı da 40 lira imiş. 

Tam buraya yönelmiştim ki aklıma kafeterya/restorant geldi. Hem kaplıca içinde hem belli güzergahlarda boy boy reklamını yapıyordu. Burada da dondurma olmalıydı. Hem burada Maraş usulü marka dondurma bile olabilirdi. Üstelik hizmette de sınır yoktu gördüğüm kadarıyla. Nereden mi biliyorum? Geçtiğimiz akşamlardan birinde, bir arkadaşla buluştuktan sonra söğüt gölgesi diye soluklanmak için oturduğum yer vardı ya. İşte burası da kafeteryaya aitmiş. Bir on dakikada üç defa bir şeyler alır mısınız diye gelmişlerdi. 

Girdim, dondurma var mı dedim. Arka tarafta var dediler. Arka tarafa geçtim. Kimsecikler yoktu. Beklerken biri geldi. Nerenin bu dondurma, markası ne dedim. Bilmiyorum dedi. Fiyatı kaç dedim, bilmiyorum dedi. Sorup geleyim dedi. Başkası geldi. Marka söylemedi. Kilosu 40 lira dedi. Bir yarım kilo alayım, şu iki çeşitten olsun dedim. Sipariş verdiğim gitti. Bir başkası geldi. Aynı şeyi ona da söyledim. İçeri geçti. Önce bir terazi getirdi. Sonra tekrar içeri geçti. Neye koyacağını düşündü. Epey bir kap aradı. Sonunda şeffaf, plastik bir kap getirdi. Önce boş kabı terazinin üzerine koydu. Darasını aldı. Sonra külaha dondurma koyar gibi koymaya başladı. Birkaç koydu, bir tarttı. Sonra tekrar koymaya devam etti. Tekrar teraziyi söylemeyeyim. Ardından öbür çeşitten koydu biraz. Bu durum böyle epey bir devam etti. Sonunda tekrar tarttıktan sonra ağzını kapattı. Bir başkası geldi, kaşık ister misin dedi. İyi olur, üç tane olsun, bir üç tane de külah verin dedim. Poşetin içine koyarlarken size ıslak mendil getirelim dediler. Teşekkür edip ayrıldım. 

Bir yarım kilo dondurma için bir 20 dakika beklettiler, acemiliklerini benden çıkardılar ama gördüğünüz gibi hizmet güzeldi. 

Dondurma nasıl derseniz, sormayın. Dondurma demeye bin şahit ister. Bu arada dondurma dondurma diye tutturan oğlan da beğenmedi.  Hem ağzımızın tadı bozuldu hem de olan benim hesapta olmayan paraya oldu. Birbirimize ikram edip durduk. Aman siz siz olun. Kaplıcanıza girin, şifa bulun ama dondurmayı yörenizdeki dondurmacıdan alın. Ama çocuğa laf anlatamıyoruz derseniz, çocuk getirmeyin. 

Sorunu Ötelemek *

MHP lideri Sayın Bahçeli’nin önerisine, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın destek vermesiyle birlikte YÖK, üniversite baraj puanlarını düşürdü. Buna göre daha önce 150 olan YKS barajı 140’a, 180 olan AYT ve YDT barajı ise 170’e çekildi. Bu demektir ki baraj puanları onar puan düşürüldü. Yeni düzenlemeyle birlikte 150 puanın altında puan aldığı için YKS’de iki yıllık MYO’nu, AYT ve YDT puanı 180’in altında kaldığı için dört yıllık fakülteleri tercih edemeyecek öğrenciler, 2 ve 4 yıllık bölümleri tercih edebilecekler.

Siyasi irade, bu yeni düzenlemeyi gençlere müjde olarak verdi ve gençlerin yanındayız dedi. Bu düzenleme kapsamına giren ve bu düzenlemeden yararlanmak isteyen gençlere hayırlı olsun temennisinde bulunmak istiyorum. Gönlüm böyle diyor ama Türkiye’nin şartları, istihdam durumu, bu düzenlemenin gençlere pek müjde olmayacağını gösteriyor.

Siyasi iradenin, salgını gerekçe göstererek böyle bir karar aldığı görülüyor. Bu vesileyle üniversiteli olamayacakların üniversiteli olmalarının önünü açmış, açılan onca üniversitelerin dolmayan kontenjanlarını doldurmayı ve üniversite okuyan öğrenci sayısını artırmayı istemiş olabilir. Aynı şekilde genç işsiz sayısını da ötelemeyi hedeflemiş olabilir. Çünkü üniversitede okuyan gençler, öğrenci olduğu için işsizler ordusunun kapsamına girmiyor. Bu da genç işsiz oranının düşük çıkması/gösterilmesi demektir.

Siyasi irade veya devletin izlemiş olduğu bu politika doğru mudur? Bence hiç doğru değildir. Maalesef izlenen bu politika bir pansuman tedbir, sorunları ötelemek ve sorunu halının altına süpürmek demektir. Maalesef okumakta olan her üniversite öğrencisinin kahir ekseriyeti, işsizler ordusuna katılmaya namzettir. Çünkü bu ülkenin en büyük sorunu, okumuş insanın istihdam edilmesi sorunudur. 20-25 yaşına kadar üniversitede oyaladığımız bu gençlere iş veremiyoruz. Her ne kadar devlet/siyasi irade, ben istihdam kapısı değilim, kimseye iş vermek zorunda değilim. Okuturum, o kadar, dese de bu ülkede herkes daha iyi iş bulurum niyetiyle okur ama özel sektörde ama devlette.

İyi, hoş, güzel de ara elemanı yok ettiğimiz bu zorunlu 12 yıllık eğitim sistemimizde herkes üniversiteli olacak da bu ülkenin ara eleman ihtiyacını kiminle gidereceğiz? Şimdilik Suriyeli ve Afganlılarla bu ihtiyacı gideriyoruz. Ya yarın ne olacak durumumuz? Yani bu üniversiteli işsizlere kim iş verecek?

Herkesi okutmayı hedefleyen bu eğitim sistemimiz maalesef geleceğimizi yok ettiği gibi geleceğimizin teminatı olan gençlere de umut vermiyor. Bu sistem ancak umutsuzluk aşılıyor. Endişem, gençlere yani okuyan nesillere istihdam açmayan, açamayan devletin, bu işi daha da ötelemek için 12 yıllık zorunlu eğitimin üzerine, üniversiteyi de zorunlu eğitim kapsamına almasıdır. Gidişat da bunu gösteriyor.

Hasılı YKS, AYT ve YDT barajını düşürmek bir çözüm değil, müjde hiç değil, gençlerin yanında olmak hiç değildir. Zira bu, gençlere yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu yüzden devletin, sorunları halının altına süpürmek, sorun ötelemek, istatistiklerde okumuş üniversiteli sayısını artırmak hastalığından bir an evvel vazgeçmesi lazım. Değilse ağlayanımız olmaz.

*13/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

5 Ağustos 2021 Perşembe

Zorunlu İskân *

Kan davası, değişik nedenlerle sonradan oluşan husumet, ölme, öldürme, komşular arası gerginlik, niza, kavga ve yaralama olayları bu ülkede eksik olmaz. Çünkü toplumumuzun bir kısmı sorunlarını konuşarak çözmek yerine, kaba kuvvet ve güç gösterisiyle çözme yoluna gider. İki kişi arasında başlayan gerginliğe, diğer aile bireylerinin hatta sülale ve aşiretin de katılmasıyla olay büyür de büyür. İş, Filistin-İsrail meselesine döner. Kavga ve gerginliğin devam edip etmeyeceği, ailelerin durumuna ve haleti ruhiyesine göre değişiklik gösterir. Bazı kavgaların devamı gelmez. Bazıları ise ilanihaye sürer. Olayın emniyet ve adliye boyutuna taşınması da çoğu zaman işi çözmüyor. Çünkü bizim adalet sistemimiz adalet dağıtmaz. Dağıtmaya kalksa bile içimizdeki ateşi söndürmez. Sıcağı sıcağına yedi kişinin öldürüldüğü Hasanköy cinayetini buna örnek olarak verebiliriz. Basından öğrendiğimize göre komşu iki aile arasında yıllara dayanan bir husumet var. Olay defalarca emniyet ve yargıya taşınmış, olayla ilgili iki kişi tutuklanmış, diğerleri serbest bırakılmış. Bu tutuklamalar sorunu çözmediği gibi geliyorum diyen tehlike, yedi kişinin ölümüne neden vermiştir.

Her gün ülkenin değişik bölgelerinde bu şekil ölme ve öldürme olaylarını izlemeye devam mı edeceğiz? Bu konuda mevcut yapılanların yanında başka tedbirler alınamaz mı? Mesela birbiriyle komşu olan, aynı mahalle ve muhitte oturan kişilerden en az birinin yeri değiştirilemez mi? Baştan söyleyeyim, geçinmeye niyeti olmayan insanlara ne yaparsan yap, kar etmez. Zira böyleleri fırsatını kollar, kafaya koyduğunu yapar. Kan davaları buna bir örnektir. Hasım, Fizan’a bile gitse gidip bulunur ve öldürülür. Bir ondan bir bundan olacak şekilde bu acı hikaye babadan oğula geçecek şekilde sürer gider. Durum bu olsa da yapılacak bir şey yok deyip olup biteni seyredecek miyiz? Bu konuda ilin valilikleri, siyasi iktidar, yargı ve Meclis taşın altına ellerini koymalıdır. Bu konuda ne yapılabilir?

Diyelim ki bir mahallede, bir muhitte; bir kavga, ağız dalaşı, yaralama veya cinayet meydana geldi. Olay yargıya intikal etti. Taraflardan kimi tutuklandı kimi tutuksuz yargılanmak üzere kimi de adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Olayın adliye boyutu bu şekil devam ederken ilin valisi, emniyeti görevlendirerek mahalledeki tansiyonu ölçtürmesi gerek. Konuşma, uyarı ve tavsiyeye rağmen taraflar ateşle barut gibi ise burada taraflara şöyle bir seçenek sunulabilir: “Mevcut gayrimenkullerini satarak bu mahalle, muhit ve şehri terk etmeyi düşünür müsünüz? Zira gün boyu hasmınızla burun buruna geliyorsunuz. Böyle giderse iki yumurtadan biri kırılacak” denebilir. Taraflardan biri kabul ederse mevcut gayrimenkullerini ederine satması için yetkililer yardımcı olur. Gittiği yerde hasmı ile sürekli karşılaşmaz ve kendine gittiği yerde bir iş tutar ve hayatına devam eder. Muhitini terk etmeyi kabul eden kimse, gayrimenkulünü değerine elinden çıkaramıyor ise devlet devreye girerek kişinin gayrimenkulünün değerini belirler, başka bir yerden emsal yer gösterir. Taraflardan biri böyle bir seçeneği yani bulunduğu yeri terki diyar etmeyi kabul etmez ise mahkemece suçlu bulunan kimse başka bir yere zorunlu iskana tabi tutulur. Buna biz sürgün de diyebiliriz. Ki sürgün değişik sebeplerle Osmanlı’da uygulanmıştır.

Zorunlu iskan çözüm olur mu? Yukarıda da bahsettiğim gibi gözü dönmüş ve öldürmekten başka bir şey düşünmeyen kimseler, hasmını gittiği yerde de öldürebilir ama bunun sayısının fazla olacağını düşünmüyorum. Bu yol ile çoğu kimsenin canının kurtulacağını düşünüyorum. Çünkü mekan değişikliği dolayısıyla taraflar, hasımlarıyla daima yüz yüze gelmeyecek, herkes işine bakacak. Yaptığım bu öneriyi koruyucu hekimlik gibi düşünmek lazım. Devlet de uygulayacağı bu tedbir ile vatandaşlarının canını korumayı hedeflemiş ve mahalle veya muhitin diğer sakinlerini de rahatlatmış olur.

Burada Anayasamızda geçen herkes istediği yere yerleşme hakkına sahiptir maddesi buna engel denebilir. Pekala bir anayasa değişikliği ile bu maddeye “Zorunlu hallerde kişiler, mahkeme kararıyla zorunlu iskana tabi tutulur” eklenebilir. Böyle bir değişikliğin tüm vekillerin oylarıyla Meclisten geçeceğini düşünüyorum.

Denemeye değmez mi?

*09/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

4 Ağustos 2021 Çarşamba

Ye, Yürü, Zayıfla! *

Yeme ve içmenize dikkat etmiyorsunuz. Düzenli beslenmiyorsunuz. Buldunuz mu, Abbas’ın kör kazı gibi midenize indiriyorsunuz. Az yemeyi bir türlü kendinize anlatamıyorsunuz. Kilonuz boyunuzla orantılı değil, alıp başını gitmiş. Ayaklarınızın ucunu göremeyecek derecede göbeğiniz çıkmış. Eğilip doğrulamıyorsunuz. Merdiven çıkarken hışmış kalıyorsunuz. Bedeninizi yormayacak şekilde hareketsiz de bir yaşantınız var. Gideceğiniz yere arabayla gidiyorsunuz. Araba girse, tuvalete de arabayla gireceksiniz. Durumunuz bu iken kilo ve göbeğinizi dert edinmiyorsanız, size sözüm olmaz. Devam edin bu yaşantınıza. Kim tutar sizi bu durumdan. Zira o vücudu taşıyan ayaklar sizin ayaklarınızdır ve sizi taşıyacaktır. Bu konuda yalnız da değilsiniz. Zira hemen hemen her Türk erkeği sizin gibi dert edinmediği bir göbeğe sahiptir.

Yok, eğer kilo ve o çirkin göbeğinizi dert ediniyor, aslında kilo vermem lazım, bunun için bir diyetisyene gitmem gerek diyorsunuz ama bir türlü harekete geçemiyorsunuz ve hangi diyetisyene gideyim diye düşünüp duruyorsunuz. Niye bu kadar düşünüyorsunuz, anlamış değilim ya da gittiniz birine. Yahu hangisine giderseniz gidin. Aynı reçeteyi sunacak size. Reçetenin en başında da sizi kibrit büyüklüğündeki bir peynire ve bir-iki dilim ekmeğe mahkum etmek var. Bu peynir ve ekmekle ömür tükenir mi? Yazık değil mi size? Siz bu dünyaya aç durmak için mi geldiniz? İşin garibi her şeyiniz var ama yiyemiyorsunuz. Zira yasak. İşte bu sizi bitirir. Haydi ölümü gördünüz, sıtmaya razı oldunuz. İş bununla da bitmiyor. Şunu yapacaksın, bunu yapacaksın, şundan kaçınacaksın, şeklinde size bir dizi ödevi verilecek ve hayatı zindan edecek. Bu ev ödevinin içinde öyle zannediyorum, spor da olacak. İşin yoksa bir spor salonu ile anlaşıp zayıflayacağım diye gidip duracaksın. Tüm dediklerini yapmakla işin bitiyor mu? Hayır, Seni belli periyotlarla yanına çağırıp duracak ve geri kalan ömrünü diyetisyene gidip gelmekle geçireceksiniz.

İyi de ne yapayım, başka yol mu var diyorsunuz. Ayıp oluyor ama. Size teessüf ediyorum. Biz ne güne duruyoruz burada? Hastaysanız, doktor ayağınıza geldi. Gülmeyin, zira doktorunuz benim. Moralinizi de bozmayın ne önerecek diye. Bilin ki sizi yeme ve içmeden kesmeyeceğim. Kibrit büyüklüğündeki peynire de mahkum etmeyeceğim. Yiyin yiyebildiğiniz kadar.

Tamam, şu göbekten yeter ki kurtulayım, dediniz. O zaman şu yazdıklarımı ölmek var, dönmek yok babından, harfiyen uygulayacaksınız:

1.Göbeğiniz görünecek şekilde boydan bir fotoğraf çektiriniz. Fotoğrafı ne zaman çekindiğinize dair tarihi bir yere not ediniz.

2.Zaman zaman tartılmak için evinize bir baskül alın ve kaç kilo olduğunuzu bir yere not edin. Açken kaç kilosun, tokken kaç kilosun gibi.

3.Başta peynir olmak üzere her türlü yiyeceği günde iki (üç de olabilir) öğün yemeye devam ediniz. Ne kadar yiyeceğim diye sormayın. Tıka basa yiyebilirsiniz. Bu cevabıma rağmen peyniri de mi diye sormayın. Paranız varsa her türlü peyniri alın, yiyebildiğiniz kadar yiyin.

4.Mümkün olduğu kadar öğünleri aynı vakitlerde yemeye çalışın. Yerken dikkat edeceğiniz husus, “Sabah kahvaltısını kendin için yap, öğle yemeklerini sevdiklerinle birlikte ye, akşam yemeğini ise düşmanına yedir.” sözünde olduğu gibi akşam yemeğini yemeyin demek istemiyorum. Akşam da yiyin. Burada dikkat edeceğiniz husus, akşam yemeğini saat 6, bilemedin 7’den sonraya bırakmamaya çalışın. Akşam altı/yediden sonraya sadece çay ve su içebilirsiniz. Çerez, abur cubur, meyve, pasta gibi yiyecekleri bu saatten sonra sakın ha sakın yemeyin. Mide dolu olarak uyumayın. Çünkü hareket etmeyince vücut aldığını kolay kolay eritemez. Bu yedikleriniz de sizi rahat uyutmadığı gibi kilo ve göbek olarak size geri döner. Bazı özel günlerde ve misafir geldiğinde veya misafirliğe gittiğinizde bazı akşamları saat altıdan sonra yeme konusunda kaçamak yapabilirsiniz ama bunu alışkanlık haline getirmeyin.

5.Mümkünse ekmek yemeyi bırakın, pirinç pilavını da pek yemeyin. Tavsiyem kaşıklayın sadece. Ben ekmek yemeden doymam diyorsanız, mayalı ekmekten ziyade mayasız ekmekleri yemeyi tercih edin. Pilavı bari ekmeksiz yiyin. Göreceksiniz ki doymam diyen mideniz doyacaktır. Burada ekmeksiz doyulmaz psikolojisini kafanızdan atacaksınız.

6.Yerken hızlı yemeyin. Yavaş yavaş sindire sindire yiyin. (Reçetenin en zoru da bu)

7.Bundan sonra günlük rutine bindirip ver Allah yürüyeceksiniz. Yürürken ne tok ne aç olacaksınız. Zira aç ayı oynamaz, tok da yerim dar, der. Yürüyüşünüz, mesire yerindeki gibi gezinti şeklinde olmayacak. Tercihen hızlı olacak şekilde belli bir tempoda belli bir süre ara vermeden yürüyeceksiniz. Günlük en az 1,5-2 saat yürüyeceksiniz. Serin vakitlerde yürümeyi alışkanlık haline getirin. Vücudunuz güneş ihtiyacını alsın diye bazen de güneşli ve sıcak ortamları seçin. Güneşten etkileniyorsanız, başınıza bir şapka geçirin. Bir de hep aynı güzergahta yürümeyin. Her gün farklı güzergahlardan yürüyün. Uygun yürüyüş parkurları varsa bazen buraları da tercih edebilirsiniz. Yürürken dağ, bayır, iniş, yokuş seçmeyeceksiniz. Gideceğiniz yere arabayla değil, yürüyerek gitmeyi tercih ediniz. Yürüdükçe terleyeceksiniz. Öyle terleyeceksiniz ki elinizi belinize götürünce su gibi olacak. Boynunuz ıslanacak. Hamamdan çıkmış gibi saçlarınızdan şıpır şıpır su akacak. Yokuş çıktıkça ayaklarınıza kara sular inecek. Anam diyeceksiniz. Ananız ya… Hiç ananızı karıştırmayınız. Ananız ne yapsın bu durumda? Onu göbek yaparken düşünecektiniz. Öyle pes etmek yok. Hışmış kalsanız da belirlediğiniz mesafeyi yürüyecek ve zamanı dolduracaksınız. Güzergahınız tenha olursa daha iyi olur. Bu durumda kimse yürüyüşünüzü engelleyemez.

8. Ne kadar yürüdüğünüzü öğrenmek, günlük hedefinize ulaşıp ulaşmadığınızı bilmek için telefonunuza bir adım sayar yükleyin. Kaç adım attığınızı, kaç km yaptığınızı, kaç kalori verdiğinizi gördükçe bu sizi motive edecektir.

9. Günlük hedefinize ulaştıktan sonra eve gelip güzel bir duş almalısınız.

10.İlk başlarda yürümenize rağmen kilonuzda düşme, göbeğinizde erime olduğunu göremeyeceksiniz. Bu sizin moralini bozmasın.

11.Dediklerimi ödün vermeden yaparsanız, 2,5-3 ay sonra kilonuz düştüğü gibi göbeğiniz de eriyecektir. İnanmazsanız tekrar boydan fotoğrafınızı çektirin. Yürümeye başlamadan önce çekindiğiniz fotoğrafla karşılaştırın. 

   Unutmayın, parolamız ye, yürü ve zayıfla. Haydi göreyim sizi. Kurtulun eğreti duran şu göbekten ve kilodan.

Bu kadar yazdıktan sonra ama efendim, benim yürümeye zamanım yok derseniz, hatırınızı yıkarım. Mübarek, zamanınız yok da bu kadar reçeteyi niye yazdırdınız bana? Alacağınız olsun sizin. Rabbi'm, sizi bildiği gibi yapsın. Ayrıca niye zamanınız yok? Zaman ayıracaksınız. Gerekirse uykunuzdan ödün vererek bunu yapacaksınız. Öyle mazeret bulmak yok.

*14/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır

3 Ağustos 2021 Salı

Sabotaj mı, Küresel Isınma mı? *

“2010 yılında ‘Küresel ısınma’ konulu bir seminer dinlemiştim. Aklımda kaldığı kadarıyla “Dünyayı küresel bir ısınma bekliyor. Susuzluk kapıda. Heyelanlar eksik olmayacak, toprak kayması artacak. Sular çekiliyor, buzullar eriyor. Yağışlarda süreklilik olmayacak. Ormanlar yok oluyor, Anadolu kuraklaşıyor, özellikle Konya kuraklıktan en fazla pay alan illerimizden... Çünkü dünyada ağaç ve ormanlıklar % 30’lar civarında iken, Türkiye’de % 18, Konya’da ise % 12 dolaylarında. Bu yüzden tedbir almalıyız.” açıklamalarını yapmıştı seminer yetkilisi”. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2016/05/rahmetine-susadk-biz-rahmann.html)

Yıl 2021 olmuş. O günden bugüne bakıyorum. Seminerde dinlediğim küresel ısınmanın etkilerini her geçen gün daha fazla hissetmeye başladık. Bu tehlikeye karşı neler yapılabilirdi? Aslında bu tehlikelere karşı çok bir şey yapmamıza gerek yok. Elimizi doğadan çekiversek, dünyayı hoyratça kullanmasak, kötü emellerimize dünyayı alet etmesek, atalarımızdan emanet aldığımız bu dünyayı gelecek nesillere güzelce teslim edebilsek, ne biz sıkıntı çekerdik ne de bizden sonraki gelecekler. Çünkü doğa kendi kendini rektifiye ederdi. Tüm bu yaptıklarımıza rağmen dünya gerçekten iyi ayakta duruyor.

Küresel ısınma, etraflıca düşünülmesi gereken bir konu. Bu bizi aşar. Orman yangınlarına gelmek istiyorum. Yangınla ilgili bilgiler an be an değişiyor. Bu yazıyı orman yangınlarının yedinci günü ele aldım. Tarım Bakanının açıklamasına göre 137 yerdeki yangınlar kontrol altına alınmış, ama hala yanmaya devam eden bölgelerimiz var. Yangınlar önce kontrol altına alınır, ardından tamamen söndürülür. Temennimiz bu yönde.

Devlet bu yangınları kontrol altına almak için eldeki tüm imkanları kullanmaya çalışırken, bu bölgelerde oturanlar zehir solarken, kimi yangına teslim olup canını verirken, yangınları söndürmeye çalışanlar ölümle burun buruna gelirken, bazı yerleşim yerlerinin tahliye edilmesi konuşulurken, oturduğumuz yerden “şöyle olsaydı yanmazdı, böyle olsaydı olmazdı, uçak vardı/yoktu” demenin zamanı değil diye düşünüyorum. Zira olan olmuş ve yangın devam ediyor. Bu durumda yapılması gereken elimizden geleni yapmaktır. Yangın bölgesinde olanlar ölüm ve yanma riskine rağmen nasıl ki gönüllülük esasına dayalı olarak imdada koşuyorsa, yangın bölgelerinden uzak olanlara düşen; soğukkanlı olmak, sağduyuyla hareket etmek ve yangına körükle gitmemektir. Çünkü içimiz yanıyor, ciğerlerimiz yanıyor, bize nefes olan geleceğimiz yanıyor.

Tüm yangın riski bittikten sonra mağdurların yaralarını sarmaya çalışalım. Sonra bu konuyu enine boyuna masaya yatıralım, ihmali olanlardan ve ucu kime dayanıyorsa onlardan hesap sorulsun ve ilgilileri bedeller ödesin ki bir daha böyle afetlerle muhatap olmayalım.

Burada soğukkanlılığımı koruyarak şu sorulara cevap aramak istiyorum:

Basının yazdığına göre yangınları, terör örgütüne bağlı bir inisiyatif üstlenmiş. Bunlar yakmış olabilir mi? Yoksa biz bunu üstlenelim ki bu vesileyle gücümüzü göstermiş oluruz politikası güdülüyor olabilir mi? Çünkü meşhur olmak için illaki iyi yönde adını duyurmak gerekmiyor. Eğer bu örgüt yaktı ise bildiğim kadarıyla bu örgüt, 2019 yılında yanan ormanları da üstlenmişti. Sosyal medyada dolaşan bir videoya göre bu inisiyatif, “Çakmağın atom bombası değerinde olduğunu ve ormanları yakın emri verdiği” görülüyor. Bu video sanal alemde dolaşımda iken devletin istihbaratı nerede ve ne işle uğraşıyor, bunu sorgulamak lazım. Aynı anda çok yerde ormanlar alev aldığına göre bunu yapan kişilerin bir elden yönetilmiş olması, bunların da haberleşmeyi iletişim yollarından sağlamış olabileceği ihtimali çok yüksek. Gerçekten burada devletin istihbaratını sorgulamak lazım.

Yangınların küresel ısınmanın bir sonucu olabileceği de bizi düşündürmesi lazım. Çünkü ısınmayla birlikte nem oranının düşmesi sonucu, ağaçlar ufacık bir kıvılcımda ateş alabiliyor. Bu konuda yani ısınmayla birlikte sıra dışı orman yangınlarının olabileceği çok önceden açıklanmasına rağmen bu yangınları en aza indirmek için yetkililer ne tür tedbirlere başvurmuşlardır? Sanki bir yansın, bakarız görüntüsü veriliyor.

İster sabotaj ister küresel kaynaklı olsun, görünen o ki her yıl önceki yıllara oranla orman yangınlarında artış olacağı anlaşılıyor. Zaman kaybetmeden elde kalan ormanları yakmadan, geleceğe nasıl taşıyacağımızın plan ve programını yapmamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü asıl olan atalarımızdan miras olarak aldığımız bu ormanları çocuklarımıza devretmektir. Bunu yapmazsak emanete ihanet etmiş oluruz. Yoksa görüldüğü gibi yanan ormanları söndürmek öyle kolay olmuyor ve maalesef yerine yenilerini eksek bile çoğu bakımsızlıktan tutmuyor, tutsa da doğal ormanın yerini vermiyor.

Hangi sebeple olursa olsun, ormanları yaktırmamak, yanıyor/yakılıyorsa da bunu en aza indirgemek, yanan ormanları çabucak kontrol altına almak için her türlü imkân ve teknolojiden yararlanmak, devletin asli görevleri arasındadır. Her ne kadar hırsıza kilit dayanmaz ise de caydırıcı olması yönünden, devletin bir dizi tedbirleri devreye sokmasında fayda vardır. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Bunlar neler olabilir?

1.      Yangınların arttığı yaz dönemlerinde, ormanlara giriş ve yaklaşmak yasaklanabilir.

2.      Ormanların etrafında belli mesafelere gözetleme kulesi yapılabilir. Mesela 250-500 metre gibi. Buralarda nöbet usulü görev yapacak şekilde askere gönderdiğimiz ve yanaşık düzenden başka bir eğitim almayan askerlere görev verilebilir. Uyarıya rağmen yaklaşan ve girmeye çalışanları yıldırmak ve engellemek için askere ateş etme yetkisi verilebilir.

3.      Piknik yapmak, mangal yakmak yasaklanabilir. Gezmek, dolaşmak, temiz hava almak ve spor yapmak için orman bölgesine giriş yapanların girişlerde kimlik bilgileri alınabilir. Ormana girerken arabalarında ve ceplerinde kibrit ve çakmak kontrolü yapılabilir.

4.      Ormanların belli noktalarında gözetleme kuleleri oluşturulabilir.

5.      Herhangi bir orman yangınında, bir yerde başlayan yangının diğer bölgelere sıçramayacak şekilde yolların açılması, gerekirse birbirine sık olan ağaçların kesilmesi yoluna gidilebilir.

6.      Suç işleme ve orman yakma potansiyeli olanların telefon konuşmaları sürekli dinlenebilir, yazışmaları ve sosyal medya hesapları ve belli örgütlerin paylaşımları takip edilebilir. Bunlar yaktıktan sonra değil, yakmadan önce derdest edilmelidir.

7.      Orman yakan ve orman yakmaya yeltenenlere caydırıcı olması yönünden “Yaş kesenin başı kesile” misali hiçbir indirimden yararlanamayacak şekilde en ağır ceza düzenlemesi yapılarak hayata geçirilmeli. Ateşle oynayanın geri kalan ömrü dört duvar arasında geçireceği bir düzenleme Meclisten geçirilmeli.

8.      Bugün ve her an orman yangını çıkacakmış gibi devlet hep teyakkuzda olmalı. Yeterli ekipman ve yangın söndürmede kullanılacak uçak, helikopter vb. malzeme ve materyaller çalışır vaziyette hep hazır tutulmalı.

9.      Herhangi bir olumsuzluğun ve tehlikenin önüne geçmek amacıyla yaz aylarında ormanların üzerinden SİHA ve İHA’lar sürekli uçuş yapmalı.

10.  Orman yangınları başta olmak üzere tüm doğal afetlerde iktidarı, muhalefeti, devletin tüm kurumları birbirini suçlamak yerine kenetlenmeli. İşbirliğine gitmeli.

11.  Devleti yöneten iktidar eleştiriye açık olmalı, önerilere kulak vermeli. Muhalefet de eleştiri zamanını iyi ayarlamalı.

*06-07/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Aşı Muamması *

2009 yılı olsa gerek. Domuz gribi kamuoyunu epey bir meşgul etti. Tehlikeli bir hastalıktır, öldürücüdür dendi durdu. Bu hastalıktan korunmak için dönemin sağlık bakanı, aşı ithal etti. Vatandaşa aşılanmaları yönünde tavsiyelerde bulundu.

İnsanımız, aşı olmaya başlayınca olayım mı, olmayayım mı derken iş dönüşü sağlık ocağının bahçesinde, sağlık grup başkanını gördüm. Selâm verip hal hatır sorduktan sonra doktor bey, domuz gribi aşısını olmamı önerir misin dedim. Elbette, dedi. Dedim, bilime karşı gelinmez. Gidip ertesi günü aşı oldum.

Dönemin başbakanı, benim aşı olmamı bekliyormuş sanki. Akabinde, ben aşı olmayacağım dedi. Aşı olmak isteyenler de aşı olmaktan vazgeçti. Aşı kampanyası da sona erdi. Para verilerek getirilen onca aşıya ne oldu bilmiyorum. Bildiğim, hastalık kaynaklı ölümün fazla olmadığı. Bildiğim bir şey daha var: Aşıyı bulan ve üretenler köşeyi dönmüştür.

Yıl 2021. Bu sefer covid-19 ile boğuşuyoruz. Ne olduğu, nereden bulaştığı hala tespit edilememişken, bu hastalıkla mücadele için neredeyse hayatı durdurduk: İki yıldır maskeliyiz. Dili olsa da dezenfektanlardan ne çektiğini elimiz bir anlatsa. Ateşimiz ölçüldü. Aralarımıza uzun mesafeler koyduk. Yetmedi, evlere kapatıldık. Riskli işyerlerine kepenkler vuruldu. Paranoya seviyesinde temizlik hastaları oluştu. Bu olağanüstü hal, üç gün değil, beş gün değil, zaman zaman esnetilse de bu durum iki yılı geçti. Daha ne kadar gündemimizde kalacak, burası muamma. 

Bu virüs belasından kurtuluşun, aşıda olduğu umudu aşılandı. Bekledik aşı bulunacak diye. 2020’nin son aylarında değişik ülke ve markalarda aşılar -hikmeti nedir bilinmez- peşi sıra piyasaya sürüldü. Koruma özelliği şu kadar dendi. Hepsinin de koruma özelliği farklı farklıydı.

Öncelik sağlık çalışanlarında olmak üzere devlet erkanı ve riskli meslek grupları aşılandı. Ardından yaşlılardan başlanarak gençlere kadar aşı sırası geldi. Şu ana kadar iki doz aşının üzerine üçüncü dozunu olanlar da oldu.

Aşı olanların yanında aşı olmayanlar da var. Çünkü kafaları karışık. Aşı olana niye aşı oldun demem. Olmayana da niye olmuyorsun demem. Zira herkesin kendi tercihidir. Aşı olanlar tarafından aşı olmayanlara karşı “Niye aşı olmuyorsunuz? İnsanların hayatını riske atıyorsunuz. Aşı olmayanlar şuralara, buralara alınmasın” şeklinde mahalle baskısı uygulamak yerine, onların kafasındaki soru işaretlerini gidermek gerektiğini düşünüyorum. Üstelik aşı diye vurulduğumuz, adına aşı denen aşı değil, aşı adayı bir aşıdır. Yani aşı aşamaları tamamen tüketilmeden aşılar piyasaya sürülmüştür. Belli sayı ve oranda, belli bir zaman diliminde, gönüllülük esasına dayalı olarak test edilmesi gereken aşılar piyasaya sürülerek tüm dünya kobay olarak kullanılmaktadır. Gerçek aşı olsa insanımız aşı olmaya niçin karşı çıksın.

Bir diğer husus, vurulduğumuz aşıların ne kadar antikor ürettiği, ne derece koruyucu olduğu, kaç doz vurulacağımız bile belli değil. Önceleri iki doz yeterli denirken üçüncü doz da gerekli denmeye başlandı. Böyle giderse dördüncü, beşinciyi de olmak lazım denirse hiç şaşırmam.

Hasılı, dört gözle beklediğimiz aşıların koruma özelliği, gördüğüm kadarıyla açıklandığı gibi değil. Aşı olanlar da hastalanıyor, aşı olmayanlar da. Aşı olanlar da ölüyor, olmayanlar da. Güya dünyanın yarısı aşı olursa virüs belasından kurtulacaktık. Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan’ın açıkladığına göre “Aşının olmadığı geçen yaz, günlük vaka sayısı 150 binlerde iken dünyanın yarısının aşılandığı bu yaz döneminde ise günlük vaka sayısı, 500 binler” civarında imiş. Yani aşıya rağmen virüs tırmanıyor. Bu demektir ki yeniden kapanmalar kapıda.

Sözün özü, aşı muamması devam ediyor. Virüse karşı etkili diye umut bağlanan aşı adayları maalesef fare doğurmuştur. Durum bu iken olunan aşıların insanı koruduğu kesin değil iken, aşıların insan vücudunda ileride hasara yol açıp açmayacağı bilimsel olarak tespit edilmemişken, aşıya rağmen hala aramızda covid-19 hastalığı dolaşıyor iken, bilim (!) adına yapılan açıklamalar ve tespitler birbirine çelişir şekilde borsa gibi değişiklik gösteriyor iken, toplumda aşı olmayanlara karşı aşırı tepki gösterilmesini çok doğru bulmuyorum. (Bu arada beni aşı karşıtı falan görmeyin. İstemeyerek de olsa iki doz aşımı oldum. Aşı olmayanlara da saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.

*04/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

1 Ağustos 2021 Pazar

Yurdum İnsanı ve Kaşıma Hastalığımız *

Ülkemin 85 noktasından, ciğerlerimiz olan orman yangınları haberleri gelmeye devam ederken, temmuzun son cumartesi günü, yaşları 58, 60 ve 65 olan üç ihtiyar delikanlı, Meram Dere-Altınapa, Altınapa-Meram Dere güzergahında bir yürüyüş yapmaya koyulduk. 15.05’te sıcakta başlayan yürüyüşümüzün sessizliğini bozan, dar ve stabilize yoldan geçen tek tük araçlardı. Az kenara çekilip onlara yol verdik. Tanımadığımız bu kişiler bize selam verdi. Bazısına, Altınapa’ya daha ne kadar var sorusunu sorduk. Her soruya farklı cevaplar alsak da daha çok var cevapları karşısında dönüşte karanlığa kalacağız endişesi bizi sarsa da menzile varmaktan beri kalmadık. Kaç km kaldığına dair telefonlarımıza da bakamıyoruz. Çünkü ne telefon çekiyor ne de İnternetimiz. Uzun, ince ve kıvrımlı yollardan Allah ne verdiyse, tabana kuvvet deyip yürüyoruz durmadan.

Az önce yanımızdan bize selam vererek geçen bir araç sahibi geri dönerek bize, “İleride çalışma var. Ben aracımla geçemedim. Belki siz geçebilirsiniz” dedi. Moralimiz bozulsa da yürümeye devam ettik. Belirtilen yere vardığımızda, derenin içindeki toprak, moloz ve kumların, bir operatör tarafından yolun ortasına park etmiş kamyona boşaltıldığını gördük. Yaya da olsak geçilecek gibi değildi. Zaten geçmeye çalışsak bile ardı arkasına kepçeden boşaltılan topraklardan çıkan toz bulutundan geçmek mümkün değildi. Ne yapalım derken, baktık ki kamyon dolmak üzere. Bekleyelim, nasılsa hareket eder dedik. Dediğimiz gibi oldu. Kamyon hareket etti, az sola alındı ve bize yol açıldı.

Dönemeci geçer geçmez “Aha köprü, gelmişiz” dedik. Köprüyü görmemiz, çölde yürürken susuzluktan ileride serabı gören çöl yolcularına benzedi. Yüzümüzde beliren bu sevinçle yol alırken az önce operatörlük yapan genç, kamyonla yanımızdan geçerken “Biz şu şantiyedeyiz. Çayımız var. Buyurun gelin, çay içelim” dedi. Çayınız size ancak yeter dediksek de genç bize ısrar etti, tamam dedik.

Köprünün eteğindeki konteynırdan yapılmış şantiyeye vardık. Selam verdik. Boş bulduğumuz plastik sandalyelere oturduk. Bizi çaya davet eden genç demlenen çayı getirdi. Hal hatırdan sonra çalışan işçilerin bir tanesinin Tuncelili, diğerinin Ağrılı, bir tanesinin de Aksaraylı olduğunu öğrendik. Az sonra 3-4 kişi daha geldi. Onlara, nereli olduklarını sormadık ama yüz hatlarından ve aksamlarından Güneydoğulu oldukları anlaşılıyor. Sanırım yemek vakti olsa gerek. Bir yarım saat kadar kendileriyle sohbet ettik. Paydos saatinden sonra yiyecekleri akşam yemeğinin ardından, birlikte içecekleri çaydan bize çay ikram ettiler. İkram ettikleri bu bir bardak çay, yorgunluğun üzerine bize bir servet gibi geldi. Namaz kılacak yer var mı sorumuza, bizi içeriye alarak seccadeyi serdiler ve kıbleyi gösterdiler. İkindi namazını kıldıktan sonra kendileriyle vedalaşıp hemen iki adım kalan baraja doğru geçip gittik.

Bize hanelerini açan yurdun değişik bölgelerinden gelen; içlerinde Kürt’ü, Alevi’si ve Türk’ü olan bu işçileri çok sıcakkanlı gördüm. Kıt kanaat ve zor şartlarda ekmek davası için bir araya gelmiş, değişik ırk ve meşrepteki bu gençler, aralarında iyi bir sinerji oluşturdukları gibi yoldan geçen, tanımadıkları bizi de bir süreliğine misafir ettiler. Yurdum insanının bu engin hoşgörüsü ve misafirperverliği bizi ziyadesiyle mesrur etti. Anlattıklarına göre barajdan salınan suyun geçtiği derelerin etrafına bent örüyorlar, tabanına da beton döküyorlar. Öyle zannediyorum, buradaki işleri daha epey sürer. Bir başka zaman çam sakızı, çoban armağanı ikramda bulunmak üzere onları tekrar ziyaret etmek isterim. Allah razı olsun kendilerinden.

Cumartesi günü başımdan geçen bu anekdotuma yazımda uzunca yer verdim. İstedim ki bu ülkede ırk üzerinden siyaset yapan, bunu durmadan kaşıyan ve bundan nemalanan kişilere dair birkaç lafım olsun.

Bildiğiniz gibi söndürmekte zorlandığımız ormanlar içimizi dağlarken, cuma akşam saatlerinde, Meram ilçesi Kalfalar Mahallesinde Karslı bir ailenin yedi ferdi öldürüldü haberi ile irkildik. Ne oluyor, bunun arkasında ne var diye bu menfur cinayeti sorgularken ve kimse olayın aslını astarını bilmez iken, uzun yolculuğun ardından haberlerde ne var ne yok diye ajanlara bir göz attığımda, “iki komşu arasında eski husumet vardı, mangal yüzünden çıktı, kedi meselesi varmış” haberleri yer alırken, yetkililer üç savcıyı görevlendirerek olayı derinlemesine soruşturmaya başlatmışken HDP Eş Başkanı Sayın Sancar, “Kim bu olayın arkasında eski husumet var, başka sebepler ararsa…” diye başlayan konuşmasında “Türk’ün Kürt’ü öldürdüğü ırkçı bir eylem” diyerek işi ırkçılığa getiriyor ve sanki hakim ve savcı imiş gibi kesin hükmünü veriyor. Bu nefret dili karşısında gerçekten dehşete kapıldım. Şantiyede çalışan ilkokul mezunu Kürt’e, Alevi’ye, Türk’e bakın, bir de profesör ve bir partinin genel başkanı, okumuş ve bir sorumluluğu olması gereken Mithat Sancar’a bakın. Yangına körükle ve benzin bidonuyla gidiyor. Yazık gerçekten yazık!

Sayın Sancar (ve öldürülen aile adına açıklamalarda bulunan, işi ırkçılığa bağlayan avukat bey) bilsin ki bu ülke Kürt’ünün Türk ile Türk’ün Kürt ile Alevi’nin Kürt ve Türk ile bir alıp veremediği yoktur. (Olayın sıcaklığına rağmen Türkiye’nin bir mozaiği olan gençlerin bize muamelesini yukarıda işledim.) Sizin tüm derdiniz, olayları bu şekilde kaşıyarak hem seçmeninizi kutuplaştırmak hem de kendinize oy vermeyen diğer Kürtlerin de oylarını almaya çalışmaktır. Lütfen cesetler üzerinden siyaset yapmayın. Birbiriyle iç içe geçmiş insanımızın iyi niyetini kendi emellerinize alet etmeyin. Size buradan ekmek çıkmaz. Çıkarmaya kalkarsanız bu ülke hepimize mezar olur. İnsaf, basiret, feraset ve sağduyu lütfen. Okumuş siyasetçiler bilsinler ki Anadolu insanının irfanı sizden kat be kat daha üstündür ve sizin süfli emellerinizi yener. 

*02/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.