1 Mayıs 2021 Cumartesi

Yardım Kuruluşları ve Muhtaçlar

Hayır-hasenat ve darda kalana yardım eli uzatmak hem dinimizin emir ve tavsiyesi hem de toplumumuzun bir özelliğidir. Bundandır ki yardım toplayan ve topladığı yardımı ihtiyaç sahiplerine dağıtan vakıf ve derneklerimiz var. Yardım kuruluşlarının bir kısmı Türkiye genelinde ve uluslar arası teşkilatlanmış iken bazıları il ve ilçe bazında faaliyetler yürütmektedir. Yine valilik ve kaymakamlıklar bünyesinde ihtiyaç sahiplerini görüp gözeten Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları (Fak-Fuk-Fon), aynı şekilde belediyeler nezdinde faaliyet yürüten sosyal yardım müdürlükleri var. Bunların dışında yapımı devam etmekte olan cami ve Kur’an Kursu yaşatma dernekleri, Diyanet Vakfı, ayrıca sosyal medya aracılığıyla gönüllülük esasına dayalı yardım toplama faaliyetleri göze çarpmaktadır. Yine mahallinde, birilerinin öncülüğünde yardım toplayanlar var. Bireysel olarak yakından uzağa akrabalarına zekat, fitre vs yardım yapanlar da eksik değil. Giderken bir saniye deyip “yetimlere bakıyorum, onlara yardım topluyorum” diyenleri de görmeniz mümkün. Çarşı merkezinde dilencilik yapanları; yolda kaldım, bir dolmuş parası diyenleri saymıyorum bile.

Yöresel ve ulusal çapta yardım toplayan bu yardım kuruluşlarının sayısı ne kadardır, bilmiyorum. Bildiğim, sayısının sayılamayacak kadar çok olması. İrili ufaklı bu kuruluşların işleyişi nasıldır, toplanan yardımların amacına uygun bir şekilde dağıtılıp dağıtılmadığı yeterince denetleniyor mu, bu kısımlar biraz kapalı. Zira yardımlar Allah rızası için toplanıyor, veren de Allah rızası için veriyor. İşin içine Allah rızası girince akan sular durur ve yardımlar nereye gitti denmez.

Sayısını bilmediğim yardım kuruluşlarının çokluğu, yardımlara önem verdiğimizin bir göstergesi olabilir. Bana göre aşağı yukarı aynı amaca hizmet eden bu yardım kuruluşlarının çokluğu ve çeşitliliği normal değil. Diyelim ki hayırseverler yardımlarını bu kuruluşlara veriyor. Peki, gerçek ihtiyaç sahiplerine yeterince ulaşılabiliyor mu yoksa yapılan yardımlar öne çıkmış belli sayıdaki kişilere mi gidiyor? Belki yardımlardan belli kesim faydalanabilirken bazıları es geçiliyor olabilir. Çünkü kendini ifade eden, yardım istemeyi bilen, kendisini acındıran fakirler olduğu gibi derdini içine gömen, kimseye açılamayan nice fakirlerin olabileceği ihtimal dahilindedir.

Burada yardımlar gerçek sahiplerine gitmiyor anlaşılmasın. Bu yola başvurmuş her kuruluş gerçek mağdurları bulmak için çabalıyordur. (Böyle de olmalıdır. Zira yardımlar birer emanettir. Zenginden fakire köprü görevi gören kuruluşların sorumluluğu daha fazladır.) Yine de yardımların gerçek ihtiyaç sahiplerine, yerinde ve zamanında ulaştırılması için bir düzenlemenin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için aynı amaca hizmet eden yardım kuruluşları bir konfederasyon benzeri bir yapının içerisine alınabilir. Burada her yardım kuruluşundan üyeye yer verilebilir. Tüm yardım planlaması bu çatı içerisinde planlanıp karara bağlanabilir. Aynı şekilde her il ve ilçede yardıma muhtaç fakirlerin bir listesi yine bu çatı kuruluş tarafından tespit edilebilir. Muhtaçların öncelik sırası belirlenir. Yardımlar da tek elin plan ve organizesiyle deruhte edilir. Böyle yapıldığı takdirde düşüncesi ve fikri ne olursa olsun, tüm fakirlere ulaşılır kanaatini taşıyorum.

Toplanan yardım paraları, birinci öncelikli kişilere dağıtıldıktan sonra çalışacak gücü olan fakirlere iş bulma, onlara istihdam sağlama yollarına kafa yorulabilir. Bunun için toplanan yardım paralarının bir kısmı çatı kuruluş eliyle kazanç getiren yerlerde değerlendirilebilir. Burada amaç, sürekli yardımla ayakta tutulmaya çalışan fakirlere iş vermek ve onların bir daha yardım almayacak noktaya gelmelerini hedeflemek amaç olmalıdır. Böylece sadaka devleti ve sadaka ülkesi görünümü vermekten yavaş yavaş kurtuluruz. İş bulan fakir de bir müddet sonra bu yardım fonlarına yardım yapar duruma gelebilir. Yardımdan amaç da bu olmalıdır. Zira elden gelenle öğün olmaz, gelse de zamanında gelmez. Bunun için fakiri ele avuca muhtaç olmaktan kurtarmak önceliğimiz olmalıdır.

Hasılı, anlatmak istediğim, önüne gelen üç-beş kişi bir vakıf ve dernek kurarak yardım toplama işine girmesin. Yardım kuruluşlarına bir sınırlandırma getirmek lazım. Toplanan yardım paralarının nereye, kime gittiği bir güzel denetlenmeli ve halka hesap verebilir şekilde şeffaf olmalı. Yardım yapılan fakire de sürekli balık yedirmeyi bırakıp balık tutmayı öğretmek lazım. Yardım kuruluşları da kimi-kimsesi olmayan ve dermandan kesilmiş kişilere yardımı sürekli hale getirirken aynı zamanda döndürdüğü para ile işsizlere iş kapısı işlevi de görebilir. 

29 Nisan 2021 Perşembe

Yok mu Bu Feryada Kulak Verecek Olan? *

 Bugünkü yazıma, kendimden bir şey katmayacağım. Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Odası Başkanı Mehmet Adil Bey’in, üyelerinin sesini duyurmak amacıyla yazıp sosyal medyadan paylaştığı feryadına yer vereceğim. Umarım bu feryada kulak verilir.

“Tam Kapanma Böyle mi Olmalıydı?”

“Sayın Cumhurbaşkanımızın 19 Nisan 2021 tarihindeki kabine toplantısı sonrası halka sesleniş konuşmasında beklenen “Tam Kapanma” kararı açıklamasının ardından, aylardır darboğazda ola, batmış, bitmiş, psikolojik sıkıntılar yaşayan, borç yükü altında ezilen, şimdiye kadar yapmış olduğu kazanımları yok olan, bu süreçte hiç normalleşemeyen esnaflar için güzel bir iyileştirme paketi beklentimiz vardı. Maalesef yine hüsranla son buldu. 

Bir kısıtlama kararı verileceğinde ilk aklınıza gelen, ezberiniz olan bizler, (KAHVEHANECİ, KIRAATHANECİ, KANTİNCİ, İNTERNET KAFECİ, PLAYSTATİON SALONLARI, BİLARDO SALONLARI, KAFE-KAFETERYACI, ÇAYOCAKLARI, HALI SAHA İŞLETMECİLERİ ...) 14 aydır kapalıydık ve veya kısmî açıktık.

Beklentimiz, Sayın Cumhurbaşkanımızın tam kapanmayla birlikte genelde tüm esnaflarımıza özelde hizmet ve eğlence sektöründeki ciddi mağduriyetler yaşamış esnaflarımıza bir müjde vermesiydi.

Tabii benimki de şimdiye kadar yapılanları gördüğüm halde (hiç gündeme gelmeyen, yok sayılan, unutulan, görmezden gelinen, feryadı duyulmayan)14 aydır yapmadıkları şeyleri beklemek çok fazla iyimserlik ve saflıktı. Ama insan umutla yaşar. Belki bu sefer bizi şaşırtırlar diye düşünmüş, hayal kurmuş olabilirim.

Elbette tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de COVİT-19 salgını hayatımızı tehdit ediyor ve sağlık kurumlarımıza, sağlık çalışanlarımıza ciddi bir yük getirdiği aşikardır. Şimdiye kadar devletimizin almış olduğu tüm kısıtlama ve tedbirlere, temsilcisi olduğum esnaf grupları olarak büyük bir titizlikle uyduk. Fakat diğer sektörler faaliyetlerine devam ederlerken bizler, ihtiyaç ve öncelik sıralaması zırvasından dolayı maalesef kapalı kaldık. İşyerlerimizi açamadığımız halde ne bulaş azaldı ne de devletimizden pozitif bir ayrımcılık gördük. Hatta bizler kapalı kaldığımız dönemde bulaşın hızı, azalmadığı gibi aksine pik yaptı.

İşbu gerçekle, temsilcisi olduğum esnaflarım, büyük bir borç batağına saplandı, aileler yıkıldı, intiharlar çoğaldı, tahliyeler başladı; vergi, SGK, faturalar, el borçları, krediler...katlanarak devam etti.

İstihdam sağlayan, veren el olan, garip gurebayı kollayan esnafların, şimdi iş arar duruma geldi ve gıda yardım paketlerine mahkum edildi. Yıllardır kazanımları, birikimleri yok oldu.

Keşke bu dönemde KOBİ’lere, sanayicilere, iş insanlarına yapılan destek, küçük esnaflardan esirgenmeseydi…

Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Bakanlarımız, sayın yöneticilerimiz, sayın ülkemizin medarı iftiharı bilim kurulu üyelerimiz, Allah rızası için sizleri özeleştiri yapmaya davet ediyorum.1 ay değil, 2 ay değil, 3 ay değil, 14 aydır işyerleri kapalı, çalışamayan, para kazanamayan, bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi olan; dükkanı kira, evi kira olan bu esnafların yerine, lütfen kendinizi koyun ve vicdanınızın sesini dinleyin. Biz tavsiye ettik, biz de kapattık anlayışından vazgeçin. Tüm yükü bizlerin üzerine yıkmayın.

Sayın Cumhurbaşkanım, ülke gerçeklerinden, yaşanan tüm olumsuzluklardan sonra temsil ettiğim esnaflara, can suyu olacak bir iyileştirme, bir yardım paketi açıklamanız, ülkemizin bel kemiği, omurgası, çimentosu, gizli istihdam kaynağı olan bizler için artık bir zorunluluk olduğu kanaatindeyim. Aksi durumda Ahi kültürünü devam ettirecek, yaşatacak bir sektör kalmayacak ve yok olacak.

Şimdiye kadar bu zorlu süreçte bizlere karınca kararınca desteğini esirgemeyen, yardım yapan ve yapmaya devam eden, belediye başkanlarımıza, STK’larımıza; şahsım, yönetim kurulu arkadaşlarım ve üyelerim adına çok teşekkür eder, şükranlarımı sunarım. Elbette bizler zor günlerimizde yanımızda olanları, yapılanları ve yapılmayanları unutmayacağız.

Büyük bedeller ödeyen, hala sıkıntıları artarak devam eden fedakar esnaflarımız için hükümetimizden ve yöneticilerimizden; bıkmadan, usanmadan, tüm olumsuzluklarımızı minimize etmek adına, tekrar sorunlarımızı iletip taleplerimizi dile getireceğiz.

Bugüne kadar Hükümetimizin yapmış olduğu gelir kaybı ve kira desteğinden (her ne kadar yetersiz olsa bile )dolayı şükranlarımı sunarım. Yılsonuna kadar gelir kaybı ve kira desteğinin devam etmesini arz ve talep ederim. Ayrıca,

1- Mücbir sebep kapsamına alınarak işyerleri kiraları ile ilgili bir kanun çıkarılması,

2- Esnaflarımızın Bağ-Kur ve SGK primleri, salgın sona erene kadar devletimiz tarafından ödenmesi,

3- İstihdam ettiğimiz çalışanlarımızın sosyal yardım kapsamına alınması,

4- Gelir kaybı desteği ve kira yardımının, salgın bitene kadar devam etmesi,

5- Salgın sürecinde elektrik, su, doğalgaz vb faturaların devletimiz tarafından karşılanması,

6- Can suyu olacak bir miktar hibe verilmesi,

7- Salgın döneminde işyerlerimizin kapalı kalmasından dolayı sicili bozulmuş esnaflar için sicil affı çıkarılması,

8-İşyerleri kapalı olduğu için yapılandırma yapmayan veya yapılandırması bozulan esnaflarımız için salgın sonunda ödemeleri kaydıyla, borçlarına tekrar yapılandırma imkanı sağlanması,

9- Kredi kartı ve kredi borçları yılsonuna kadar faizsiz ertelenmesi,

10- En az 100 bin lira tutarında FAİZSİZ bir kredi imkânı sağlanması…

Sonuç olarak, 14 aydır salgını önlemek adına Hükümetimizin, işyerlerimizi kapattığını düşünürsek, devletimizden bu destekleri beklemek en doğal hakkımızdır diye düşünüyorum.

Tüm kısıtlamalara rağmen bulaşın artmasında kontrolsüz davranan her kim olursa, bizim işyerlerimizin açılmasını öteledikleri için bizleri işsiz, aşsız bıraktıklarını, borç batağına soktuklarını unutmayıp büyük vebal aldıklarını, kul hakkına girdiklerini hatırlatır, onları daha duyarlı davranmaya davet ediyorum. Çünkü bu salgın, belli bir kesimin işyerlerinin kapanmasıyla bitecek hastalık değil. O yüzden herkes sorumluluğunu bilmeli azami derecede kurallara uyarak bu virüs belasından kurtulmalıyız.

Lütfen maske, mesafe ve temizlik! 

Saygılarımla!”

                                              Mehmet Adil

Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Odası Başkanı

*30/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Niyetli Gibi Görünemez miyiz? (2) *

Bu iki anekdotumu anlatmamın sebebine gelince, kimsenin tutuğu veya tutmadığı/tutamadığı oruçta değilim. Her koyun kendi bacağından asılır. Dileyen önemine binaen bu borcunu yerine getirir, dileyen de yerine getirmez. Burada dikkat çekmek istediğim, Konya gibi yerlerde bile oruç tutmayanların sayısında bir artışın olduğu. Bu demektir ki oruç hassasiyeti her geçen yıl yok olmaya doğru gidiyor. Belki oruç tutmayanlar eskiden de fazla idi ama alenen yenmediği için herkes oruçlu gibi olurdu. Yani şehrimiz de bizimle beraber oruç tutardı. Oruç tutmayanları ancak Alâeddin Tepesine çıkınca görebilirdik. Bu ramazan ayında hiç çarşıya çıkmadım, çarşı nasıl bilmiyorum ama görüyorum ki ramazanda her yer olmuş bir Alâeddin Tepesi.

Birkaç tur yürüyüş yapayım diye Evliya Çelebi parkına doğru uzandım. Kamelyalara, nevalelerini açmış, sayısız genç ve ihtiyarı gördüm. Gelip geçene aldırmadan yeme ve içmesine devam ediyorlar. Tutmadığı veya tutamadığı için kimseyi ayıplamıyorum ama görüyorum ki eskisi gibi oruçlu görünme hassasiyetimizi de kaybetmişiz. Herhalde böyle giderse oruç tutanlar bu ülkede ve bu şehirde azınlıklar içerisinde yerini alacak. Öyle zannediyorum, kalabalıklar içerisinde alenen yiyip içenler, Allah’ın bildiğini kullarından niye saklayayım diye düşünüyor olmalılar. Kendilerine göre belki de doğrusu budur ama alışkın olmadığımdan olsa gerek, bana bu durum garip geliyor. Sanırım yavaş yavaş bu duruma alışacağım artık. Kendileri bilir ama insanımızdan istediğim, yine durumlarını Allah bilsin ama oruçlular içerisinde oruçlu gibi görünmeleri, eğer yiyip içeceklerse sote yerlere çekilmeleridir.

Evliya Çelebi parkında çimlerin üzerine oturmuş dört genç kızdan da bahsedeyim burada. Göz ucuyla gördüğüm kadarıyla, üç tanesinin önünde meyve suyuna benzer içecek dikkatimi çekti. Ara ara da önlerine açtıkları şeyden atıştırıyorlar. İçlerindeki dördüncüsünün önünde ne içecek vardı ne de bir şey alıp yiyordu. Başı öne eğik duruyordu. Belli ki bu dört kızdan bir tanesi oruçlu, diğerleri oruçlu değil. Bu manzarayı görünce, insanımızın başkasına saygı göstermesinden geçtim. Yanlarındaki oruçlu arkadaşlarına bile saygıları kalmamış maalesef. En azından bu arkadaşın canı çeker, şu zevkimize biraz en azından onun yanında ara verelim diyebilirlerdi.

Yazımı uzattım, farkındayım. Yazımı kıssadan hisse alınsın diye bir fıkra ile bitirmek istiyorum:

15 yaşlarında yatağına işeyen bir öğrenci, utana sıkıla uzman bir doktora müracaat eder. Doktor, bütün tahlil ve tetkiklerden sonra tedavi uygulamak için  gerekli reçeteyi yazar. Uzun süre değişik tedavi uygulamasına rağmen çocuk yine yatağına işemeye devam eder. Çaresiz kalan doktor, “Ben yapacağımı yaptım. İstersen bir de okulundaki psikolojik danışmana git, durumunu anlat. Belki o, fayda sağlayabilir” der ve ayrılırlar.

Aylar sonra eski hastasıyla karşılaşan doktor: “Nasılsın iyi misin, hastalığın geçti mi?” diye sorar. Çocuk: “İyiyim doktor, iyiyim.” diye cevap verir. Çocuğun tedavi olmasına sevinen doktor: “Peki nasıl oldu bu, nasıl tedavi etti psikolojik danışman?” der. Çocuğun cevabı manidardır: “Tedavi etmedi efendim. Ben yine yatağıma işiyorum ama eskisi gibi utanmıyorum artık.” 

 *08/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Niyetli Gibi Görünemez miyiz? (1) *

Kayseri'de öğrenciyim. 86-88 yılları olsa gerek. Bir Ramazan günü ama kaçıncı günü idi hatırlamıyorum. Sanırım bayrama memlekete gideceğim. Akşehirli bir hemşerimle birlikte Kayseri Terminaline giderek Konya'ya iki kişilik bilet aldık.

Yolculuk gününün akşamında orucumuza niyetlendik. Sabahında terminale geldik. Yol arkadaşım, "Hemşehrim, şuradan bir şeyler alalım. Otobüste yiyerek gideriz. Nasılsa seferiyiz. Bu seferlik ruhsatını değerlendirelim. İleride güne gün tutarız. Haydi orucumuzu bozalım" dedi. Olmaz dedim ise de aklıma taktı bir kere. İnsan akranından azar misali, yol arkadaşımın isteğine boyun eğdim. Birlikte giderek bir şeyler aldık. Bir şeyler dedim ise bal börek değil; bisküvi, su, kuru yemiş, meyve suyu gibi şeyler. Niyetimiz otobüste yiyerek Konya'ya gitmek. 

Şimdi sıra geldi orucu bozmaya. Orucumuzu bozmamız lazım ama otogar da olsa Kayseri burası. Kimse bir şey yiyip içmiyor. Aldığımız nevale ile WC'ye girdik. Lavabodan su içerek orucumuzu bozduk. Ardından otobüse binerek koltuklarımıza oturduk. Elimizdeki poşeti de ayaklarımızın yanına koyduk. 

Otobüs hareket etti. Epey bir yol aldı. Gözümüz nevalede. Açıp yiyeceğiz. Ön taraftan arkaya doğru yolcuları bir süzdük. Ne yiyen var ne içen. Sigara serbestliği de olmasına rağmen tüttüren bile yok. Zaman zaman öne, arkaya ve sağımıza bakıyoruz. Bir kişi yese, ya Allah ya bismillah deyip aldıklarımızı midemize indireceğiz. Ama nafile. Herkes oruçlu ya da oruçlulara saygı gereği oruçlu gibi duruyor. Ne yapalım ne edelim, biz bu aldıklarımızı nasıl yeriz dedikse de elimizi poşete götürüp açamadık. Ne ummuştuk ne bulmuştuk. Aldıklarımız ayaklarımız ucunda bizimle birlikte Konya'ya kadar yolculuk yaptı. Yani yiyip içmedik ve midemize bayram ettiremedik. Orucu bozduğumuz da yanımıza kar kaldı ama oruç tutanlara saygıyı da elden bırakmadık.

*

2000-2003 yılları. Adana'da yaşıyorum. Aylar öncesinde aldığım diş randevusu ramazana denk geldi. Randevuya gitmesem, yeni bir randevuyu kaç ay sonrasına alabilecektim. Akşamında niyetlendim. Öğle vakti diş sıram geldi. Dişime tedavi uygulandı. Dişim kanadı. Ne kadar tükürsem de ağzım açık, dilime tedavi uygulanırken tükürükle beraber kanı da yutmam ihtimal dahilinde. Haydi, genzime giden tükürük ve kan bana ait. Bir de ağzıma dışarıdan tutulan su ya da ilaç var. Bunu da yutmuş olabilirim. Hasılı orucum bozuldu mu, bozulmadı mı bilmiyorum. Bilgim, dışarıdan mideye bir şey giderse bozulacağı yönünde. 

Tedavim bittikten sonra dışarı çıktım. Adana'da oruç tutan kadar tutmayanlar da var. Üstelik tutmayanların bir kısmı alenen yiyip içiyor. Tüm bunları görerek dolmuşa binip evimin yolunu tuttum. 

Orucum bozulmuştu nasılsa. Tedavinin ardından birkaç saat geçtikten sonra mutfağa geçerek bir şeyler atıştırdım. Atıştırmanın ardından oldu olacak üzerine de bir sigara içeyim istedim. Bu mereti kapalı yerde içmiyorum. Balkona çıktım. Kokusu komşulara gider, onları rahatsız ederdi ama kafaya koymuştum bir kere. İyi de bu zıkkımı nerede içecektim. Banyoya girdim. Banyonun kapısını ve havalandırma görevi gören küçük pencereyi kapattım. Banyonun ortasına çömelerek hızlıca içtim. Altı dolu olmayınca bir de gizli kapaklı içince pek gitmedi ama muradımı gerçekleştirdim.

Gününde tutamayıp bozduğum, kaza gerektiren her iki orucumu, nezrettiğim diğer oruçlarla birlikte birkaç yıl öncesinde yerine getirdim. Burada şunu da söylemeliyim. En iyi ve en kolay oruç milletle beraber tutulan oruçtur. En zor oruç da ramazanın dışında, herkesin yiyip içtiği zamanlarda tutulan oruçtur. (Devam edecek)

*07/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Nisan 2021 Çarşamba

Görgü ve Nezaket Kurallarından Bir Kesit *

Bugün, hepimizin bildiği ama çoğu zaman önemsemediğimiz bazı nezaket ve görgü kurallarına yer vereceğim. Burada şunu da söyleyeyim. Sanal âlemde dolaşımda olan bu yazının müellifini tespit edemedim. Şimdi sizi bu yazıyla baş başa bırakıyorum:

“Sevgili dostlarım, sizlerin bildiğinize ve uyguladığınıza  eminim. Emin olduğum bir şey de herkesin nezaket kurallarının unutulduğundan bahsetmesi. Nezaket kurallarından küçük bir kesiti buraya bırakalım:

1.Bir kişiyi telefonla iki defadan fazla aramayın. Çağrınızı yanıtlamazlarsa, ilgilenmeleri gereken önemli bir şeyler olduğunu varsayın.

2.Ödünç aldığınız parayı, diğer kişi size ödünç verdiğini hatırlamadan önce iade edin. Bu sizin dürüstlüğünüzü ve karakterinizi gösterir. Aynı şey para haricindeki diğer şeyler için de geçerlidir.

3.Birisi size öğle/akşam yemeği ısmarlarken asla menüdeki pahalı yemeği sipariş etmeyin. Mümkünse onların seçtikleri yiyecekleri sizin için de sipariş etmelerini isteyin.

4.Hiç kimseye "Ah, yani henüz evli değil misin?", "Çocuğun yok mu", "Neden bir ev almadın?" veya "neden bir araba almıyorsunuz?" gibi garip sorular sormayın. Bunlar sizin sorununuz değildir.

5.Arkanızdan gelen kişi için daima kapıyı açın. Erkek ya da kız, yaşlı ya da genç olması fark etmez. Toplum içinde birine iyi davranmak sizi küçültmez.

6.Bir arkadaşınız sizin için bir ödeme yaptıysa, bir daha ki sefere siz ödeme yapın.

7.Farklı görüşlere saygı gösterin. Unutmayın, birinin 6 gördüğü, size 9 görünebilir. Ayrıca, ikinci görüş bir alternatif için iyidir.

8.İnsanların konuşmasını asla bölmeyin. Konuşmalarına izin verin. Dediklerinin hepsini duyun ve hepsini filtreleyin.

9.Konuşurken gereksiz konulara girmeyin. Asıl konuyu anlaşılır şekilde anlatmaya çalışın.

10.Birisiyle dalga geçer ve onlar bundan hoşlanmazsa, durun ve bir daha asla yapmayın. İnsanları daha fazlasını yapmaya teşvik edin ve ne kadar minnettar olduğunuzu gösterin.

11.Biri size yardım ederken "teşekkür ederim" deyin.

12.Arkadaşlarınızı kamuoyunda övün. Baş başa iken eleştirin.

13.Birinin kilosu hakkında yorum yapmak için hiçbir zaman bir neden yoktur. "Harika görünüyorsun" demen yeterli. Kilo vermek hakkında konuşmak istiyorlarsa, zaten yapacaktır.

14.Biri size telefonunda bir fotoğraf gösterdiğinde sola veya sağa kaydırmayın. Sırada ne olduğunu asla bilemezsiniz.

15.Bir arkadaşınız size doktor randevusu olduğunu söylerse, bunun ne için olduğunu sormayın, "Umarım iyisindir" demeniz yeterlidir. Onları, size kişisel hastalıklarını söylemek zorunda kalma gibi rahatsız edici bir duruma sokmayın. Bilmenizi isterlerse, bunu zaten söylerler.

16.Temizlik görevlisine CEO ile aynı saygıyı gösterin. Altınızdaki birine ne kadar kaba davrandığınızdan kimse etkilenmez ama insanlar, onlara saygılı davranırsanız bunu fark edeceklerdir.

17. Bir kişi doğrudan sizinle konuşuyorsa, telefonunuza bakmak kabalıktır.

18. Sizden istenene kadar asla tavsiye vermeyin.

19. Kimseye gerek yokken yaşını ve maaşını sormayın.

20. Sizi doğrudan ilgilendirmeyen herhangi bir şey olmadıkça işinize odaklanın.

21.Sokakta biriyle konuşuyorsanız güneş gözlüğünüzü çıkarın. Bu bir saygı göstergesidir. Göz teması konuşma kadar önemlidir.

22.Yoksulların ortasında asla zenginliğinizden bahsetmeyin. Benzer şekilde, çocuğu olmayanların yanında çocuklarınız hakkında konuşmayın.

23. İyi bir mesajı okuduktan sonra, "Mesaj için teşekkürler" demeye çalışın.

24.Cep telefonu ile konuşurken başkalarının sizi dinlemek zorunda kalmamasına dikkat edin.”

Yazarın emeğine sağlık…

*04/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sen misin Vejetaryen Olan! (2)

Vejetaryen kelimesini duyunca kalbim hızlı bir şekilde çarpmaya ve zihnimde olumsuz, kötü ne kadar kavram varsa belirmeye başladı. O an çocuğun daha önceki tavır ve davranışları gözümün önünden film şeridi gibi geçmeye başlamıştı: Sabah uyanır uyanmaz boy aynasının önüne geçip en az yarım saat orasına burasına bakması özellikle bayanların kullandığı bakım malzemeleri kullanması, giyim tarzı vs.

Hemen arkadaşlara dönüp vejetaryenin ne olduğunu sordum. Arkadaşlarımdan Lütfü ağabey, sen bilmiyor musun dedi. Ben de zekâsına kurban olduğum, bilsem neden sana sorayım dedim. Lütfü: Vejetaryen çok pis bir şeydir, dedi. Nasıl pis bir şeydir Lütfü, biraz açar mısın, dedim. Lütfü: Ağabey, vallahi dilimin ucunda ama çıkaramıyorum. Anlayacağın şerefsizdir işte, dedi.

Baktım Lütfü de umut yok, bu sefer Mehmet'e sordum. Mehmet hiç beklemeden “ağabey, toptur" dedi. Mehmet ne topu, bugün yemeğe ne koydun, hiçbir şey anlayamıyorum dedim. Mehmet: Ağabey, anla işte, Bülent Ersoy gibidir ha! dedi. Tekrar arkadaşlara: Bakın, ben vejetaryenin ne olduğunu bilmiyorum bu söylediklerinizden emin misiniz, diye sordum. Lütfü ile Mehmet, vallahi eminiz dediler. (Aslında Lütfü ile Mehmet bilgilerine pek de itimat edilecek insanlar değildi ama elimdeki malzeme onlardan ibaretti ne yapayım.)

O an sanki başımdan kaynar sular dökülmüştü. Ya Rabbim! Biz ne büyük bir günah işledik ki bize böyle bir vejetaryeni reva gördün dedim. (Benim de zihnimde çocuğun daha önceki hal ve hareketlerinden edindiğim izlenimlerimle böyle bir algı oluşmuştu zaten. Arkadaşlarımın da çok değerli bilgilendirmeleri sayesinde artık vejetaryenin ne olduğu konusunda kendimce emin olmuştum.)

Hem de vejetaryenle aynı odada kalıyordum. Öyle bir sinirlenmiştim ki gözlerim kararmış sanki hiçbir şeyi göremez olmuştum. Hiddetle çocuğun bulunduğu odaya daldım. Çocuk yatağında uzanmış, tavana bakıyordu. Üzerine yürüdüğümü görünce korkulu gözlerle bana bakıp ağabey, ne oldu dedi. Son sözü de bu oldu. Daha ne olsun demek vejetaryensin ha! Seni aşağılık, adi, namussuz! Gel lan buraya, diyerek kolundan tutup yatağından kaldırdım. Sürükleye sürükleye kapının önüne kadar getirdim. Şimdi defol git evimizden. Git kendin gibi vejetaryenlerle ev tut. Yarın benim evde olmadığım bir vakitte gel eşyalarını al. Bir daha gözüme görünürsen seni parçalarım anladın mı, dedim. Kapıyı açıp bir tekmeyle dışarı attım ve kapıyı kapattım.

Aradan kırk beş dakika geçti geçmedi telefonum çaldı. Arayan çocuğun babasıydı. Telefonu açmakla açmamak arasında bir tereddüt yaşadım. Bir babaya, oğlunun vejetaryen olduğunu nasıl söyleyebilirdim? Ya adam kalp krizi geçirirse...Bu düşüncelerle bir süre telefonu açmadım. Babasının ısrarlı çaldırmaları sonucunda açmak mecburiyetinde kaldım.

Telefonu açar açmaz çocuğun babası sinirli bir sesle:

-Siz benim oğlumu gecenin bir yarısı nasıl dışarı atarsınız? Nasıl kötü laflar edersiniz? Ben sizinle böyle mi anlaşmıştım türünden bir sürü laf etti.

Ben: -Amcacığım, sakin olursan anlatacağım. Doğru, biz seninle böyle anlaşmamıştık. Üzgünüm. Biliyor musun, senin oğlun bir vejetaryenmiş. Bugün kendisi söyledi, dedim.

Adam: -Biliyorum, eee ne olmuş vejetaryense, ben de vejetaryenim bunda ne var?

Ben:-Neee? Sende mi vejetaryensin? Namussuz adam, demek ki oğlunu sen bu hale getirmişsin. Bir de utanmadan ne olmuş diyorsun. Daha ne olsun. Keşke oğlun, içki içip karı kız peşinde koşsaydı da vejetaryen olmasaydı. Siz ne şerefsiz ne aşağılık bir aileymişsiniz. Allah sizin belanızı versin deyip telefonu yüzüne kapattım. Kapattıktan sonra yine telefonumu çaldırmaya devam etti. En sonunda telefonumu kapattım.

Bir saat sonra kapımızın zili çaldı. Gelen, çocuğu yanımıza almamız için bize ricada bulunan arkadaşımdı. Morali çok bozuktu. Çocuğun babasının kendisini aradığını, aramızda geçenleri anlattığını, çocuğun babasına karşı çok mahcup olduğunu söyledi. Bunu neden yaptığımızı sordu. Bense, çocuğun vejetaryen olduğunu bu nedenle evden attığımızı, babasına hakaret etmemin nedeninin ise babasının da vejetaryen olduğunu söylemesi olduğunu belirttim.

Arkadaşım: -Bir insan vejetaryen olduğu için evden atılır mı? Hakaret edilir mi? Siz delirdiniz mi?

Ben: -Aslında eşek sudan gelinceye kadar dövmediğimize dua et. Hem vejetaryenlere dair sendeki bu engin hoşgörü de hiç hayra alamet değil. Doğru söyle lan, sende mi vejetaryensin? Sonuçta bunlar senin aile dostların. Yoksa niye bunlarla dost olasın ki?

Arkadaşım: -Ne münasebet, ben vejetaryen değilim. Hem vejetaryen olsam ne olur, bu kötü bir şey değil ki. Siz vejetaryenin ne olduğunu biliyor musunuz?

Ben: -Tabi ki biliyoruz. Ne olacak şerefsiz bir ibnedir işte. (Lütfü ve Mehmet’in bilgisiyle)

Bu son sözümle, arkadaşım gülme krizine girdi. On dakikada anca kendine gelebildi. Vejetaryenin et yemeyenler için kullanılan bir kelime olduğunu söyledi. Mehmet'in yaptığı yemekte de et vardı. O an ne diyeceğimi bilemedim. Çok utanmıştık. Yahu direkt ben et yemiyorum diyemez miydi? Bir de et yememek sinirlenmek ve ev arkadaşlarına küsmeyi mi gerektiriyordu?

Neyse çocuğu eve geri çağırdık. Kendisinden özür diledik. Çocuğa sinirli oluşunun nedenini sordum. Meğerki mikrop, mutfak masrafları ortak olduğundan yemediği yiyeceklerin de hesabının kendisinden alınacak olmasına sinirlenmiş. Ben de kolayı var, evdeki mutfak masraflarına ortak olmazsın, yemeklerini gider lokantada yersin, olur biter dedim. Yoksa bir muhasebeci tutmamız gerekir. Lütfü bamya sevmez, Mehmet mercimek yemez, ben bulgur sevmem...

Not: Vejetaryen kelimesi olayın geçtiği 2002 yıllarında bizim için çok popüler bir kelime değildi."

26 Nisan 2021 Pazartesi

Sen misin Vejetaryen Olan! (1)

Üç sayfalık bu yazı dizisi bana ait değil. Kendisini ailecek tanıdığım, değer verdiğim, sayıp sevdiğim, özü-sözü bir, Adıyaman Kahta ilçesinde ikamet eden Cevher Olt'a ait bu yazı. Kendisi Kıbrıs'ta üniversite okurken başından geçen bu hatırasını sosyal medyada paylaştığında bir solukta okumuştum. Cevher, bunu yazı konusu edinebilir miyim dediğimde, şeref duyarım demişti. 

Yazının geçtiği yıllar 2002 yılları olsa gerek. Daha İnternetin yaygınlaşmadığı, bilemediğimiz bir kelimeyi öğrenmek için başvurmadığımız yıllar. Yazıyı okurken hem güleceksiniz hem de bir konuda yanlış bilgi sahibi olunca insanın ne tür yanlışlara imza atabileceğini, yanlışa imza atanın samimiyetini ve içtenliği aynı zamanda Türkçe karşılığı varken bir kelimenin yabancı dilden olanını tercih etmenin kişiye nelere mal olabileceğini göreceksiniz. Bu hatırayı Cevher'in ağzından dinleyenler, bunu bizzat Cevher'in ağzından dinlemek gerektiğini söyleseler de biz böyle bir seçenek ve zevkten mahrumuz ve yazısıyla yetineceğiz. Bu anıyı iki parça halinde aktarmaya çalışacağım. Şimdi sizi bu yazı dizisiyle baş başa bırakıyorum:

"Yeni bir öğrenim yılının başıydı. Üniversite ikinci sınıfa geçmiştik. Okuduğumuz şehirde konut sayısı az olduğundan, kiralık ev bulmak bir insana piyangodan para çıkması kadar oldukça zor bir ihtimaldi. Cemaat ve vakıf yurtlarında da durum farklı değildi. Tabiri caizse kontenjanları dolup taşmıştı. Biz de uzun ve zorlu bir uğraşıdan sonra zar zor bir apart otel bulabilmiştik. Kaldığımız ev iki oda bir salondan müteşekkil küçük bir yerdi. Bir odasında iki hemşerim, diğer odada ise yalnız ben kalıyordum.

Bir gün, samimi olduğum ve hatırını kıramayacağım bir arkadaşım, telefonla beni arayarak yüz yüze görüşmek istediğini söyledi. Ben de olur, bizim eve gel, görüşelim, dedim. Arkadaşım: “Ordu'nun bir ilçesinde Milli Eğitim Müdürlüğü yapan bir aile dostumuz, oğluyla beraber yaklaşık bir haftadır benim evimde misafirler. Geçen gün, üniversiteye çocuğunun kaydını yaptık. Fakat ev bulamıyoruz. Babası herkese güvenemediğinden, çocuğunun tek başına ev tutmasını istiyordu. Ev bulamayınca mecburen başkalarıyla kalmasına razı oldu. Bana, ‘Tanıdığın güvenilir, dürüst insanlar varsa yanlarına yerleştirelim yoksa çocuğun kaydını donduralım’ dedi. Benim de aklıma ilk siz geldiniz. Ricamı kabul edersen çok sevinirim.” dedi. Kabul etmezsem, dedim. “Ya aile dostumuz…kendisine çok mahcup olurum” dedi. Bense: "Evimiz biliyorsun çok küçük. Normalde kabul etmezdim. Lakin senin hatırın için bir kaç şartla kabul ederim. Yarın gelsinler şartlarımı kabul ederlerse kabulümüzdür" dedim.

Ertesi gün çocukla babası geldiler. Kısa bir tanışma faslından sonra: "Amcacığım, ben içki içmem, içilen yerde de durmam. Karı-kız peşinde de koşmam. Bu davranışları yapanlardan da hiç hazzetmem. Yanlış anlama! Burası cemaat evi değil. Namaz kılar kılmaz, o beni ilgilendirmez. Eğer oğlunun bu taraklarda bezi varsa bizimle kalmaması, kendisi için daha iyi olur" dedim.

Adam: “Ooo çok iyi. Ben de oğlumun beraber kalacağı arkadaşlarının tam da böyle olmasını isterim. Hiç şüphen olmasın. Bu konularda oğlum da aynı sizin gibi düşünen biridir. İnan ki çok iyi anlaşacaksınız,” dedi. (Laf aramızda, oğlunun tipi, hal ve hareketleri hiç de öyle demiyordu. Hatta tam tersine affetmem hepsini de yaparım gardaş diyordu.)

Sonra adam bizi daha yakından tanımak amacıyla bizde bir hafta kalmak istediğini söyledi. Bizde kabul ettik. Giderken telefon numaramı aldı ve oğluna ağabeylik etmemi, koruyup kollamamı rica etti. Ben de başım üstüne dedim ve adam gitti (Sonunda müdür beyin o bitmek bilmeyen sıkıcı sohbetlerinden kurtulmuştuk.)

Çocukla yirmi birinci günü devirmiştik. Evde iş bölümü yapmıştık. Her gün bir arkadaşımız yemek yapar ve bulaşıkları yıkardı. O gün Mehmet arkadaşımız yemek yapmıştı. Derslerim geç bir saatte bitmişti. Eve geldiğimde iki hemşerim de masada yemek yiyorlardı. Çocuk ise kanepeye uzanmış, iki elini başının altına koymuş sinirli bir şekilde duvara bakıyordu. Beyaz tenli olduğundan yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Sinirli olduğu her halinden belli oluyordu. Ellerimi ve yüzümü yıkadıktan sonra sofraya oturdum. Arkadaşlara kısık bir sesle çocuğun yemek yiyip yemediğini sordum. Arkadaşlar, çocuğun yemek yemediğini söylediler. Çocuğa: ''Kardeşim gel, yemek yiyelim'' dedim. Çocuk yüksek bir ses tonuyla ve sinirli bir şekilde: ''Ben yemek yemeyeceğim' dedi. Masada bulunan arkadaşlarıma yine kısık bir sesle ve Kürtçe çocukla tartışıp tartışmadıklarını sordum. Arkadaşlarım, çocukla hiç bir şekilde tartışmadıklarını söylediler. Zaten daha önce arkadaşlara bakın biz üçümüz hemşeriyiz, bu çocuk aramızda yabancı, zaten gurbet eldeyiz, çocuk bizim aramızda yabancılık çekmesin. Onun için hatalarını görmezlikten gelin ve sakın kalp kırıcı sözler söylemeyin demiştim.

Tekrar çocuğa dönüp kendisine şöyle dedim:

Bak kardeşim, bizde hemşericilik yoktur. Aynı yaşam alanını paylaşıyoruz sen de bizim hemşerimizsin. Evde bulunan arkadaşlardan biri sana ters bir davranışta bulunmuşsa söyle kendisinden hesabını sorayım. Yok, eğer dışarıdan birileriyle kavga etmişsen ve de haklıysan söyle, gidip beraber bunun hesabını soralım. Derdin neyse açıkça söyle. Yeter artık ben de sana sinirlenmeye başladım. Böyle yüz yapıp da keyfimizi bozma.

Çocuk hiddetli ve ağlamaklı bir ses tonuyla:

Ben kimseyle tartışmadım. Kimseyle bir sorunum da yok. Ayrıca yemek de yemeyeceğim. Ben bir vejetaryenim anladınız mı? Anlamadınızsa heceleyerek söyleyeyim Ben ve_je_tar_ye_nim, dedi ve hiddetle odasına doğru gitti.

(Ben vejetaryenim derken öyle bir ifade biçimi vardı ki sanki ben mikrobum anladınız mı, beni ortadan kaldırın der gibiydi.)

(Devam edecek)