21 Nisan 2021 Çarşamba

İdari İzin Meselesi *

Covıd-19 kapsamında her kurum olduğu gibi MEB de Esnek Çalışmaya İlişkin Usul ve Esasları belirleyerek 14 Nisan 2021 tarihinde yayımladı. Esnek çalışma çerçevesinde ortaya konan bu esasların çoğu, salgınla beraber zaman zaman uygulanmış olsa da son Genelge üzerinde durmak istiyorum. Bu Genelgeye göre MEB, uzaktan çalışma, dönüşümlü çalışma ve idari izin durumlarını netleştirmiş oldu. 

Bu yazımda diğer çalışma şekillerini bir tarafa bırakarak idari izin durumunu ele almak istiyorum. Önce idari izinden kimler yararlanıyor, bunlara bir bakalım:

Yöneticiler hariç olmak üzere 60 yaş ve üzerinde olanlar, Sağlık Bakanlığının belirlediği kronik hastalığı (e-nabızdan alınacak belge) bulunanlar, gebeliğinin yirmi dördüncü haftasından otuz ikinci haftasına kadar olanlar, süt izni kullananlar, on yaş altı çocuğu bulunan kadın personel, ve engelli çalışanlar. 

Bu genelgeye göre MEB, covid-19 riskinin daha fazla kişiye bulaşmasının önüne geçmek için diğer kısıtlama ve tedbirlerin yanında eğitim ve öğretim alanında da bir dizi uygulamayı hayata geçirmiş oldu. 1 Marttan itibaren kaldırdığı 10.00-16.00 mesai saatini, uzaktan ve dönüşümlü çalışma şekline yani esnek çalışmaya yeniden geri dönmüş oldu.

Genelge yayımlanır yayımlanmaz idari izin kapsamına alınanlarda hızlı bir trafik başladı:

-yasal doğum iznini kullanan, ardından göreve başlamadan hafta içi rapor almak suretiyle uzatmalara oynayan, son çare istemeyerek aylıksız izin alan bazı öğretmenler 8 ve 12.sınıflar dışında diğer sınıf kademelerinin uzaktan öğretime geçmesiyle birlikte çalıştığı kurumların kapısını çaldı ve aylıksız iznini bozdurarak göreve başladı ve uzaktan ders işlemeye başladı. Genelgenin ayrıntılarını görür görmez de “İdari izin hakkından faydalanmak istiyorum. Çocuğumla beraber ders işlemek zor oluyor” diyenler de eksik olmadı. Kronik hastalığı olanlar bu idari izin hakkından nasıl yararlanabiliriz hesabı yapmaya başladı.

Burada Genelge kapsamına girenlerin ister uzaktan ister dönüşümlü çalışma yolunu seçmeleri ister idari izinli sayılmak istemeleri, hangisini tercih ederlerse etsinler, devletin verdiği bir haktan yararlanmak istedikleri; MEB’in 60 yaş üstü olanları, engellileri, hamile ve küçük çocuğu olan anneleri korumaya aldığı görülmektedir. Bu bir hak mıdır? Evet, haktır. Bu haktan yararlanmak isteyenler, ayıplanacak bir şey mi yapıyorlar? Hayır, devletin kendileri için verdiği krediyi kullanmak istiyorlar. Ayrıca gebe ve çocuğu olan bir annenin aynı zamanda çalışıyor olması hiç kolay olmasa gerek. Bu tip anneler bir koltukta iki karpuzu taşımaya çalışanlardır. Devlet bu Genelgeyi yayımlayarak kötülük mü yaptı? Hayır. Öyle zannediyorum, anneden çocuğa, çocuktan anneye bir bulaş olmasın istemektedir.

Devlet bu hakları verirken her şeyi enine boyuna düşündü mü? İşte burada evet diyemiyorum. Niçin derseniz? Çünkü MEB’in, bu salgın döneminde öğretmenlerden azami derece nasıl faydalanırım hesabından ziyade öğretmenleri nasıl okula getirmem hesabı yaptığı görülmektedir. Bilmeyenler için söyleyeyim, bugün okullarda öğretmen olarak görev yapan personelin çoğu, kadın öğretmenlerden oluşmaktadır. Bu öğretmenlerin ne kadarı gebe ne kadarının 10 yaş altı çocuğu var bilmiyorum. Ümit ederim ki bu durumda olan kadın öğretmenlerin sayısı fazla değildir. Şayet idari izinden yararlanacak öğretmen sayısı fazla ise öğretmen kadrosu sınırlı olan okullar uzaktan da olsa bu eğitim ve öğretimi nasıl sağ salim yürütebilirler? Evet, bu deve güdülecek ama kimle, nasıl güdülecek? Bence bir konuda karar verirken işin bu yönleri de düşünülmeli. Maalesef bu Genelge ile işin bu yönünün çok düşünüldüğünü sanmıyorum. Bunu da okullar düşünsün. Burada bu idari iznin, uzaktan veya dönüşümlü çalışmanın MEB için bir avantajı, öğretimin dijital ortamda uzaktan da yapılabiliyor olması. Değilse işler hepten sarpa sarardı.

MEB çalışanları arasında idari izin kullanmak isteyenlerin sayısının gözle görülür şekilde fazla olmasının temelinde, idari izin kullananların diğer çalışanlara oranla maaş ve diğer özlük haklarında bir kayba uğramayacak olmaları ve haklarının saklı olduğu yönündeki açıklamadır. İdari izin kullanma yolu seçenlerin, diğer çalışanlara göre özlük haklarında kayba uğrayacak olsalar, öyle zannediyorum, idari izin kullananların çoğu, bu hakkı kullanma yoluna girmeyecektir. İdari izinli olanları, diğer çalışanlarla aynı haklardan yararlandırmak çok hakkaniyete uygun olmasa gerek. Bilfiil çalışanla esnek (uzaktan, dönüşümlü ve idari izinli) çalışan arasında mutlaka özlük haklar yönünden az veya çok bir fark olmalıdır. Adalet de bunu gerektirir.    

 *23/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

18 Nisan 2021 Pazar

Bir Şeyleri Yanlış Yapıyoruz *

2020'nin Mart ayından beri covit 19 salgınıyla yatıp kalkıyoruz. Uğruna, az kısıtlama ve yasak yemedik. Kah normalleşme adımları çerçevesinde kuralları gevşettik kah katı kurallarla yeniden kapandık.

Bir yılı aşkın mücadelemiz sonucunda onca tedbir, kısıtlama ve yasağa rağmen salgının zirvesini yaşıyoruz. Konan tüm yasak ve alınan kararlarda imzası bulunan Bilim Kurulu Üyelerinin önerdiği kuralların işe yaramadığı su götürmez bir gerçek. Üyeler, bu niye böyle oluyor, biz bir yerde yanlış yapıyoruz ama nerede diye kafa yoracakları yerde yeni yasak önerileriyle televizyonların gediklisi olmaya devam ediyorlar, kendilerine hiç toz kondurmuyorlar ve korku pompalamaya devam ediyorlar. TV kanalları bunları ekrana çıkarmaya, bunlar da çıkıp konuşmaya ve hala yeni yasak önerileri sunmaya devam ediyorlar. Bunlara göre de suçun büyüğü, kural tanımayan halkta. Bunlara kalırsa salgınla mücadele için tek maske yetmez, maske sık sık değişmeli, şuralar-buralar kapanmalı, insanımız evinde bile maskeli durmalı, kısmi kapanma yetmez, tam kapanmaya geçmeli, okullar hiç açılmamalı, sınavlar bile yapılmamalı. Şehirlerarası seyahat yasağı konmalı, bir buçuk metrelik mesafe açılmalı, eller durmadan dezenfekte edilmeli, 18 yaş altına ve 65 yaş üstüne dışarı çıkış yasağı konmalı, aşı önceliği şunlara verilmeli vs. Yani bunlara göre salgınla mücadele için hayat durmalı, millet gerekirse taş kökü yemeli. Bakın bakalım, ondan sonra salgın mı kalır orta yerde. Alın size mücadele... 

Bilim Kurulunun önerdiği bunca kural, tedbir, kısıtlılık ve yasağa rağmen salgın hala artmaya devam ediyorsa salgınla mücadelede belli ki bir şeyler yanlış yapılıyor. Bence bir yasak da Bilim Kurulu Üyelerine konmalı. Önerileriniz sizin olsun, gölge etmeyin, fazla ihsan istemeyiz denmeli. Bunlara TV yasağı koymalı, gerekirse evlerine kapamalı ya da hastanelerinde hastalarıyla baş başa bırakmalı. Bunlar her gece geç vakitlere kadar TV kanallarında böyle boy gösterirlerse gündüz hastalarına ne zaman ne kadar vakit ayırabilirler ne zaman dinlenip ne zaman sağlıklı çalışabilirler ne zaman salgınla ilgili bilimsel yazıları okuyup inceleyebilirler. Unutmayalım ki dolu beyin yeni bilgi üretmez, bildik tekerlemesine devam eder. 

Yazıma koyduğum başlığa gelirsek, bir şeyleri belli ki yanlış yapıyoruz ve hastalık azalacağı yerde artıyor. Devlet yetkililerine ve Bilim Kurulu Üyelerine düşen, bir yıldır uyguladıkları ve önerdikleri tedbirleri sil baştan gözden geçirmeleri. Çünkü görüldü ki gidilen yol, yol değil. Yetkililerin ve Bilim Kurulu Üyelerinin salgını önleme adına uygulamaya koydukları kurallarda onların niyetlerini sorgulamıyorum. Salgını önlemede çok iyi niyetli olduklarını düşünüyorum. Ama gel gör ki geldiğimiz nokta çıktığımız yoldan beter. Dünü mumla arıyoruz milletçe. 

Yazımın bundan sonraki kısmında, salgınla mücadelede uygulanan tedbirlere ve verilen önceliklere örnek vermek istiyorum. Bir zaman yok satan ve fahiş fiyata tezgahlarda satışa sunulan maskeyi, devlet eliyle ücretsiz dağıtmaya kalktık. Maske önceliği, dışarıya çıkan ve çalışanlara olması gerekirken biz maske dağıtımında, dışarı çıkmasını yasakladığımız 65 yaş üstüne öncelik verdik. Covit aşısını ilk önce her gün işe giden kişilere özellikle bulaş riski fazla olanlara yapmamız gerekirken günlük birkaç saat çıkış izni verdiğimiz 65 yaş üstüne öncelik verdik. Bunu yaparken efendim, dışarıdan gelen çocuk ve çalışanın taşıyıcı olmalarını örnek gösterdik. Halbuki taşıyıcı olanlara öncelik verilmeli değil miydi.

Hasılı, verdiğim bu iki örnek bile salgınla mücadelede tedbir, teşhis ve tedaviyi yanlış uyguladığımızı gösteriyor. Yine salgınla ilgili ezberlediğimiz maske, mesafe ve temizlik üçlemesinden, mesafe ve temizliği anlamakla beraber insan yoğunluğunun olmadığı meskun mahallerde bile maske öneri ve dayatmasını anlamakta zorlandığımı ifade etmek isterim. Belki de hep maskeli olduğumuzdan hastalık tetikliyor. Bunu hiç düşündük mü? Oksijensiz kalan, nefes almakta zorlanan birinin hastalığa duçar olması kadar doğal bir şey olamaz. Tamam, birden fazla kişinin olduğu yerde maskeler, kuralına göre takılsın ama arabasında tek başına seyahat edene, kendi başına temiz havada yürüyüş yapana, odasında tek başına oturan görevliye de nerede masken denmesin. Zira çok gülünç oluyor ve bu, iyi niyetten öte ne yapacağını bilemez,  bir acizliğin tezahürüdür. İnsanları sık sık eve kapanmaya davet etmekten ziyade meskun mahaller dışına çıkmaları, birbirlerine yakınlaşmadan temiz havada maskesiz bir şekilde dolaşmaları tavsiye edilmeli. İnsanımız böylece güneş görsün, doya doya nefes alsın. Bu son önerimin dikkate alınmasını istiyorum. Hep Bilim Kurulu Üyelerinin önerisi mi dikkate alınacak.  İnsanımız, Allah gecinden versin, ölecekse temiz hava ve bol gıda alırken ölsün. Nasılsa öyle de ölüyoruz, böyle de.


*21/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 


17 Nisan 2021 Cumartesi

Yasak Herkesi Bağlamalı *

Salgını en aza indirmek amacıyla devlet, belli zaman aralıklarla bir dizi yasakları uygulamaya koydu. Salgının kontrol altına alındığı bazı zamanlarda normalleşme adımları çerçevesinde yasaklara bir yumuşama getirilse de artan vakalar sebebiyle tekrar kısıtlılık ve yasaklara geri dönüyoruz. Yani bir kapanıyoruz bir açılıyoruz.


Tüm yasaklara rağmen salgın kontrol altına alınamadığı gibi hasta ve vaka sayımız her geçen gün artıyor. Vaka sayısı 60 binleri geçerken yoğun bakım ve entübe hasta sayımız çoğalıyor. Ölü sayımız 300'lü rakamlara doğru gidiyor. Ülkemizdeki hasta ve vaka sayısının Sağlık Bakanının açıkladığı verilerden çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Çünkü test yaptırmayıp ayakta veya evinde karantinada iken ilaç kullanmadan bu hastalığı hafif atlatan insanımızın sayısı da az değil ve bunlar kayda girmiyor. Beni düşündüren de bunca tedbir ve yasağa rağmen vakaların her gün artması ve bu durumun hiç hayra alamet olmaması. 


Ben açıkçası salgını önlemek amacıyla uygulanmakta olan kısmi kapanmanın yanında Bilim Kurulu Üyelerinin istediği tam kapanmanın da salgını önlemede çözüm olacağına inanmıyorum. Çünkü salgını ranta çevirmek isteyenler iş başında. Amaçlarına ulaşıncaya kadar bu salgın kah azalarak kah çoğalarak bizimle yaşamaya devam edecek. Ta ki devletleri ve insanımızı pes ettirinceye kadar. Doğrusu, salgın kaynaklı konan yasak ve kısıtlamaları yürürlüğe koyan devlet yetkililerinin de bunun altında bir Çapanoğlu olabilir mi diye kafa yorduklarını düşünmüyorum. Öyle zannediyorum, düşünmeye başladığımız zaman iş işten geçmiş, atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacak, bitmiş ve tükenmişlik içerisinde biz yine biz bize kalacağız. Ne zaman bu işte var bir şey dediğimiz zaman birileri hastalığa inanmıyor musun, bu ölüleri nereye koyacağız demeye başlıyor. Kimse hastalık yok, ölümlerin de aslı yok ve ölenlerin sayısı az falan demiyor. Zira hastalık bir gerçek olduğu gibi bu hastalık aynı zamanda hızlı bulaş özelliği olan ciddi bir hastalık. Birinci derecede ölümcül değilse de ölümler de bir hak. Öyle zannediyorum, böyle giderse bizi bu hastalıktan ziyade bu hastalık korkusu öldüreceğe benziyor. Çünkü bu kadar uzun bir kapalılığa devletlerin mali gücü ve kapalı esnaf ne kadar dayanır, bunu da zaman gösterecek. Neyse bu ayrı bir konu.


Salgının önlenmemesinde vatandaş konan kısıtlama ve yasaklara uymuyor mu sorusu akla geliyor. Gördüğüm kadarıyla kahir ekseriyet devletin koyduğu kurallara uymada hassas. Hatta çoğunluk hastalık derecesinde kurallara uyuyor ve çevresindeki insanları uyarıyor. İçimizde az sayıda kural tanımayan, aymazlar yok mu? Var elbet. Bunları hizaya getirme görevi de devletin kolluk görevlilerine kalmış.  Bu tiplere gerekli ağır cezalar verildiği takdirde bu kural tanımazlığa devam edeceklerini sanmıyorum. Ceza vermeyerek ekranlarda durmadan bu tipleri göstererek insanımız kurallara uymuyor şeklinde dert yanmak hiç çözüm değil. Zira bu tipler kimseye aldırmadan yollarına devam ediyorlar. Hayat bize zehir olurken bunlar rahatlarından ödün vermeden içimizde yaşamaya devam ediyorlar.


Salgını önlemenin yolunun ne kısmi ne de tam kapanma olduğuna inanamamakla beraber yasak ve kural koyucuların yürürlüğe koydukları bazı kuralları gereksiz bulup garipsesem de çevremdeki insanlara saygımdan ve vatandaşlık görevim icabı, konan kurallara azami gayret gösteriyorum. Aynı şekilde çoğunluğun da bu yasaklara riayet ettiğine inanıyorum. Ben ve çoğunluk salgın kaynaklı kurallara azami derecede gayret gösteriyorsak aynı hassasiyeti yasak koyuculardan da beklemek hakkımızdır. Örnek olarak ramazan dolayısıyla insanımız toplu iftar yapmasın ve birbirlerine gidip gelmesin diye 21.00 yasağını 19.00’a çekerken etkili ve yetkili sorumlu yöneticilerimizin de bu yasaktan azade olmaması lazım. Bunu bir vatandaş olarak hassaten istiyorum. Bize bu konuda talkın verilirken üzümlerin salkım salkım götürülmesi vatandaş nezdinde dikkat çekiyor. İstiyorum ki bu yasak herkes için bağlayıcı olsun. Herkes için bağlayıcı olan bu yasağa rağmen sorumlu kişilerimiz toplu iftarlara katılıyorsa, devletin kolluk kuvvetlerine düşen bu yasağı çiğneyenlere ceza yazmasıdır. Kendilerine ceza yazılan sorumlular da biz bunu hak ettik diyerek cezayı özümsemeleri gerekir. Bu ülkenin normalleşmesi için bu gerekiyor. Burada devlet 24 saat çalışıyor ve iş başında. Sorumlu kişiler iftar dolayısıyla yerinde denetim görevi yapıyorlar ve birlikte iftar yaptıklarına moral depoluyorlar denirse, bu durumda, iftar sofralarının görüntüsü basına servis edilmemeli diye düşünüyorum. Çünkü basına servis edilen bu tip her bir fotoğraf, vatandaşa “yasaklar sadece bizi mi bağlıyor” dedirtiyor. Bence kendimizi muaf tutacak ve uygulamayacağımız yasaklara hiç kapı aralamayalım ve yapamayacağımız şeyleri söylemeyelim. Çünkü bu durum devletle vatandaş arasında güven problemine yol açtığını düşünüyorum.   

*19/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

15 Nisan 2021 Perşembe

Ya Sabır!

—Ramazanla aran nasıl?

—Ramazan'ın ramazanla arası hiç olmadığı kadar iyidir. Ne açlık var ne de susuzluk. 

—Nasıl gidiyor, nasıl vakit geçiriyorsun? 

—Yeme ve içmeye vakit ayırmayınca iş yapmak için bolca zaman kalıyor. Yeter ki iş yapmak iste. İşimi yapıyorum. 

—Herhalde yürüyüş yapmıyorsundur. Ne de olsa ramazandayız. 

—Ramazan başta yürüyüş olmak üzere hiçbir şeye engel değildir. Yeter ki yürüyüşe vakit bulayım. Koyduğum hedefi ramazanda da yürüyorum. 

—Aç aç gitmez herhalde. 

—Niye gitmesin. Esas yürüyüş aç karna yapılan yürüyüştür. 

—Ramazanda çekilmez bir durumla karşılamıyor musun? 

—Var bir durum. 

—Nedir o?

—Biri beni kendi halime bırakmıyor. Ramazanı ağzımın tadıyla geçirmemi istemiyor. Günde günün belirli saatlerinde durmadan rahatsız ediyor. Nasıl anlatılır bilmem. Bildiğim, anamdan emdiğim sütü fitil fitil burnumdan getiriyor. 

—Ne yapıyor? 

—Ne yapmıyor ki... Kah whatsappla kah mesaj yoluyla mesaj bombardımanına tutuyor. 

—Ne gönderiyor? 

—Bana dönüp dönüp orucun önemini anlatan mesajlar gönderiyor. 

—Ne sakıncası var? Varsın göndersin. 

—Kardeşim, öneminden dolayı oruç tutan birine orucun öneminden bahsetmek abesle iştigaldir. Onun öneminden bahsettiği orucu, kendimi bildim bileli tutarım. İlla yapacaksa, bunu bana değil, oruç tutmayan birine yapmalı. 

—Tekrarın ne zararı var? 

—Zararı, kabak tadı vermesi. Faydadan hali bir durumdur bu. Bu, ders çalışan birine dersine çalış, demek gibi bir şey. 

—O zaman amacı ne bunun? 

—Amacını bilmem. Bildiğim, eli boş. Sabahtan akşama elinde telefon, kendinden bir şey koymadan kendisine geleni iletiyor. Kendisine geleni okuyor mu, çok emin değilim. Aklı sıra tebliğ yapıyor. İyilik yaptığını sanıyor. Aslında tereciye yere satıyor ve vakit geçiriyor. Keşke mesaj yönetimine önem verdiği kadar vaktini daha faydalı işlere ayırsa. 

—Mesela? 

—Onu ben bilemem. Yalnız dinden, oruçtan ne anlıyorsa onu yapsın. İşi varsa işini en iyi şekilde yapsın. Bunu da mı ben söyleyeyim. Ne yapacaksa yapsın ama beni rahat bıraksın. Beni bana bıraksın. Herhalde bu dünyaya dair tek görevi bana mesaj göndermek değildir. Diyelim ki kendisine vazife çıkardı. Mutlaka bana mesaj gönderecek. Günlük bir mesajla yetinsin. Sabahtan akşama aynı mesajı hem mesaj hem whatsapp yoluyla gönderip durmasın. Günde birkaç mesajın hangi birini yerine getireyim, öyle değil mi? En büyük endişem bu kadar mesajın ardından yani ev ödevinin ardından beni bir gün sınava tabi tutması. 

—O kadar da değil. Çok rahatsızsan engelle gitsin. 

—Onu da yaptım zamanın behrinde. Engellemek istedim. Telefonumun engelleme özelliği yokmuş. Kurtulmak için ihtiyaç yokken engelleme özelliği olan yeni bir telefon bile aldım. Epey böyle gitti. Epey de rahat ettim. Sonra telefonum yeni sürümlere uyumlu olmayınca yeni bir telefon daha aldım. Baktım, bizimki yine pes etmemiş, peşimde. Şimdilik sessize aldım. Beni rahatsız etmeden o, mesajlar göndermeye devam ediyor. O değilsen gelen önemli bir mesaj var mı diye göz gezdirince aynı kişiden gönderilen mesajların yığıldığını görüyorum. Belki önemli bir şey vardır bu sefer diyorum. Açıyorum mesajlarını. Kırk yıllık kani, değişir mi? Aynı yol, yöntem ve içerikle yine iş başında bizim bu davetsiz misafir. 

—Bu durumda ne yapmayı düşünüyorsun? 

—Dört gözle ramazanın bitmesini bekliyorum. Belki bayram gelince bayram ederim diye düşünüyorum. Allah başka keder vermesin ama bıktırdı, bezdirdi, illallah dedirtti. Neredesin insaf, feraset, basiret diyorum ve fesübhanallah diyorum, ya sabır çekiyorum. Bana bu mesajların tek katkısı da bu. Sanırım onun istediği de bu: Ağzımı duaya alıştırmak. Görüyorum ki bir yerlerde bir samimiyet eksiğim olmalı ki duam kabul olmuyor ve bizimki hala peşimde. 

—Senin için ne yapabilirim? 

—Benim için bir iyilik yapmak istiyorsan, senin telefonunu benim tebliğciye vereyim, sana da göndersin. O zaman beni daha iyi anlarsın. 

12 Nisan 2021 Pazartesi

Çatlattığı Ayın Düşman Çatlatan Cinsten *

Bir imamın ikinci defa cuma hutbesi dinledim ve ardında cuma namazı kıldım. İlkinde okuduğu hutbeyi öylesine dinlemiş olmalıyım ki pek dikkatimi çekmemişti. İkincisinde tam karşısında saf tutmuşum. O, hutbe irat ederken ben de can kulağıyla hem dinledim hem okuyuşuna hem de jest ve mimiklerini izledim. İzledikçe imama olan hayranlığım arttı. Hutbeyi irat ederken harf ve kelimeleri yutmadan tane tane telaffuz etmesi, yeri geldiği zaman bazı kelimelerde vurgu yapması, vurgu yaparken söylediği kelime ve cümleye uygun bir şekilde sağ elini sağa, sola, aşağı ve yukarıya doğru oynatması, elindeki metnin cümlesine bakar bakmaz cemaate göz gezdirerek cümleyi devam ettirmesi takdire şayandı. Biraz ders alırsa bu genç imamın iyi bir hatip olacağına dair kanaatim pekişti.

Her ne kadar önemli olan içerik olsa da bu içeriği sunmak ve dinleyicilere dinlettirmek de bir o kadar önemlidir. Çünkü satıcılık da ayrı bir sanattır. Nice önemli konular, kötü satıcıların elinde heba olurken nice önemsiz konular satıcı sayesinde etkili olabiliyor.

Arkasında cuma kıldığım hatibin, hitabeti mükemmel miydi? Hangi birimiz mükemmeliz ki bu imam da mükemmel olsun. Her hatipte, konuşanda ve çoğu din görevlilerinde olan eksiklik bu görevlide de vardı. Kendim iyi bir hatip olmasam da bir izleyici ve dinleyici olarak bu eksikliklere işaret etmek istiyorum.

Eksikliklere işaret etmeden önce hutbe ve hatibin tanımına yer vermek istiyorum. Hutbe, "Bir topluluk karşısında yapılan etkileyici konuşma" anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, başta cuma ve bayram namazları olmak üzere belirli ibadetlerin icrası esnasında gerçekleşen, genelde vaaz ve nasihati içeren konuşmayı ifade eder. Konuşmayı yapan kimseye de hatip denir.

Hatibin irat ettiği Türkçe kısmında pek sorun yoktu. Yukarıda da değindiğim gibi Türkçe metnine daha önce çalışmış, neredeyse metni ezberleme noktasına gelmiş. Zaten bundandır ki teklemeden ve kekelemeden sanki irticalen konuşuyormuş gibi yarı kağıttan yarı metinden, bir insicam içerisinde okudu. Tespit ettiğim hatalar çoğu imamın yaptığı gibi Arapça okuduğu kısımlardaydı.

Nedense çoğu imamımız Arapça metni görünce hatipliği unutuyor sanki Kur’an okur moduna geçiyor. Sanırsın ki cemaate aşırı şerif okuyor. Kur’an okurken uygulanması gereken tecvit kaideleri olan ihfa ve idgamları usulüne uygun yapıyor. Uzatma işaretleri meddi tabii ve daha fazla uzatılması gerekenleri dört elif miktarı çekiyor. Dat harfini çıkarırken harfin mahrecinden hiç ödün vermiyor. Hele bir ayın çatlatışı var ki düşman çatlatan cinsten. Yani hutbenin Arapça kısımlarını Kur’an okur gibi tecvit kurallarından taviz vermeden okuyor. Halbuki metin Arapça da olsa irat ettiği metin bir hutbe metnidir. Mahreçlerine dikkat etse bile ihfa ve idgama yer vermemeli diye düşünüyorum. Hutbenin Türkçe kısmını nasıl hitap eder gibi okuyorsa Arapça kısımlarını da hitap eder gibi irat etmeliydi.

İmamları özellikle ardında namaz kıldığım imamı, okuduğu hutbe üzerinden yaptığım eleştirileri burada noktalıyorum. Son olarak imamın bir iyi yönüne daha değinip yazımı nihayete erdirmek istiyorum. Hutbeyi bitirirken bekledim ki bu hafta nereye yardım duyurusu yapacak ama yapmadı. Yani yardım talebinde bulunmadı. Bu da imama verdiğim artı puan oldu.

*26/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Nisan 2021 Pazar

Kırk Yaş *

İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, okudukları okul için birbirlerine şöyle der ve gülerlerdi: “İlahiyata okumak için gelen öğrenci, hazırlık sınıfına şeyhülislam olarak gelir, birinci sınıfta müftülüğe, ikinci sınıfta vaizliğe, üçüncü sınıfta imam ve müezzinliğe düşer. Dördüncü sınıftan mezun olurken normal bir vatandaş gibi mezun olur gider”. Şaka yollu söylenen bu sözün araştırmaya dayalı bilimsel bir temeli olduğunu sanmıyorum ama her şakada bir ciddiyet payı olduğunu da göz ardı etmemek lazım diye düşünüyorum.

İzninizle bu sözü irdelemek ve buradan bir başka yere gelmek istiyorum. Bu söz, olur mu öyle şey deyip acayibimize gitse de gülüşmelere sebebiyet verse de ben bu sözü, bir gelişim olarak görüyor ve faydalı buluyorum. Çünkü bu anlatımda bir gelişme ve değişim söz konusudur. Ne alaka diyebilirsiniz. Becerebilirsem, anlatayım.

İlahiyata gelen öğrenci, yaş itibariyle 18 yaşına girmiş ya da bitirmiş bir şekilde gelir. Bu yaş delikanlılık yani kanının deli olduğu anlardır. Bu yaşlar insanın hayata farklı baktığı, kendisini güçlü ve kuvvetli hissettiği, tek başına dünyaya meydan okumaya hazırlandığı, dünyayı değiştirmeye ve dönüştürmeye hazırlandığı yaşlardır. Bu yaşta hamaset vardır, slogan vardır, heyecan vardır. Gençler, vurmaya ve kırmaya meyillidir. Korku yoktur, aileye, çevreye, devlete, işleyen düzene ve olup bitenlere isyanları vardır. Büyükleri, hocaları beğenmeme vardır. Bu imkanlar bende olacak, şöyle şöyle yaparım şeklinde efelenme vardır. Ayakların yere basmadığı anlardır bu anlar. Tüm bu psikolojinin altında “ben büyüdüm, bana güvenin, ben erkekliğe/kadınlığa adım attım, beni kabul edin, küçümsemeyin.” düşüncesi yatar. Bu düşüncelerinde gençlik samimidir, içtendir ve kendini buna inandırmıştır.

İlahiyata gelen öğrenci de tüm gençlerde olan psikoloji ile ilahiyata gelir. Kendisini öyle yetiştirmeli ki diğer hocalar gibi olmasın. Onların anlatmadığı dini halka ve öğrencilerine anlatsın. Öğretim görevlilerinin anlattıklarına çoğu zaman karşı da gelir. Olmaz, yanlış düşünüyorsun, böyle olmalı, der. Nerede bir miting var, sohbet var, aksiyon var, oraya koşar. Gel zaman git zaman okul bitmeye yakın kafasındakilerinin çoğunun değişmeye başladığını görür. Çünkü kitaplar okumuştur, arkadaşlarıyla bazı konularda tartışmalara girmiştir. Kafasında hayata geçirilmeli dediği bazı fikirlerinin yanlış olduğunu anlamıştır. Aslında tüm bu olup bitenler, olaylara daha sağlıklı ve daha geniş bir perspektiften bakmaya başlamasının ve sorumluluk üstlenmeye adım atmasının bir göstergesidir. İşte ben bunu sağlıklı görüyorum. İnsandaki gelişim ve değişimdir bu ve böyle de olmalıdır.

Tüm bu açıklamalardan sonra halk arasında kırk yaş sendromu denilen yaşa gelmek istiyorum. Bu yaşla birlikte saç ve sakalın ağarmaya başlaması, kişiye “Ölüm yaklaştı, baksana saç ve sakalıma ak düştü. Ne çabuk geçti bu kırk yıl” dedirtse de kırk yaş, kişinin hem biyolojik olarak hem de zihinsel olarak değişmeye başladığı ve geliştiği yaştır. Bu yaş, kişinin hayata ve olaylara daha soğukkanlı yaklaşmaya, olayların perde gerisini görmeye başladığı, hamaseti bıraktığı kırk yıllık bir tecrübeyi ifade eder. Geçmişle yüzleştirir, hatalarını gözden geçirtir ve kişiyi olgunlaştırır. Olaylara daha sağduyulu yaklaşmaya başlar. Allah Teala’nın seçtiği insanlara 18 yaşında değil de 40 yaşında peygamberlik vermesini de böyle görmek lazım. 40 yaşına kadar peygamberler insan olarak hayatın her safhasında iyice pişiyor ve test ediliyor. 40 yaşına gelince de peygamberlikle görevlendiriliyor. Bizde de seçme ve seçilme yaşı 18’e indirilmişken cumhurbaşkanlığı seçilmek için 40 yaş şartının bulunmasını da bu olgunlaşma ve pişme ile alakalıdır diye düşünüyorum. Çünkü peygamberlikte olduğu gibi cumhurbaşkanlığında da bir sorumluluk yani devleti yönetme söz konusudur. 40 yaşına geldiği halde hala sloganla yaşayan ve hamaset yapan insanlar varsa bunlar, gelişim ve değişimini hala tamamlayamamış olanlardır. Bu da gelişim ve değişim yönünden çok sağlıklı değildir. 

*24/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Nisan 2021 Cuma

Her Şeyden Bozulan Oruç *

Ramazan geldi. Daha gelmeden şu orucu bozar mı, bu orucu bozar mı soruları ve cevapları piyasaya sürülmeye başlandı bile. Her sene alışık olduğumuz ve ramazan programlarında mutlaka gündeme gelen orucu bozan şeyler; bilen ve bilmeyen, ehil veya ehil olmayan kişiler tarafından o kadar çok işlenir oldu ki bu oruç nasıl bir şeymiş ki her şeyden bozuluyor algısı zihinlerimize yerleşiyor ya da yerleştiriliyor. Hâlbuki tanımında da geçtiği gibi yeme, içme ve cinsel ilişki dışında oruç bozulmaz. Durum bu iken her ramazan öncesi başlayan, ramazan içinde de devam eden orucu bozan şeyler muhabbeti ve tartışmaları kabak tadı verir oldu artık.

Neler orucu bozar ya da şu orucu bozar mı şeklinde vatandaşın sorularını garipsesem de bir yere kadar anlayabiliyorum. Çünkü ilmihal kitaplarımızda orucu bozan ve bozmayan, kaza ve keffaret gerektiren durumlar başlığıyla o kadar ayrıntıya girilmiş ki bunları okuyan ve duyan vatandaş soru sormayıp da ne yapsın. Buna bir de ilmihal kitaplarında yazmayan, günümüzde çıkmış ya da ilmihal kitaplarında “bozulur” dendiği halde günümüz şartları ve bilgileri sayesinde “bozulmaz” şeklinde fetva verilince kendisini ehil bilenlerin; yok bozulur, hayır bozulmaz şeklindeki tartışmaları eklenince bu da bu işin tuzu-biberi oluyor. “Covit-19 aşısının orucu bozmayacağı” şeklinde Din İşleri Yüksek Kurulunun verdiği fetva buna bir örnektir. Yerinde ve olması gereken bu fetvaya, kendini ehil addeden bazıları “Olur mu öyle şey? Dört mezhebe göre oruç bozulur” açıklamalarını sekiz sütuna manşet şeklinde gazetelerinde verdi bile. Bu karşıt görüşle, akılları sıra dini koruduklarını sanıyorlar. Halbuki bu yaptıklarıyla, insanımızın kafasını karıştırmaktan ve acaba soru işareti koymaktan başka bir amaca hizmet etmemiş olurlar. Üstelik tezleri de güçlü değil. Çünkü covit-19 aşısı besleyici değil, hastalıklara karşı koruyucu özelliği olduğu belirtiliyor. Bu aşının ne derece salgın riskini koruduğu ayrı bir konu olsa da şu durumda bilim adamlarının açıkladıklarına uymaktan başka çaremiz yok.

Burada şunu da söylemek istiyorum. Bir konuda geçmişte dört mezhep de aynı görüşte olsun. Mezheplerin görüşleri değişmez ve değiştirilemez diye bir şey olamaz. Çünkü mezheplerin görüşleri bir fetvadır. Fetvalar da din değildir. Değişmeyen dindir, fetvalar ise zamanın şartları, ihtiyaçları ve yeni bilgiler ışığında değişebilir. Eğer İslam her çağda ihtiyaçlarımıza cevap vermesi isteniyorsa yeni çıkan şartlara uygun olarak geçmişte verilen fetvalar da yeniden gözden geçirilmelidir. Bazı fetvalar hala geçerliliğini koruduğu gibi bazılarının uygulama imkanı olmayabilir. İşte uygulama imkanı olmayan fetvalarla ilgili yeni görüşler ortaya koymak İslam’ın dinamik yönünü ortaya koyar. Geçmişte her şey söylenmiş, yeni görüşe ihtiyaç yok demek kolaylık dini İslam’ı ancak ayak bağı yapar. Bu da elimizi ve kolumuzu bağlar. Kimsenin İslam dinini “yasak dini” şeklinde piyasaya sürmeye hakkı yoktur.

Verilen fetvalara uyma konusunda insanımız kendi vicdanına göre hareket eder. Aşı örneğinde olduğu gibi vatandaşın aklına “Aşı, orucu bozar” yatar, aşışını iftardan sonra yaptırır. Buna imkan yok, gündüz oruç vakti aşı olması gerekiyorsa “Aşı, orucu bozmaz” görüşü çerçevesinde gider, aşısını olur ve orucuna devam eder. Buna inanmayan, aşı olacağı zaman oruca niyetlenmez, daha sonra kazasını yapar. Kişiler bunda muhayyerdir.

Sonuç olarak ramazanın özüne, mana ve önemine ve de maksadına hizmet etmeyen oruç bozan şeyler tartışmasının dine, oruca ve Müslümanlara bir faydası yoktur. Özellikle orucu bozan şeylerle ilgili sorulara cevap vermeye çalışan ehil kişilerin bundan kaçınmasında fayda vardır. Eğer illa konuşacaklarsa bari ramazanın özüne ve maksadına dair konuşmalar yapsınlar. Pekala, soruyu soranları da buna yönlendirebilirler. Bu da zor olmasa gerek. Bize belki de en faydalı bilgi bu olur.

*12/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.