7 Nisan 2021 Çarşamba

Kurumların İtibarı *

Kişilerin olduğu kadar kurumların da itibarı vardır. İtibarın kazanılıp ve kaybedilmesinde başka saiklerin etkisi olsa da en büyük pay kişilerin yaptıkları, tasarrufları ya da yapması gerekenleri yapmamaları birinci derece etkilidir. Çünkü kimse kimseye itibar elbisesi giydirmez, kişi ve kurumlar kendi itibar elbiselerini kendileri giyer ve çıkarırlar.

Bu kısa girişten sonra yazımın bundan sonraki kısmında aynı mevzuata tabi olmalarına rağmen bazı kurumların işleyişinden bahsederek kurumlar arasındaki farklılığa dikkat çekeceğim. Bildiğiniz gibi İçişleri, MEB, Hazine ve Maliye bakanlıkları bünyesinde çalışan personel, 657'ye tabi personel iken vekalet ve geçici görevlendirmeler, kurumdan kuruma farklılık göstermektedir. Ne demek istediğimi bazı örnekler vererek açıklamak istiyorum. Sonra itibar konusuna geleceğim.

Eskiden bir ilçe kaymakamı izne ayrıldığında veya bir başka yere nakil gittiğinde ya yazı işleri müdürüne ya da ilçedeki bir daire amirine vekalet bırakabiliyordu. Son yıllarda vekaletler bir başka yakın ilçe kaymakamlığına bırakılır oldu. Yani kaymakamlık vekaleti yine bir kaymakama bırakılıyor. İlçeden çıkması gereken bir evrak, kaymakam tarafından imzalanması gerekiyorsa ilçenin yazı işleri, evrakı, imza için vekaletin bırakıldığı kaymakama götürmektedir. Bu evrak rutin bir evrak olsa da durum böyledir. 

Hazine ve Maliye Bakanlığına bağlı olarak çalışan saymanlıklarda; maliye, gelir idaresi, malmüdürlüğü, muhasebe, milli emlak gibi bölümler var. Buralarda çalışan memurlardan biri izinli, raporlu veya karantinada olduğu zaman ildeki saymanlıktan sorumlu kişi tarafından, ilden ilçeye, ilçeden bir başka ilçeye geçici süreliğine memur görevlendirmesi yapılmaktadır. Görevlendirme yapılırken görevlendirilen yerin belediye sınırları dışında olmasına ve mesafesine bakılmamaktadır. Anlatmak istediğim, saymanlıklarda bir memura ihtiyaç olursa dışarıdan bir görevlendirme yapılmıyor, kurum içinden görevlendirme yoluyla karşılanmaktadır. Görevlendirilen kişi de ben oraya gitmem, buna hakkınız yok demiyor. 

Milli Eğitim Bakanlığına gelince il, ilçe veya bir mahallede bir öğretmene ihtiyaç olduğu zaman MEB buralara kadrolu veya sözleşmeli bir öğretmen vermemişse veya atanan öğretmen doğum izni, hastalık gibi nedenlerle raporlu ise MEB, milli eğitim müdürlükleri vasıtasıyla ihtiyaç olan yere aynı eğitim bölgesinde norm fazlası veya 21 saatin altında derse giren öğretmen varsa onu görevlendiriyor. Merkezde norm fazlası olan bir öğretmen varsa ihtiyaç olduğu halde onu belediye sınırları dışına geçici de olsa görevlendiremiyor. Böylesi durumlarda ilçe milli eğitim müdürlükleri ücretli öğretmenlere görev vermektedir. Ücretli öğretmen görevlendirmesi yapılırken sırasıyla eğitim fakültesi, fen-edebiyat fakültesi, diğer fakülte mezunları, açık öğretim fakültesi, iki yıllık ön lisans ve lise mezunu olma sırası tercih edilmektedir. Öncelik, ihtiyaç olan dersin maaş karşılığı okutabileceği branş olmakla beraber bu tür ücretli görevlendirmelerinde branş dışı öğretmene hatta mesleği öğretmenlik olmayana bile görev verilmektedir. Bugün farklı alan ve işkollarında çalışan çoğu kimse, ihtiyaç olan okullarda ücretli öğretmenlik yapmıştır. Söz arasında ben vekil/ücretli öğretmenlik yaptım sözünü duymanız mümkün. İl merkezlerinde ve büyük ilçe merkezlerinde aşağı yukarı tüm branşlarda fazlalık varken çok cazibe merkezi olmayan taşrada bu şekil ücretli öğretmenlik görevlendirmesi hala yapılmakta ve yaygındır.

Verdiğim üç örnekte görüldüğü gibi kaymakamlık ve saymanlıklarda dışarıdan bir görevlendirme yapılmıyor iken MEB'de harici görevlendirme yolu açıktır. Elbette bu üç kurumun şartları ve işleyişi farklıdır. Kaymakamlık ve saymanlıktaki vekalet ve geçici görevlendirme işini, Türkiye'nin her bir yerine yayılmış büyük bir aile olan MEB'de uygulamak zordur. Saymanlıkta olduğu gibi MEM'ler de belediye sınırları dışında ihtiyaçtan dolayı geçici görevlendirme yapmaya kalksa, görevlendirilen öğretmen de görevlendirmenin durdurulması ve iptali için idari mahkemelere başvursa, mahkemeler öğretmeni haklı bulur ve görevlendirme iptal edilir.

Yine burada saymanlık teknik bir iştir, para-pul hesabı döner, herkes yapamaz ve herkese teslim edilemez. Öğretmenlik böyle değil, herkes yapabilir denebilir. Doğrudur, ehil veya değil, çoğu kimse ücretli öğretmenlik yapıyor. Genellemeyelim ama bu öğretmenliği masaya yatırmakta fayda var. Faydalı veya değil, ders doldurulmuş oluyor. Bunun da çok faydalı olduğunu düşünmüyorum. Bunun da en büyük zararı çocuklarımıza olmaktadır ve bu çocuklar ders öğretmeni olan diğer çocuklarla eşit şartlarda yarışa  sokuluyor.

Tüm bunlardan geçtim. Bu ücretli öğretmenlik yoluyla öğretmenliğin bir gizemliliği kalmadığı gibi öğretmenlik itibar kaybına da uğruyor. Çünkü ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz, ehil veya değil, herkes ben de öğretmenlik yaptım diyerek asıl mesleği öğretmenlik olanları sorguluyor. Bu durumun da öğretmenliğin itibarını düşüren önemli faktörlerden biri olduğunu düşünüyorum. Öğretmenliğin itibarının düştüğü kadar saymanlıkta çalışanların itibarı düşmüyor. Çünkü çalışmadığı için saymanlığın işleyişine çoğu kimse vakıf olamıyor. MEB, eğitim ordusunun itibarını yükseltmek istiyorsa işe ücretli öğretmenliği kaldırarak başlayabilir. Çünkü kurumun itibar kaybı öğretmenlere, öğretmenlerin itibar kaybı da kuruma fatura edilmektedir.

*09.04.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 


4 Nisan 2021 Pazar

İş ve Ben

İster kabul edin ister etmeyin, bana göre iş dendi mi ben, ben dendi mi iş akla gelir. Zira iş beni, ben de işi çok severim. Tuttuğumu da koparırım. Ne o benden uzaklaşır ne de ben ondan. Muhteşem ikiliyiz diyebilirim. Buna kısaca iş bitirici diyebilirsiniz. Örneklerle açıklamadan önce yapılacak işiniz varsa bir telefon kadar yakınım. Üstelik servis ücreti yok, işçilik yok. Yani meccanen. Yeter ki sonucuna katlanın.

Biri benden için "Bu, iş bilmez ve iş yapamaz, nasıl pazarcılık yapacak, poşet açmayı bile beceremez" demişti. Bu sözü çok zoruma gitti. Pazarcılık yapmadım, herhangi bir esnafın yanında çalışmadım ama fi tarihinde bir gün bir markete girdim. Meyve reyonuna geçtim. Meyve kasalarının önünde, çiviye asılı çok sayıdaki poşetlerden birini koparıp meyve koymak için açmaya çalıştım. Açamadım. Öyle göründüğü kadar kolay değilmiş poşet açmak, zormuş meğer. 

Poşetlerin parasız olduğu ve kasiyerin önünde bolca olduğu, müşterinin istediği kadar aldığı dönemlerde, aldıklarımı koymak için bir poşet açmaya kalktım. Baya uğraştım açmak için. En iyisi dışarıda uğraşayım deyip aldıklarımı alışveriş arabasına koydum. Birkaç poşet alarak dışarı çıktım. Deneye deneye poşet açmanın ilmini öğrendim. Demek ki bunun için ustalık gerekiyormuş. Şimdi bulabilirsem, poşet açmak benim için çocuk oyuncağı artık. Maalesef bu ustalığımı şimdi gösteremiyorum. İstersem, kasiyer sayıyla ve açarak veriyor. 

*

Bazen maden suyu açacak olurum ama açacak yok. Bazılarının masa, duvar gibi yerlere koyarak vurmasıyla kapağı açtığını görürüm ve onlara gıpta ederim. Kimsenin olmadığı ortamlarda bunu ben de denerim. Masanın ucuna şişeyi dayayarak açmaya çalışırım. İlk denemede olmasa da açarım açmasına ama ardında zayiat bırakırım. Ya masanın kenarı yontulmuş olur ya da içindeki asit fışkırır. Bu arada çakmakla açanların yolunu denemedim. Nasıl beceriyorlar bilmem. Duam, Allah onları bildiği gibi yapsın. Çakmağı denesem, kuvvetle muhtemel çakmak alev alır. Sonra ayıkla pirincin taşını. Tabi pirinç ayıklayacak el kalırsa. Bunun yerine pense bulursam penseyle açarım. 

*

Tamirat işinde de fena değilim. Bazen musluk değiştirmek ya da damlayan musluğu sıkıştırmak için bu iş tam bana göre derim. Alırım elime İngiliz anahtarını. Öyle sıkarım ki sıktığım musluk bir daha damlatmayacak. Nihayet sıktığım musluk kırılır, musluk bir tarafa, ben bir tarafa giderim. Sonrasında akar su gibi oluk oluk su akar borudan. Akacak kan nasıl ki damarda durmuyorsa, benim çeşmedeki su da vanadan kapanıncaya kadar akar. İkinci bir emre kadar vana açılmaz. Ta ki yeni bir musluk alıp çeşmeci gelinceye kadar. Ardından, cebime sıkışmış para çeşmeciye gider. Üzerim ıslanmıştır ve banyoya uzanınca kirlenmiştir, temiziyle değiştiririm. Sonuç, iş bitmiştir. Musluk bir daha damlatmaz.

*

Araba ve aksamından anlama işi de tam bana göre. Göreceksiniz bu konudaki hünerimi ve hepiniz bana şapka çıkaracaksınız. 

Bir gün arabamın arka koltuklarına kayınvalide ile kayınpeder bindi. İnerken arka sağ tarafta oturan kayınvalidem bindiği kapıdan inemedi. Çünkü kapı açılmadı. Sol taraftan indi. Kapı dışarıdan açılıyor, içeriden açılmıyor. Olacak şey değildi benim için. Hanıma, annen bir defa arabama bindi, kapıyı bozdu. Ah o  annen yok mu diyorum. 

Aylarca arabaya böyle bindim. Biri arka tarafa oturmuşsa ya camı indirip dışarıdan açtırdım kapıyı ya da ineceği zaman kaldırımda bekleyen birinin yanında durarak ön sağ kapının camını indiriyorum, kardeş, şu kapıyı açıverir misin diyorum. Bu buluşumdan dolayı içeridekiler zekama hayran kalıyorlar ve gülüşüyoruz. 

Ne zamanki arabaya binsem, arkada oturan kapın açılmıyor dese, o kapı kayınvalidemin işi. Kaşla göz arasında kadın ne yaptı bilemiyorum. Kapı, o bindikten sonra açılmadığına göre yaptı bir şeyler ama ne yaptığını kabul etmiyor diyorum. 

Gel zaman git zaman, olmayacak böyle, bir kaportacıya göstermeliyim dedim ama kime göstereceğim. Zira tanıdığım bir kaportacı da yok. Tanımadığım birine gitsem, ne kadar alır, kim bilir. Bu arada bazı çokbilmişler de çocuk kilidi kapalıdır, oraya bak dedi ama aldırış etmedim. Çünkü benim araba eski model, çocuk kilidi ne arardı arabamda. Çocuk kilidi olsa olsa konforlu ve yeni arabalarda olurdu. Hem çocuk kilidi olsa bugüne kadar böyle bir kilitten haberimiz yok ki oynayalım. 

Sonunda evime yakın Meram Sanayiye, bir tanıdığımla gittim. Tanıdığımın tanıdığı kaportacı, neyi var dedi. Bu kapı dışarıdan açılıyor, içeriden açılmıyor dedim. Kapıyı dışarıdan açmasıyla kaş göz arasında kapıyı kapatması bir oldu. Tamam, şimdi içeriden de açılır dedi. Bir şey yapmadın ki açılsın dedim. İçine girip kapıyı kapattım sonra açtım. Hayret ki hayret! Aylardır açılmayan kapım açılmıştı. Ustaya ne yaptın buna yoksa okuyup üfledin mi dedim. Meslek sırrı dedi. Şu sırrını söyle, meraktan çatlatma beni dedim. Çocuk kilidi kapalıymış, açtım dedi. Yani benim bu arabada çocuk kilidi mi varmış dedim. Evet, ne sandın dedi. Ne vereceğiz dedim, borcun yok dedi. Israr ettim. Borcun yok dedi. Bu arada borcumun olmamasına, kapının açılmasından daha çok sevindim. Ayrılırken çocuk kilidinden dolayı kapıyı açamadığımı kimseye söyleme, olur mu dedim. Güldü. Benden başka bu arızayla böyle gelen var mı dedim. Tek tük gelen olur dedi. Şükür, yalnız değilmişim dedim, ayrıldım. Merakıma giden, kimsenin oynamadığı ve kullanmadığı çocuk kilidini kayınvalidem nasıl buldu da ne ara kapattı? Gerçi o, hiçbir yere dokunmadım diyor. Hala da dokunduğunu kabul etmiyor. Sürtünmüş demek ki. Gerçi suçu kim kabul eder ki? Ben olsam, ben de kabul etmem. Hasılı bir kapı tamirini sade yağdan kıl çeker gibi böylece masrafsız bir şekilde gidermiş oldum. Aylarımı aldı ama olsun. Masrafsız olduktan sonra ayların ne önemi vardı benim için. 

*

Araba sürmeyi pek sevmem. Tek başına iken her yere ya toplu taşıma ile ya da yürüyerek giderim. Ailecek bir yere gideceksem arabayı çalıştırmak vacip olur. Dönüşte arabayı çalıştırınca ev sahibi, sağ farın yanmıyor, bunu elektrikçiye bir göster, der. Vazifesi sanki, tek far neyime yetmezse. Arabayı boşa alır, el frenini çeker, arabadan inerim. Yanmayan farın üstündeki kaputa elimle birkaç defa vurunca yanmayan far yanmaya başlar. Gördüğünüz gibi far dayak istiyormuş. Birkaç tokat yiyince kendine geldi hemen diyorum. Gülüşüyoruz. Bizi uğurlamaya çıkan hane halkı da bu buluşuma gülüyor. Varsın gülsünler. Onların sözünü dinlesem, ertesi günü soluğu elektrikçide alacaktım ve cepten ne çıkardı, bunu kestiremiyorum.

*

Arabayı oğlan sürüyor. Bir gün geldi. Baba, arabanın ekranı yanmıyor, karanlıkta gidiyorum, bir tamirciye götürsek dedi. Tamir dendi mi hiç aralaşmayan cinlerim başıma üşüşür. Evlat, ben bir bakayım. Bunun için tamircide ne işimiz var diyorum. Bakıyorum. Yanmıyor gerçekten. Bu haliyle sürsen kaçla gittiğini bile bilemezsin. Ekranın üstüne farda olduğu gibi birkaç vurdum. Ekran yandı. İş bu kadar basit evlat. Vuracaksın, o sana acımıyorsa sen ona hiç acımayacaksın dedim.

Bir işi daha yüzümün akıyla bitirdim diye sevinmiştim ki sevincim kursağımda kaldı. Ertesi günü baba, ekran yine yanmıyor, var bunda bir şey dedi. Benim gibi vurmadın mı dedim. Vurdum hem de kaç kere denedim, olmadı dedi. Benim tokadımı istiyor dedim içimden. Gidip vurdum, vurmayı biraz daha sertleştirdim. Bana mısın demedi. Bu defa yutmadı araba aynı numarayı. Bize sanayi yolu göründü deyip atladım arabaya. Elektrikçiye vardım. Arabanın sıkıntısını söyledim. Düğmesinden kapatmışsınızdır, açıver dedi. Nerede burada düğme. Sonra kim, niye kapatsın? Gel şu düğmeyi bir gösteriver dedim. Direksiyonun sol tarafında ekran düğmesi varmış. Usta açtı ve ekran yandı. Arabayı çok elden kullanırsan böyle olur ve düğmeyi kapatanı da bulamazsın dedim. Hoş, kimse kapatmamıştır, kapattıysa da ekranı kapattığını bile hesaba katmamıştır. Elektrikçiden ayrılırken bunu kimseye anlatma olmaz mı dedim. Olur dedi, gülüştük. Bu arada elektrikçi bu yaptığından para almadı. Beni sevindiren de yine bu oldu. Arabam, sanayiye gitmeyi sevmediğimi bildiği için “Tamam, bana baktırma ama bu vesileyle en azından sanayiyi bir gör” demiş olmalı.

Hasılı dostlarım, iş bitiriciliğim, iş ve ben ya da ben veya iş hayatım bu şekilde devam eder gider. Size sadece birkaç örnek verdim. Elektrik prizi ve duy değiştirmeyi, patlayan lambayı çıkarıp yenisini takmayı, tıkanan lavabonun hortumunu çıkarıp yenilemeyi, kırılan camı camcıya kestirip takmayı ve macunlamayı, dolabın vidası çıkmış ya da düşmüşse vidalamayı saymıyorum bile. Çünkü uzar gider hünerlerim.  Bir işiniz olur da haber etmezseniz hakkım kalır. Üstelik meccanen, bu el emeği göz nuru işlerim.

3 Nisan 2021 Cumartesi

Doğum Günü Kutlamalarına Teşekkür *

Zaman zaman doğum günü kutlamalarıyla ilgili paylaşımlar dikkatimi çeker. O kadar kişinin doğum günü kutlanıyor ki bunları kıskanmamak elde değil. Sonrasında, doğum gününü kutlayanların sanal alem kutlamalarından ibaret olmadığını, yayımladığı teşekkür mesajından anlayınca onlara olan kıskançlığım bir kat daha artırıyor. Benim doğum günümü bir zamanlar sadece çalıştığım banka kutlar ve kutlamanın ardından "Bankamızda, adınıza çekebileceğiniz birikmiş krediniz var. Bugüne özel sadece kimliğinizle uğrayarak kredi çekebilirsiniz" eklemesi yapar. Bir de GSM operatörü -konuşma limitimi dolduruyormuşum- gibi doğum günümü kutladıktan sonra "Bugün akşama kadar x'li hatlarla doya doya konuşabilirsin hem de ücretsiz" mesajı gönderir. Hakkını yemeyelim, doğum günümü her yıl Kızılay da kutlar. Başka? Eksik olmasın, MEB de kutlar. Sürpriz pasta zaten lüks benim için. Nasıl bir şeydir de bilmem. 

Gördüğünüz gibi doğduğum günümü kutlayanlar bir elin parmağını geçmiyor. Bu durumda, bazılarının sayısız doğum günü kutlamalarını ben kıskanmayayım da kim kıskansın. Bu duruma patlasam da çatlasam da bana, şu doğum günleri kutlanan bazılarının, kutlamaların ardından yayımladığı teşekkür mesajını irdelemek kalıyor.

Muhteremin doğum günü dolayısıyla yayımladığı teşekkür mesajından anladığıma göre kimi dostları mesaj çekerek kimi Whatsapp/Bip'ten yazarak kimi telefonla arayarak kimi bizzat gelerek kimi de sosyal medyayı kullanarak doğum gününü kutlamış. E-posta gönderen, Messenger'i de kullanan oldu mu bilmiyorum. Çünkü teşekkür mesajlarında rastlamadım. Tüm dostları, değişik yolları kullanarak bu mutlu gününde muhteremin yanında olmuşlar.

Gördüğünüz gibi buraya kadar her şey normal. Bana normal gelmeyen belki de başıma gelmediği için bilmediğim durum, teşekkür mesajının sosyal medyadan yayımlanması. Tamam, doğum gününü sosyal medyadan kutlayanlara sosyal medya aracılığıyla bir teşekkür mesajı, olması gerekendir. Garibime giden ve beni meraktan çatlatan, telefonla arayarak doğum gününü kutlayana, her türlü mesaj yolunu kullanarak doğum mesajı gönderene niçin sosyal medyadan teşekkür edilir? Merak ettiğim, telefonla doğum gününü kutlayana, telefonda teşekkür etmedi mi ya da mesaj çekene cevap vermedi mi? Onlar tebrik etti, bu sustu mu? Susmadıysa "Size sosyal medya aracılığıyla toplu halde bir teşekkür mesajı yayınlayacağım" mı dedi yoksa? Gel de çık bu işin içerisinden. Acaba bu kimse, doğum günümü kutlayan sevenlerimin arasında sosyal medyayı kullanmayan olabilir mi diye düşünmedi mi? Farz etsin ki tüm sevenleri sosyal medyayı kullanan olsun. Kim ne şekilde yani hangi platformu kullandıysa o yol ile teşekkür etmek, olması gereken değil midir? Neyse anlamayınca böyle garip sorular geliyor aklıma. Burada bir merakımı daha gidermek isterim. Herkes herkesin doğum gününü böyle takip mi ediyor?

Doğum günü kutlamalarına dair yayımlanan teşekkür mesajına geleyim tekrar. O kadar dostun, senin doğum gününü değişik platform ve araçlarla kutlasın. Sen hepsine sosyal medyadan isim vermeden topluca teşekkür et. Olacak şey mi bu? Bu yol biraz basit kaçmıyor mu? Ben böylelerinin yerinde olsam sadece sosyal medya ile yetinmem, hepsinin ismine yer vererek gazetede bir sayfalık bir teşekkür mesajı yayımlatırım. Hatta biraz daha geriye giderim ve şöyle başlarım:

Doğum günüm dolayısıyla;

Beni doğurup sütünü veren ve büyüten anneme,

Doğumum esnasında beni doğurtan falan ebeye, (ya da operatör falan doktora)

Ebe ya da doktora yardım eden falan hemşireye,

Hastanede yatarken çiçek gönderen falan falan kimselere,

Meyve suyu getiren şuna şuna, 

Sünnetimi yaptıran Tıkır'a,

Telefonla arayan şu şu kimselere,

Mesaj gönderen bu bu kimselere,

WhatsApp, Bip aracılığıyla iyi dilek temennilerinde bulunan şu şu şu kimselere,

Sosyal medyadan doğum günümü kutlayan falan falanlara,

Evime kadar bizzat gelerek doğum günümü kutlayan şu şu şu dostlarıma,

Pasta keserek bana sürpriz yapan personele, çalışma arkadaşlarıma ve aileme vs.

En kalbi duygularımla teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız.

Burada tüm kutlayanları tek tek yazsak bir sayfa yetmez denebilir. Bunun da yolunu sizler için düşündüm. Örnek, kaç kişi telefonla arayıp doğum gününü kutladıysa, parantez içinde sayı belirtilebilir. (20 gibi)

İçinizden, abartıyorsun dediğinizi duyar gibiyim? Kim? Ben mi abartıyorum yoksa bir başkası mı? 


*07.04.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

2 Nisan 2021 Cuma

Havamdayım


İki gündür bende bir hava bir hava. Nedir sendeki bu hava derseniz, sormayın. Zira havamdan yazmak gelmiyor içimden. Bilmezsiniz, başka bir duygu bu. Bu duyguyu yaşamadı iseniz zaten anlayamazsınız. Ama sizi daha fazla merakta bırakmayacağım. Zira size kıyamam, bir de sizi haberdar etmezsem çatlar ölürüm.

İki gündür müdürlüğe vekalet ediyorum. Nasıl oldu bu derseniz, anlatayım efendim. Milli Eğitim Müdürümüz il dışında olacağından iki günlüğüne izin aldı. Haliyle kurum amiri izinli olunca yerine birini bırakması gerekiyordu. Yerine bırakacağı kişi de yokluğunu aratmayacak biri olmalıydı. Bu özellikte bir şube müdürü vardı. Kıdem, tecrübe ve kabiliyet ne ararsan vardı kendisinde. İşleyişe de hakimdi.

Ama hesaba alınmayan bir şey vardı. O da kendisine vekalet bırakılacak tecrübeli şube müdürü de birtakım tahlil ve tetkikler için hastaneden randevu almış ve kuruma gelemeyecekmiş. Bu durumda ne yapılacak, nasıl bir çözüm bulunacaktı? Bu sorun da müdürün sorunuydu ve bir çözüm bulacaktı. Bunun için iki günlük tatil sevincini sekteye uğratacak değildi. Yerine de birini buldu mu keyfine diyecek yoktu.

Vekaleti bırakacağı elindeki tek seçenek de bu şekil suya düşünce müdürü aldı bir düşünce. Hem de karar kara düşünüyor. Öyle ya, kime bırakmalıydı vekaleti. Tatilden de vazgeçemezdi. Sağına baktı, soluna baktı. Elindeki tüm seçenekleri değerlendirdi. Aklına da kimse gelmedi. İle, vekaleti bırakacağım birini görevlendirin diyemezdi. İl birini görevlendirse de belediye sınırları dışında diyerek kimse gelmezdi zaten. Çünkü bu kurum saymanlığa benzemezdi. Saymanlıktan biri izne ayrılsa veya hastalansa yerine diğer ilçelerden veya il merkezinden birini görevlendirirler; kimse de ben gitmem, beni oraya geçici de olsa görevlendiremezsin diyemezdi.

Aslında müdürün elinde değerlendirebileceği bir seçenek daha vardı ama bunu alternatif olarak hiç düşünmedi. O da aynı statüde şube müdürü olarak görev yapan bana vekaleti bırakmasıydı. Bana vekaleti bırakmak demek baldıran zehri içmesi demekti. Çünkü iki gün sonra geldiğinde kurumu yerinde bulamayabilirdi. Böyle bir imaj vermişim kendisine.

Sonunda, ne olacaksa olsun, ramazan öncesi tatilimden mi vazgeçeyim demiş olmalı ve vekaleti bana bıraktı. Bana vekalet sende dedi. Pek belli etmesem de heyt be, işte bu dedim, kendi kendime. Zira sevincime diyecek yoktu. Nasıl sevinmem. Gökte ararken yerde bulmuştum müdürlük koltuğunu. Vekil de olsa müdürlük müdürlüktü. Zaten el vekile,, kel asıl denmiyor muydu. Her ne kadar bu vekillik, meclis vekilliği gibi olmasa da bir günlükte olsa krallık krallıktı. Üstelik iki gün vekaleti yürütecektim. Gerçi vekalet görevi bizim ailede irsi. Yabancısı değiliz yani. Bu, amcamdan bana geçmiş olmalı. Rahmetli amcam da 80 ihtilalinde belediyede çalışırken Konsey, tüm belediye başkanlarının görevine son vermiş, yerine belediye başkanı olarak rütbeli bir asker görevlendirmiş. Rahmetli amcam da rütbeli asker gelinceye kadar bir günlüğüne belediye başkanlığına vekalet etmiş. Oğlunun ve belde halkının bile haberinin olmadığı bu vekaletten, amcam emekli olduktan sonra ben haberdar olmuştum. Bana ben belediye başkanlığı da yaptım demişti. Demek ki bu vekalet bana ondan tevarüs etmiş olmalı. Üstelik benimki bir gün daha artırımlı.

Vekil olacağım günün gecesini zor yaptım. Gözüme uyku girmedi. İçimde hissettiğim tarifi imkansız sevincin yanında sorumluluk da başa bela idi ve gereğini yapmalıydım. Akşamından bir telaş bir telaş. Eşime,  giydiklerimi bir değiştireyim dedi. O da takım giyer misin, gri olanı dedi. Benim gri olan takım mı vardı, hele bir göster dedim. Gösterdi. Varmış meğer. Nereden bileyim, üzerimden takım elbiseleri çıkaralı yıllar oldu.


Sabah kahvaltısını yapar yapmaz takım elbiseyi giydim. Harar gibi geldi elbise. Bu elbiseyi kilolu ve göbekliyken diktirmiştim. Kendimi yollara vurduktan sonra ne kilo kaldı ne de göbek. Bana da içine bir kişi daha giren bu takımı giymek kaldı. Takımı giyince altına spor ayakkabı olmaz dedim, aylardır boya yüzü görmeyen botumu giydim.

Yola çıktım. İçim kıpır kıpır. Her günkü gibi değildi bu mesaiye gidişim. Eskiden arabanın tekeri ileri ileri gitse de benim ayaklar yine mi dercesine geri geri giderdi. Bu sefer durum başkaydı. Bir an evvel varmalı ve vekaleti devralmalıydım.

Bir saatlik yolculuğun ardından dairenin önüne geldim. Karşılaştığım manzara diğer günlerden farklı değildi. Hiçbir personeli kapının önünde beni beklerken görmedim. Bir karşılama töreni düzenlememişlerdi. Karşılama olmayınca haliyle halı da serilmemişti.  Moralim bozuldu bozulmaya ama pek bozuntuya vermedim. Personel de pişecekti zamanla.

Yukarı çıktım. Çocuklar, hani karşılama töreni dedim. “Deseydin bando bile hazırlardık” dediler. Halbuki ben dedikten sonra ne anlamı kalırdı. Vakit kaybetmeden odama yöneldim. Dedim ben vekilim. Odamın kaçtığı yok. Milli Eğitim Müdürünün odasına girip koltuğuna şöyle bir kurulayım dedim. Oda kapalıydı. Zaman zaman baktım, iki gündür oda kapalı. Sanırım giderken müdür, personele odamı kilitleyin ve içeriye almayın demiş olmalı. Neyse koltuk değil mi, ha ora ha bura. Sen unvanıma bak dedim ve odama geçip oturdum. Bereket, odamı açmayı akıl etmişler.

Şube müdürlüğü koltuğuma vekil müdür olarak oturdum. Müdürün yokluğunda ne yapabilirdim. Beni bir düşüncedir aldı. Personele moral olsun diyerek ilk yetkimi kullandım. Bir personelle şefe haber gönderdim. Personele ek maaş yapsın dedim. Olmaz dedi. Meğerse maaş sadece 15’inden 15’ine bir kez yapılıyormuş. Oturduğum binayı en azından katı satayım, kötü günlerde kullanmak üzere kurumun yedek akçesi olsun istedim. Bina kaymakamlığa aitmiş. Bu da olmadı. Hasılı müdür vekili görevim, iki gündür yetkisiz ve etkisiz eleman olarak sürüyor. Yetkisiz ve etkisiz bir eleman olsam da bana bir getirisi olmasa da yine de vekil müdürlük bir başka. Anlatılmaz ancak yaşanır.

Müdür vekili iken ilk ziyaretçimi de odamda kabul ettim. Çayımı içmeye gelmiş. Konuşma arasında kendisine Şube Müdürü Ramazan Yüce ile mi görüşmeye geldin yoksa Milli Eğitim Müdür Vekili Ramazan Yüce’yi mi? Şayet Müdürü ziyarete gelmişsen seni yan odaya alacağım, dedim. Anlamsız bir şekilde baksa da benim için bu ayrıntı önemliydi. Hoş önemli olsa da haydi oraya geçelim deseydi, oda kapalıydı zaten.

Yazıyı tam bitirmiştim ki saate baktım. Krallığımın pardon vekilliğimin bitmesine ramak kalmış. 3 saat sonra vekillik kalkacak üzerimden. Acaba, beni kimse buradan çıkaramaz, ben bu yetkiyi devretmeyeceğim deyip eylem mi yapsam. Off, bir düşüncedir aldı beni. Bana vekaleti bırakmak zorunda kalan müdürdeki düşünce gibiydi düşünmem: Kara kara düşünmek. Hemen havam inmeye başladı. Ne edersiniz ki sayılı günler çabuk geçiyor ve düşmez kalkmaz bir Allah. Hasılı yazık oldu bana. Bundan sonra şube müdürlüğüne talime devam. Bana yazık olduğu gibi bu adam ne diyecek diye bu yazıyı sonuna kadar okuyan size de yazık oldu. Ne yapalım, Allah başka keder vermesin.

Bundan sonra tek umudum, yani tekrar havaya girmem, müdürün yine izne ayrılmasına ve diğer şube müdürünün de herhangi bir sebeple işinin çıkmasına bağlı. Bekleyeceğim hem de umutla.

Bu arada bu vekilliğim ilk vekillik değil, 1991 yılında da bir 5 ay kadar müdür yetkili vekil öğretmenlik yapmıştım.

1 Nisan 2021 Perşembe

Öncelikli Olarak Kimi Eleştiririm? *

Zaman zaman bir esnafı ziyaret ederim. Çaylarımızı yudumlarken konu döner dolaşır, ülke meseleleri gelir. Ortamda bulunan herkes bu konuda görüşünü söylerken sıra bana gelince ben de o konuda bir şeyler söylerim. Esnaf arkadaş, “Kardeşim, hep falanı yani bizi/bizimkileri eleştiriyorsun. Niye karşı tarafı eleştirmiyorsun? Aynı şeyi onlar da yapıyor. Bir defa da onları eleştir.” dedi.  Kendisine, be kardeşim, bu konuda sorumluluğu olan insanları eleştiriyorum. Başka kimi eleştireceğim. Senin bu dediğin şuna benzer. Farz edelim ki sen terzisin ve emsallerine göre ün yapmış iyi bir terzisin. Bundandır ki tüm elbiselerimi sana diktiriyorum. Bir zamanlar vücuduma oturacak şekilde çok iyi elbiseler dikerken son yıllarda diktiğin elbiseler istediğim gibi olmuyor. Ya çok dar ölçü alıyorsun ya da çok bol. Diktiğin elbiseler eskisi gibi vücuduma oturmuyor ve üzerimde iğreti duruyor. Dün iyi dikerken her yerde senin reklamını yaptım ama bugün dikemiyorsun ve eleştiriyorum. Ne var bunda? Daha iyi olmanı istiyorum. Dost acı söyler ama yüze söyler. Överken iyiyim de yererken niye kötü oluyorum. Mademki terzisin, bir amme hizmeti ifa ediyorsun. Eleştirilere de açık olmak zorundasın. Sen bana böyle diyerek demek istiyorsun ki elbisemi diken seni eleştirmeyeyim, elbisemi dikmeyen ve bu konuda bir sorumluluğu olmayan başka terzileri eleştir diyorsun. Olur mu böyle şey? Unutma ki her eleştiren düşman değildir. Eleştiriler kişiyi olgunlaştırır. Ayrıca benimkisi dost eleştirisi ve dost eleştirisini yüze yapar. Eskisi gibi eleştirilere gelmiyorsan demek ki bir şeyleri yanlış yapıyorsun, dedim. Düşündü düşündü sonra haklısın ama yine de eleştirme, zoruma gidiyor, dedi.

Yazılarımı sürekli takip edenler, olaylara eleştirel bir yaklaşım sergilediğimi bilirler. Bu demek değildir ki iyi ve güzel gelişmeleri görmüyor ve yazı konusu edinmiyorum. Onları da görür ve yazarım elbet. Yeter ki ülkemde bir konuda olumlu gelişmeler olsun, bunu da yazı konusu edinirim. Tasvip ve eleştirilerimi yaparken de olayın faili kimdir, bu yazıdan tasvip ya da eleştiri alırım, demem.

Gönül ister ki bu ülkede her konuda hep olumlu gelişmeler olsun. Ben de iyi ve güzel şeyler yazayım. Ne yazık ki olumlu gelişmeler bir elin parmağını geçmiyor. Gerçi kutuplaşmanın zirvesini yaşadığımız günümüzde birini ya da bir şeyi tasvip edersen “yağcısın”, eleştirirsen “muhalifsin”. Nedense ortasını bulamadık. Kutuplaşmanın tarafları demek istiyorlar ki ya bendensin ya karşı taraftan. Bendensen, yanlış da yapsam beni savunacak, eleştirmeyeceksin. Karşı taraf iyi yapsa da görmeyeceksin. Görürsen de eleştireceksin.

Kutuplaşmanın aktörleri, taraftarlarını kutuplaştırmanın nesnesi yapabilirler, buna teşne olanlar da bu yolda ilerleyebilirler. Bilsinler ki ben kutuplaşmanın aktif veya pasif bir ögesi olmayacağım. Yapıcı eleştiriye dahi tahammül edemeyenlerin eleştiriye tahammül etmeleri mümkün değilse de ben dilim döndüğünce tasvip etmediğim hususların altını çizmeye devam edeceğim. Karşılığı olmayan bu yolda ilerlerken kimin beni ne şekil görmesi ve nereye sıvaması da çok önemli değil.

Kutuplaşmanın merkezi olan kesimleri eleştirirken eşit davranıyor muyum? Bu konuda çok eşit davrandığım söylenemez. Eleştiri oklarımı ilk olarak sorumluluğu olanlara çeviriyorum. Çünkü yetki ve sorumluluk onlardadır. İsterim ki yanlış yapmasınlar ve doğru olana imza atsınlar. İkinci olarak düşünce ve fikir yönünden kendime yakın hissettiklerime eleştirilerimde öncelik veriyorum. Bunu yaparken de izlediğim yol şudur: Çocuğum, bir başkasının çocuğuyla kavga ediyor. Kavgada taraf olmam. İlk önce aralarım. Kızılacak ve tokat atılacaksa ilk önce kendi çocuğuma kızar ve tokat atarım. Ona, bunu niye yaptın derim. Çünkü ben öncelikli olarak kendimi, ardından ailemi, akrabalarımı, kendi düşünceme yakın insanları düzeltmekle yükümlüyüm.  Çocuğuma kızıp bağırmam, ona vurmam, onu sevmediğim anlamına gelmez. Aksine çok sevdiğimin bir göstergesidir. Kişi sevdiğini ne yapar? Post misali alır, gerekirse yerden yere vurur.


*03.04.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

31 Mart 2021 Çarşamba

Hutbeler Üzerine *

Hutbe içerikleri üzerine bir değil, birkaç yazı kaleme aldım. Bu konuyu her gün ele alsam, hutbe konularını belirleyenlerin, minberde insanımızın derdini dert edinme gibi bir irade ortaya koyacaklarına dair ümidim kalmadı. Nice zamandır hutbeler, yatak ve yastığı eksik mışıl mışıl uyutma görevini yerine getiriyor.

Sizin böyle bir derdiniz var mı bilmiyorum ama ben, hutbe konularını yasak savma babından, dostlar alışverişte görsün türünden görüyorum. Gündelik siyasetin dışında, toplumu ilgilendiren her meselenin hutbe konusu yapılması gerekirken ibadet, taat ve belli ritüellere hapsedilmiş, aynı konuların temcit pilavı gibi önümüze konduğunu görüyoruz. Nedense Diyanet, belirli gün ve haftaları takip etmekten başka bir işlev görmüyor. Sanırsınız ki konu sıkıntısı çekiyor. Ne demek istediğimi çok geriye gitmeden örneklendireyim:

-12.02.2021 tarihli "Manevi huzur iklimine girerken" başlıklı hutbenin konusu; üç aylar, recep ve regaib üzerine,

-05.03.2021 tarihli "İsra ve Miraç" başlıklı hutbenin konusu, İsra ve Miraç üzerine,

-12.03.2021 tarihli "İstiklal Marşı" başlıklı hutbenin konusu, İstiklal Marşının kabulü üzerine,

-26.03.2021 tarihli "Berat Gecesi" başlıklı hutbenin konusu, adı üzerinde Berat gecesi üzerine...

Verdiğim dört örneğin üçü, üç ayların başlamasıyla birlikte recep ve şaban aylarında, belirli aralıklarla gelen gece ve kandillere, bir tanesi de İstiklal Marşına ayrılmış. Üçü, dini günlerden bir tanesi de milli günlerden. Kısaca belirli gün ve haftalara ayrılmış hutbeler. 

Burada, bu konular önemsiz ve gündeme alınmasın anlamı çıkarılmasın. İnsanımızın belirli günler ve haftalar dışında öğreneceği ve ele alınmasını istediği başka konu yok mu da hutbeler ağırlıklı olarak bugünlere ayrılıyor? İllaki bugünler takip edilecekse, pekala toplumu ilgilendiren bir konu seçilir ve bir güzel işlenir. Hutbenin bitiminde belirli gün için bir paragraf ayrılabilir: "Muhterem Müslümanlar, perşembeyi cumaya bağlayan gece Regaib/Miraç/Berat gecesidir. Bugünün gündüzü ve gecesi, Müslümanlar nezdinde önemlidir. Bugünlere ait belli bir namaz olmamakla beraber gündüzünü oruçlu, gecesini ibadetle geçirmek faydalıdır. Gecenizi şimdiden kutluyorum" gibi. Böyle yapmakla hem farklı bir konuya değinilmiş hem de gece hatırlatılmış olur. Hutbeyi bitirirken de "İnşaatı devam etmekte olan muhtelif cami ve Kur'an kurslarına yardım talep ediyoruz" denmese, böyle bir hutbenin tadına doyum olmaz. Hele hutbelerde rutini yerine getirmekten ziyade Müslümanı bilinçlendiren, dert ve tasalara parmak basan, sorunlara çözüm önerileri getiren, bu olay hakkında Müslümanların alması gereken tavra dikkat çeken bir konu işlenirse, tüm cemaat, hatibi dikkatli bir şekilde dinlemeye odaklanır. 

İsterim ki işlenen konu, o haftalık Müslümanların gündemine girsin. Cumayı kılıp çıkan cemaat evinde, işinde, çarşı ve pazarda bu konuyu irdelesin. Bir sonraki cumanın konusu ne olabilir diye haftayı iple çeksin. Konuyu iple çekmeye gerek yok. Konu ilgi çekmediği gibi haftanın hutbesi de hafta içinde dijital ortama yükleniyor. İsteyen vatandaş cumaya gitmeden önce açıp hutbeyi okuyabiliyor. Halbuki haftanın hutbesi hazırlandıktan sonra hutbe metni il müftülüklerinin yazışma sayfasına, müftülüklerden de cami görevlilerinin e-posta adresine gönderilmeli. Görevli hatip de e-posta adresinden veya çıktısını alarak hutbeyi irat etmeli. Cumaya gidemeyenler veya cuma hutbesini camide dinledikten sonra yeniden okumak isteyenler olur düşüncesiyle cuma namazından sonra o haftanın hutbesi İnternet ortamına yüklenebilir. Kısaca şunu demek istiyorum: Hutbe, cuma kılındıktan sonra dijital ortama aktarılmalıdır.

Yazımı sonlandırırken şu konuya tekrar vurgu yapmak istiyorum. Diyanet hutbe konularını belirlerken çok seçici olmalı. Seçilen konular Müslümanlar için sadra şifa olmalı. Tez elden belirli gün ve haftaları mevzubahis etmekten imtina etmelidir. Her sene aynı günlere değinmekten vazgeçmelidir. Sadece bazı günleri hatırlatmakla yetinmelidir. Bu da hutbede bir cümlelik bir yer kaplar.


*02.04.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 


28 Mart 2021 Pazar

Savaşın Çocukları *

Cumartesi günü Mehmet Beğen Ortaokulunun yanındaki Beril Düğün Salonunun önünden geçiyorum. Hacı Fahri Kulu Yüksek Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu ihata duvarının köşesinde, yere gömülü çöp konteynırının önünde, biri diğerlerine göre biraz daha büyük 10-12 yaşlarında iki kız çocuğu dikkatimi çekti. Ne yapıyorlar diye merak ettim. Yürüyüş tempomu biraz düşürerek yavaş yavaş yürümeye başladım. Az ilerledikten sonra dikkat çekmeden izlemeye koyuldum. Arkaları dönük oldukları için beni görmediler. Kendilerini öyle kaptırmışlardı ki zaten beni görmeleri de mümkün değildi, kah gülüyorlar kah konuşuyorlar.

Kapağı açık çöp kutusundan çöpün içindeki birine sesleniyorlar, elleriyle bir şeyleri gösteriyorlar, aynı zamanda konuşuyorlardı. Tam ne konuştuklarını anlayamasam da konuştukları lisan Türkçe değildi, Arapça konuşuyorlardı.  Belli ki Suriyeli çocuklardı bunlar.

Çöpün içindeki bir şeyler uzatıyor, yukarıdakiler alıyorlar. Ne aradıklarını tam seçemesem de ellerine uzatılanlar, basit çocuk oyuncağına benziyor. Her uzatılana da öyle seviniyorlar ki görülmeye değer. Sanki altın buldular sanırsınız.

Çöpe indirdikleri çocuk, tüm poşetleri bir bir açıp işlerine yarayacak olanı alıp yukarı uzattıktan sonra işi bitmiş olmalı ki ellerini uzattı. Yukarıdakiler de onu çekip dışarı çıkardılar. Çöpten çıkan çocuğa baktım. O da yukarıdakilerin yaşında bir çocuktu. Elinde ne eldiven vardı ne de poşetleri deşeleyecek bir demir çubuk. Hoş, çöp kutusuna ellerini süren yukarıdakilerin de ellerinde eldiven yoktu. Üçü birden gözlerini çöp kutusundan ayırmadan yine çöpün içine bakmaya devam ediyorlardı. Yürek paralayan bu manzara karşısında daha fazla oyalanmadan uzaklaştım oradan.

Savaşın çocuklarıydı bunlar. Bizler, çöp konteynırının yanından geçerken burnumuzu tıkadığımız ve kokusundan tiksindiğimiz; çöpe, çöp poşeti atarken kapağı açık çöp kutusu aradığımız, bulduk mu uzaktan basket oynar gibi attığımız, kapağı açık değilse ya konteynırın yanına çöpü bırakarak uzaklaştığımız ya da kapağı peçete ile açtığımız çöp konteynırı, bu savaş çocuklarının yuvası gibiydi sanki. Bizler, artık bu işimize yaramaz deyip çöpe attıklarımızdan kendilerine hazine arıyorlar, ellerini tiksinmeden konteynıra sürüyorlar ve çöpün içine giriyorlar. Niçin tüm bunlar? Bulduklarıyla oynayıp bir nebze de olsa sevinecekler.

Gördüğüm bu çocuklar ve hiçbir çocuk, çöpten bir şeyler aramayı hak ediyor değiller. Bu çocuklar da diğer/bizim çocuklar kadar temiz ve konforlu ortamlarda yaşamaya müstahaklar. Ama savaş, onları bu hale düşürmüş. Bu hale düşmeleri onların suçu mu? Ne mümkün. Tıpkı bizim çocuklar kadar masumlar onlar. Çocukluklarını yaşayamamış, geleceğe dair tüm umutlarını yitirmiş bu çocuklar, Suriye’yi kendi mülkü bilen Beşşar Esat’ın eseri. Hala Suriye’nin resmi devlet başkanı olan ve Rusya sayesinde ayakta duran Esad’ın eseri, bu kadarla sınırlı değil. Büyük-küçük her Suriyeli nasibini aldı bundan. Çoğu; malını-mülkünü, evini-barkını, işini ve aşını bırakarak terki diyar etti ülkesini. Bugün Suriye’de yaşayandan fazla Suriyeli var yurt dışında. Çoğu da bizde sığınmacı olarak yaşıyor.

2011’den beri süren ve daha ne zaman biteceği belli olmayan kirli savaşın bu çocukları ve ebeveynleri, herhalde hiç böylesini düşünmemişlerdi. Birileri, ileride siz ülkenizi terk edeceksiniz, çöpü karıştırıp bir şeyler arayacaksınız deseydi hiç inanmazlardı. Allah kimseyi bu hale düşürmesin, vatanından etmesin, çöpten bir şey aratmasın, kimseye özellikle namerde muhtaç etmesin. İnsanını bu hale getiren ve muhtaç eden Esat, işbirlikçileri, bu savaşın devam etmesini isteyenler ve bu savaşa çanak tutanlar, ne bu dünyada ne de öbür dünyada huzur bulsunlar. Dileğim, iş ahirete kalmadan, bu dünyada iken çöpten ekmek ve erzak arar hale gelmeleridir. Kim bilir? Düşmez kalkmaz bir Allah.

*31.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.