9 Ocak 2021 Cumartesi

Sahte İçki ve Ölümleri *

Kadın cinayetlerine bu ülke alıştı. Gün geçmiyor ki bir kadın cinayet haberi ajanslara düşmesin. Bu cinayetlere birkaç aydır ikinci bir vaka daha eklendi. Bu da sahte içki ölümleri. Haber kanallarının, “İzmir’de şu kadar, Adana, Bursa’da bu kadar kişi öldü.” haberlerine alıştık.

Bu sahte içki ölümleri neyin nesidir, bugüne kadar bundan kaç kişi ölmüş diye sanal alemde bir gezinti yaptım. “Sahte içki, etil alkolden üretilmesi gereken içkinin, maliyetini düşürmek amacıyla metil alkol kullanılarak üretilmiş halidir. Bu içkilere farklı aroma ve boyalar ekleniyor, böylece rakı, votka, viski gibi içkilerin tadına yaklaştırılıyor. Genelde merdiven altlarında kaçak olarak elde edilen damacana veya pet şişelere konularak satılıyor. Daha da vahimi, bu içkiler sosyal medyadan da çok rahat, denetimsiz bir şekilde satışa sunuluyor.” bilgisine ulaştım. “9 Ekimden bu yana resmi rakamlara göre 98 kişi sahte içki yüzünden hayatını kaybetmiş”.

Devlet sahte içki üretimi ile mücadele etmiyor mu? Emniyet Genel Müdürlüğü rakamlarına göre 2019 yılında 796 bin litre, 2020 yılının ilk on ayı itibariyle de 642 bin litre kaçak içki ele geçirilmiş. Ölümler hala devam ettiğine göre piyasaya sürülen sahte içki, ele geçirilen içkiden kat kat fazla olsa gerek.

Her gün kanallar sahte içki ölümlerini vermesine, bu sahte içkinin öldürücü olduğu işlenmesine rağmen bu sahte içkinin öldüreceğini bile bile bizim insanımız, niçin sahte içkiyi içmeye devam ediyor? Niçin kriterlere uygun içkileri almıyor? Acaba çok mu pahalı dedim ve içki fiyatlarına baktım. Bak bak bitmedi. Ne de çok içki çeşidi varmış meğer! Gerçi bu konuda cahilliğimi biliyordum ama bu kadar da zırcahil olduğumu bilmiyordum. Bir ara çengelli ve çengelsiz, bulmacanın her türlüsünü çözerdim. Boş bıraktığım yerler çoğunlukla içki çeşitleri ile ilgili soruların olduğu kısımlardı. Bu bölümleri doldurmak için de birlikte çalıştığım ve içki içtiğini saklamayan Selahattin adında bir meslektaşım vardı. O daha kapıdan girer girmez, “Hocam, gel şu bulmacanın boşluklarını dolduralım. Zira senin ilgi alanına girenler kaldı” derdim. O da gülerek yanıma gelir, “Kaç harfli olduğunu söyle” derdi. Üç, dört, beş, kaç harfli olanı söylemişsem verdiği cevaplar boş karelere tam uyardı. Kulakları çınlasın.

Neyse biz tekrar konumuza dönelim. Öldürücü olduğu bilinmesine rağmen çoğu müptelasının, sahte içkiye yönelmesinin temelinde içki fiyatlarının yüksek olduğu anlaşılmaktadır. İçki fiyatlarının bu kadar yüksek olmasında devletin, içkiden aldığı verginin de etkisi büyük olsa gerek. Çünkü devlet, içkiden yüzde 70 oranında vergi alıyormuş. “Avrupa İstatistik Ofisi verilerine göre, ithal ve yerli alkollü içki fiyatları sıralamasında Türkiye, Avrupa’da alkollü içkinin en pahalı olduğu 3'üncü ülke; OECD 2018 verilerine göre dünya sıralamasında İzlanda, Norveç, Avustralya, İsveç ve Finlandiya'nın ardından en yüksek alkollü içki vergisi sıralamasında 6'ncı sırada”. Adı geçen ülkelerin milli gelirlerinin bizim kaç katımız olduğu göz önüne alınırsa, bu ülkelerdeki içki fiyatları, vatandaşına pek külfetli gelmeyebilir. Bu içki denen meret; ayda, yılda, düğün ve bayramda, yılbaşında seneden seneye zevk ve kederde içilen bir şey olsa, eh, bunu içen yıldan yıla bu fiyatlara katlansın diyeceğim. Öyle zannediyorum, içki içen, gün sektirmeden üç öğün yemek gibi bunu içiyordur. Hatta yemez ama içecektir. Çünkü bağımlılık böyle bir şeydir. Sanırım normal içkiyi almaya gücü yetmeyen bazı müptelaları, “İçki alamayarak öleceğime, sahtesini içerim; öleceksem, böyle ölürüm” diye düşünüyor olmalı. Zira alışmış kudurmuştan beterdir.

Devlet her vatandaşın olduğu gibi içki içenlerin de devletidir. Her vatandaşının sağlığını düşünmek -insanın kendisinin görevi olduğu kadar- devletin de Anayasal bir hakkıdır. Öyle, içki fiyatlarının vergisini yüksek tutarak bütçe gediklerini kapatma düşüncesi ve bu kapıyı rant kapısı görmek bir devlete yakışmaz. Devletin bir amacı da genç ve insanlarımızı zararlı alışkanlıklara karşı korumak olduğuna göre bu işler, içkinin fiyatını yüksek tutarak olmaz. İçkiyle mücadele etsin diye Yeşilay kurmakla da olmaz. Yine içki ve uyuşturucu kullananları tedavi etmek amacıyla gönüllülük esasına dayalı olarak AMATEM’leri (Alkol ve Uyuşturucu Madde Bağımlıları Tedavi ve Araştırma Merkezi) kurmakla da olmaz. Çünkü bu yollar, bataklığı kurutmaktan ziyade sivrisinekle mücadele etmeye benzer. Öyle zannediyorum, piyasaya bol miktarda sürülen sahte içkilerden vergi alamadığı için devlet, büyük gelir kaybına da uğramaktadır.  

Sahte içki üzerine bu yazımı görünce Barbaros Bey amma da içkiye düşkünmüş, içkiyi ve içenleri savunuyor şeklinde anlaşılmasın. Şükür ki bugüne kadar ocakları söndüren, sağlığa zararlı ve dinimizce yasak kapsamına alınmış içkinin hiçbir türünü ne kokladım ne de ağzıma aldım. Bundan sonra da meraktan bile olsa ağzıma sürmeyi düşünmüyorum. Tek amacım, ülke meselesi haline gelen ve Türkiye gündemine oturan sahte içki ölümlerine dikkat çekmek. İçinizden “Zıkkım içsinler” diyenleriniz çıkabilir. Ben, Allah kurtarsın diyorum. Zira içkiden de ölse ölen bu insanlar bizim insanımız. Biz içmiyorsak da yarın çocuklarımızın bu yola tevessül etmeyeceğine dair bir garantimiz mi var?

Hasılı, bir daha sahte içkiden dolayı hiçbir vatandaşımızın ölmemesi için devletin, başta sahte içkiye yönelten yollar olmak üzere merdiven altı içki üretimine ve satışına karşı her türlü önlemi almalıdır ve içkiden aldığı vergi oranlarını düşürmelidir. Şayet sahte içki üreten ve satışını yapanlara karşı mevzuatta yeterli caydırıcılık yoksa bu konuya Meclis acilen el atmalı. Bu işi yapanlar, taammüden adam öldürmekten ve cinayet işlemekten hakim karşısına çıkarılacak bir düzenleme yapmalıdır. Devletin kolluk görevlileri ve istihbaratımız da insanımızın canına kasteden bu fırsatçılara göz açtırmamalı.


*11/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

8 Ocak 2021 Cuma

Dökülen Ağaç Yaprakları Değerlendirilemez mi? *

Sonbaharla birlikte önce sararan, ardından dökülmeye başlayan ağaçların yaprakları, kış mevsiminin ikinci ayını yaşamamıza rağmen hala dökülmeye devam ediyor. Çünkü sararan yapraklar dalından aynı anda kopup yere düşmüyor. Sanırım sırası gelen yaprak, sıra bende deyip yuvasından peyderpey uçup yere düşüyor. Yere düşüşleri bile görülmeye değer. Yere düştükten sonra çıkan rüzgarla birlikte sağa sola sürüklenme riski olsa da bu yaprakların, düştüğü ağacının dibinde oluşturdukları desen ve görüntüler de bana göre çok hoş geliyor.

İsterim ki ilkbaharla birlikte yemyeşil görüntüsüyle gönlümüze sürur ve gözümüze seyir zevki vererek görevini bihakkın yerine getiren bu yapraklar, sararıp döküldükten sonra da ağacın altında biraz nefeslensin. Nefeslenirken de doğaya, doğal katkıda bulunmaya devam etsin. Çünkü “Dökülen yapraklar, azalan yaban hayatı popülasyonu korumak için gerçekten faydalıdır. Dökülen yapraklar, ağaç/ağaççık ve bitki kök sistemlerini örter, toprağın nemini korur, yabani otları önler ve diğer bitkileri bastırır. Yavaş yavaş parçalanırlar ve (temel) besinleri bitkilere geri verirler”.

Gazel dediğimiz kuruyup dökülen bu ağaç yapraklarının nedense düştüğü ağacın altında biraz nefeslenmesi istenmiyor. Çünkü bu yapraklar hemen temizlenmesi gereken çöp olarak görülüyor. Nerede yaprağını dökmeye başlamış bir ağaç varsa en az iki belediye görevlisinin orada bittiğini görebiliyoruz. Bunların elleri de boş değil. Yanlarında süpürge, çöp kovası, tırmık vs aletleri var. Bu ağaç, yaprağını tamamen dökmüş, burayı temizleyelim de demiyorlar. O gün ağaçlar ne kadar yaprak dökmüşse bir güzel silip süpürüyorlar. Sonra bir araya topladıkları gazelleri, seyyar çöp kovalarına doldurup her türlü çöpün atıldığı çöp konteynerinin içine boşaltıyorlar. Bir yeri süpürüp diğer ağacın altındaki gazelleri toplamaya doğru giderlerken temizledikleri ağacın altına yeni yeni yapraklar dökülmeye devam ediyor. Bu arada ertesi günkü görevleri de hazır. Yeni dökülen yaprakları temizlemek. Sanırım başka da görevleri yok.

Çöpe dökülüp çöplerin depolandığı yere bu yaprakların götürülmesine üzülmüyor değilim. Gözümün önüne yufka veya bazlama yapan annelerimiz geliyor. Onlar ekmek yapmadan önce dağa ve ormana gidip yanlarında götürdükleri çuvallara dökülmüş yaprakları doldurur, sırtına yüklenir, tandır evine depolarlardı. Ekmek yapacakları zaman bu gazelleri kah tutuşturmak kah sönmeye yüz tutmuş ocağı alevlendirmek için kullanırlardı. Yani bu yapraklar boşa gitmezdi. Ağacının altında üst üste yatmış ve emekliliğinin keyfini çıkaran ihtiyaç fazlası yapraklar ise toprağın nemini korumaya devam ederdi. Mantar aramaya gidenler de mantar bulmak için ağaç diplerine bakar ve gazelleri alt üst ederlerdi. Çünkü çoğu gazelin altında mantar bulmak olası idi.

Dökülen bu yaprakları günümüzde değerlendiremez miyiz? Betonlaşan ve yüksek katlı binaların içinde gazeller toplanıp ekmek yapımında kullanılsın falan demiyorum. Çünkü evinde tandırı olan ve ekmek yapan aile sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Bu yapraklar döküldüğü yerde kalsın da istemiyorum. Yol, kaldırım gibi araç ve insan yoğunluğunun olduğu yerlere dökülen yaprakların çiğnenip saman olmaması, esen rüzgarla birlikte üzerimize tozun gelmemesi ve üzeri ıslandığı zaman gelip geçenin ayağının kaymaması için temizlenmesinde fayda var. Çimlerin üzerine düşen yapraklar da çimi çürütmeyecek şekilde zaman zaman temizlensin. Temizlerken oluşturacağı nemiyle ağaca fayda sağlayacak şekilde ağacın kökünde ve altında biraz yaprağın kalmasında fayda olacağını düşünüyorum. Toplanan yaprakları çöpe atıp çöplerin depolandığı yere dökmektense, bunları uygun yerlere boşaltarak veya gömerek bunların doğal gübre olması sağlanabilir. Yine gerekli tesisler kurularak bu yapraklar preslenip yakıt olarak kullanılabilir.

*09/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

3 Ocak 2021 Pazar

Yaklaşımım *

İlk yazımda, Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Esnaf Odası Başkanı olan Mehmet Adil Bey’in, başından geçen bir anekdotuna yer vereceğim. Kendisini orta ikinci sınıftan beri tanırım. Bildim bileli helal rızkın peşinde koşan bu arkadaş, fuarların meşhur olduğu zamanlarda, fuarlarda yer tutarak evine ekmek götürmenin mücadelesini vermiştir. Şimdilerde başkanlığını yaptığı sektörün sıkıntılarını gidermek için görüşmediği kimse kalmadığı gibi üyelerini bilgilendirmek için hiç olmadığı kadar sosyal medyayı da kullanmaktadır.

1999 yılında Kocaeli Fuarında stant açan Mehmet Bey, İzmir Fuarından da yer tutmak ister. Bunun için ihaleye girmesi gerekir. İzmir’e gitmek için bir otobüs firmasından bilet alır. Yeri tam şoförün arkasıdır.

Akşam sularında otobüs hareket eder. Şoför; Sağa-sola sürme, yanlış solama, hız sınırına riayet etmeme gibi yanlışlar yapar. Şoförün her hatasını da Mehmet Bey, “Dikkat et, karşıdan araba geliyor…sağda araba var…uyuyorsun…kaza yapacaksın…otobüste bu kadar yolcu var” gibi sık sık uyarır. Bu nazik ve yerinde uyarılara şoför, teşekkür etmediği gibi üstelik küplere biner: “Karışma, işine bak” dese de Mehmet Bey, her hatada uyarılarına devam eder. Otobüs bu şekilde gece 00.00 sularında Bursa’ya kadar gelir. Bursa Otogarını geçer geçmez şoför, arabayı sağa yanaştırır ve kontağı kapatır: “Ya o ya ben. Değilse arabayı hareket ettirmem. Bu yolcu mutlaka inecek” der ve Mehmet Bey’in bilet parasını geri vermeye çalışır. Mehmet Bey, kaptanın araba sürüşünden memnun değil ama ihaleye girmesi için sabahında İzmir’e varması gerekiyor. Bu yüzden otobüsten inmeyi kabul etmez. Diğer yolcular da “karışma kardeşim, şoförün işine” derler. Sonunda şoförün işine karışmaması karşılığında Mehmet Bey’in yeri değiştirilir. Orta kapının yanına oturtulur. Buna razı olan şoför arabayı çalıştırır, yoluna devam eder. Birkaç km gittikten sonra şoför, otobüsün sağ tarafını öndeki tıra çarpar. İlk üç koltuğa kadar otobüs içeri geçer, şoför de koltuğuna sıkışır. İtfaiye ve ambulans gelinceye kadar Mehmet Bey, şoförü sıkıştığı yerden kurtarır. Kazayı duyan TV ve gazeteler de olay yerine gelirler. O zamana kadar yolculuk esnasında hep sessiz kalan ve Mehmet Bey, otobüsten indirilmeye çalışıldığı zaman tepki vermeyen hatta “karışma” diyen yolcular, “Bu Beyefendi, şoförü çok uyardı ama şoför dinlemedi” gibi açıklamalarda bulunurlar. Haliyle mikrofon Mehmet Bey’e uzatılır. Mehmet Bey, “Tırın suçunun olmadığını, suçun otobüste olduğunu…” açıklar.

Kazayı yapan şoför, tecrübeli biri olmasına rağmen bu kazayı yapmıştır. Çünkü uykusuzdur. Uzun yoldan gelmesine rağmen istirahat etmeden firması tarafından İzmir’e gidecek otobüse şoför olarak verilmiştir. Maalesef bu kazada, biri çocuk olmak üzere iki kişi ölür, yaralılar da hastaneye sevk edilir.

Otobüs şoförü, 20-25 gün sonra Kocaeli Fuarına gelerek kendisini kurtaran Mehmet Bey’i ziyaret eder, kendisine teşekkür eder ve helallik ister.

İlk yazımı bu anekdota ayırdım. Yazımda bu anekdota yer vermemin sebebi, yazılarımda izleyeceğim metoda işaret etmek içindir. Yazım biraz uzayacak ama kısaca yazı ve yazmadaki yaklaşımıma işaret edeceğim:

-Pazartesi, çarşamba, cuma ve cumartesi olmak üzere haftada dört gün bu köşede bilgi, birikim ve dağarcığım el verdiği müddetçe bazen gündeme dair bazen gündem dışı, toplumu ilgilendiren her konuda söz söylemeye çalışacağım.

-Konu ve sorunları ele alırken önce bir durum tespiti yapmak, konu ve sorunun doğru ve yanlış taraflarını ortaya koymak, çözüm önerileri sunmaktır niyetim. Bunu yaparken bardağın dolu tarafından baktığım gibi boş tarafına da bakacağım. Bardağın dolu tarafının faydalı şekilde kullanılması gerektiğine dair söz söylerken boş tarafının da nasıl doldurulması gerektiğine dikkat çekeceğim ve yanlışa işaret edeceğim. Yanlışı ortaya koyarken niyetim bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olacaktır.

-Hemen hemen her konunun kutuplaşma konusu yapıldığı ve taraftarının bol olduğu günümüzde, hiçbir tarafın içinde yer almadan, olması gereken tarafın sesi olmaya yani doğruya doğru, yanlışa yanlış demeye çalışacağım. Bunun için orta yolu tutacağım. Yani yaptığı yanlışlardan dolayı şoför, Mehmet Bey’in uyarılarından pek haz almasa da ben yazılarımda Mehmet Bey’in rolünü üstleneceğim. Çünkü aynı gemide/otobüste yolculuk yapıyoruz.

-Serdettiğim görüşlerimde isabet de edebilirim, yanılabilirim de. Zira kendi yorumum ve okumamdan ibarettir ve beni bağlar. Ne kınayanın kınamasına aldıracağım ne de bir başkası ne der diyeceğim.

-Bir hareketinden, bir tasarrufundan ya da bir sözünden dolayı bir kimse/zümre veya camiayı eleştirmem, yanlışlarını söylemem, onlardan nefret ettiğim ve onlara muhalefet ettiğim anlamına gelmez. Daha iyi olmaları içindir. Bazıları buna muhalefet dese de ben buna, yapıcı eleştiri diyorum. Hata ve yanlışı yapan kim olursa olsun; bunu, “Memnuniyetinizi dostlarınıza, şikayetlerinizi bize iletin” sözü gereğince yapacağım. Bunun için amme hizmeti yapan, sorumluluk sahiplerinin -ki direksiyonun başında onlar var- eleştirilere açık olması lazım. Çünkü hamama giren terler. Hepimiz zaman zaman çocuklarımızı eleştiririz. Bu, çocuklarımızdan nefret ettiğimiz için değildir. Onların daha iyi olmaları içindir. Hatta çocuğumuz, komşunun çocuğuyla kavga ediyorsa ilk tokadı çocuğumuza atarız. Bu, çocuğumuza düşmanlık değil, onu korumak amaçlıdır.

-Yazarken ben de hata yapabilirim. Ki yapacağım. Hangi birimiz hatasızız ki…Hata ve yanlışlarımdan dolayı sayfamın yorum kısmı, verdiğim e-posta adresim, her türlü yoruma açıktır. Bazıları şoför gibi eleştirilerden pek almasa da ben peşinen bundan memnuniyet duyacağımı ifade ediyorum.

*04/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

31 Aralık 2020 Perşembe

Bitirirken *

09.12.2015 tarihinde, gazetemizin bu sayfasında "Başlarken" başlığıyla çıkmıştı ilkyazım. Her başlangıcın bir bitişi olduğu gibi bugün de "Bitirirken" başlığıyla size veda ediyorum.

Gazetemizin sahibi Sayın Ahmet Baydar Beyefendinin teklifiyle yazı hayatına gazetemizde başlamıştım. Benim için ilk denemeydi. Acemiliğimi burada attım anlayacağınız.

Yazmaya başlarken neyi dert ediniyorsam, onu yazacağım demiştim. Dediğim gibi de yaptım. Kelime dağarcığım ve kapasitem ne kadarına el verdiyse yazmaya çalıştım, hiç ara vermeden. Genelde toplumsal olaylar başta olmak üzere hemen hemen her konuya değindim. Pazartesi, çarşamba, cuma ve cumartesi günleri çıkan yazılarımdan dolayı gazetemden, "Bu yazıyı yayımlayamayız" şeklinde bir endişe sezmedim. Bir ara dört ay kadar müstear isimle bir başka gazetede yazarken gazete yönetiminin korkusundan yayımlayamadığı yazımı, Anadolu'da Bugün gazetesine gönderdim. Yazım hiç tırpan yemeden yayımlandı. Anlatmak istediğim, yazılarımı yazarken serbest ve hür bir ortamda yazdım. Gazete dediğin de böyle olmalıydı zaten.

Yazılarım kimi, ne kadar ürküttü bilmiyorum. Ama içimden geldiği gibi kendi üslubumca yazdım. Bazen mizahi bir dil kullandım, bazen taşlama yaptım, olaylara bazen düz girdim, bazen duygusal yaklaştım, bazen de üstü kapalı yazmaya çalıştım. Ne kınandım ne de kınanır endişesi taşıdım, yarası olan gocunsun istedim. Ne kadar başarılı oldum bilmiyorum. Bunu bilse bilse -varsa- okuyucularım bilir. Giderken gönüllere dokunarak kubbede hoş bir seda bırakabildim mi? Bunu da bilmiyorum. Eğer yazılarımla, bazılarının gönlüne girebilmiş, bazılarının dertlerine tercüman olabilmiş, bazılarını da rahatsız edebilmiş isem ne mutlu bana! Böyle bir şey yoksa bu vesileyle kurtulmuş oluyor benden gazetemiz ve okuyucuları.

Yazacaklarım mı bitti? Hayır. Ülkede o kadar sorun varken yazacaklar biter  mi? Sağ olsun ülke, yazı konusu olsun diye benim için durmadan sorun üretti. Yazma heyecanımı kaybetmiş de değilim. Gazetemizde yazılarıma son vermemin özel bir nedeni yok. Yazılarımı nihayete erdirme düşüncesi, kendimin aldığı bir karar. Bakalım yazdıkça zevk alan ve heyecana kapılan ben, gazetede yazmayınca yapabilecek miyim? Bunu zaman gösterecek. Ne zaman ki yazmayınca, olmayacak derim ve gazetem de "Sayfan hazır" der ise tekrar niye olmasın. Belki de bırakır bırakmaz içimde bir burukluk ve "İyi yapmadın ey Abdurrahman Çelebi! (Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir)" der, pişmanlık duyarım ve “sigarayı bıraktım” diyen bazı tiryakilerin tekrar sigara içmeye başladıkları gibi ben de yazmaya geri dönerim. İrademi de bu şekilde test etmiş olacağım.

Bu vesileyle köşe yazarlığı teklifi yaparak beni onurlandıran gazetenin sahibi Sayın Ahmet Baydar'a, yazmaya başlamadan önce görüşerek tanıştığım ve o süreçte zaman zaman görüşüne başvurduğum ve her zaman desteğini esirgemeyen Gazetemizin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sayın Erhan Dargeçit'e ve gazetenin her kademesinde görev yapan -isimlerini sayamayacağım- gazetemizin diğer emekçilerine ve okuyucularıma buradan teşekkürü bir borç bilirim.

Yazarken üslubuma alabildiğine dikkat ettim. Olur ya, bilmeden hata etmiş, kalp kırmış ve maksadımı aşan cümleler sarf etmiş ve zülfüyâra dokunmuşsam af ola... Hoşça kalın!

Not: Gazete yönetiminden öğrendiğime göre “Tabiat boşluk kabul etmez” sözü gereği, benim boşalttığım köşeyi bundan sonra Barbaros ULU Bey dolduracakmış. Hayırlı olsun!

*02/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

29 Aralık 2020 Salı

“İçkiyi Azalt” *

Camilerdeki saf düzeni, bir boşluktan iki boşluğa çıkartılınca cami birden dolar oldu. Bundan dolayı bir defasında cuma namazını dışarıda kılmak zorunda kaldım. Eski kışlardan eser kalmasa da kış kıştır, işin ucunda üşümek de var deyip yer kapmak için camiye daha erken gitmeye başladım.

Girdim camiye. İmam vaaz veriyor. Konu da piyango bileti üzerineydi. “İstanbul’daki meşhur ablanın bayisinden bilet almak için uzun uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Helal paranıza haram karıştırmayın. Bu, dinimizde haramdır…” şeklinde konuştu. O konuştu ben ve cemaat sessizce dinledik.

Ezanın ardından ilk sünneti kıldıktan sonra imam hutbe irat etmeye başladı. Elindeki hutbeyi okudu. Hutbe de içki üzerineydi. İçkinin zararları üzerine durdu.

Vaazı dinlediğim gibi hutbeyi de dinledim. Dinlerken de Adıyaman Kahta’da birlikte görev yaptığım meslektaşım Mahmut Orman aklıma geldi. Sessiz-sakin, kendi halinde, nur yüzlü meslektaşımın biraz da göbeği vardı. Kulakları çınlasın.

Mahmut Hocam, bir ilaç yazdırma veya mevsimsel bir hastalık dolayısıyla doktora gider. Doktor reçeteyi yazarken bir eliyle de Hocamızın göbeğine dokunur ve “İçkiyi biraz azalt” tavsiyesinde bulunur. İçkinin hiçbir türünü ağzına almamış Mahmut Hocam, doktora ne cevap verdi bilmiyorum ama anlatılır anlatılır gülerdik. Zaman zaman karşılaştığımız zaman kendisine “İçkiyi azalt” muhabbeti yapardık. Bereket, doktorun tavsiyesine uyup içkiyi azaltmak için içkiye başlamamış.

Bu anekdotu anlattıktan sonra sadede geleyim. Bu vaaz ve hutbeyi dinlediğim tarih, 25 Ocak. Yani yılbaşına altı gün kala. Belli ki vaaz ve hutbe konuları da yaklaşan yeni yıla uygun seçilmiş. Geçen yılın ve hatta önceki yılların son haftasının vaaz ve hutbeleri de kuvvetle muhtemel aynı konular üzerineydi. Anlamadığım, biz her yıl aralık ayının son haftasında bu konuları işlemek ve dinlemek zorunda mıyız? İçki sadece yılbaşında mı içiliyor? Müptelası için günlük çay içmek gibidir. Sabah-akşam içer. Bunun için illa yılbaşını beklemesi gerekmiyor. Üstelik bu yılbaşında tüm eğlence yerleri kapalı ve sokağa çıkma yasağı uygulaması vardı. İçecek olan, gündüzünden alıp evinde kafayı çekti. Aynı şekilde Milli Piyango bileti ve diğer şans oyunları sadece yılbaşında satışa sunulmuyor. Müşterileri her daim bu pazara para yatırıyor. Mevzubahis olan, 31 Aralıkta yapılacak çekiliş, büyük ikramiye olduğu için daha fazla dikkat çekiyor sanırım.

Bir diğer konu, ben ve o camiye gelenlerin kahir ekseriyeti, zannı galiple söylüyorum, ne Milli Piyango bileti alır ne de içki içer. En azından ben ne Milli Piyango bileti ne şans oyunlarına dair bir bilet aldım ne de içki içtim. Bilet alan veya içki içenler varsa çoğunluğu öyle zannediyorum, camide değiller. Eğer varlarsa da yıllardır yapılan vaaz ve hutbeler kendilerine tesir etmemiş, belli ki. Yani bir azınlığı temsil ediyorlar camide. Hasılı, hocamız, sözünü meclisten içeriye değil de dışarıya söyledi. İsterdim ki sözümüz hep meclisten içeriye olsun ki müstefit olalım. Hutbe ve vaazlarda sık başvurulan bu yöntemden vazgeçmek lazım diye düşünüyorum. Çünkü içki içmeyen çoğunluğa, içki içmeyin ve piyango bileti almayanlara almayın demektir bunun Türkçesi. Çünkü muhatapların çoğu camide yok. Bu, karanlıkta kaybolan iğnenin aydınlıkta aranmasına benzer. Bu da bir faydaya haiz değildir.

Cami imamımız ve bu hutbenin seçilmesinden okunmasına yetkili olan Diyanet, gerçekten bu ülkede Milli Piyango bileti satılmasın, içki içilmesin diyorlar ve halkımızı bu beladan kurtaralım istiyorlarsa, bir defa cami dışına çıkmalıdırlar. DİB Başkanı, yetkililerden randevu alarak piyangonun kaldırılması ve içki üretiminin olmaması gerektiğine dair yetkililere bir brifing vermeli ve bir talepte bulunmalıdır. Ha buna güç yetirilmedi mi, din görevlileri aralarında organize olacak ve bir plan dahilinde araziye çıkacak. Gidecekleri yerlerin başında piyango ve içki bayileri olmalı. Önce onlarla bir diyalog ortamı oluşturmalı. Aralarında oluşacak bu hukuktan sonra icra ettikleri işin vahameti onlara anlatılmalı. Yaptıkları bu işi bırakmaları karşılığında yeni ve farklı bir iş üzerine onlara alternatifler sunmalı. İlk müşterin de ben olurum demeli. Ardından bayiden içki alanlara ve meşhur abladan (imanın deyimiyle) bilet almak için kuyruğa girmiş olanlara usulünce öğüt vermeli. Ne kadar başarılı olurlar, devlet bu gelirden vazgeçer mi, içki içenler içmekten, bilet alanlar bilet almaktan vazgeçerler mi bilemiyorum. En azından bataklığı kurutma iradelerini göstermiş olurlar. Ardından da camiye gelip bu uğurda şu mücadeleyi verdik, şu kadar kişiyi piyango bileti almaktan ve bu kadar kişiyi içki içmekten vazgeçirdik, hutbesini okurlarsa inanın, can kulağıyla dinlerim. Zira çok büyük hizmet etmiş olurlar. Böyle yapmazlarsa, her sene aralık son hafta hutbesini piyango ve içkiye ayırırlar, bizler de dinler dururuz.

Not. Yeni yılın herkese hayırlar getirmesini dilerim. Bu yılda hutbe konularını seçerken Diyanetin, rutini yerine getiren, bizi uyutan, bol tekrarlı hutbe konularını terk edip gönüllere dokunan konularla karşımıza çıkmasını temenni ediyorum.


*01/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Aralık 2020 Pazartesi

Süründüren Ücret *

—Yeni açıklanan asgari ücret konusunda bir şey demedin.

—Ne diyeyim? Hayırlı olsun.

—İyi mi oldu, kötü mü? Yüzde 21,56 zammı nasıl buldun?

—Şu anda bir şey diyemiyorum.

—Niye? Oran belli.

—Oran belli olmaya oldu da. Bu konuda değerlendirme yapmayı kendi açımdan erken buluyorum.

—Anlamadım.

—İşin ucunda sap gibi ortada kalmak da var.

—Ne alaka?

—Alakası şu: Bu ekonomik darboğazda bu oran az desem, işveren bana yüklenecek: “O kadar biliyorsan, bir işçiyi çalıştır da göreyim, diyecek. Çok desem, asgari ücretli “Gel bu fiyata sen geçin” diyecek. Çalışma Bakanı, “İşçilerimize enflasyonun üzerinde bir zam verildi. Onları enflasyona ezdirmedik, diyecek.

—Doğru, derler. Bu konuda kimseye kendini beğendiremezsin.

—Ama bunların ne dediğine ben pek bakmıyorum. Ben esas, bu tarafların dışında asgari ücreti, 2002 öncesi asgari ücretle kıyaslayanlardan çekinirim. Ben desem ki verilen bu zam, bu hayat pahalılığında yeterli değil desem, bu iki kesimin dışında bir kesim daha var ki dediğine seni pişman ederler. Bunları karşıma alamam.

—Ne demek istiyorsun? Biraz açar mısın?

—Daha önce birileri tarafından hazırlanmış ama kimin hazırladığı belli olmayan ve doğruluğunu kimsenin bilmediği öyle bir istatistiği, tablo halinde ortaya koyarlar ki ağzını açamazsın.

—Mesela?

—Mesela, 2002’de bir asgari ücretle, 8 çeyrek altın alınırken şimdi 9 çeyrek alınabilir. 2002’de 10 kg kırmızı et alınabilirken şimdi 12 kg alınabiliyor gibi. Hatta hızlarını alamayıp 2002’de trafiğe çıkan araç sayısı ile günümüzdeki araç sayısını bile verirler. Tablo bu şekilde uzar gider. Eski ve yeni tabloyu yan yana koyarak sana öyle bir veriler ortaya koyarlar ki “Tüh ya! Ben niye düşünemedim bunu, benim bu gerçeklerden niye haberim yoktu, keşke istatistik bilgisi konusunda biraz mürekkep yalasaydım, diyorsun.

—Evet, yapıyorlar bunu ama yapsınlar ne sakıncası var?

—Sakıncası yok da bir savunma refleksi seziyorum ben burada.

—Kim, niye savunsun ki?

—Asgari ücret zammının yeterli olmadığını söylemeni bile hükümete yapılmış bir eleştiri gibi görüyorlar. Halbuki asgari ücret konusunda esas yetkili işveren kesimdir. Burada hükümetin ve işçi temsilcilerinin çok bir etkisi yok. Buna rağmen savunma gereği duyuyorlar. Merak ettiğim, bu tabloları kim hazırlayıp niçin servis ediyor? Bunlar bu tabloları nereden elde ediyorlar? Acaba bu tabloya niçin gerek duyuyorlar? Halbuki her dönemi kendi dönemiyle karşılaştırmak lazım.

—Haklısın.

—Doğrusu, oran ne olursa olsun, asgari ücret, adı üzerinde asgari bir ücrettir: Ne öldürür ne ondurur ancak süründürür. Hasılı, asgari ücretlinin durumunu ne sen bana sormuş ol ne de ben cevap vermiş olayım. Allah geçim konusunda milletimize, asgari ücretle çalışanlara, işini kaybetmiş ve işyeri kapalı olan kişilere yardım etsin.

*30/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

27 Aralık 2020 Pazar

Zina ve Fuhuş İsnadı *

Zina ve fuhuş isnadına geçmeden önce halvet konusunu kısaca açıklamak istiyorum. Sözlükte “Bir yerin boş olması, o yerde hiç kimsenin, hiçbir şeyin bulunmaması; yalnız kalma veya biriyle baş başa kalma” anlamlarına gelen halvet kelimesi dinî literatürde, aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle -bir- kadının baş başa kalmasını, fıkıh terimi olarak sahih bir nikâhtan sonra karı kocanın, üçüncü bir kişinin izinsiz muttali (bir durum üzerine bilgi edinmek) olamayacağından emin bulundukları bir yerde cinsî birleşme olmaksızın baş başa kalmalarını ifade eder. (TDV An. Halvet, Orhan Çeker) Kısaca, evliliğinde sakınca olmayan iki karşıt cinsin, başkasının giremeyeceği bir yerde baş başa kalması demektir. “İzinsiz girilemeyen ev, oda, kapıları kapalı bahçe, çadır gibi yerler halvete mahal teşkil edebilir. Ancak mescitler, kapıları kapalı olmayan yerler, başkalarının geçebileceği açık alanlar, yollar, etrafı açık damlar halvete mahal olamaz. (TDV An. Halvet, Orhan Çeker)  İslam dini, “Zinaya yaklaşmayın…” ayeti gereğince zinaya giden yolları da yasaklar. Çünkü halvet de zina ortamını sağlayan ve zinaya giden yollardan biridir.

Adına ister zina ister fuhuş diyelim, her iki eylemin ortak yönü, bu eylemin üçüncü şahısların giremeyeceği ve göremeyeceği kapalı kapılar ardında yapılmış olmasıdır. Yani bir gizlilik ve insanlardan kaçınma durumu söz konusudur. Fuhuş veya zina; gözlerden ırak, gizli, kapaklı yerlerde yapıldığına göre o kimselerin zina yaptığına nasıl hükmedilir? Ki halvet durumu gerçekleşmiş olduğunda bazı sonuçlar ortaya çıksa da bu ayrıntıya girmek bizi konumuzdan uzaklaştırır. Sadece şu kadarını söyleyeyim şartları gerçekleşmiş bir halvet durumunda, taraflara zina yaptı isnadıyla had cezası uygulanmaz. Çünkü zina için bazı şartlar gerekiyor. Nedir bu şartlar?

-Zina yapan tarafların “Biz zina yaptık” itirafında bulunmaları.

-Karısının zina ettiğini iddia eden erkeğin, hakim huzurunda eşiyle birlikte lanetleşmesi. Buna liân denir. (Liân işlemine hâkim huzurunda önce koca başlar ve dört defa, “Allah’ı şahit tutarım ki ben zina isnadında doğru söylüyorum” der ve beşinci olarak da, “Eğer zina isnadında yalancı isem Allah’ın lâneti benim üzerime olsun” sözüyle yeminini tamamlar. Ardından kadın dört defa, “Allah’ı şahit tutarım ki kocam bana zina isnadında yalan söylemektedir” der ve beşinci olarak da, “Eğer doğru söylüyorsa Allah’ın gazabı benim üzerime olsun” sözüyle liânı tamamlar… Liân işleminin tamamlanmasından sonra Ebû Hanîfe’ye göre hâkim eşleri birbirinden ayırır…” (TDV Ans. Liân)

-Bir kişiye zina isnadında bulunan kişinin dört şahit getirmesi gerekir. (Burada dikkatinizi çekerim: İslam, diğer hususlarda iki şahidin şahadetini yeterli görürken zina isnadında dört şahit şartı koşar.) Dört şahit aynı anda gelip “Bunlar zina yaptı” demeleri gerekiyor. Bu da yeterli değil. Bu dört şahidin, cinsel ilişki esnasında cinsel organların girip-çıktığını (Burada af edersiniz, konu iyice anlaşılsın diye böyle yazmak zorunda kaldım.) çıplak gözle görmeleri gerekir. Yoksa iftira etmiş olurlar ve kendilerine kazf (seksen sopa) cezası uygulanır, bir daha şahitlikleri kabul edilmez ve güvenilmez kişi muamelesi görürler.

-Bu şartlara, cinsel ilişkiye girenlerin kamera görüntülerinde ilişkiye girdiklerinin tespit edilmesi de eklenebilir.

Bu açıklamalar ve şartlar göz önüne alındığında, kişinin tek başına gördüğü ve suçüstü yakaladığı zina veya fuhuş, durum tespiti için yeterli değildir. Bu durumda kendi itirafları olmadığı müddetçe kişilerin, zina ettiğinin tespit edilmesi çok zor görünüyor. Durum bu iken “Şunlar zina yaptı…Şu kimseler, burada kalan kişiler, şuralarda zina ya da fuhuş yapıyorlar. Bunu gidin buranın komşularına sorun” demek ne derece doğrudur? Bu durum, İslam’ın zina tespit hassasiyetine sığar mı?

Bu demek değildir ki zina ve fuhşu ve bunu yapanları kendi haline bırakalım. Hayır, fuhuş ve zina ile mücadele edelim. Bu konuda yetkilileri, anne babaları ve toplumu göreve çağıralım. Onlara hassasiyetimizi dile getirelim. Gençleri bu konularda bilinçlendirelim. Elimizdeki imkanlar çerçevesinde gerekli tedbirleri alalım. Tüm bunları yaparken ve tehlikeye işaret ederken bir yerleri, bazı kesimleri töhmet altında bırakacak suçlamalardan kaçınalım. Çünkü bu tür suçlamalar, hassas ve ele alınması gereken bir konuyu konuşulmaz kılabileceği gibi zina edildiğini ve fuhuş yapıldığını ispatlayamadığımız takdirde, kendimiz müfteri durumuna düşebiliriz. Aman dikkat! Ava giderken avlanmayalım. Birilerini haber yapacağız derken kendimiz haber olmayalım.

Bu konuda söz söyleyeceklerin ve yazıp çizeceklerin İslam tarihinde ‘İfk Hadisesi’ olarak bilinen ve sebebi nüzulü Hz Ayşe olan Nur süresinin 11-20 ayetlerini bir daha okumalarında fayda var.

*08/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.