3 Ocak 2021 Pazar

Yaklaşımım *

İlk yazımda, Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Esnaf Odası Başkanı olan Mehmet Adil Bey’in, başından geçen bir anekdotuna yer vereceğim. Kendisini orta ikinci sınıftan beri tanırım. Bildim bileli helal rızkın peşinde koşan bu arkadaş, fuarların meşhur olduğu zamanlarda, fuarlarda yer tutarak evine ekmek götürmenin mücadelesini vermiştir. Şimdilerde başkanlığını yaptığı sektörün sıkıntılarını gidermek için görüşmediği kimse kalmadığı gibi üyelerini bilgilendirmek için hiç olmadığı kadar sosyal medyayı da kullanmaktadır.

1999 yılında Kocaeli Fuarında stant açan Mehmet Bey, İzmir Fuarından da yer tutmak ister. Bunun için ihaleye girmesi gerekir. İzmir’e gitmek için bir otobüs firmasından bilet alır. Yeri tam şoförün arkasıdır.

Akşam sularında otobüs hareket eder. Şoför; Sağa-sola sürme, yanlış solama, hız sınırına riayet etmeme gibi yanlışlar yapar. Şoförün her hatasını da Mehmet Bey, “Dikkat et, karşıdan araba geliyor…sağda araba var…uyuyorsun…kaza yapacaksın…otobüste bu kadar yolcu var” gibi sık sık uyarır. Bu nazik ve yerinde uyarılara şoför, teşekkür etmediği gibi üstelik küplere biner: “Karışma, işine bak” dese de Mehmet Bey, her hatada uyarılarına devam eder. Otobüs bu şekilde gece 00.00 sularında Bursa’ya kadar gelir. Bursa Otogarını geçer geçmez şoför, arabayı sağa yanaştırır ve kontağı kapatır: “Ya o ya ben. Değilse arabayı hareket ettirmem. Bu yolcu mutlaka inecek” der ve Mehmet Bey’in bilet parasını geri vermeye çalışır. Mehmet Bey, kaptanın araba sürüşünden memnun değil ama ihaleye girmesi için sabahında İzmir’e varması gerekiyor. Bu yüzden otobüsten inmeyi kabul etmez. Diğer yolcular da “karışma kardeşim, şoförün işine” derler. Sonunda şoförün işine karışmaması karşılığında Mehmet Bey’in yeri değiştirilir. Orta kapının yanına oturtulur. Buna razı olan şoför arabayı çalıştırır, yoluna devam eder. Birkaç km gittikten sonra şoför, otobüsün sağ tarafını öndeki tıra çarpar. İlk üç koltuğa kadar otobüs içeri geçer, şoför de koltuğuna sıkışır. İtfaiye ve ambulans gelinceye kadar Mehmet Bey, şoförü sıkıştığı yerden kurtarır. Kazayı duyan TV ve gazeteler de olay yerine gelirler. O zamana kadar yolculuk esnasında hep sessiz kalan ve Mehmet Bey, otobüsten indirilmeye çalışıldığı zaman tepki vermeyen hatta “karışma” diyen yolcular, “Bu Beyefendi, şoförü çok uyardı ama şoför dinlemedi” gibi açıklamalarda bulunurlar. Haliyle mikrofon Mehmet Bey’e uzatılır. Mehmet Bey, “Tırın suçunun olmadığını, suçun otobüste olduğunu…” açıklar.

Kazayı yapan şoför, tecrübeli biri olmasına rağmen bu kazayı yapmıştır. Çünkü uykusuzdur. Uzun yoldan gelmesine rağmen istirahat etmeden firması tarafından İzmir’e gidecek otobüse şoför olarak verilmiştir. Maalesef bu kazada, biri çocuk olmak üzere iki kişi ölür, yaralılar da hastaneye sevk edilir.

Otobüs şoförü, 20-25 gün sonra Kocaeli Fuarına gelerek kendisini kurtaran Mehmet Bey’i ziyaret eder, kendisine teşekkür eder ve helallik ister.

İlk yazımı bu anekdota ayırdım. Yazımda bu anekdota yer vermemin sebebi, yazılarımda izleyeceğim metoda işaret etmek içindir. Yazım biraz uzayacak ama kısaca yazı ve yazmadaki yaklaşımıma işaret edeceğim:

-Pazartesi, çarşamba, cuma ve cumartesi olmak üzere haftada dört gün bu köşede bilgi, birikim ve dağarcığım el verdiği müddetçe bazen gündeme dair bazen gündem dışı, toplumu ilgilendiren her konuda söz söylemeye çalışacağım.

-Konu ve sorunları ele alırken önce bir durum tespiti yapmak, konu ve sorunun doğru ve yanlış taraflarını ortaya koymak, çözüm önerileri sunmaktır niyetim. Bunu yaparken bardağın dolu tarafından baktığım gibi boş tarafına da bakacağım. Bardağın dolu tarafının faydalı şekilde kullanılması gerektiğine dair söz söylerken boş tarafının da nasıl doldurulması gerektiğine dikkat çekeceğim ve yanlışa işaret edeceğim. Yanlışı ortaya koyarken niyetim bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olacaktır.

-Hemen hemen her konunun kutuplaşma konusu yapıldığı ve taraftarının bol olduğu günümüzde, hiçbir tarafın içinde yer almadan, olması gereken tarafın sesi olmaya yani doğruya doğru, yanlışa yanlış demeye çalışacağım. Bunun için orta yolu tutacağım. Yani yaptığı yanlışlardan dolayı şoför, Mehmet Bey’in uyarılarından pek haz almasa da ben yazılarımda Mehmet Bey’in rolünü üstleneceğim. Çünkü aynı gemide/otobüste yolculuk yapıyoruz.

-Serdettiğim görüşlerimde isabet de edebilirim, yanılabilirim de. Zira kendi yorumum ve okumamdan ibarettir ve beni bağlar. Ne kınayanın kınamasına aldıracağım ne de bir başkası ne der diyeceğim.

-Bir hareketinden, bir tasarrufundan ya da bir sözünden dolayı bir kimse/zümre veya camiayı eleştirmem, yanlışlarını söylemem, onlardan nefret ettiğim ve onlara muhalefet ettiğim anlamına gelmez. Daha iyi olmaları içindir. Bazıları buna muhalefet dese de ben buna, yapıcı eleştiri diyorum. Hata ve yanlışı yapan kim olursa olsun; bunu, “Memnuniyetinizi dostlarınıza, şikayetlerinizi bize iletin” sözü gereğince yapacağım. Bunun için amme hizmeti yapan, sorumluluk sahiplerinin -ki direksiyonun başında onlar var- eleştirilere açık olması lazım. Çünkü hamama giren terler. Hepimiz zaman zaman çocuklarımızı eleştiririz. Bu, çocuklarımızdan nefret ettiğimiz için değildir. Onların daha iyi olmaları içindir. Hatta çocuğumuz, komşunun çocuğuyla kavga ediyorsa ilk tokadı çocuğumuza atarız. Bu, çocuğumuza düşmanlık değil, onu korumak amaçlıdır.

-Yazarken ben de hata yapabilirim. Ki yapacağım. Hangi birimiz hatasızız ki…Hata ve yanlışlarımdan dolayı sayfamın yorum kısmı, verdiğim e-posta adresim, her türlü yoruma açıktır. Bazıları şoför gibi eleştirilerden pek almasa da ben peşinen bundan memnuniyet duyacağımı ifade ediyorum.

*04/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

31 Aralık 2020 Perşembe

Bitirirken *

09.12.2015 tarihinde, gazetemizin bu sayfasında "Başlarken" başlığıyla çıkmıştı ilkyazım. Her başlangıcın bir bitişi olduğu gibi bugün de "Bitirirken" başlığıyla size veda ediyorum.

Gazetemizin sahibi Sayın Ahmet Baydar Beyefendinin teklifiyle yazı hayatına gazetemizde başlamıştım. Benim için ilk denemeydi. Acemiliğimi burada attım anlayacağınız.

Yazmaya başlarken neyi dert ediniyorsam, onu yazacağım demiştim. Dediğim gibi de yaptım. Kelime dağarcığım ve kapasitem ne kadarına el verdiyse yazmaya çalıştım, hiç ara vermeden. Genelde toplumsal olaylar başta olmak üzere hemen hemen her konuya değindim. Pazartesi, çarşamba, cuma ve cumartesi günleri çıkan yazılarımdan dolayı gazetemden, "Bu yazıyı yayımlayamayız" şeklinde bir endişe sezmedim. Bir ara dört ay kadar müstear isimle bir başka gazetede yazarken gazete yönetiminin korkusundan yayımlayamadığı yazımı, Anadolu'da Bugün gazetesine gönderdim. Yazım hiç tırpan yemeden yayımlandı. Anlatmak istediğim, yazılarımı yazarken serbest ve hür bir ortamda yazdım. Gazete dediğin de böyle olmalıydı zaten.

Yazılarım kimi, ne kadar ürküttü bilmiyorum. Ama içimden geldiği gibi kendi üslubumca yazdım. Bazen mizahi bir dil kullandım, bazen taşlama yaptım, olaylara bazen düz girdim, bazen duygusal yaklaştım, bazen de üstü kapalı yazmaya çalıştım. Ne kınandım ne de kınanır endişesi taşıdım, yarası olan gocunsun istedim. Ne kadar başarılı oldum bilmiyorum. Bunu bilse bilse -varsa- okuyucularım bilir. Giderken gönüllere dokunarak kubbede hoş bir seda bırakabildim mi? Bunu da bilmiyorum. Eğer yazılarımla, bazılarının gönlüne girebilmiş, bazılarının dertlerine tercüman olabilmiş, bazılarını da rahatsız edebilmiş isem ne mutlu bana! Böyle bir şey yoksa bu vesileyle kurtulmuş oluyor benden gazetemiz ve okuyucuları.

Yazacaklarım mı bitti? Hayır. Ülkede o kadar sorun varken yazacaklar biter  mi? Sağ olsun ülke, yazı konusu olsun diye benim için durmadan sorun üretti. Yazma heyecanımı kaybetmiş de değilim. Gazetemizde yazılarıma son vermemin özel bir nedeni yok. Yazılarımı nihayete erdirme düşüncesi, kendimin aldığı bir karar. Bakalım yazdıkça zevk alan ve heyecana kapılan ben, gazetede yazmayınca yapabilecek miyim? Bunu zaman gösterecek. Ne zaman ki yazmayınca, olmayacak derim ve gazetem de "Sayfan hazır" der ise tekrar niye olmasın. Belki de bırakır bırakmaz içimde bir burukluk ve "İyi yapmadın ey Abdurrahman Çelebi! (Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir)" der, pişmanlık duyarım ve “sigarayı bıraktım” diyen bazı tiryakilerin tekrar sigara içmeye başladıkları gibi ben de yazmaya geri dönerim. İrademi de bu şekilde test etmiş olacağım.

Bu vesileyle köşe yazarlığı teklifi yaparak beni onurlandıran gazetenin sahibi Sayın Ahmet Baydar'a, yazmaya başlamadan önce görüşerek tanıştığım ve o süreçte zaman zaman görüşüne başvurduğum ve her zaman desteğini esirgemeyen Gazetemizin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sayın Erhan Dargeçit'e ve gazetenin her kademesinde görev yapan -isimlerini sayamayacağım- gazetemizin diğer emekçilerine ve okuyucularıma buradan teşekkürü bir borç bilirim.

Yazarken üslubuma alabildiğine dikkat ettim. Olur ya, bilmeden hata etmiş, kalp kırmış ve maksadımı aşan cümleler sarf etmiş ve zülfüyâra dokunmuşsam af ola... Hoşça kalın!

Not: Gazete yönetiminden öğrendiğime göre “Tabiat boşluk kabul etmez” sözü gereği, benim boşalttığım köşeyi bundan sonra Barbaros ULU Bey dolduracakmış. Hayırlı olsun!

*02/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

29 Aralık 2020 Salı

“İçkiyi Azalt” *

Camilerdeki saf düzeni, bir boşluktan iki boşluğa çıkartılınca cami birden dolar oldu. Bundan dolayı bir defasında cuma namazını dışarıda kılmak zorunda kaldım. Eski kışlardan eser kalmasa da kış kıştır, işin ucunda üşümek de var deyip yer kapmak için camiye daha erken gitmeye başladım.

Girdim camiye. İmam vaaz veriyor. Konu da piyango bileti üzerineydi. “İstanbul’daki meşhur ablanın bayisinden bilet almak için uzun uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Helal paranıza haram karıştırmayın. Bu, dinimizde haramdır…” şeklinde konuştu. O konuştu ben ve cemaat sessizce dinledik.

Ezanın ardından ilk sünneti kıldıktan sonra imam hutbe irat etmeye başladı. Elindeki hutbeyi okudu. Hutbe de içki üzerineydi. İçkinin zararları üzerine durdu.

Vaazı dinlediğim gibi hutbeyi de dinledim. Dinlerken de Adıyaman Kahta’da birlikte görev yaptığım meslektaşım Mahmut Orman aklıma geldi. Sessiz-sakin, kendi halinde, nur yüzlü meslektaşımın biraz da göbeği vardı. Kulakları çınlasın.

Mahmut Hocam, bir ilaç yazdırma veya mevsimsel bir hastalık dolayısıyla doktora gider. Doktor reçeteyi yazarken bir eliyle de Hocamızın göbeğine dokunur ve “İçkiyi biraz azalt” tavsiyesinde bulunur. İçkinin hiçbir türünü ağzına almamış Mahmut Hocam, doktora ne cevap verdi bilmiyorum ama anlatılır anlatılır gülerdik. Zaman zaman karşılaştığımız zaman kendisine “İçkiyi azalt” muhabbeti yapardık. Bereket, doktorun tavsiyesine uyup içkiyi azaltmak için içkiye başlamamış.

Bu anekdotu anlattıktan sonra sadede geleyim. Bu vaaz ve hutbeyi dinlediğim tarih, 25 Ocak. Yani yılbaşına altı gün kala. Belli ki vaaz ve hutbe konuları da yaklaşan yeni yıla uygun seçilmiş. Geçen yılın ve hatta önceki yılların son haftasının vaaz ve hutbeleri de kuvvetle muhtemel aynı konular üzerineydi. Anlamadığım, biz her yıl aralık ayının son haftasında bu konuları işlemek ve dinlemek zorunda mıyız? İçki sadece yılbaşında mı içiliyor? Müptelası için günlük çay içmek gibidir. Sabah-akşam içer. Bunun için illa yılbaşını beklemesi gerekmiyor. Üstelik bu yılbaşında tüm eğlence yerleri kapalı ve sokağa çıkma yasağı uygulaması vardı. İçecek olan, gündüzünden alıp evinde kafayı çekti. Aynı şekilde Milli Piyango bileti ve diğer şans oyunları sadece yılbaşında satışa sunulmuyor. Müşterileri her daim bu pazara para yatırıyor. Mevzubahis olan, 31 Aralıkta yapılacak çekiliş, büyük ikramiye olduğu için daha fazla dikkat çekiyor sanırım.

Bir diğer konu, ben ve o camiye gelenlerin kahir ekseriyeti, zannı galiple söylüyorum, ne Milli Piyango bileti alır ne de içki içer. En azından ben ne Milli Piyango bileti ne şans oyunlarına dair bir bilet aldım ne de içki içtim. Bilet alan veya içki içenler varsa çoğunluğu öyle zannediyorum, camide değiller. Eğer varlarsa da yıllardır yapılan vaaz ve hutbeler kendilerine tesir etmemiş, belli ki. Yani bir azınlığı temsil ediyorlar camide. Hasılı, hocamız, sözünü meclisten içeriye değil de dışarıya söyledi. İsterdim ki sözümüz hep meclisten içeriye olsun ki müstefit olalım. Hutbe ve vaazlarda sık başvurulan bu yöntemden vazgeçmek lazım diye düşünüyorum. Çünkü içki içmeyen çoğunluğa, içki içmeyin ve piyango bileti almayanlara almayın demektir bunun Türkçesi. Çünkü muhatapların çoğu camide yok. Bu, karanlıkta kaybolan iğnenin aydınlıkta aranmasına benzer. Bu da bir faydaya haiz değildir.

Cami imamımız ve bu hutbenin seçilmesinden okunmasına yetkili olan Diyanet, gerçekten bu ülkede Milli Piyango bileti satılmasın, içki içilmesin diyorlar ve halkımızı bu beladan kurtaralım istiyorlarsa, bir defa cami dışına çıkmalıdırlar. DİB Başkanı, yetkililerden randevu alarak piyangonun kaldırılması ve içki üretiminin olmaması gerektiğine dair yetkililere bir brifing vermeli ve bir talepte bulunmalıdır. Ha buna güç yetirilmedi mi, din görevlileri aralarında organize olacak ve bir plan dahilinde araziye çıkacak. Gidecekleri yerlerin başında piyango ve içki bayileri olmalı. Önce onlarla bir diyalog ortamı oluşturmalı. Aralarında oluşacak bu hukuktan sonra icra ettikleri işin vahameti onlara anlatılmalı. Yaptıkları bu işi bırakmaları karşılığında yeni ve farklı bir iş üzerine onlara alternatifler sunmalı. İlk müşterin de ben olurum demeli. Ardından bayiden içki alanlara ve meşhur abladan (imanın deyimiyle) bilet almak için kuyruğa girmiş olanlara usulünce öğüt vermeli. Ne kadar başarılı olurlar, devlet bu gelirden vazgeçer mi, içki içenler içmekten, bilet alanlar bilet almaktan vazgeçerler mi bilemiyorum. En azından bataklığı kurutma iradelerini göstermiş olurlar. Ardından da camiye gelip bu uğurda şu mücadeleyi verdik, şu kadar kişiyi piyango bileti almaktan ve bu kadar kişiyi içki içmekten vazgeçirdik, hutbesini okurlarsa inanın, can kulağıyla dinlerim. Zira çok büyük hizmet etmiş olurlar. Böyle yapmazlarsa, her sene aralık son hafta hutbesini piyango ve içkiye ayırırlar, bizler de dinler dururuz.

Not. Yeni yılın herkese hayırlar getirmesini dilerim. Bu yılda hutbe konularını seçerken Diyanetin, rutini yerine getiren, bizi uyutan, bol tekrarlı hutbe konularını terk edip gönüllere dokunan konularla karşımıza çıkmasını temenni ediyorum.


*01/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Aralık 2020 Pazartesi

Süründüren Ücret *

—Yeni açıklanan asgari ücret konusunda bir şey demedin.

—Ne diyeyim? Hayırlı olsun.

—İyi mi oldu, kötü mü? Yüzde 21,56 zammı nasıl buldun?

—Şu anda bir şey diyemiyorum.

—Niye? Oran belli.

—Oran belli olmaya oldu da. Bu konuda değerlendirme yapmayı kendi açımdan erken buluyorum.

—Anlamadım.

—İşin ucunda sap gibi ortada kalmak da var.

—Ne alaka?

—Alakası şu: Bu ekonomik darboğazda bu oran az desem, işveren bana yüklenecek: “O kadar biliyorsan, bir işçiyi çalıştır da göreyim, diyecek. Çok desem, asgari ücretli “Gel bu fiyata sen geçin” diyecek. Çalışma Bakanı, “İşçilerimize enflasyonun üzerinde bir zam verildi. Onları enflasyona ezdirmedik, diyecek.

—Doğru, derler. Bu konuda kimseye kendini beğendiremezsin.

—Ama bunların ne dediğine ben pek bakmıyorum. Ben esas, bu tarafların dışında asgari ücreti, 2002 öncesi asgari ücretle kıyaslayanlardan çekinirim. Ben desem ki verilen bu zam, bu hayat pahalılığında yeterli değil desem, bu iki kesimin dışında bir kesim daha var ki dediğine seni pişman ederler. Bunları karşıma alamam.

—Ne demek istiyorsun? Biraz açar mısın?

—Daha önce birileri tarafından hazırlanmış ama kimin hazırladığı belli olmayan ve doğruluğunu kimsenin bilmediği öyle bir istatistiği, tablo halinde ortaya koyarlar ki ağzını açamazsın.

—Mesela?

—Mesela, 2002’de bir asgari ücretle, 8 çeyrek altın alınırken şimdi 9 çeyrek alınabilir. 2002’de 10 kg kırmızı et alınabilirken şimdi 12 kg alınabiliyor gibi. Hatta hızlarını alamayıp 2002’de trafiğe çıkan araç sayısı ile günümüzdeki araç sayısını bile verirler. Tablo bu şekilde uzar gider. Eski ve yeni tabloyu yan yana koyarak sana öyle bir veriler ortaya koyarlar ki “Tüh ya! Ben niye düşünemedim bunu, benim bu gerçeklerden niye haberim yoktu, keşke istatistik bilgisi konusunda biraz mürekkep yalasaydım, diyorsun.

—Evet, yapıyorlar bunu ama yapsınlar ne sakıncası var?

—Sakıncası yok da bir savunma refleksi seziyorum ben burada.

—Kim, niye savunsun ki?

—Asgari ücret zammının yeterli olmadığını söylemeni bile hükümete yapılmış bir eleştiri gibi görüyorlar. Halbuki asgari ücret konusunda esas yetkili işveren kesimdir. Burada hükümetin ve işçi temsilcilerinin çok bir etkisi yok. Buna rağmen savunma gereği duyuyorlar. Merak ettiğim, bu tabloları kim hazırlayıp niçin servis ediyor? Bunlar bu tabloları nereden elde ediyorlar? Acaba bu tabloya niçin gerek duyuyorlar? Halbuki her dönemi kendi dönemiyle karşılaştırmak lazım.

—Haklısın.

—Doğrusu, oran ne olursa olsun, asgari ücret, adı üzerinde asgari bir ücrettir: Ne öldürür ne ondurur ancak süründürür. Hasılı, asgari ücretlinin durumunu ne sen bana sormuş ol ne de ben cevap vermiş olayım. Allah geçim konusunda milletimize, asgari ücretle çalışanlara, işini kaybetmiş ve işyeri kapalı olan kişilere yardım etsin.

*30/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

27 Aralık 2020 Pazar

Zina ve Fuhuş İsnadı *

Zina ve fuhuş isnadına geçmeden önce halvet konusunu kısaca açıklamak istiyorum. Sözlükte “Bir yerin boş olması, o yerde hiç kimsenin, hiçbir şeyin bulunmaması; yalnız kalma veya biriyle baş başa kalma” anlamlarına gelen halvet kelimesi dinî literatürde, aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle -bir- kadının baş başa kalmasını, fıkıh terimi olarak sahih bir nikâhtan sonra karı kocanın, üçüncü bir kişinin izinsiz muttali (bir durum üzerine bilgi edinmek) olamayacağından emin bulundukları bir yerde cinsî birleşme olmaksızın baş başa kalmalarını ifade eder. (TDV An. Halvet, Orhan Çeker) Kısaca, evliliğinde sakınca olmayan iki karşıt cinsin, başkasının giremeyeceği bir yerde baş başa kalması demektir. “İzinsiz girilemeyen ev, oda, kapıları kapalı bahçe, çadır gibi yerler halvete mahal teşkil edebilir. Ancak mescitler, kapıları kapalı olmayan yerler, başkalarının geçebileceği açık alanlar, yollar, etrafı açık damlar halvete mahal olamaz. (TDV An. Halvet, Orhan Çeker)  İslam dini, “Zinaya yaklaşmayın…” ayeti gereğince zinaya giden yolları da yasaklar. Çünkü halvet de zina ortamını sağlayan ve zinaya giden yollardan biridir.

Adına ister zina ister fuhuş diyelim, her iki eylemin ortak yönü, bu eylemin üçüncü şahısların giremeyeceği ve göremeyeceği kapalı kapılar ardında yapılmış olmasıdır. Yani bir gizlilik ve insanlardan kaçınma durumu söz konusudur. Fuhuş veya zina; gözlerden ırak, gizli, kapaklı yerlerde yapıldığına göre o kimselerin zina yaptığına nasıl hükmedilir? Ki halvet durumu gerçekleşmiş olduğunda bazı sonuçlar ortaya çıksa da bu ayrıntıya girmek bizi konumuzdan uzaklaştırır. Sadece şu kadarını söyleyeyim şartları gerçekleşmiş bir halvet durumunda, taraflara zina yaptı isnadıyla had cezası uygulanmaz. Çünkü zina için bazı şartlar gerekiyor. Nedir bu şartlar?

-Zina yapan tarafların “Biz zina yaptık” itirafında bulunmaları.

-Karısının zina ettiğini iddia eden erkeğin, hakim huzurunda eşiyle birlikte lanetleşmesi. Buna liân denir. (Liân işlemine hâkim huzurunda önce koca başlar ve dört defa, “Allah’ı şahit tutarım ki ben zina isnadında doğru söylüyorum” der ve beşinci olarak da, “Eğer zina isnadında yalancı isem Allah’ın lâneti benim üzerime olsun” sözüyle yeminini tamamlar. Ardından kadın dört defa, “Allah’ı şahit tutarım ki kocam bana zina isnadında yalan söylemektedir” der ve beşinci olarak da, “Eğer doğru söylüyorsa Allah’ın gazabı benim üzerime olsun” sözüyle liânı tamamlar… Liân işleminin tamamlanmasından sonra Ebû Hanîfe’ye göre hâkim eşleri birbirinden ayırır…” (TDV Ans. Liân)

-Bir kişiye zina isnadında bulunan kişinin dört şahit getirmesi gerekir. (Burada dikkatinizi çekerim: İslam, diğer hususlarda iki şahidin şahadetini yeterli görürken zina isnadında dört şahit şartı koşar.) Dört şahit aynı anda gelip “Bunlar zina yaptı” demeleri gerekiyor. Bu da yeterli değil. Bu dört şahidin, cinsel ilişki esnasında cinsel organların girip-çıktığını (Burada af edersiniz, konu iyice anlaşılsın diye böyle yazmak zorunda kaldım.) çıplak gözle görmeleri gerekir. Yoksa iftira etmiş olurlar ve kendilerine kazf (seksen sopa) cezası uygulanır, bir daha şahitlikleri kabul edilmez ve güvenilmez kişi muamelesi görürler.

-Bu şartlara, cinsel ilişkiye girenlerin kamera görüntülerinde ilişkiye girdiklerinin tespit edilmesi de eklenebilir.

Bu açıklamalar ve şartlar göz önüne alındığında, kişinin tek başına gördüğü ve suçüstü yakaladığı zina veya fuhuş, durum tespiti için yeterli değildir. Bu durumda kendi itirafları olmadığı müddetçe kişilerin, zina ettiğinin tespit edilmesi çok zor görünüyor. Durum bu iken “Şunlar zina yaptı…Şu kimseler, burada kalan kişiler, şuralarda zina ya da fuhuş yapıyorlar. Bunu gidin buranın komşularına sorun” demek ne derece doğrudur? Bu durum, İslam’ın zina tespit hassasiyetine sığar mı?

Bu demek değildir ki zina ve fuhşu ve bunu yapanları kendi haline bırakalım. Hayır, fuhuş ve zina ile mücadele edelim. Bu konuda yetkilileri, anne babaları ve toplumu göreve çağıralım. Onlara hassasiyetimizi dile getirelim. Gençleri bu konularda bilinçlendirelim. Elimizdeki imkanlar çerçevesinde gerekli tedbirleri alalım. Tüm bunları yaparken ve tehlikeye işaret ederken bir yerleri, bazı kesimleri töhmet altında bırakacak suçlamalardan kaçınalım. Çünkü bu tür suçlamalar, hassas ve ele alınması gereken bir konuyu konuşulmaz kılabileceği gibi zina edildiğini ve fuhuş yapıldığını ispatlayamadığımız takdirde, kendimiz müfteri durumuna düşebiliriz. Aman dikkat! Ava giderken avlanmayalım. Birilerini haber yapacağız derken kendimiz haber olmayalım.

Bu konuda söz söyleyeceklerin ve yazıp çizeceklerin İslam tarihinde ‘İfk Hadisesi’ olarak bilinen ve sebebi nüzulü Hz Ayşe olan Nur süresinin 11-20 ayetlerini bir daha okumalarında fayda var.

*08/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Zina ve Fuhuş *

Bu yazımda zina ve fuhşa yer vereceğim. Zira zina ve fuhuş  insanlığın baş belası, toplumların kanayan yarasıdır. Toplumun en küçük yapıtaşı olan aile kavramının köküne dinamit koyan, onların dağılmasına sebebiyet veren, nesillerin sağlıklı gelmesinin ve gelişmesinin önündeki en büyük engeldir.

Kökeni insanlık tarihi kadar eski olan, halen devam etmekte olan ve bundan sonra da hız kesmeden kah kapalı kapılar ardında kah alenen devam edecek olan fuhuş ve zina ile mücadelede, hangi yollar denenirse denensin, ne devletler ne toplumlar başarılı olabilmişlerdir. Zinayla ilgili din, bırakın zina yapmayı, “Zinaya yaklaşmayın. Zira o fuhşiyattır (hayasızlıktır) ve çok kötü bir yoldur” derken zinaya giden/götüren yolların bile yasaklanmasını ister. Yine Nahl, 90.ayet mealinde Allah, “…fuhşiyatı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar” buyurmaktadır. Kaynağını dinden alan ahlak da tasvip etmez fuhuş ve zinayı. Hakeza toplumun örf ve değerleri de fuhuş ve zinaya geçit vermez. Buna rağmen fuhuş ve zina, kesintiye uğramadan yoluna devam ediyor. Çünkü bu konuda ne dinin ne ahlakın ne de toplum örfünün bir yaptırımı vardır. Bunların tüm yaptırımı; haramdır, günahtır, ayıptır demek suretiyle bu işi kişinin vicdanına ve Allah korkusuna havale etmekten ibarettir. Bunlarla mücadele için çıkaracağı kanunla devlet, kolluk kuvvetleri aracılığıyla mücadele edebilir. Devletin de bu mücadelede çok başarılı olduğunu söyleyemem. Zira devlet nezdinde şikayet söz konusu olmadığı müddetçe zinanın bir cezası ve yaptırımı yoktur. Devlet, para karşılığı yapılan fuhuşla mücadele ediyor. Bunun da yaptırımı, caydırıcı olmadığı için zina kadar fuhuş da yapılmaya devam ediyor. Çünkü devlet, “Şurada fuhuş yapılıyor” şikayeti üzerine o eve bir baskın düzenlese veya fuhuş yapanı suçüstü yakalasa, ilgili kişi ve kişilere Kabahatler Kanununa göre para cezası yazıyor, geçip gidiyor. Fuhuş yapan da yaptığı bir fuhuştan kazandığı paradan daha azı olan bu cezayı ödeyip mesleğini icra etmeye devam ediyor. Gönüllü birliktelik diyebileceğimiz zinaya ise devlet zaten bir şey demiyor. Bu işi yapanlar veya yapanlara destek olanlar da yüksek sesle “Bizim özgürlüğümüze kim karışabilir” diyebiliyor. Hasılı işimiz zor. Zira ne yaparsak yapalım, bir çıkmazın içindeyiz.

Yazımın bundan sonraki kısmında fuhuş ve zina kavramları üzerinde duracağım. Çünkü bu iki kavram zaman zaman aynı anlamda kullanıldığı gibi bazen de birini diğerinin yerine kullanabiliyoruz. Bu iki kavramın ortak yönleri olsa da aralarında nüans olduğunu düşünüyorum.

TDK'ya göre fuhuş, "İçinde bulunulan toplumun kurallarına uymayan cinsel ilişkide bulunma; bir veya birkaç kişiyle para karşılığında cinsel ilişkide bulunma; taşkınlık, aşırı davranma", zina ise aralarında evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişki” demektir.

Tanımlardan anladığıma göre bu iki kelimenin, evlilik bağı olmayan kişiler arasında, toplum kurallarına uymayan cinsel ilişkide bulunma yönüyle aynı anlama geldiğini söyleyebiliriz. Biz buna kısaca gayrimeşru ilişki diyebiliriz. Bu iki kelime birbirine yakın olmakla beraber fuhuş kelimesinin ikinci anlamıyla ön plana çıktığını düşünüyorum. Her ne kadar İsra, 32.ayete göre zina, fuhuş olarak kabul edilirken devletin ve TDK’nın gözünde fuhuş denince “Bir veya birkaç kişiyle para karşılığı cinsel ilişkiye girme” anlaşılmaktadır. Hatta çoğu zaman TV’lerde “Fuhuş yapıldığı tespit edilen bir eve polis baskın yaptı” şeklinde haberlere rastlarız. Bu işi yapanlara da “Vücudunu satarak para kazanan kimse” anlamında fahişe diyebiliriz. Hayat kadınlarının yaptığını buna örnek olarak verebiliriz. TDK sözlüğünden hareketle, cinsel ilişkiyi para karşılığı yapma işine fuhuş, bir şikayet söz konusu olmaksızın gönüllü gayri meşru ilişkiye ise zina denir şeklinde anlayabiliriz. Buna göre her fuhuş zinadır ama her zina fuhuş değildir diyebiliriz.

Bu yazımda aynı zamanda fuhuş ve zina isnadına değinmek istiyordum. Görüyorum ki sayfam buna el vermeyecek. Çünkü fuhuş ve zina isnadı/iftirası birkaç cümle ile ifade edilecek bir durum değildir. Zinanın bu yönünü de nasip olursa bir başka yazımda ele almak isterim.

*06/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

26 Aralık 2020 Cumartesi

Allah'ın Boyası *

Yüz, boy, ten ve saç rengi gibi özelliklerimiz, fiziki yönden bizi bir başkasından ayırt eden yönlerimizdir. Bunlar insanın tanınırlığına dair alametifarikasıdır. Bazen tanıdığımız bir kişiyi, onun tanımadığı birine tanıtırken “Uzun/kısa boylu, sarışın-kumral-esmer, beyaz tenli…” gibi tanıtırız. Beni de birileri başkasına tanıtırken “kırmızı saçlı, kızıl saç, turuncu kafa, havuç rengi, sarışın” şeklinde tanıtıyor.  Zira benim saç rengim, kahir ekseriyete göre havuç renginde. Şimdi saçlarım ağarıp havuçluktan pek eser kalmasa da beni tanıyanlar böyle tanır. Bu yönümle, kalabalıklar içerisine girince hemen dikkat çekerim. İsterdim ki benim de saç rengim çoğunluğun saç rengi gibi olsun. Ama her şey benim istediğime göre olmuyor. Allah böyle takdir etmiş. Allah’ın boyası benim bu taşıdığım. Nitekim herkesinki de öyle. Bu farklı saç rengim, askerde içtima ve talim sırasını bulmakta zorlananlara çok hizmet etti. Beni gören, “Ha, ben bu arkadaştan iki öndeyim, üç arkadayım” deyip yerini şaşırmaz ve nerede duracağını bilirdi.

Bizi tanınır kılan bu fiziki yönlerimiz -beğensek de beğenmesek de- bizden bir parça. Hastalık ve psikolojiyi bozacak çok özel bir durum olmadığı müddetçe bize has kılınan bu yönlerimizi değiştirmemek gerektiğini düşünüyorum. Topuklu ayakkabı giymek suretiyle boylu olduğumuzu göstermeye çalışsak da boyumuz değişmez, aynı şekilde tenimiz de. Sağlık ve psikolojik durum nedeni hariç vücutta, ameliyat ve diğer yollarla bir değişikliğe gidilmesine de sıcak bakmıyorum. Bu yazımda, yüz ve saçta yapılan değişikliklere değinmek istiyorum. Çünkü yüze uygulanan makyajla veya saçın boyanmasıyla kişi bambaşka bir görünüme bürünüyor. Hem yüz hem de saçtaki bu değişime ben, yüze ve saça takılan bir maske olarak görüyorum. Bu durumda olan kimseleri tasvip etmesem de onları kınamıyorum. Zira kendi tercihleridir. Yüz de onların, saç da onların, hayatta onların.

Yüz hattının makyajla, saçın da boyanmak suretiyle fiziki özelliğin değişmesine niçin sıcak bakmadığımı biraz açmak istiyorum. Yüze uygulanan normal makyajdan geçtim. Öyle makyaj yapılıyor ki iyi tanıdığım bir kişi, bir başkası olup çıkıyor. Gözüm, makyajlı haline aşina olmuşsa; makyajsız hali, makyajsız haline aşina olmuşsa; makyajlı hali, kişiyi tanınmaz kılıyor. Başıma geldi böylesi. Üç yıldır beraber çalıştığım bir meslektaşıma, mesai sonrası bir evrak imzalatmaya gittiğimde, buluşma yerinde, gelip kendini tanıtmasa, onu tanımam mümkün değildi. Bir makyajın, insanın yüz hattını bu kadar değiştirebileceğini o zaman anladım. Demek ki ben, daha önce hep makyajlı halini görmüşüm. Yüze uygulanan bu makyajın kullanımı kolay mı zor mu, insanın ne kadar vaktini alıyor, kullanılan bu makyaj pahalı mı, ucuz mu, yüzü tahriş ediyor mu? İnanın bilmiyorum. Bildiğim, bu farklılık için bu emeğe, bu zamana ve masrafa değer mi? Öyle zannediyorum, yapılan bu makyajın akşama kadar korunması, bunun için belki de yemeden, içmeden kesilmesi ve eve varınca da silinmesi gerekecek. Ömür dediğin hep böyle makyajlı geçer mi?  

Saçlara gelince, saç rengi olarak siyah, beyaz, kumral, sarışın, kızıl gibi renkler gözümün önüne geliyor. Öyle saçlar görüyorum ki gökkuşağındaki bütün renklerden daha fazla rengi, rengarenk görüyorum. Bazı saçlarda desen gibi birden fazla renk göze çarpıyor. Saçını boyatan aynı renge devam etse, buna da eh diyeceğim. Üç beş güne bir saç rengi değişir mi? Alın size bir örnek: Yürüyüş parkurunda herkes, Mersin istikametine doğru yürüyüş yaparken tersine yürüyüş yapan ve zaman zaman karşılaştığım sarışın biri var. Bir gün yine yürürken siyah saçlı tersinden gelen birini gördüm uzakta iken. Al sana bir ters kişi daha dedim. Yaklaştığım zaman gördüm ki daha önce gördüğüm sarışın kişi. Olabilir, demek ki bundan sonra sarışın saçlar yerine siyah saç kullanacak dedim. Aynı kişiyi birkaç gün sonra gördüm ki saçlar yine eski haline getirilmiş. Merak ettiğim boyanan bu saçlar, bu kadar kısa zamanda tekrar niye değişir? Çok mu ucuz bu saç boyama, çok mu kolay? Sanırım saç boyama yüze makyaj yapmak gibi değildir. Bunun için illaki kuaföre veya güzellik salonuna gidilmesi gerek. Öyle zannediyorum bu saç boyama, çok da ucuz değildir ve kişinin epey bir zamanını alıyordur. Her neyse de bu pandemi döneminde, salgın riskine rağmen bir kişi, bu kadar sık saç boyamayı nasıl göze alır? Pes doğrusu!

*29/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.