30 Nisan 2020 Perşembe

Evde Kalıp Gitmese Bari!

Üç ay sonra -yapılırsa- üniversite sınavına girecek, dört ay sonra da 19'una basacak tekne kazıntısı bir oğlan var evde. 12 Marttan beri eve bir attı kendini. İçeriden dışarıya çıkarabilene aşk olsun. 

1.5 aydır dışarıyı unuttu, dört duvar arasında yaşıyor. İçinden gelirse ders çalışacak, gelmiyorsa oturup kalkacak, yatıp uyuyacak. Başkası gibi evde kalmaktan sıkılmıyor da. Eve ekmek lazım mı, alışveriş yapılacak mı derdi de yok. Varsa da nasılsa babası alıp gelecek. Zira oğlana göre bu görev, dışarı çıkmasında bir engeli olmayan babasına ait. Zira kendisi yasaklı. 

Yavrum! Ekmek almaya gittiğimde çok sayıda çocuk ve gençleri görüyorum, burası çarşı değil, mahalle arası. Hem senin için de bir değişiklik olur, gözün gönlün açılır, haydi bir ekmek al gel dediğimde "Olmaz baba! Biliyorsun bana yasak var. Başkası uymasa da ben devletin koyduğu kural ve yasaklara uyan biriyim" cevabı alıyorum. Ben de "Oğlum, öyle zannediyorum, kurallara uyan tek vatandaş ve tek aile biziz galiba" diyorum. Baktım olmayacak. Tıpış tıpış ekmek almaya gidiyorum. O da lutfedip sofraya oturuyor. Kızamıyorum. Çünkü onu bu anlayışa sevk eden de devletin ta kendisi. Yani arkası sağlam. Anlayacağınız oyun içinde oyun var: Babası getirecek, o ekmek elden su gölden deyip yiyecek. 

Eskiden okul dönüşü ekmek lazım mı diye bazen telefon açar, lazım dersek alır gelirdi. Bazen de evde vardır deyip eve kendini atardı. İş başa düşüp ekmek almaya yine ben giderdim, kısmen de o. Bazen de telefon açmadan nasılsa evde ekmek yoktur deyip üzerine vazife bilir, ekmek alır, aldığı ekmek benim aldığım ekmeğin üzerine katmerli olurdu. Son sınıf olduktan sonra kurstan geç geldiği için ekmek de almaz olmuştu. Hele bu ortam oluşunca ekmek diye bir derdi hiç kalmadı. Endişem, bu olağanüstü durum kalkınca "Oğlum, koş bir ekmek al gel" desem, "O da ne" diyecek olmasıdır.

Neyse tek derdim, ekmeğin alınacak olması olsun. Devlet bana bu görevi vermişse, daha maskem gelmedi demem, boynumun borcu bilir, çocuğum için -dökülen- saçlarımı süpürge eder, homurdana homurdana ekmek almaya giderim. Beni endişelendiren başka vahim bir durumun ortaya çıkma ihtimali.

Şimdi bu çocuk...Bakmayın siz benim çocuk dediğime. Kazık kadar maşallah! O, bu halinden memnun olsa da evde kala kala evden kalıp gitmesinden endişe ediyorum. Yarın evlilik zamanı evlendirmeye kalksam, gelin adayını benim bulmam gerekecek. Çünkü dışarıyı unuttu. Gidin siz bakın, bulun birini diyecek. O kadar da olmaz demeyin. Devletle bir olup "Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete" misali, babasına ekmek aldıran bir zihniyet bunu da der. O vakit ben kime gider, kime ne söylerim? Bu asırda görücü usulle kim kızını verir? Müstakbel eş adayı ve ailesi, sizin oğlunuz da mı var? Allah Allah! Biz hiç görmedik de diyebilir.  Olmaz olmaz. O kadar da olumsuz düşünme, diyebilirsiniz. Ben başıma geleceği bilirim. Zira evde dura dura evde kalıp giden babamın bir amcası varmış. Ona çekebilir diye endişeleniyorum.

Babamın amcası (Tevfik Amca), Mısır'da eğitimini almış, hafızlığı sağlam, mikrofonun olmadığı zamanlarda okuduğu ezanları komşu köylere duyurmasıyla nam salmış biridir. Evlilik zamanı gelince dedemler, görücü usul ile birine nişan koyarlar. Bizim amca hiç evden çıkmadığı için nişanlısı,nasıl biridir diye merak eder, onu görmek ister ve amcamın oturduğu evin penceresinden evin içine bakar. Nişanlısının kendisine baktığını gören amcam -anlatıldığına göre- "Bu bana baktı" deyip evlenmekten vazgeçer ve hayatının sonuna kadar evlenmez ve evde kalır gider. Güneysınır ve civarının yakinen tanıdığı ve ardından hayırla yadettiği, tanışma imkanı bulamadığım Tevfik Amcamı bu vesileyle anmış oldum. Ona Allah'tan rahmet diliyorum.

Şimdi benim oğlan evde kala kala maazallah evde kalıp gitse burada suçlu kim olur? Devlete, suç senin desem devlet denen tüzel kişilik, burnundan kıl aldırıp suçu üzerine almaz. Sanırım endişemi anlatabildim. 

Oyun İçinde Oyun ***

Yeryüzü yolculuğu başladığı andan, yaşadığımız koronavirüs sürecine gelinceye kadar insanoğlu, ne iyide ne de kötüde, hiçbir işte ortak noktada buluşmuş ve anlaşabilmiş değil. Her biri ayrı bir baş olmuş, burnunun dikine gitmiş, kendim huzur bulacağım diye hemcinsine dünyayı hep dar etmiştir. Bunun içinde cinayet var, katliam var, açlık var, susuzluk var, savaş var, işgal var, esaret hayatı var, kan, gözyaşı vs. “var oğlu var” var. Olmayan tek şey huzur. Huzursuzluğun tek müsebbibi de insanoğlunun bitmek bilmeyen arzu ve istekleridir. Hedefine ulaşmak için doğuştan kardeş olan, akrabasını dahi yok etmekten kaçınmamış, canavarlaştıkça canavarlaşmıştır insanoğlu.

Kurulduğu tarihten bugüne, aynı dünyada farklı tellerden çalan, kendi mutluluğumuz ve egomuzun tatmini için dünyayı ateşe vermekten kaçınmayan, birimizin ak dediğine diğeri kara diyen, hiçbir konuda bir araya gelemeyen, varlığı sürekli kaos olan ve zıt kutuplar olarak bugüne kadar gelen insanoğlu, koronavirüs salgınıyla birlikte tarihinde ilk defa tek vücut olmuş durumda.  Her insanın, her uzmanın, her devletin ağzında, “Evde kal” sloganı var. Bugünlerin tarihini yazacak tarihçiler belki de “Dünyalılar, ilk defa bir slogan ve tek noktada buluştu. Bu da onların sonunu getirdi” diye tarihe not düşecekler.

 “Evde kal” sözüyle dünyanın, belki de ilk defa yekvücut olması ve tek ses çıkarması hayra alamet midir? Bana göre dünyalının bu birlikteliği hiç hayra alamet değil. Öyle zannediyorum, bu salgını fırsat bilen birileri yeni bir dünya düzenine geçecek, belki de dünyayı bundan sonra tek merkezden yönetecek. Bugüne kadar yaptıkları göz önüne alınırsa kendi mutlulukları için yine bizleri ve devletleri piyon olarak kullanacaklar. Bunu yapmak için sanırım çok zorlanmayacaklar. Çünkü kaç aydır insanları evlere hapsetmek suretiyle ülkeler üretime ara verdi. Devletler piyasayı ayakta tutmak için her yolu denedikten sonra karşılıksız para basmaya başladı. Her basılan karşılıksız para, en hafifinden hayat pahalılığı olarak bize dönecek. Hiçbir malı ve ürünü -şayet bulabilirsek- normal fiyatından alamayacağız.  İthalat ve ihracatın durduğu, üretimin yapılmadığı bu aylar ne kadar uzatılırsa devletlerin ekonomisinin çökertilmesi o kadar kolaylaşacaktır. Ekonomisi çöken, piyasayı canlandıramayan devletler, belki de 70 sente muhtaç olacaklar ve dünya para babalarının kapısını çalacaklar. İsteklerini yerine getiren devletlere paranın musluğunu açacaklar. Direnen devletleri halkıyla karşı karşıya getirip kaos ortamına zemin hazırlayacaklar.

Anlatmak istediğim, bu koronavirüs salgınının arkasında oyun içerisinde oyun var. Süreci uzatarak kurdukları oyunun lehlerine sonuçlanmasını arzuluyorlar. “Evde kal” sloganına uymayan devletlere de verdikleri korku yetti de arttı bile. Dünyada ne kadar meşhur ve önemli kişi varsa her ne hikmetse virüs geldi, onları buldu. İngiltere’nin başını çektiği “Sürü bağışıklığı sistemi”, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’a virüsün bulaş-tırıl-masıyla bu sisteme geçit verilmedi. Üretime ara vermeyen ve virüsle ilgili tedbir almayan kala kala İsveç ve Hollanda gibi bir iki ülke kaldı. Sanırım virüs gider, dünya normal düzenine geçmeye kalkarsa ekonomisi kendi kendine yeten veya ekonomisini döndürebilen Hollanda ve İsveç gibi ülkeler ayakta kalacak.

Hasılı başımızın belası virüs gittikten sonra bizi hiç iyi günler beklemiyor. Dünya eskisi gibi olmayacak. Yeni bir dünya kurulacak. Koronavirüs gitse de kokusu gitmeyecek ve yeni dünya düzeninin başlangıcı olacak. Oyun içerisinde oyun kuran oyun kurucuları, bu virüsle emellerine ulaşamazlarsa, dünyayı başka virüsler bekliyor olacak. Ta ki kurdukları oyunun gönüllü veya gönülsüz askeri oluncaya kadar devam edecek bir oyunla karşı karşıya dünya. Allah encamımızı hayreylesin, kötülere geçit vermesin, oyun kurucularının tuzaklarını başlarına geçirsin.

***02/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

29 Nisan 2020 Çarşamba

Maske Bilmecesi Devam Ediyor *


Salgınla beraber virüsten korunmak için maske takılsın takılmasın tartışmalarının ardından nice sonra maske takılsın sözü daha ağır bastı. Alışveriş yerlerine, pazarlara ve toplu ulaşım araçlarına maskesiz girmek yasaklandı. Hem dünyada hem de Türkiye’de maske ihtiyacı ortaya çıkınca maske fiyatları uçtu. Elinde maskesi olan firmalar, fırsat bu fırsat deyip fahiş fiyatla elindeki maskeleri piyasaya sürdü.

Maske fiyatlarındaki anormal fiyat artışına vatandaş tepki gösterince devlet bu tepkiye bigane kalmadı. Maske ihracını yasaklayarak maske üreten firmalardan, devlet adına maske satın alacağını duyurdu. Maske stoku yapan firmalara belli bir süre verdi. Devlete maske satmadıkları takdirde firmalarına devlet adına el konacağı uyarısı yapıldı. Ardından maskelerin para ile satılmasını yasakladı ve vatandaşın maske ihtiyacını devlet eliyle gidereceğini açıkladı. Bununla da yetinmedi. Mesleki ve Teknik Anadolu Liselerinde ve belediyelere ait Meslek Edindirme Kurslarında maske üretilmeye başlandı.

Firmaların ve okulların ürettiği maskelerin devlet eliyle dağıtılması meselesine gelince,         e-devlet üzerinden maske talebinde bulunanlara PTT eliyle teslim edileceği duyuruldu. Sistemde gecikmeler ortaya çıkınca, cep telefonuna mesaj gelenlerin eczanelere giderek maskelerini alabilecekleri açıklaması yapıldı. Sosyal medyada “Maske istedim, şu kadar gün geçti, hala maskem gelmedi” serzenişleri yazılıp çizilmeye başlandı. Yeni açıklamaya göre kamu ve SGK’lı çalışanlara eczanelerde ücretsiz maske verilmeyeceği açıklandı. Buna göre kamu çalışanlarının maske ihtiyacı valilik tarafından dağıtılacak. Özel sektör çalışanları ise maske ihtiyaçlarını işyerlerine bildirecek, işyerleri de valilikten toplu talepte bulunacak ve bunların da talebi valilik tarafından giderilecek... Ölme eşeğim ölme…  

Hepinizin bildiği maske sürecini kısaca anlatmaya çalıştım. Gördüğünüz gibi maske dağıtımı ve ihtiyacının giderilmesi yılan hikayesine dönmüş durumda.

Salgın riskinin kontrol altına alındığı, etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığı, vaka sayısının düştüğü, iyileşen hasta sayısının arttığı ve önümüzü görmeye başladığımız günümüzde, hala maske sorunu yaşamamızın birinci müsebbibi bana göre maalesef devlettir. Elinde ve ülkede maske olmasa olabilir diyeceğim. Bildiğim kadarıyla tüm ülke, maske üretimi için seferber ve devletin elinde de maske var. Sanırım dağıtımda sorun var. Devlet, onca derdinin arasında yok yere üzerine büyük bir sorumluluk alıp maske satışı yasak diyeceğine, maskelerin fahiş fiyattan satışının önüne geçmek için tedbir alabilirdi. Bunun için önce maske çeşitlerini sınıflandırabilir ve her bir maske çeşidine bir üst limit belirleyip eczaneler aracılığıyla maske satışına izin verebilirdi. Parası olan gidip maskesini eczaneden alabilirdi. Maske alacak param yok diye talepte bulunanlara da PTT veya eczaneler aracılığıyla ücretsiz maske ihtiyacını giderme yolunu tercih edebilirdi.

Arapsaçına dönen maske ihtiyacını gidermek için şu aşamada yapılması gereken, devletin eczaneler aracılığıyla maske satışına izin vermesidir. Burada devletin yapacağı, belirlediği fiyatın üzerinde satış yapan fırsatçılara göz açtırmamasıdır. Böyle yaptığı takdirde maske sorunu olmayacak, kimse ücretsiz maske beklentisi içerisine girmeyecek ve yok yere “maskem gelmedi, paramla dahi alamıyorum” eleştirisi almayacak ve aynı zamanda bedava maske dağıtımı ile devlet, büyük bir mali külfetin altına girmemiş olacaktır. Hasılı devletin bu kadar bonkör davranmasına hiç gerek yok. Unutmayalım ki parasız hizmetin pek değeri olmaz ve kadir-kıymeti de bilinmez.

*01/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir İlahiyatçının* Dilinden Mesajlar **


Dindar olmak, "Bir şeyin önce aslını öğrenmek sonra anlamak sonra kavramak sonra da yaşamak gerekiyor. Bizim dini koruma diye bir görevimiz yok ama bizim dini yaşama diye bir görevimiz var. Anlama diye görevimiz var. Korumadan, anlamaya ve yaşamaya geçemediğimiz için bizim dindarlığımız elimizde patladı. O zaman aslımıza rucü edeceğiz."

Kavramları anlaşılabilir şekilde konuşmak önemli. Mesela orucu ne bozar yerine insanlığımızı ne bozar, onu konuşmak gerekiyor. O dönemden beri orucu bozan şeyler değişmedi ama biz değiştik.

Savm (oruç) mesela yükselmek, yücelmek demek. 

Sahur 'sihir' kökünden geliyor. İnsanın kendini keşfetmesi, kendi ruhunu bulması demektir.

"İslam nedir" sorusuna Hz. Muhammed'in "Yemek yedirmektir. Güzel sözlü olmaktır" cevabını vermiştir.

Ramazan kelimesinin yanmak anlamına gelmektedir. "İnsan biraz nefsini yakmalı, biraz günahlarını yakmalı."

İftar da fıtrat kökünden gelir. Fıtratına dön fabrika ayarlarına dön, demektir. 

Teravih ruh kökünden gelir. Ruhunu inşa et, ruhunu ihya et" demektir.

"Bilmiyorum" demek bir sünnettir. "Benim en çok sevdiğim kelime 'Bilmiyorum' kelimesidir". Hz. Muhammed "Oku" emri geldikten sonra 'Ben okuma bilmem' demiştir. "Bu, Peygamberimizin Peygamber olduktan sonraki ilk sünnetidir". 

"Kuran-ı Kerim'de peygamberler, onların hitap ettiği kavimler ve yaşadığı tecrübeler bize anlatılır. O tecrübelerden biri, peygamberlerin en son söylediği sözdür: Sırtını Allah'a yaslamak. Sırtını Allah'a yaslayanın Allah sırtını yere getirmez. Boynunu Allah'ın önünde eğenlerin Allah boynunu asla eğdirmez". (Tevekkül)

Hz. Muhammed, yavrusunu kaybetmenin tesiriyle pek hoş olmayan ifadeler kullanan kadına sabretmesini söyler ve tepkiyle karşılaşır. Hz. Muhammed ayrılınca yanındakiler onun Peygamber olduğunu söyler. Koşup nedamet dileyen kadına Hz. Muhammed, "Sabır, belanın geldiği ilk anda senin verdiğin tepkidir" buyurur. 

Kuran-ı Kerim'in  bölücülüğün her türünü  şu ayetle yasaklamıştır: "Ki onlar, (bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar ederek) Kur'an'ı da parça parça edenlerdir." (Hicr 91)  "Ayet'ten anladığımız bölücülüğün en tehlikelisi, Kuran'ın mesajını bölüp parçalamaktır. Böyle yapanlardan Cenabı Hak yemin ederek hesap soracağını ifade etmiştir. Yaşadığımız şu günlerde Kuran ayetlerini kendi düşüncelerimize delil olacak şekilde yorumlamak en büyük tehlikelerden biridir. Böyle bir tehlikeden uzak duralım ki Rabbimize yakın olalım"

*Yukarıda yazdıklarım, Osman Egin beyefendiye ait “haberturk.com” sayfasında yayımlanan mesajlarından alıntıdır. Okumamış olanlar da müstefit olsun istedim. TRT1 televizyonunda ramazan aylarında yayımlanan Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma yarışmasında kendisini birkaç defa izleme imkanı buldum. Onu izledikçe ona olan hayranlığımı gizleyemedim. Her konuşması mesaj yüklü olan Egin, halen Diyanet Eğitim Kurumunda müdür olarak görev yapmakta. Bilgisiyle, birikimiyle, satışıyla, tevazusuyla, güzel üslubu ve nezaketiyle oturduğu koltuğun hakkını tam vermektedir. Böyle ilahiyatçılara her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Allah sayılarını artırsın. Allah kendisinden razı olsun.

**29/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



28 Nisan 2020 Salı

Dijital Çağa Hazırlanıyoruz ***

Bir yıl öncesine kadar evimde sınırsız İnternetim vardı. Bu alemde fazla hemhal olmayayım, cep telefonuma tanımlanan paketlerle yetineyim, üniversite sınavına girecek çocuğum da bu alemde fazla oyalanmasın diye ev İnternetini kapattırdım. 3 kişilik hanede toplamda 24 GB’lik bir İnternet bize yeter de artardı bile. 8-10 ay boyunca birbirimizle yardımlaşarak kendi kendimize yettik. Ama koronavirüs dolayısıyla evlere kapanıp uzaktan eğitim başta olmak üzere her şeyi dijital ortam vasıtasıyla halletmeye başlayınca bize yeten paketler yetmez oldu. Üzerine ek paketler aldık, yine olmadı. Derslerini dijital ortamda takip edemeyen çocuğumun morali bozulmakla kalmadı, suratı asıldı. Yüzüme manalı manalı bakar oldu. Nereden bilebilirdim ki ders çalışmasına engel olur diye kapattırdığım İnternetin, ders çalışmak için bir gün tek alternatif haline geleceğini.

Baktım olmayacak. Zaten Telekom durmadan sınırsız İnternet reklamı verip duruyor. İnternet bağlatmak için Telekom’a dijital ortamda başvuru yaptım. Sabahında müşteri hizmetleri aradı. Ev adresimi sorguladıklarında “Evimin alt yapısı İnternet bağlatılmasına uygun değil, Bulunduğunuz şehrin Telekom merkez binasına müracaat edin” yanıtını aldım. Merkezden de kah sinyal gelmiyor kah alt yapı müsait değil kah kutunuz dolu gibi cevaplar aldım. Ne yapalım, ne edelim diye kara kara düşünürken yan taraftaki komşumun evine, Telekom’dan iki genç İnternet çekmek için geldi. Balkondan durumumu anlattım. Gencin biri “Ağabey, sizin kutu arızalı ama bu binada birkaç tane boş kutu var, buradan kablo çekeriz. Senin müracaatını alalım” deyince şaka maka iki gün içerisinde evime İnternet bağlandı. Telekom’un ve İnternet bağlamak için verdiğim adrese gelen bazı çalışanların olmaz dediğini bir çalışanı halletti, sağ olsun. Akıl akıldan üstün dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Fiber hızında değil, eski bakır kablolardan müteşekkilmiş İnternet hızım, ama olsun. En azından çocuğumun yüzü güldü. Bu arada ben de büyük bir yükten kurtulmuş oldum. “Babasın ama bir İnternet bile bağlatamadın” diyecekti belki de bir gün.

Telekom’un çalışanları, hummalı bir şekilde evime İnternet bağlarken sosyal mesafeye riayet ederek onlarla uzaktan uzağa biraz konuşma fırsatı buldum: Ağabey, herkes evine kapanınca cep telefonundaki İnternet paketleri kimseye yetmez oldu. Durmadan evlere İnternet bağlıyoruz. 200 kadar çalışanla iş yetiştiremiyoruz. Sizin kutu arızalı. Bu aşamada bu arızayı gidermek için kimse gelmez” dedi.

Demek ki evine sınırsız İnternet çektirmeye çalışan bir ben değilmişim. Herkes buna ihtiyaç duymuş. Koronavirüsün oluşturduğu bu olağanüstü “evde kal” ama “İnternetsiz kalma”ya dönüştü zorunlu olarak. Bu demektir ki salgın sonrası geçileceği düşünülen dijital çağa hepimiz isteyerek veya istemeyerek şimdiden hazır hale getiriliyoruz.

Gidişat dijital çağa geçeceğiz. Bu anlaşıldı ama Türkiye bu çağa ne kadar hazır? Bazı yerlere fiber altyapısı götürülmüş olsa da daha bu altyapıyı görmeyen meskun mahal az değil. Türkiye eski altyapısıyla işi şimdilik derme çatma kotarmaya çalışıyor. Şehrin merkezi sayılan bir yerde oturan biri olarak eskinin bakır kablosuyla, bir elemanın zekasının eseri olarak güç bela İnternet bağlatabildiğime göre varın siz kenar mahalleleri düşünün.  

Türkiye, bir taraftan koronavirüs ile mücadele ederken diğer taraftan dijital çağa uyum sağlamak için İnternet alt yapısına da vakit geçirmeden bir el atmalı. Zira bu çağdan kaçış yok. Artık bu çağda “İstediğiniz, İnternet türüne binanız uygun değil” cevabı almak istemiyoruz.

***01/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

“Efradını cami, ağyarını mani” Bir Hutbe *

Malumunuz birçok etkinlikler, salgın riskinden dolayı iptal edildi. Cuma namazı da bu iptallerden nasibini aldı. Sadece sembolik olarak her hafta farklı camilerde az sayıda bir katılımcı ile sosyal mesafeye riayet edilerek cuma namazı kılınmakta. 24.04.2020 tarihli Cuma da Ankara Hacı Bayram Camiinde DİB Başkanı Ali Erbaş’ın okuduğu hutbe ile eda edilmiş oldu.  Sayın Erbaş, zamanın ruhuna uygun bir şekilde “Ramazan: Sabır ve İrade Eğitimi” başlıklı bir hutbe irat etmiş. Çünkü ramazan demek sabır ve irade eğitimi demektir.

Ali Erbaş son haftaların belki de Başkan olduktan sonra en önemli hutbesini okumuş, her biri ayrı bir hutbe konusu olacak şekilde tüm yapmamız gereken iyilikleri ve kaçınmamız gereken fiillere değinmiş. Kısaca efradını cami, ağyarını mani bir hutbe olmuş.  Hutbede Ali Erbaş; orucun öneminden, Kur’an okunmasından; canımızı, malımızı, aklımızı, dinimizi ve neslimizi korumamız gerektiğinden bahsettikten sonra koronavirüs dolayısıyla sağlımızın öneminin ortaya çıktığına değinmiş, temizliğe dikkat çekmiş, sigaraya karşı topyekun savaş açmamız ve sarhoşluk veren içeceklerden ve uyuşturucu maddelerden uzak durmamız gerektiğine değinmiş. Ardından “İslam dininin zinayı yasakladığını, eşcinselliği lanetlediğini; çünkü gayri meşru ilişkilerin hastalıkları beraberinde getirdiği, nesli çürüttüğü ve HIV virüsüne yol açtığı, bundan dolayı bu kötülüklere karşı birlikte mücadele etmemiz gerektiği” üzerinde durmuş. İsraftan, çevrenin kirletilmesinden, hayvanlara eziyet edilmesinden, ormanların yakılmasından, kendi yapıp ettiklerimizden dolayı başımıza gelen bu musibetlerden ders alarak her türlü kötülüğe karşı mücadele edelim, demiş. Sonra zekat, sadaka gibi yardımlaşmaların önemine dikkat çekmiş. Sömürgecilik, faiz, içki, kumar, haksız kazanç, kul hakkına riayet etmeme, ırkçılık, terör örgütlerini desteklemek gibi kötü fiillere işaret etmiş.

Okunan bu nefis hutbe takdir edileceği yerde, içinde zina ve eşcinselliği eleştirdiğinden dolayı sayıları az ama sesleri çok çıkan belli bir kesim tarafından Sayın Başkan topa tutuldu. Vay efendim, sen nasıl olur da eşcinselleri eleştirirsin denilerek bazı barolar, bir basın açıklamasıyla başkanı eleştirirken eşcinsellere destek çıktı. Her yıl temmuz ayının 19’unda “Dünya Eşcinseller Günü” dolayısıyla gündeme gelen eşcinseller, Diyanet’in bu hutbesiyle Cuma hutbesiyle bu sene erkenden gündemimize gelmiş oldu.

Burada eşcinsellik veya daha genel anlamda LGBT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transgender)’den, bu eylemi yapanların dine, örfe, ahlaka mugayir davranış içerisinde olduklarından dem vurmayacağım. Zaten bu tiplere ne söylesen fayda etmez. Çünkü ayıp ve günah kavramı onların lügatinde yok maalesef. Lut Kavminin helakine sebebiyet veren bu hastalık, tedavi edilmediği müddetçe dün olduğu gibi bugün de var, yarın da olmaya devam edecek. Bu nahoş ve lanetlenen sapık ilişki -hiç tavsiye ve tasvip etmem ama- yapılacaksa gizli yapılmalı. Lut peygamberin kavminin homoseksüellikten dolayı helak olmasının nedeni, bu ilişkiyi kavmin aleni yapar hale gelmesinden ve topluluğun bu tür ilişkiye girenleri uyarmamasından dolayıdır. Benim burada garibime giden bazı baroların bu meseleye alet olmaları. Hukuk konuşması gerekenler ne zamandan beri bir hastalığı savunur hale geldi, beni üzen de burası. Bir insanın veya zümrenin üç sayfalık bir hutbede bir iki satırla geçen eşcinsel ve zina konusuna takılıp kalmasını öküz altında buzağı aramak olarak görüyorum. Kendilerine vazife çıkartan hukukçularımız unutmasınlar ki bu mesele, uluslararası düzenlemelerle güvence altına alınacak bir mesele değil; insani, ahlaki, dini, örfi bir meseledir. Bu eşcinsel savunuculuğunuzu LGBT’liler yapsalar, onlar bir tepki koysalar bir yere kadar anlamaya çalışırım. Ama sizi anlamıyorum. Size ne oluyor gerçekten! Tek kelimeyle ayıptır bu yaptığınız. Hukuk adına değerlerimizden bu kadar uzak kalmaya hakkınız yok. Olması gereken itibarınızı gözümüzde iyice sıfırlamayın. Gidin işinize…

*29/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Nisan 2020 Pazartesi

Bugün Akşam Olsun da Göreyim

Bugün dördüncü gün. Hazır sokağa çıkma yasağı da olmayınca şöyle bir dört döneyim. Akşam birden olur dedim. Dört değil; beş, sekiz değil; on dolaştım, hem de yavaş yavaş. 

Üzerine akşam pidesini de aldım. Soğukluğundan geçtim. Kupkuru. Akşam olursa dişin keşsin de göreyim. 

Eve girerken saate baktım. Saat, evden çıktığım saat. Akrep sabit, kazık çakmış gibi yerinde duruyor. Adı üzerinde akrep. Ne beklenirdi. başka? Suç ondan bir şey bekleyende zaten.

Yelkovan akrepten hallice. Kocaman boyuyla niye yaşar bilmem. Kalıbına yazık...

Durmadan dönen saniye var. Sanırsın ki bu bir şey yapacak. Az sonra anlıyorsun ne yaptığını. O da bal yapmaz arı gibi. Dönüp duruyor durmadan. 

Üçü birden kavilleşmişler, top çeviriyorlar, aklı sıra benimle oyun oynuyorlar ve bana kumpas kurmuşlar. Başardılar da. 

Hasılı saat aynı saat, vakit aynı vakit. Daha var akşama ne vakit. Yorulduğum da çabası. 

İsterseniz bir de siz deneyin. Çıkın, yorulun gelin. Ama bilin ki saatin size göresi olmaz. Saat aynı saat. Hepsinde bir akrep, bir yelkovan, bir de saniye yani muhteşem üçlü var.