18 Mart 2020 Çarşamba

Din Dili veya Mütedeyyin İnsanların Dili *

İslam dini kulun Allah ile irtibatını sağladığı kadar insanın toplumla ilişkilerini de düzenler. Bireyi hedef alan din aynı zamanda toplumsal bir dindir. Kişinin Allah'a karşı görevlerini düzenlerken toplumsal bir varlık olan insana, toplumla ilgili görevler de verir. Bunlardan bir tanesi de "emri bil maruf ve nehyi anil münker" denilen iyiliği emretme kötülükten sakındırma görevidir. Bu görev için dinimiz "İçinizde iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun" diyerek bu görevi herkese değil, bir gruba vermiştir. Hadiste "Kim bir kötülük gördüğünde gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin, buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin. Yani hoşnut olmadığını hissettirsin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır" denmek suretiyle bir gruptan bahsedilmemiş, bu görev herkese verilmiştir. Ayet ile hadisi birlikte düşünürsek kimin neye, ne kadar gücü yetiyorsa elinden geleni yapması, aynı zamanda bu görevin profesyonel bir ekip eliyle yapılması gerektiğini çıkarabiliriz.

Gücü yetenin gücü çerçevesinde, profesyonel ekibin de imkanlar dahilinde iyiliği emretme, kötülükten sakındırma görevini yaptığını görüyorum. Bu, sevindirici yönümüz. Fakat bu görevi yaparken çoğu zaman sınıfta kaldığımızı görüyorum. Çünkü uyarma görevini yaparken veya dinin bir görüşünü söylerken sadra şifa bir dil kullanmıyoruz. Kime, nerede, hangi ortamda, ne söylediğimize dikkat etmiyoruz. Bir şey yapmaya çalışırken kırıp döküyoruz.  Eğer böyle yapılacaksa bazılarımız din adına konuşmamalı, kendisine toplumu düzeltme görevi vermemeli. Bunu Allah rızası için yapmamalı. Örnek mi istersiniz? Buyurun birkaç örnek vermek istiyorum: (mealen)
"Koronavirüsten korkulduğu kadar Allah'tan korkulsaydı yeryüzünde kötülük diye bir şey kalmazdı."
"Çinliler, her şeyi yiyor, temizliklerine dikkat etmiyor, Doğu Türkistanlılara zulmediyorlar. Gördüler günlerini. Halbuki biz günde beş vakit abdest alıyoruz."
"Kimse ‘Hastalığa yakalananlar niçin İtalya'ya gitti’ diye sormazken -hadise bu noktada değilken- UMREYE giden müminleri "Niçin Umre yaptılar" diye sorgulamak, İSLAM'LA sorunu olan bir zihniyetin ürünü olabilir." (İhsan Şenocak)
"Bu virüs İslam'ın on beş asır önce haram kıldığı "hebâis"i yiyen Çin'de ortaya çıktı. Taharetsiz dolaşan Avrupa'da yayıldıktan sonra bize geldi. Bu halde bile birileri mikrobun kaynağı ÇİN'i değil de umreye giden MÜMİNLERİ suçluyorsa, en tehlikeli virüs DİNSİZLİK değil midir?" (İhsan Şenocak)

Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Bence fazlasına gerek yok. Sizi bilmem ama korkutan ve insanı kaçıran bir dil bu. İslam bu değil. İslam’ı anlatan Müslüman böyle olmamalı. Bir defa bu vazifeyi üstlenenler özellikle din diline çok dikkat etmeliler. Neyi, nerede, hangi ortamda söyledikleri önemli. Kaş yapayım derken göz çıkarmamalılar. Söylenilen ortamın psikolojisi gözetilmeli, her doğru her yerde söylenmemeli. Söylerken güzel ve tatlı bir üslup kullanmalılar; saldırgan, savunmacı, itham edici, tekfircilikle suçlayan, dışlayan, tiksindiren, herkesi cehenneme gönderen, Allah’la korkutan bir dil kullanmaktan kaçınmalılar. Din adına söyledikleri bilimsellikten uzak olmamalı. İkna edici bir dil kullanmalılar. Toplumu kutuplaştırıcı ve yanlarından kaçıracak bir dilden sakınmalılar. Söylediklerinden dolayı kendilerine yöneltilebilecek her türlü eleştirilere de açık olmalılar.

*20/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Mart 2020 Salı

Çağımızın Vebasını Ciddiye Alsak İyi Olacak ***

Dünyayı kırıp geçiren çağımızın vebası koronavirüs ülkemize de geldi. Sağlık Bakanı Sayın Koca'nın açıkladığına göre virüse yakalanan toplam kişi sayısı 98 olmuş. Son yeni tanı konulanlar ve öncekilerde olduğu gibi "doğrudan ve dolaylı olarak ABD, Ortadoğu ve Avrupa temaslı imiş. Üçü de umreden gelenler arasından çıkmış. Bir de vefat eden var. Vefat eden yaşlı hasta da Çin temaslı imiş. Yurt dışı teması risk olmaya devam edecek"miş. 

Bakanın bu ve önceki açıklamalarından, virüsün dış kaynaklı olduğu görülmektedir. 2019 Aralığında Çin'de ortaya çıkan ve kaynağı hala tespit edilemeyen bu hastalık İran, İtalya ve Avrupa derken hemen hemen dünyanın her bir yerine yayıldı. Ülkemizin sınırları Afganistan, Pakistan, Suriye ve diğer ülkelerden gelen sığınmacılar için yolgeçen hanı olmasına rağmen virüsün en geç girdiği ülkelerden birisidir Türkiye. 

Salgını önlemenin, başkasına ve diğer ülkelere sıçramamasının tek yolu karantinadır. Salgının olduğu yer karantinaya alınır. Oradan ne çıkış olur ne de oraya girilir. Çin bu hastalıkla boğuşurken dünya muhabbetini yaptı, dikkatli olunmasını uyardı. Devletlerin yaptığı Çin uçuşlarını durdurmak oldu. Ne zamanki koronavirüs Çin duvarını aşarak Avrupa’ya dayandı, işin ciddiyeti anlaşıldı. Şimdi her devlet aldığı tedbirlerle birlikte sokağa çıkmayı yasaklamayı bile düşünüyor. Bazıları uygulamaya koydu bile.

Yukarıda bahsettim. Yanı başımızda İran'da ve İtalya'da ölümlere sebebiyet veren virüsün en son durak yerlerinden bir tanesi bizim ülkemizdi. Virüs her ülkeyi çalarken bizim insanımız tehlikenin farkına varamadı. Devlet yetkililerinin zorunlu olmadıkça yurt dışına çıkmayın uyarı ve tavsiyeleri göz ardı edildi. Dini veya turistik seyahatimizden ödün vermedik. Çarşıya çıkar gibi yurt dışına gidip geldik. Dışarı gidenler "Dışarıdan virüs kapar gelir, insanımıza bulaştırırız, herkesi uğraştırırız" demedi. “Kul hakkıdır” diyenlere kulak asmadı. Çünkü bize göre tek hak vardı: Kendi hakkımız. Başkasının hakkı bize vız gelirdi. Dini bir vecibeyi yerine getirmeye ve yurt dışı gezimize kim ne diyebilirdi... Bu zihniyete kendine Müslüman da diyebiliriz.  

98 kişide tespit edilen virüs daha başka kaç kişide ortaya çıkacak, kaç kişinin ölümüne sebebiyet verecek, bunu ilerleyen günler gösterecek. Virüsün başkasına bulaşmaması ve yayılmaması için devlet tedbir üstüne tedbir alıyor: Toplu yerlere girmeyin, temizliğinize dikkat edin, zorunlu olmadıkça evden çıkmayın diyor. Maçları seyircisiz oynatıyor, belki de maçların oynanmasını erteleyecek. Okulları tatil etti, eğlence yerlerini kapattı, cuma ve cemaat namazlarına yasak getirdi. Yurt dışından gelenlere 14 gün evinizde durarak toplum içerisine girmeyin dedi. Bizim insanımızın bir kısmı olayın ciddiyetinin farkına varamadı.

Sonunda devlet uçaktan ineni yurtlara yerleştirmeye başladı. Bireysel de olsa bizim insanımız, yerleştirildiği yurdu beğenmediği gibi ahıra benzetti, kimi gözetim altına girmemek için kaçmaya kalktı, kimi de kaldığı yurttan kaçarak evinin yolunu tuttu. (Erzurum Valisi Okay Memiş, umreden geldikten sonra karantinadan kaçarak Erzurum'a gelmeye çalışan 28 vatandaşı Çorum’da yakalattıklarını söyledi. TRT) Kimi camiye giderek cemaatle namaz kıldı ve kılmaya devam edeceklerini videoya çekerek paylaşım yaptı. Kimi de Diyanet'in cemaatle namaz kılmaya ara vermesini, hangi yetki ile yaptığını sorgulayan paylaşımlar yaparak kamuoyu oluşturmaya çalışıyor.

Hasılı devlet tedbir üstüne tedbir aladursun, biz bildiğimizi ve inandığımızı okumaya devam ediyoruz. Başkasından virüs kapar veya başkasına virüs bulaştırırmışız, bize vız gelir. Çünkü bize bir şey olmaz, zaten bizde bir şey yok. Bizde bu aymazlık oldukça ülke tümden karantinaya alınırsa hiç şaşırmam. 

Son söz olarak virüsü yurt dışından kapıp gelerek ülkeye koronavirüsün gelmesini hızlandıran insanlara “Böyle bir durumda ne işiniz vardı umrede ve yurt dışında” demeyeceğim. Çünkü olan oldu. Zaten söylemeye kalksan işitmediğin laf kalmaz. Ne Müslümanlığın kalır ne de insanlığın. Bu aşamadan sonra bunlardan istediğimiz, devletin tedbir amaçlı uyguladığı kurallara uymalarıdır.

***19/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



Her Şey Bir Nimettir. Hele İzan

Bugün sosyal medya, sanal alem hayatın bir parçasıdır. Gerçek hayatın gizlenmiş bir şekilde sanalda tezahürüdür. Bu alem de tıpkı gerçek hayat gibidir. Pek azımız kullanmasa da çoğunluk bu alemin içindedir. Bazıları bu alemi gereksiz görse de yerinde ve zamanında kullanıldığı takdirde bir yere kadar faydalı görüyorum. 

Bu alemi kullanan herkesin ilgi alanı farklı olsa da sloganik ve tarafgirlik olmayan yazılar benim ilgi alanıma giriyor. Paylaşılan yazıları vakit buldukça okumaya çalışıyorum. Kendim de dağarcığım ve bilgi birikimim el verdiği müddetçe her alanda yazılar yazıp paylaşmaya çalışıyorum. Yazılarımı yazarken herkesin anlayabileceği şekilde düz yazdığım gibi bazen mizaha, kinayeye, hiciv ve taşlamaya yer vererek birilerine dokundurmaya çalışırım. Bu dokundurmaları yaparken kırmadan, dökmeden, insan onurunu koruyacak şekilde bir üslup kullanmaya özen gösteririm. Yazılarım bazen güldürür, bazen geçmişe götürür, bazen bir bakış açısı ortaya koyar, bazen de dokundurur. Ele aldığım konuda bardağın dolu tarafına bakarak bir hakkı teslim ederken bardağın boş bırakılan kısmına da işaret eder, nasıl doldurulması gerektiğini işlemeye çalışırım. Eleştirel bir bakıştır benimkisi. Bir tespitte bulunmaktır, bir gözlemdir. Asla bir kesimin tarafgiri olmak ya da taraftar kazanmak değildir niyetim. Bazen ciddi bir meseleye mizah katarak konuyu sulandırdığım da olur. Sıkıntı ve dertlerin arasında bir nebze de olsa gülümsetmektir amaç.

Az sayıdaki takipçim, neyi hangi tarzda yazdığımı, yazıda ne kastettiğimi anlar. Bunu da yorumunda veya beğenisinde gösterir. Yazıdan ne kastettiğimi anladığını ve çokça güldüğünü özelden ifade edenler de eksik değil. Bazıları da yok kabul eder, yoluna devam eder, yazılarım ilgi alanına girmez. Kimi de renk vermemek için okuduğunu belli etmez, iz bırakmaz. 

Kapalı yazılarımı anlayan çıktıkça beni mesrur eder. Anlamayanlar yok mu? Gerçek hayatta olduğu gibi bu alemde de anlamayanlar çıkabiliyor. Olabilir. Anlayış meselesi. Kimi de yazılarımdan haz almaz, ilgisini çekmez. Hepsine eyvallah.

Bir de yazılarımdan okuduğunu anlamayan, anlamadığı gibi bana yol göstermeye ve beni ayıplamaya kalkanlar oluyor. Sayıları bir elin parmağını geçmese de moral bozuyor, mide bulandırıyor, tıpkı sinek gibi. Sinek de küçüktür ama mide bulandırır. Tipini görsen böylelerinin, adam sanırsın: İki ayağı, iki eli, bir kafası var, herkeste olduğu gibi. Bu tiplerin beyni ve kalbi de vardır, tıpkı nefes aldıkları gibi. Bakınca normal diğer insanlardan biri sanırsın. Böylelerini konuşunca, yazınca anlarsın ne menem bir varlık olduklarını. Küçük bir hayatları var. Dünyayı ve gerçekleri de küçücük hayatlarından ibaret sanırlar. Bu hayatlarında görgü yok, anlayış yok, kapasite yok, saygı yok, bilgi ve birikim zaten yok. Kapasitesi ve çapı bu iken sana yol göstermekten ve seni ayıplamaktan da geri kalmazlar. Çünkü haddini ve kapasitesini bilmediği gibi bir büyüğüne ne şekilde davranması gerektiğini de bilmiyor. Aramızda hadsiz ve çapsız bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Allah böylelerinin çevresine ve ailesine yardım etsin. Çünkü imtihanları büyüktür. Tanımadığına hadsiz ve seviyesiz davranan, tanıdıklarına neler yapmaz. 

16 Mart 2020 Pazartesi

Vasiyetimi Gören Diyanet, Pes Etti

13 Mart 2020 günü kılınacak cuma namazı öncesi aşağıdaki paylaşımı yapmıştım:

"Az sonra cumaya gideceğim. Hiç olmadığı kadar sağlıklıyım. Olur ya camiden virüs kapar, Koranavirüs olur ve ölürsem, vasiyyetimdir:

1.Bundan sonra ailemin geçimi Diyanet İşleri Başkanlığına aittir. 
2.Bakmakla yükümlü olduğum aile fertlerime ömür boyu orta seviyede maaş bağlanması,
3.Ailemin oturacağı yeni bir evin satın alınması,
4.Ailem, gezmeye ve tatile giderken kullanacağı konforlu bir arabanın alınması.
5.Çağın ve ortamın gerektirdiği her türlü ihtiyaçlarının karşılanması,
6.Bir dediklerinin iki edilmemesi..."

Bu paylaşımımdan üç gün sonra (16.03.2020) Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş imzalı bir açıklama yapıldı. Yazı, vakit ve cuma namazlarının cemaatle kılınmasına ara verileceği yönündeydi.

Bu demektir ki palaşımım ses getirmiştir. Diyanet İşleri Başkanı, baktı ki pabuç pahalı, bu işin maliyeti yüksek, bu işin şakası yok. Çünkü tazminat istemiyordum, vasiyet ediyordum. Vasiyeti yerine getirmek gerekirdi. Vasiyeti yerine getirmemek vebaldi. 

Sonunda pes etti. Cuma ve vakit namazlarının cemaatle kılınmasına ara verildiğini açıklamak zorunda kaldı. Olması gereken de bu idi. 

Şimdi bu habere en fazla her cuma, camisine gittiğim imam üzülecek. Vaazı uzatacağım diye namaza 10 dakika sonra başlayan, gittiğim cami imamı,
*Camiye cemaat gelmeyince,
*Konuşamayınca,
*Vakitten en az 10 dakika almayınca, bundan sonra ne yapacak?

Görünen o ki onu zor günler bekliyor. Onun karantina süresi çok çetin geçecek çok...

20 Saniye Kuralı


İşin uzmanları, 20 saniye elinizi lavaboda yıkayın dedi ya. Beni bir düşüncedir aldı. Ya 20 saniyeyi geçirir ya da 20 saniyeyi bulmazsa el yıkamam. Fark etmez demeyin. Tam süresini ayarlayamazsam elimdeki mikroplar tam ölmemiş olabilir, fazlası olursa elimde başka sıkıntılar baş gösterebilir. Ecdadımız fazlası zarar, azı zarar, ortası karar, dememiş mi daha önce. Tam karar olmalı.

O zaman ne yapmalıyım? Musluğu açar açmaz kronometre çalışsa elimi yıkarken gözüm saatte olur. Yok benim musluklarda böyle bir özellik. Sizinkilerde varsa bilemem. Var da nereden aldığınızı söylemezseniz hakkım kalır. Şayet musluklarda böyle bir sistem yok ise bizim insanımız ne duruyor hala. Böyle bir şey üretip piyasaya sürerlerse yok satarlar. Haberleri olsun.

Bizim insanımız, musluğu açar açmaz kronometrisi de çalışmaya başlayacak saatli musluklar üretmeyi düşüne dursunlar. Ben bu durumda ne yapacağım? Lavaboya girdikten sonra musluğu açmadan önce kolumdaki saate bakıp süreyi başlatacağım. Bu durumda süre doldu mu deyip sık sık saate bakacağım. Bu da ellerimi sağlıklı yıkamamı engeller. Ellerimi yıkarken yanımda süreyi tutacak birisini mi bulundursam. Kim bekler her lavaboya girişimde beni. Sonra nereden bulacaksın bekleyecek birini. Acaba lavaboya bir saat koysam mı diyorum. Bu durumda en makulü lavaboya bir saat takmak sanırım.

Bu arada elleri 20 saniye yıkamak fazla değil mi? Sürt sürt bitmiyor bir türlü süre. Ellerimi sürterken musluktan akan su da işin cabası. Fatura geldiği zaman görürüm günümü.

Acaba 20 saniye kuralına uymasam mı diyeceğim. Bu durumda virüs kaparsam ardımdan "Bir damla musluk suyu fazla gitmesin, su faturası yüksek gelmesin diye 20 saniye kuralına uymadı. Ölümü bundan oldu. Hasılı cimri biriydi" densin de istemiyorum.

Sahi siz nasıl uyuyorsunuz bu 20 saniye kuralına. Var mı bu konuda bir öneriniz. Gördüğünüz gibi zor bir durumla karşı karşıyayım. Gel de çık bu işin içerisinden.

15 Mart 2020 Pazar

Salgına Rağmen Umre

Küresel bir virüs salgınına rağmen salgına aldırmayıp umreye gidenler! Geri niye geldiniz? Kalaydınız orada. Kaçak göcek tavaf yapıp duraydınız. Siz orada oldukça gözümüz hiç arkada kalmadı. Ne aradık ne de sorduk.

Şimdi geldiniz. İçimiz dışımıza çıktı. Devlet seferber oldu. Sizi karantinaya aldı. Dışarıyla ve yakınlarınızla bir bağınız olmayacak. 14 gün boyunca hapis hayatı yaşayacaksınız. 

Ne olurdu, inat etmeyip bu olağanüstü durumda umre umre diye tutturmasaydınız olmaz mıydı? Umre ibadeti kadar salgının olduğu yere gitmemek ve salgın yerinden çıkmamak da bir ibadet. Ha ne olurdu, bir ibadeti yaparken diğer ibadeti yıkmasaydınız olmaz mıydı...

Bilin ki İslam'da zarar vermek de yoktur, zarar görmek de. Dini ritüelleri yerine getirmek kadar toplumsal bir din olan İslam'da, başkasına yük olmamak ve zarar vermemek de önemli bir yer tutar. 

Hele içinizde her yıl umreye gitmeyi rutin hale getirip gidip gelenler yok mu? Allah onları bildiği gibi yapsın. Biliniz ki sizin mutluluğunuz bizim mutsuzluğumuzdur. Bizi fazlasıyla huzursuz ettiniz. Bunu bilesiniz. Hoş sizin huzurunuzun yanında bizim huzurumuzun kaçmasının ne önemi var, değil mi? 

Bu arada bu son umrenizle umre sayınız kaç oldu? Benimki de merak işte...

Kara Kıştan Kışa, Kıştan Hazan Mevsimine ***

Küresel ısınma ile birlikte kara kış diye isimlendirdiğimiz eski kışlardan eser kalmadı. Kışla özdeşleşmiş karları görmez olduk artık. Kar, belli bölge, kenar ve yüksek yerlere yağıp geçip gidiyor. 

Kara kış önce yerini kışa, şimdi de hazan mevsimine bıraktı. Sonbaharı yaşadığımız kışları serin geçiriyoruz. 

Eskiden kış gelse de kar yağsa şu mikroplar bir kırılsa derdik. Eski kışlardan eser kalmayınca hazan mevsimini yaşadığımız kışlar, bırakın mikropları kırmayı, mikrop saçıyor, hem de küresel bir şekilde dünyayı tehdit ediyor. Her kış, dünyanın bir köşesinde bir virüs salgını baş gösteriyor. Yeter ki birine bulaşsın. Virüslü hasta kiminle temas etmişse hastalık ona geçiyor. Binlerce insan bu virüsten ölüyor. 

2019 kışında Çin'de baş gösteren, 2020 kışına devreden, gittikçe yayılan yeni korana virüs, dünyayı tümden tehdit eden küresel boyutta. Etkilenmeyen devlet ve millet yok gibi. Nice canlar virüse teslim olup ölüyor, devletlerin ekonomisinde tehlike çanları çalıyor. Dünya Sağlık örgütü bu Yeni virüse pandemi dedi. Pandemi: "Bir kıta, hatta tüm dünya yüzeyi gibi çok geniş bir alanda yayılan ve etkisini gösteren salgın hastalıklara” verilen genel addır. Gerçekten Afrika dışında virüsün girmediği ülke yok gibi.

Dünyayı kasıp kavuran bu virüs, dünyayı ne zaman terk eder, bilinmez. Zira söylenen kesin bir bilgi yok. Tek umut, sıcaklar artarsa etkisini kaybedeceği yönünde.

Birçok ülkeden nice ölümlere sebebiyet verse de bu virüs, bir gün etkisini kaybedecek. Dünyanın derdi bitecek mi? Yazın ardından güz, sonra kış tekrar gelecek. Bana göre kışlar, bundan sonra kâbusumuz olacak. Çünkü her kış yeni bir virüsle tanışacağız. 2020-2021 kışında ortaya çıkacak virüsü görünce koronavirüs daha iyiymiş diyeceğiz belki de. 

Anlatmak istediğim, etkisini her yıl daha fazla hissettirecek olan küresel ısınma, bundan sonra kış mevsimlerinde yüzümüzü güldürmeyecek. Küresel ısınmayı da dünyanın başına bela eden yine bizleriz, yapıp ettiklerimizdir. Çünkü bize emanet bu dünyayı hoyratça kullandık ve kullanmaya devam ediyoruz.

Dünyanın pestilini çıkardığımız gibi kendi vücudumuza da acımıyoruz. Dünyalı, bize ne sunuyorsa onu yiyip onu içiyoruz. Doğal beslenmiyoruz. Vücut yıprandıkça ve hastalandıkça çareyi ilaçlarda arıyoruz. Durmadan ilaç kullanıyoruz, özellikle antibiyotikleri. Vücudumuz da pes ediyor. Çünkü vücudumuzu mikrop ve tehlikelere karşı koruyan, bize yaratılıştan verilen bağışıklık sistemimizi her geçen gün kaybediyoruz. Vücut, savunmasız kalınca en ufak bir virüse boyun eğiyoruz.

Ne demek istediğimi koronavirüsten en fazla etkilenen kesime bakınca daha iyi anlayabiliriz. Açıklanan verilere göre bu virüsten en fazla etkilenen kesim, 60-70 arası yaş aralığında olanlar. Tanıdığım yaşlılarda gördüğüm kadarıyla yaşlılarımız, rapora dayalı olarak poşet poşet ilaç kullanıyorlar. Yani rapora bağlı ilaçlarla ayakta duruyorlar. Öyle zannediyorum, insanı koruyan bağışıklık sistemleri iyice zayıflıyor ve görevini yapamıyor.

2019-2020 virüsünü hayırlısıyla bir atlatalım. Bundan sonra yapacağımız, en ufak bir virüs ve mikropta hastalığa duçar olmamak için vücudumuzun bağışıklık sistemini güçlendirmek olmalı.

***17/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.