1 Mart 2020 Pazar

Vatansız Olmak *

Dünya bir sınav yeridir. Birbirine benzese de herkesin imtihanı farklıdır bu dünyada. Kimininki ağır geçer, altında ezilir;  kimininki hafif geçer, yüzünün akıyla geçer bu sınavı. Biliriz ki Allah kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez.

Bir an için düşünelim: İyi-kötü bir işiniz var, işinizden sonra dönüp başınızı sokabileceğiniz bir eviniz var. Bulunduğunuz yerde anneniz, babanız, çocuklarınız, akrabalarınız, komşularınız ve sevdikleriniz var. Hayatınızdan memnun veya değil, yaşayıp gidiyorsunuz. Bir gün geldi ki ülkenizde bir iç savaş çıktı. Kimin eli kimin cebinde belli değil bu savaşın. Üzerinize bombalar yağmaya başladı. Muhitinize tanımadığınız insanlar geldi ve bulunduğunuz yer, terör örgütleri tarafından “burası benim bölgem” diyerek parsellendi. Sizden kendileri adına vekalet savaşı yapmanızı istedi ve siz her şeyinizi kaybettiniz. Ne yaparsınız bu durumda? Ya başa gelen çekilir der, içinize sinse de sinmese de elinize silah verenlerin yanında mücadeleye katılırsınız ya da ben bunlar adına kan akıtmam, değmezler. Zira ben bu kirli savaşta yer almayacağım diyerek kaçar, bir vesile ile size en yakın olan ve kabul edebileceğine inandığınız ülkenin sınırına kendinizi atarsınız.

Geldiğiniz bu ülke, sizi sığınmacı olarak kabul etti. Dilini, kültür ve geleneklerini bilemediğiniz bu ülkede hayata sıfırdan başlayacaksınız. Bu, bir gün değil, beş gün değil; yıllar yılı bu şekil devam etti. Güç-bela iş bulup kafanızı soktunuz. Tam bu hayata alışmaya başladınız.

Sonra bir gün, daha iyi bir iş bulacağınıza inandığınız ülkelere gidebilmeniz için mülteci durumunda bulunduğunuz ülke size kapıları açtı. Ne yaparsınız bu durumda? Ya ben artık buraya alıştım, burada kalacağım dersiniz ya da sırtınıza sadece sırt çantasını alıp yollara kan revan olursunuz.

Tam böyle olmadı mı? Türkiye sınır kapılarını açtı. İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu, 36 şehit verdiğimiz perşembe gecesinin ardından, cumartesi günü itibariyle Avrupa’ya geçen sığınmacı sayısının 47.113 olduğunu açıkladı. Ülkeden çıkış yapan sığınmacıları Yunanistan iyi karşılamadı elbet. Kapıları kapatan Yunanistan, göçmenlerin üzerine gaz ve ses bombası atıyor. Binlercesi, tampon bölgede, soğuk kış günü kapının açılmasını bekliyor. Daha kaç gece geçirecekler dışarıda, bekleyip göreceğiz.

Diyelim ki sığınmacılar, Avrupa’ya açılan kapı olan Yunanistan tarafından kabul edildiler. Sığınmacılar değişik AB ülkelerine dağıldılar. Avrupa’ya gidince onlar için her şey güllük gülistan mı olacak? Hayata ilk sığınmacı olarak daha önce sıfırdan başladıkları gibi Avrupa’da da hayata yeniden sıfırdan başlayacaklar. Kapılar açıldıktan sonra ne kadarı ülkemizden gider, bilinmez(bana göre çoğunluk gitmez.) ama gidenler için zorlu mücadele yeniden başlayacak. Ayrılanların hepsi kendilerine güvenli bir liman arıyor.

Yazdığımı Suriyelilere acıyor, onları koruyor diyerek okursanız bana kızarsınız. Çünkü çoğunluk Suriyeli dendiği zaman tüyleri diken diken oluyor ve hop oturup hop kalkıyor. Burada yanlış anlaşılmasın, sığınmacılara bakmak kolay, asıl zorluk mülteci olmada demek de istemiyorum. Mültecilere bakmak kadar mülteci olmak da bir o kadar zordur. Halkın ekseriyetinin başka sığınmacılara değil de Suriyelilere aşırı tepki vermesinde çok sayıda Suriyeli sığınmacıyı bu ülkenin barındırmaya çalışmasıdır. Bu, bir ülkenin tek başına altından kalkabileceği bir durum değildir. Buna ne bütçesi müsaittir ne kültürel yapısı ne de toplumsal yapısı. Çok sayıda sığınmacının bir ülkeye gelmesi o ülkenin demografik yapısını da tehdit eder. Bu, ayrı bir yazı konusudur.

Hasılı gördüklerime bakarak vatansız olmak zordur. Vatansız kalmak bir insanlık dramıdır ve insanlık ayıbıdır. Bu ayıp sığınmacıların değil, kendi sefaları için başka ülkelerin dirliğini bozan ülkelerindir.

Son olarak savaş vb nedenlerle ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar olacaksa, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği daha etkin bir yapıya kavuşturulmalı, tavsiye kararının ötesinde bir yaptırımı olmalı. En azından herhangi bir nedenle ülkesini terk eden sığınmacılar için bir planlama yaparak birkaç ülkeye yığılan mültecileri ülkelere eşit bir şekilde yerleştirebilmeli. Böyle olursa mülteciler, hiçbir ülke için sıkıntı teşkil etmez.

Allah kimseyi vatansız bırakmasın. Zira vatansız olmak zordur…

*02/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




29 Şubat 2020 Cumartesi

Siyasal İslam Çöktü mü? ***

Ülkede zaman zaman siyasal İslam veya İslamcılık çöktü mü tartışması yapılır. Kimine göre çökmüştür, kimine göre ise İslamcılık çökmez. Yine tartışmalar arasında İslamcılık, Batı menşeli olarak bize pazarlanmıştır denirken kimine göre de İslamcılığın kökeni bizde. 

Değerlendirme yapmadan önce İslamcılık nedir, önce buna bir bakalım: "İslamcılık ya da Siyasi İslam, İslam'ın kişisel hayat dışında sosyal ve politik alanlarda da yol gösterici kılınmasını hedefleyen "politik-ideolojik hareketler" olarak tanımlanmaktadır. Modern dönemlerde İslam dini üzerinden hareket edilerek ortaya konulan ideoloji." denilmektedir.

Burada siyasal İslam'ın dış menşeli veya köklerimizden gelen bir ideoloji olduğu üzerinde durmayacağım. Tanıma bakınca İslam'ın, bireysel bir din olmadığı, aynı zamanda sosyal ve siyasi hayatta da referans kabul edilmesi gerektiği anlamı çıkar. Bu tanıma ve içeriğine karşı çıkmak mümkün değildir. Çünkü İslam, ilahi dinler içerisinde Yahudilik gibi tamamen dünyaya, Hıristiyanlık gibi ahirete hasredilmiş bir din değildir; hem dünya hem de ahiret içindir. Aynı zamanda İslam, Allah ile kul arasına hapsedilmiş bireysel bir din olmayıp toplumsal bir dindir. İnsanın doğumundan ölümüne ve ölümünden sonrasına da sözü olan bir dindir. Her şeyimize karışır dense yanlış olmaz. Hasılı -cı ya da -cılık eklerinden hoşlanmasam da tanımdaki İslamcılık tanımı benim kulağıma hoş geliyor. Uygulanabildiği takdirde insanlığa huzur getirir.

Asrı Saadet dediğimiz peygamberimizin ve ilk iki halifenin dönemi hariç İslam, yeryüzünde hakim olmuş mudur? Hakim olduysa da yönetilenlere ve çevresine huzur vermiş midir? Buna gönül huzuru içerisinde evet demek mümkün değil. Bireysel olduğu kadar toplumsal ve yönetimde İslam, bugün tüm kurallarıyla uygulansa sonuç ne olur? Bugün İslam, bireysel, toplumsal, siyasal ve hayatın her alanında geçerli olsa huzur verir mi? Buna da maalesef gönül rahatlığı içerisinde evet diyemiyorum. İslam’ın huzur vermemesinin müsebbibi İslam mı? Değil. Sorun İslam’da değil, bizdedir. Çünkü bizden çektiği kadar İslam hiçbir şeyden çekmemiştir. İslam'ı kendi emellerimize alet ettiğimiz kadar hiçbir şey alet edilmemiştir. 

Diyelim ki dünya bize haydi şu inandığınız İslam’ı hayatınıza tatbik edin, referans olarak İslam’ı alın, başta kendiniz olmak üzere dünyaya adalet dağıtın, huzur verin dese ve İslam bu topraklara ve İslam dünyasına hakim olsa hangi İslam’ı referans alacağız? Çünkü İslam bir tane olmasına rağmen farklı farklı İslam anlayışlarımız var. Kimse kusura bakmasın, bu bölünmüşlük, bu sığ düşünce ve bu bakış açımızla zaten İslam bu topraklara hakim olmaz, olsa da yüz ağartmaz. Ne dünyaya huzur veririz ne de kendimize dirlik veririz. En hafifiyle birbirimizi tekfirle suçlar, boğazımızı keseriz ve siyasal İslam’ı kendi ellerimizle çökertiriz. Söylediklerimin olacağını söylemek için bir bilgi sahibi olmamıza gerek yok. Şu anda bile elimizde imkan ve güç yok iken birbirimizi öldürüyoruz, gücü ele geçirince neler yapmayız…

Bugün siyasal İslam'ı savunan siyasal İslamcıların çoğunun İslamcılık konusunda samimi olduklarını düşünmüyorum. Savunduğumuz İslam, içi doldurulmayı bekleyen slogan İslam’dır. Bunu yaşantımızla gösteriyoruz zaten.

Hasılı anlamı itibariyle siyasal İslam, hayatımızda  bir söylem olarak yer almaya devam eder, uygulanma imkanı olmadan bir ideal olarak yaşar. Ötesi bizim için lükstür, zira buna kumaşımız  el vermez.

***05/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


28 Şubat 2020 Cuma

Sözün Bittiği Yerdeyiz *

Perşembe gecesi Hatay Valisinin yaptığı açıklamaya göre İdlip’te askerlerimize yapılan saldırıda 33 askerimiz şehit oldu. 32 askerimiz de yaralı. Şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar, yakınlarına sabırlar diliyorum. Türkiye’nin başı sağ olsun. Umarım şehit sayısı artmaz. Milletçe temennimiz bu yönde.

Türkiye bu büyük saldırıdan sonra ne yapar ne eder, nasıl bir siyaset izler bilmiyorum. Şu aşamada şöyle olsaydı, böyle olsaydı demenin veya kızmanın da bir anlamı yok. Hal böyle olunca ne yazmak istiyorum ne de bir şey söylemek istiyorum. Çünkü sözün bittiği yerdeyiz maalesef. Olay sıcaklığını koruyor ve hiç olmadığı kadar zor durumdayız. Acımız büyük.

Şu anda zamanı veya değil ama Suriye ve yürüttüğümüz dış politikamız ile ilgili tespitlerde bulunmak istiyorum: Gördüğüm, Suriye bataklığı bizi iyice içine çekti. Suriye bizim iç meselemiz oldu ve çetrefilli bir hal almaya başladı. Bu demektir ki Suriye’de çok bilinmeyenli bir denklem ile karşı karşıyayız ve biz bu denklemi çözemedik. Çünkü çok bilinmeyenli denklemin çözümü bizim elimizde değil. ABD ve Batı'nın düşmanca tavırlarından dolayı Rusya'ya yaklaşmamız işe yaramadı. ABD'den sonra Rusya da bize düşmanca tavırlar içerisine girdi ve gerçek yüzünü gösterdi. Ayıdan post, Rus’tan dost olmaz, sözü bir kez daha gerçek oldu. Rusya önce bizi Batı'dan kopardı, yanına çekti. Sonra da tekme vurdu. Sonuç olarak ne Suriye’ye yarandık ne Rusya’ya ne İran'a ne Batı'ya ne ABD'ye ne de Araplara ve dünyada yapayalnızız. Üstelik bu yalnızlık, onurlu bir yalnızlığa benzemiyor. Bu yalnızlıkta kendi göbeğimizi kesecek gücümüz de yok.

Yaşadığımız bu olaylar göstermiştir ki Suriye politikamız iflas etmiştir. ABD ve Batı liginden Doğu Blokuna yönelme politikamız da işe yaramamıştır. Mısır'la sorunluyuz, Arap ülkeleriyle sorunluyuz, İsrail ile sorunluyuz, Batı ile zaten köprüleri atalı çok oldu. ABD ile kanlı bıçaklıyız.

Suriye konusunda ve diğer devletlerle ilişkilerin bu noktaya gelmesinde irade ortaya koyanların, sorunların çözümünde iyi niyetli olduğundan şüphem yok. Ama gel gör ki iyi niyet tek başına işe yaramadı. Bu aşamadan sonra, 
*yürüttüğümüz dış politikayı önyargısız bir şekilde masaya yatırmak ve gözden geçirmek, yanlışlık varsa politika değişikliğine giderek yanlıştan vazgeçmek,                               
*tansiyonu yükselten söylemlerden kaçınmak, gerilimi düşüren konuşmalar yapmak ve konuşmalarımızda diplomatik dil kullanmak,  
                                         
*yeni politika belirlenirken siyasi partilerin görüşlerini almak ve partileri bilgilendirmek,

*soğukkanlılığı korumak, sinir ve kızgınlıkla hareket etmemek,  

*dış politikada hamaseti terk etmek ve çıkar ilişkisine dayalı politikalar geliştirmek,                                                                          
*Suriye’den en az zararla nasıl çıkılır üzerine, savaş dışında başka seçenekler ortaya koymak gerekiyor.    
                  
Milletçe bir sükunet içinde şehitlerimize son görevlerinizi yapalım, yaralarımızı saralım, bir taşkınlığa sebebiyet vermeyelim. Allah yardımcımız olsun. 

*29/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Dış Politikamızı Gözden Geçirme Zamanı ***


Küçüklüğünüzde, Sadık Şendil tarafından yazılmış, tiyatrolarda sahnelenmiş, sinemaya da uyarlanmış “Yedi Kocalı Hürmüz” filmini izlemişsinizdir. Filmde, Hürmüz değişik meslek erbabından altı kişiyle gizlice evlenmiştir. Evlendiği her erkeği haftanın bir günü ağırlayan ve onları hoş eden Hürmüz’ün gözü ve gönlü yedinci kocadadır. Berber kocasının dükkanında gördüğü doktora aşık olur. Bir hastalığını bahane ederek doktorun da evine gelmesini sağlar. Doktor da Hürmüz'e aşık olur. İkili, tüm engelleri aşarak evlilik yolunda adım atarlar.

Mizahi bir şekilde işlenen bu tür bir evlilik şeklinin ne dinde ne ahlakta ne de örfte yeri vardır ve tasvip edilmez. Çünkü bu tür bir evlilik aile yapımıza terstir. Değil yedi kişiyi idare etmek, bir başkası ile aldatmak bile affedilemez. Böyle bir evliliğin en hafif sonucu boşanmadır. Ki çoğu aldatmalar öldürme ile sonuçlanır.

Yedi Kocalı Hürmüz filmindeki Hürmüz'ün yedi kişiyi idare etmesini unutmadan, bu filmi şimdilik bir tarafa bırakalım. Dış politikaya gelelim. Zira ben dış politikamızı Yedi Kocalı Hürmüz'e benzetiyorum. Ne alaka demeyin.

Birinci Dünya Savaşından sonra savaşın galipleri, sadece Osmanlı’yı parçalamakla kalmadılar. Bizden kopardıkları topraklar üzerinde, küçük küçük devletçikler kurdurarak kendilerine bağladılar. Bize de bu küçük Anadolu toprağını bırakırken tam bağımsızlık vermediler. Yönümüzü Batı'ya çevirmemizi, kendileriyle birlikte hareket etmemizi bizden istemediler, dayattılar. İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan iki kutuplu dünyada, başını Sovyetlerin çektiği Varşova Paktına karşı ABD'nin başını çektiği Batı blokunda saf tutma rolü verildi bize. Bu rol “Ben bu rolü beğenmedim, ben oynamıyorum artık, rolümü değiştiriyorum” şeklinde bize bırakılmış ihtiyari bir rol değildir.

Bakmayın siz, sınırları belli bir vatanımız ve üzerinde dalgalanan bir bayrağımız olduğuna... Biz bağımsız bir ülke falan değiliz. Göbeğimize kadar Batı'ya ve ABD'ye bağlı ve bağımlıyız. Kendi göbeğimizi kendimiz kesecek şekilde kendi kendine yeten ne güçlü ekonomimiz var ne savunma sanayimiz yeterli ne teknolojimiz ne de bize kol kanat gerecek güçlü bir ülkeyiz. Kısaca bize biçilen rol, sınır ötesinde inisiyatif alan lider ülke olmak değil, uydu devlet olma rolüdür. Onların ürettiğini alan, onların verdiğiyle yetinilmesi gereken bir pazar olmaktır. Hal böyle iken sınır ötesinde inisiyatif almak, bölgesel güç olmaya çalışmak, haksızlıklara karşı çıkmak, bölgede ben de varım demek, bizim için ateşten gömlek giymektir. Aynı zamanda bize biçilen bu rolü  beğenmeyip kutup ya da cephe değiştirmeye kalkmak da kefen giymektir. Yakın tarihimizde yapılan 60 ihtilalinin, Batı'dan/ABD'den umduğunu bulamayıp yönünü Sovyetlere/Rusya'ya çevirmeye yönelen Adnan Menderes'e karşı yapıldığı söylenir.

Bütün bunları niye anlatıyorum. Türkiye son yıllarda Batı'dan ve  yeterince ilgi ve alaka görmedi. Yalnız bırakıldı. “Stratejik ortağımız” tarafından defalarca hançerlendi. ABD/Batı/NATO zor günümüzde yanımızda yer almadı. Türkiye yönünü Rusya’ya çevirdi, ikili ilişkileri artırdı. Sonuç, ABD ve Batı'dan sonra İdlip konusunda Rusya'dan da büyük bir darbe yedik. İdlip sahasındaki askerlerimize yapılan saldırı sonucunda yazıyı kaleme aldığım saatlerde Hatay Valisinin açıkladığına göre 33 askerimiz şehit düştü. 32 askerimiz de yaralı. Türkiye, geç saatlerde “Ülkemizde yaşayan Suriyeli göçmenler kara ve deniz yoluyla gitmek isterlerse engel olunmayacağını” açıkladı. İdlip sorunu nasıl çözülür, bize bedeli ne olur, bizi bir savaşın içine çeker mi? Bunu zaman gösterecek.

Görünen o ki dış politikada Türkiye’nin ABD ve Rusya arasında izlediği denge politikası çökmüştür ve yalnızız. Maalesef hem Rusya hem Batı ile hareket etmek bize yaramadı.  Ben işte bu durumumuzu -kızacaksınız ama- “Yedi Kocalı Hürmüz'e benzetiyorum. Tekrar ediyorum, teşbihte hata olmaz...

Allah rahmet eylesin şehitlerimize. Yaralılara da acil şifalar diliyorum. Başta ateşin düştüğü haneler olmak üzere milletimizin başı sağ olsun. Allah ülkemizin yardımcısı olsun.

***02/03/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Şubat 2020 Perşembe

Türkiye'nin Aile Fotoğrafı ***


TÜİK, 2019 yılı evlenme ve boşanma istatistiklerini açıkladı. Buna göre,
2019 yılında evlenenler bir önceki yıla oranla yüzde 2,3 azalmış. Boşananların oranı ise bir önceki yıla göre yüzde 8,0 artış göstermiş. 

Önceki yıllara göre evlenme yaş ortalaması da artmış: Evlenen çiftlerden erkeklerin yaş ortalaması 27,9’a, kadınlarda ise 25’e çıkmış. Bu demektir ki evlenenler de daha geç evlenir olmuş.

Evlenmeler içinde yabancı uyruklularla evlilik oranlarına gelince, yabancı gelinlerle evlilikler, toplam gelinlerin yüzde 4,3’ünü oluşturuyormuş. Yabancı uyruklu erkeklerle evlilikler ise toplam erkeklere oranla 0,8’de kalmış. 

Yabancı uyruklu erkeklerle evlenen kadınlarda ilk üç sıra: Yüzde 31 ile Alman, 16,4 ile Suriyeli, 6,8 ile Avusturyalı damatlar olmuş.

Yabancı uyruklu kadınlarla evlenen erkeklerimizde ilk üç sıra ise, yüzde 14,5 ile Suriyeli, 11,7 ile Azerbaycanlı, 10,5 ile Alman gelinlermiş.

Boşanmalarda en yüksek üç il; binde 2,95 ile İzmir, 2,88 ile Antalya, 2,71 ile Muğla başı çekiyor. Boşanma oranlarının en düşük olduğu ilk üç il ise binde 0,25 ile Hakkari, 0,33 ile Siirt ve Muş.

Evliliklerle oranın en fazla olduğu üç ilimiz, binde 7,89 ile Aksaray, 7,86 ile Adıyaman, 7,77 ile Kilis olmuş.

Evlilik süresine göre boşanmaların oranı(yüzde): 2,6’ı 1 yıl dolmadan, 33,4’ü 1-5 yıl, 20,6’ı 6-10 yıl, 15,8’i 11-15 yıl, 10,8’i 16-20 yıl, 7,9’u 21-25 yıl, 8,8’i 26 ve üzeri yıllar arasında boşanıyor. 

Son bir yıl içinde meydana gelen boşanma olaylarından 139.660 çocuk etkilenmiş. Çocukların velayeti yüzde 76 oranında anneye verilirken yüzde 24’ü de babaya verilmiş.

Evlilik ve boşanmalarda bir de Konya'ya göz atalım: 2019 yılında şehrimizde evlenen çiftlerin sayısı bir önceki yıla göre yüzde 0,7 azalarak 15.30’a düşmüş. Boşananların sayısı da bir önceki yıla göre 2,1 artış göstererek 3.823’e yükselmiş. 

TÜİK'in evlenme ve boşanma istatistiklerini vererek sizleri rakamlara boğmuş olabilirim. Özetlersem, evlenmeler azalırken boşanmalar artıyor, yabancı uyruklarla evliliklerde artış var. Evlenme yaşı gittikçe yükseliyor, boşanmaların çoğunluğu evliliğin ilk beş yılı içerisinde meydana geliyor. Ekonomik durumu iyi olan illerde boşanmalar daha fazla iken geliri daha zayıf olan illerimizde boşanma oranı daha az. Boşanmalardan dolayı etkilenen çocuk sayısı da az değil. Tüm illerimiz Mersin'e giderken Konya tersine gitmemiş. Türkiye ortalamasında olduğu gibi Konya’da da evlenenler azalırken boşananlar artmış.

Kısaca Türkiye’nin aile fotoğrafı bu. Bu fotoğrafa, geçinemediği için ayrı yaşayan, resmiyete girmemiş, parçalanmış aileleri de dahil edersek karşımıza korkunç boşanma oranları çıkar. Siz ne dersiniz bilmiyorum ama Türkiye'nin bu medeni hali içimizi karartan cinsten. Bu görüntü kimseye huzur vermez. Çünkü mevzubahis olan toplumun en küçük parçası ailedir. Ailelerde huzur yoksa toplumda da huzur olmaz. Aileler çatırdıyor maalesef. Gidişat odur ki her yeni yıl, bir önceki yılı aratacağı ve boşanan aile sayısının daha da artacağını gösteriyor.

Evliliklerin ilk beş yılında bitmesini anlayabiliyorum. Çiftler birbirini denedi, olmadı diyelim. 20.ve 25.yılında biten evlilikler var. Çok anlaşılır gibi değil. Her boşananın kendince haklı bir sebebi olabilir. Ama evliliğin meyvesi olan çocuklar olduktan sonra “Anlaşamıyoruz, ayrılalım” durumunu anlamakta zorlanıyorum. Zira orta yerde kalan çocuklarımızın, bu durumu anlaması daha bir zor olsa gerek. Onlara bunu yaşatmaya hakkımız yoktur diye düşünüyorum.

Eskiden bir tanıdığımızla karşılaşınca hal hatırdan sonra çoluk çocuk nasıllar, ne yapıyorlar diye sorardık. Bu gidişle soramayacağız. Çünkü dün evli olan çiftler bir bakmışsın, yollarını ayırmışlar. Sormakla yaralarını depreştirmiş oluyoruz... Allah kimsenin aile saadetini bozmasın.

***04/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

26 Şubat 2020 Çarşamba

Bir Sevindim Bir Sevindim!

Birkaç kalem ihtiyacım için bir alışveriş merkezine gittim. Alelacele alacaklarımı aldıktan sonra kasaya yürüdüm. Yaptığım alışveriş 130 lira tuttu. Ödeme için kartı uzattım. Bir poşet ver demeden kasiyer: Size bir de poşet vereyim” dedi, rafın masanın altından iki poşet verdi, bir taraftan da ödememi çekti.

Birkaç kalem eşya için kartımdan çekilen 130 lirayı düşünmedim. Önüme konan iki poşete bir sevindim bir sevindim. Sormayın. Hem de iki defa birden. Çünkü önüme konan iki poşet. Poşete sevinilir mi demeyin. Poşeti bedavaya getirdim ne de olsa. Elli kuruş cebimde kaldı. 

Birkaç kalem eşya için karta çekilen 130 TL'nin “Sonra bir de ödemesi var” diye düşüneceğim yerde ederi 50 kuruş olan bedava poşete sevindiğimi garipseyebilirsiniz. Siz garipseseniz de edindiğim bu iki sirke, pardon poşet bana  bal gibi geldi. Kasiyer bana o anda aldıklarımı koymam için  poşet yerine boş mezar bile verse hayır demezdim. Bu, anlatılmaz ancak yaşanır.

Gördüğünüz gibi gani gönüllüyüm. Azla sevinebilen birisiyim. Fazlasında gözüm yok. Bir poşet bana 130 lirayı unutturdu, yarama merhem oldu. 

Bu arada poşeti paralı hale getirenlere de bir teşekkürü borç bilirim. Çünkü onlar poşeti paralı hale getirmeselerdi, ben bana verilen poşetlere sevinebilecek miydim? Karamsarlığın hakim olduğu, gülmeyi unuttuğumuz, yarınlara güvenle ve umutla bakamadığımız bugünlerde iki poşet bir nebze de olsa dertlerimi unutturup mutlu etti.

Siz de beni memnun etmek ve sevindirmek isterseniz büyük olsa da fena olmaz ama gördüğünüz gibi küçük şeylere sevinebilen birisiyim.  


Racülün Yes'a *

Konyalı iseniz Zafer'deki Nasuh Bey Camiini biliyor olmalısınız. Bugün size bu camide görev yapan cami imamından bahsetmek istiyorum. Tanımadığım bu imamın İnternette 22 dakikalık bir videosunu izledim. (Meraklıları için adresi veriyorum: https://youtu.be/GmOKsYdZr34)

İlahiyat ön lisans mezunu olan Ahmet Sardoğu, İHL'yi de dışarıdan bitirmiş. Aynı zamanda hafız olan imam Ahmet, imamlıktan önce 6 yıl kadar zabıta olarak görev yapmış. Çevresinin "Sana çok yakışır, niye imamlık yapmıyorsun" demesiyle Diyanet'e geçerek Konya Ereğli'de imam-hatip olarak göreve başlar. 5-6 ay önce de Nasuh Bey Camiinde göreve başlar. 

Konya'da o kadar cami ve din görevlisi varken bu imamı, diğerlerinden farklı kılan ve beni hakkında yazı yazmaya iten neden, hocanın heyecanı, gayreti ve kendisini tamamen mesleğine adamış olmasıdır. 

Çiçeği burnundaki imam; kendisini tanıtmak, muhitini tanımak, mahallelisini camiye çekmek, onlara ve çocuklarına dini konularda yardımcı olmak amacıyla -hakkında çekilen videodan anladığım kadarıyla- geldiği andan itibaren dur durak bilmiyor, koşuşturuyor: Mahallesindeki esnafı ziyaret ediyor, size ve çocuğunuza Kur'an okutayım, sizi camiye bekliyorum, sizinle tanışmaya geldim, diyor. Akşam namazından sonra yatsı ezanı okununcaya kadar evlerin zillerine basıyor, kendisini tanıtıyor, okuyup faydalanmaları için ücretsiz kitap hediye ediyor. 80 kadar öğrenciye Kur'an dersi veriyor, dini bilgiler anlatıyor. İçlerinde hafızlık yapan öğrencileri de varmış. Cami cemaati de artmış.  Ev ziyaretlerinde, muhitinde çokça olan Suriyelilerle iletişim kurabilmek amacıyla yanında kendisine eşlik eden Arapça bilen bir tercüman da bulunduruyor. 

Kendisiyle en yakın zamanda tanışmak, yaptıklarını ağzından dinlemek ve arkasında namaz kılmak istediğim Nasuh Bey Camii imamı Ahmet Bey, yaptıklarında ne kadar samimi, yükselme veya şöhret olma niyeti mi var, muhitine güven verdikten sonra insanlardan maddi olarak faydalanma yoluna gider mi bilmiyorum. Umarım yaptıklarında samimidir ve bozulmadan aynı şekilde devam eder. Belki bu şekil veya başka şekil görev yaptığı muhitinde etrafına ışık saçan bizim bilmediğimiz başka meslektaşları da vardır. Vazifesini devlet memuru ötesine taşıyan, bir kişinin yüreğine dokunmaya çalışan ve yaşantısıyla etrafına örnek olan, yaptığı ve söyledikleriyle amel eden bu tür hizmet aşıklarının sayısını Rabbim artırsın inşallah.

Nasuh Bey Camii İmamı Ahmet Bey ile röportaj yapan kişi, Ahmet Bey'e "Bu işleri yapmadaki amacın nedir" diye sorunca "Racülün yes'a olmak istiyorum" cevabı veriyor Ahmet Bey. Bu cevabı duyunca Sayın Sardoğu'nun görevini dert edindiğini ve gereğini yapmaya çalıştığını anlıyorum. Yazıma başlık olarak verdiğim bu kelime sıfat ve mevsuf olarak Yasin Süresi 20.ayette geçiyor. Ayetin meali "Şehrin öbür ucundan bir adam, koşarak geldi ve  'Ey kavmim, bu elçilere uyun' dedi". Ayette geçen Racülün yes'a, koşan adam veya koşarak gelen adam, demektir. Allah kendisinden razı olsun, karşılığını sadece Allah'tan bekleyen misyon sahibi kişilerin sayısını artırsın.

Not: Yasin Süresi ikinci sayfada "Racülün yes'a" şeklinde geçen kişinin; Hatay'da medfun bulunan, adına cami yaptırılan, ve günümüzde önemli ziyaret yerlerinden sayılan Habib-i Neccar olduğu bazı tefsir kitaplarında geçmektedir. Habib-i Neccar, şehirlerine gelen üç elçiyi kurtarmak isterken şehir halkı tarafından şehit edilir. Allah rahmet eylesin.

*28/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.