28 Şubat 2020 Cuma

Dış Politikamızı Gözden Geçirme Zamanı ***

Küçüklüğünüzde, Sadık Şendil tarafından yazılmış, tiyatrolarda sahnelenmiş, sinemaya da uyarlanmış “Yedi Kocalı Hürmüz” filmini izlemişsinizdir. Filmde, Hürmüz değişik meslek erbabından altı kişiyle gizlice evlenmiştir. Evlendiği her erkeği haftanın bir günü ağırlayan ve onları hoş eden Hürmüz’ün gözü ve gönlü yedinci kocadadır. Berber kocasının dükkanında gördüğü doktora aşık olur. Bir hastalığını bahane ederek doktorun da evine gelmesini sağlar. Doktor da Hürmüz'e aşık olur. İkili, tüm engelleri aşarak evlilik yolunda adım atarlar.

Mizahi bir şekilde işlenen bu tür bir evlilik şeklinin ne dinde ne ahlakta ne de örfte yeri vardır ve tasvip edilmez. Çünkü bu tür bir evlilik aile yapımıza terstir. Değil yedi kişiyi idare etmek, bir başkası ile aldatmak bile affedilemez. Böyle bir evliliğin en hafif sonucu boşanmadır. Ki çoğu aldatmalar öldürme ile sonuçlanır.

Yedi Kocalı Hürmüz filmindeki Hürmüz'ün yedi kişiyi idare etmesini unutmadan, bu filmi şimdilik bir tarafa bırakalım. Dış politikaya gelelim. Zira ben dış politikamızı Yedi Kocalı Hürmüz'e benzetiyorum. Ne alaka demeyin.

Birinci Dünya Savaşından sonra savaşın galipleri, sadece Osmanlı’yı parçalamakla kalmadılar. Bizden kopardıkları topraklar üzerinde, küçük küçük devletçikler kurdurarak kendilerine bağladılar. Bize de bu küçük Anadolu toprağını bırakırken tam bağımsızlık vermediler. Yönümüzü Batı'ya çevirmemizi, kendileriyle birlikte hareket etmemizi bizden istemediler, dayattılar. İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan iki kutuplu dünyada, başını Sovyetlerin çektiği Varşova Paktına karşı ABD'nin başını çektiği Batı blokunda saf tutma rolü verildi bize. Bu rol “Ben bu rolü beğenmedim, ben oynamıyorum artık, rolümü değiştiriyorum” şeklinde bize bırakılmış ihtiyari bir rol değildir.

Bakmayın siz, sınırları belli bir vatanımız ve üzerinde dalgalanan bir bayrağımız olduğuna... Biz bağımsız bir ülke falan değiliz. Göbeğimize kadar Batı'ya ve ABD'ye bağlı ve bağımlıyız. Kendi göbeğimizi kendimiz kesecek şekilde kendi kendine yeten ne güçlü ekonomimiz var ne savunma sanayimiz yeterli ne teknolojimiz ne de bize kol kanat gerecek güçlü bir ülkeyiz. Kısaca bize biçilen rol, sınır ötesinde inisiyatif alan lider ülke olmak değil, uydu devlet olma rolüdür. Onların ürettiğini alan, onların verdiğiyle yetinilmesi gereken bir pazar olmaktır. Hal böyle iken sınır ötesinde inisiyatif almak, bölgesel güç olmaya çalışmak, haksızlıklara karşı çıkmak, bölgede ben de varım demek, bizim için ateşten gömlek giymektir. Aynı zamanda bize biçilen bu rolü  beğenmeyip kutup ya da cephe değiştirmeye kalkmak da kefen giymektir. Yakın tarihimizde yapılan 60 ihtilalinin, Batı'dan/ABD'den umduğunu bulamayıp yönünü Sovyetlere/Rusya'ya çevirmeye yönelen Adnan Menderes'e karşı yapıldığı söylenir.

Bütün bunları niye anlatıyorum. Türkiye son yıllarda Batı'dan ve  yeterince ilgi ve alaka görmedi. Yalnız bırakıldı. “Stratejik ortağımız” tarafından defalarca hançerlendi. ABD/Batı/NATO zor günümüzde yanımızda yer almadı. Türkiye yönünü Rusya’ya çevirdi, ikili ilişkileri artırdı. Sonuç, ABD ve Batı'dan sonra İdlip konusunda Rusya'dan da büyük bir darbe yedik. İdlip sahasındaki askerlerimize yapılan saldırı sonucunda yazıyı kaleme aldığım saatlerde Hatay Valisinin açıkladığına göre 33 askerimiz şehit düştü. 32 askerimiz de yaralı. Türkiye, geç saatlerde “Ülkemizde yaşayan Suriyeli göçmenler kara ve deniz yoluyla gitmek isterlerse engel olunmayacağını” açıkladı. İdlip sorunu nasıl çözülür, bize bedeli ne olur, bizi bir savaşın içine çeker mi? Bunu zaman gösterecek.

Görünen o ki dış politikada Türkiye’nin ABD ve Rusya arasında izlediği denge politikası çökmüştür ve yalnızız. Maalesef hem Rusya hem Batı ile hareket etmek bize yaramadı.  Ben işte bu durumumuzu -kızacaksınız ama- “Yedi Kocalı Hürmüz'e benzetiyorum. Tekrar ediyorum, teşbihte hata olmaz...

Allah rahmet eylesin şehitlerimize. Yaralılara da acil şifalar diliyorum. Başta ateşin düştüğü haneler olmak üzere milletimizin başı sağ olsun. Allah ülkemizin yardımcısı olsun.

***02/03/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Şubat 2020 Perşembe

Türkiye'nin Aile Fotoğrafı ***


TÜİK, 2019 yılı evlenme ve boşanma istatistiklerini açıkladı. Buna göre,
2019 yılında evlenenler bir önceki yıla oranla yüzde 2,3 azalmış. Boşananların oranı ise bir önceki yıla göre yüzde 8,0 artış göstermiş. 

Önceki yıllara göre evlenme yaş ortalaması da artmış: Evlenen çiftlerden erkeklerin yaş ortalaması 27,9’a, kadınlarda ise 25’e çıkmış. Bu demektir ki evlenenler de daha geç evlenir olmuş.

Evlenmeler içinde yabancı uyruklularla evlilik oranlarına gelince, yabancı gelinlerle evlilikler, toplam gelinlerin yüzde 4,3’ünü oluşturuyormuş. Yabancı uyruklu erkeklerle evlilikler ise toplam erkeklere oranla 0,8’de kalmış. 

Yabancı uyruklu erkeklerle evlenen kadınlarda ilk üç sıra: Yüzde 31 ile Alman, 16,4 ile Suriyeli, 6,8 ile Avusturyalı damatlar olmuş.

Yabancı uyruklu kadınlarla evlenen erkeklerimizde ilk üç sıra ise, yüzde 14,5 ile Suriyeli, 11,7 ile Azerbaycanlı, 10,5 ile Alman gelinlermiş.

Boşanmalarda en yüksek üç il; binde 2,95 ile İzmir, 2,88 ile Antalya, 2,71 ile Muğla başı çekiyor. Boşanma oranlarının en düşük olduğu ilk üç il ise binde 0,25 ile Hakkari, 0,33 ile Siirt ve Muş.

Evliliklerle oranın en fazla olduğu üç ilimiz, binde 7,89 ile Aksaray, 7,86 ile Adıyaman, 7,77 ile Kilis olmuş.

Evlilik süresine göre boşanmaların oranı(yüzde): 2,6’ı 1 yıl dolmadan, 33,4’ü 1-5 yıl, 20,6’ı 6-10 yıl, 15,8’i 11-15 yıl, 10,8’i 16-20 yıl, 7,9’u 21-25 yıl, 8,8’i 26 ve üzeri yıllar arasında boşanıyor. 

Son bir yıl içinde meydana gelen boşanma olaylarından 139.660 çocuk etkilenmiş. Çocukların velayeti yüzde 76 oranında anneye verilirken yüzde 24’ü de babaya verilmiş.

Evlilik ve boşanmalarda bir de Konya'ya göz atalım: 2019 yılında şehrimizde evlenen çiftlerin sayısı bir önceki yıla göre yüzde 0,7 azalarak 15.30’a düşmüş. Boşananların sayısı da bir önceki yıla göre 2,1 artış göstererek 3.823’e yükselmiş. 

TÜİK'in evlenme ve boşanma istatistiklerini vererek sizleri rakamlara boğmuş olabilirim. Özetlersem, evlenmeler azalırken boşanmalar artıyor, yabancı uyruklarla evliliklerde artış var. Evlenme yaşı gittikçe yükseliyor, boşanmaların çoğunluğu evliliğin ilk beş yılı içerisinde meydana geliyor. Ekonomik durumu iyi olan illerde boşanmalar daha fazla iken geliri daha zayıf olan illerimizde boşanma oranı daha az. Boşanmalardan dolayı etkilenen çocuk sayısı da az değil. Tüm illerimiz Mersin'e giderken Konya tersine gitmemiş. Türkiye ortalamasında olduğu gibi Konya’da da evlenenler azalırken boşananlar artmış.

Kısaca Türkiye’nin aile fotoğrafı bu. Bu fotoğrafa, geçinemediği için ayrı yaşayan, resmiyete girmemiş, parçalanmış aileleri de dahil edersek karşımıza korkunç boşanma oranları çıkar. Siz ne dersiniz bilmiyorum ama Türkiye'nin bu medeni hali içimizi karartan cinsten. Bu görüntü kimseye huzur vermez. Çünkü mevzubahis olan toplumun en küçük parçası ailedir. Ailelerde huzur yoksa toplumda da huzur olmaz. Aileler çatırdıyor maalesef. Gidişat odur ki her yeni yıl, bir önceki yılı aratacağı ve boşanan aile sayısının daha da artacağını gösteriyor.

Evliliklerin ilk beş yılında bitmesini anlayabiliyorum. Çiftler birbirini denedi, olmadı diyelim. 20.ve 25.yılında biten evlilikler var. Çok anlaşılır gibi değil. Her boşananın kendince haklı bir sebebi olabilir. Ama evliliğin meyvesi olan çocuklar olduktan sonra “Anlaşamıyoruz, ayrılalım” durumunu anlamakta zorlanıyorum. Zira orta yerde kalan çocuklarımızın, bu durumu anlaması daha bir zor olsa gerek. Onlara bunu yaşatmaya hakkımız yoktur diye düşünüyorum.

Eskiden bir tanıdığımızla karşılaşınca hal hatırdan sonra çoluk çocuk nasıllar, ne yapıyorlar diye sorardık. Bu gidişle soramayacağız. Çünkü dün evli olan çiftler bir bakmışsın, yollarını ayırmışlar. Sormakla yaralarını depreştirmiş oluyoruz... Allah kimsenin aile saadetini bozmasın.

***04/03/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

26 Şubat 2020 Çarşamba

Bir Sevindim Bir Sevindim!

Birkaç kalem ihtiyacım için bir alışveriş merkezine gittim. Alelacele alacaklarımı aldıktan sonra kasaya yürüdüm. Yaptığım alışveriş 130 lira tuttu. Ödeme için kartı uzattım. Bir poşet ver demeden kasiyer: Size bir de poşet vereyim” dedi, rafın masanın altından iki poşet verdi, bir taraftan da ödememi çekti.

Birkaç kalem eşya için kartımdan çekilen 130 lirayı düşünmedim. Önüme konan iki poşete bir sevindim bir sevindim. Sormayın. Hem de iki defa birden. Çünkü önüme konan iki poşet. Poşete sevinilir mi demeyin. Poşeti bedavaya getirdim ne de olsa. Elli kuruş cebimde kaldı. 

Birkaç kalem eşya için karta çekilen 130 TL'nin “Sonra bir de ödemesi var” diye düşüneceğim yerde ederi 50 kuruş olan bedava poşete sevindiğimi garipseyebilirsiniz. Siz garipseseniz de edindiğim bu iki sirke, pardon poşet bana  bal gibi geldi. Kasiyer bana o anda aldıklarımı koymam için  poşet yerine boş mezar bile verse hayır demezdim. Bu, anlatılmaz ancak yaşanır.

Gördüğünüz gibi gani gönüllüyüm. Azla sevinebilen birisiyim. Fazlasında gözüm yok. Bir poşet bana 130 lirayı unutturdu, yarama merhem oldu. 

Bu arada poşeti paralı hale getirenlere de bir teşekkürü borç bilirim. Çünkü onlar poşeti paralı hale getirmeselerdi, ben bana verilen poşetlere sevinebilecek miydim? Karamsarlığın hakim olduğu, gülmeyi unuttuğumuz, yarınlara güvenle ve umutla bakamadığımız bugünlerde iki poşet bir nebze de olsa dertlerimi unutturup mutlu etti.

Siz de beni memnun etmek ve sevindirmek isterseniz büyük olsa da fena olmaz ama gördüğünüz gibi küçük şeylere sevinebilen birisiyim.  


Racülün Yes'a *

Konyalı iseniz Zafer'deki Nasuh Bey Camiini biliyor olmalısınız. Bugün size bu camide görev yapan cami imamından bahsetmek istiyorum. Tanımadığım bu imamın İnternette 22 dakikalık bir videosunu izledim. (Meraklıları için adresi veriyorum: https://youtu.be/GmOKsYdZr34)

İlahiyat ön lisans mezunu olan Ahmet Sardoğu, İHL'yi de dışarıdan bitirmiş. Aynı zamanda hafız olan imam Ahmet, imamlıktan önce 6 yıl kadar zabıta olarak görev yapmış. Çevresinin "Sana çok yakışır, niye imamlık yapmıyorsun" demesiyle Diyanet'e geçerek Konya Ereğli'de imam-hatip olarak göreve başlar. 5-6 ay önce de Nasuh Bey Camiinde göreve başlar. 

Konya'da o kadar cami ve din görevlisi varken bu imamı, diğerlerinden farklı kılan ve beni hakkında yazı yazmaya iten neden, hocanın heyecanı, gayreti ve kendisini tamamen mesleğine adamış olmasıdır. 

Çiçeği burnundaki imam; kendisini tanıtmak, muhitini tanımak, mahallelisini camiye çekmek, onlara ve çocuklarına dini konularda yardımcı olmak amacıyla -hakkında çekilen videodan anladığım kadarıyla- geldiği andan itibaren dur durak bilmiyor, koşuşturuyor: Mahallesindeki esnafı ziyaret ediyor, size ve çocuğunuza Kur'an okutayım, sizi camiye bekliyorum, sizinle tanışmaya geldim, diyor. Akşam namazından sonra yatsı ezanı okununcaya kadar evlerin zillerine basıyor, kendisini tanıtıyor, okuyup faydalanmaları için ücretsiz kitap hediye ediyor. 80 kadar öğrenciye Kur'an dersi veriyor, dini bilgiler anlatıyor. İçlerinde hafızlık yapan öğrencileri de varmış. Cami cemaati de artmış.  Ev ziyaretlerinde, muhitinde çokça olan Suriyelilerle iletişim kurabilmek amacıyla yanında kendisine eşlik eden Arapça bilen bir tercüman da bulunduruyor. 

Kendisiyle en yakın zamanda tanışmak, yaptıklarını ağzından dinlemek ve arkasında namaz kılmak istediğim Nasuh Bey Camii imamı Ahmet Bey, yaptıklarında ne kadar samimi, yükselme veya şöhret olma niyeti mi var, muhitine güven verdikten sonra insanlardan maddi olarak faydalanma yoluna gider mi bilmiyorum. Umarım yaptıklarında samimidir ve bozulmadan aynı şekilde devam eder. Belki bu şekil veya başka şekil görev yaptığı muhitinde etrafına ışık saçan bizim bilmediğimiz başka meslektaşları da vardır. Vazifesini devlet memuru ötesine taşıyan, bir kişinin yüreğine dokunmaya çalışan ve yaşantısıyla etrafına örnek olan, yaptığı ve söyledikleriyle amel eden bu tür hizmet aşıklarının sayısını Rabbim artırsın inşallah.

Nasuh Bey Camii İmamı Ahmet Bey ile röportaj yapan kişi, Ahmet Bey'e "Bu işleri yapmadaki amacın nedir" diye sorunca "Racülün yes'a olmak istiyorum" cevabı veriyor Ahmet Bey. Bu cevabı duyunca Sayın Sardoğu'nun görevini dert edindiğini ve gereğini yapmaya çalıştığını anlıyorum. Yazıma başlık olarak verdiğim bu kelime sıfat ve mevsuf olarak Yasin Süresi 20.ayette geçiyor. Ayetin meali "Şehrin öbür ucundan bir adam, koşarak geldi ve  'Ey kavmim, bu elçilere uyun' dedi". Ayette geçen Racülün yes'a, koşan adam veya koşarak gelen adam, demektir. Allah kendisinden razı olsun, karşılığını sadece Allah'tan bekleyen misyon sahibi kişilerin sayısını artırsın.

Not: Yasin Süresi ikinci sayfada "Racülün yes'a" şeklinde geçen kişinin; Hatay'da medfun bulunan, adına cami yaptırılan, ve günümüzde önemli ziyaret yerlerinden sayılan Habib-i Neccar olduğu bazı tefsir kitaplarında geçmektedir. Habib-i Neccar, şehirlerine gelen üç elçiyi kurtarmak isterken şehir halkı tarafından şehit edilir. Allah rahmet eylesin.

*28/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Şubat 2020 Pazartesi

Doğu Toplumlarında Oğul ve Damatlar *

Doğu toplumlarında kız çocukları hep ikinci plandadır. Oğulun ayrı bir yeri vardır. Bir hanede arka arkaya kız çocuğu dünyaya gelse morali hep bozulan ailenin en büyük muradı, soyunu devam ettirecek, ele ve ayağa düştüğü zaman kendilerine bakacak bir oğlan çocuğudur. 

Nihayet birkaç kızın ardından bir oğlan çocuğu dünyaya gelir. Dünya onların olur. Ablaları dahil tüm aile bayram eder. Hepsi oğlanın üzerinde titrer. Evin küçüğü şımartılır. Her istediği alınır ve yapılır. Oğlan kısa zamanda evin kelek keseni olur. Ablalarını evire çevire gerekirse döver. Bir günde kırdığı yumurta kırkı geçer. Kızlar bu durumdan dert yansa da evin bu kelek kesenine kimse bir şey diyemez. Çünkü dokunulmazlığı vardır. 

Kızlar genellikle ailede ikinci plandadır. Ağızlarıyla kuş tutsalar da aileye kendilerini beğendiremezler. Nihayet evlenirler. Oğuldan sonra evin ikinci üçüncü, dördüncü oğulları olur damatlar. Çünkü damatlar da evin tek oğlu gibi kıymetlidirler. Aile, oğul üzerinde titrediği kadar damatların üzerinde de titrer. Evin bir ferdi olmuşlardır artık. Oğul kadar damatlar da memnun edilecektir.

Evin imkanlarından oğul kadar damatlar da faydalandırılır. Oğula verilen damatlara da verilir. Ailenin şirketi, holdingi varsa oğul ve damatların her biri bir koltuğa oturtulur. Ailenin böyle bir imkanı yok, evin reisi devletin en üst mertebesinde ise oğul ve damatlar boş kalacak değiller ya... Her birine makamsa makam, şöhretse şöhret ayağının altına serilir. Bir dedikleri iki edilmez. Baba ben şu makamı istiyorum derlerse ikiletilmez; yapar mısın, yapamaz mısın, el alem ne der, denmez; o makama getirilir. Oğul çok yaramaz çıkar ise damat üzerine yoğunlaşılır. Makamlar damatlara bir bir teslim edilir. Damadın başarılı olması önemli değildir. Önemli olan kızımızın gönlünü hoş tutmaktır. Kızımızın gönlü hoş tutulmaz ise ailede huzursuzluk olur. Ailenin saadeti bozulacağına ülkenin saadeti bozulsun varsın. Tipik bir Doğu toplumu klasiğidir bu. Sık sık tekrarlanır. Ülke kısa zamanda damatlar saltanatına döner. 

Hayal aleminde değilim, bir ütopyadan bahsetmiyorum. Osmanlı tarihine bir göz atarsak damatların etkisini fazlasıyla görürüz. Damat veya damatların ağırlığını iyice hissettirdiği yönetimlerin başarılı olup olmadığını sizin tarih bilginize bırakıyorum. Bana göre damatlar pek yüz ağartmamıştır. Bedelini damatlar değil, kayınpederler değil, devlet çekmiştir.

*26/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Doğa Bize Diyor ki ***

Doğa: "Bakın hele, benim şakam yok. Beni ciddiye alın, tedbirlerinizi alın. Zira tahammülüm kalmadı" diye diye 2020'ye geldi. 

Geldi gelmeye ama 2020'nin ilk ayları yüzümüzü güldürmedi. Depremle yatıp depremle kalkıyoruz diyeceğim ama çoğu zaman yerimizden kalkamıyoruz. Çünkü her deprem can almaya devam ediyor. Deprem sadece bizde değil, dünyada da oluyor. Ama dünyada olan depremler, can kaybına sebebiyet vermezken her ne hikmetse bizde es geçmiyor. Hatta depremin merkez üssü komşu olsa bile ölüm yine gelip bizi buluyor. 

Deprem diyor ki bize:
*Ben kıyametin küçük bir provasıyım. Tedbir ve ibret alın diye zaman zaman bir doğa olayını gerçekleştiriyor, biriken enerjimi boşaltıyorum. Siz nasıl ki nefes alamasanız, yaşayamazsanız ben de enerjimi boşaltarak nefes alıyorum ve deşarj oluyorum. Yalnız benim nefes almam sizin nefes alıp vermenize benzemez. Yıkıcı yönüm büyüktür. Ne de olsa kıyametin küçük bir provasını icra ediyorum. 

Ama siz ne yaptınız? Sırtıma bindiniz, inmeyi bilmediniz. Asırlardır üzerimde yaşıyorsunuz. Tamam, bana verilen misyon gereği sizi sırtımda taşımak benim görevim. Ama tıpkı sizin gibi ben de bir can taşıyorum. Ama siz beni hoyratça kullandınız: Doğayı kirlettiniz, ıslah ederiz diye akıp gitmem gereken doğal yolları kapattınız. Tıkanıp kaldım. Sonunda sizi boğdum. Bana uygun şehirler ve yerleşim yerleri kurmadınız, ayağınızın altındaki fay hatlarını bildiğiniz halde paradan puldan kaçırarak derme çatma evler yaptınız. Bu evleri yıktım geçtim. Kurtulan kurtuldu ama aldığım canlar benim oldu. Yıkıcı darbemi gördüğünüz ve şakamın olmadığını bildiğiniz halde her deprem sonrası korktunuz ve "Depremlere hazırlıklı olmalıyız, kendimizi depremlere hazırlamalıyız" muhabbetleri yaptınız hep. Ben biraz kabuğuma çekilince yine unutup gittiniz, hayatın normal akışı içine kendinizi kaptıtarak gereğini yapmadınız. Maalesef benimle beraber yaşamayı öğrenemediniz. Siz böyle yaşamaya devam edin, ben de sünnetullah gereği görevimi yapmaya devam edeceğim, her depremim size gününüzü gösterecek. Daha bu, iyi günleriniz.

Sizin bu durumunuza üzülüyor ve size acıyorum biliyor musunuz? Hayatı ve yaşamayı çok seviyorsunuz, ölümü aklınıza bile getirmek istemiyorsunuz fakat orta şiddetindeki bir doğa olayıma bile teslim oluyor ve kendi elinizle yapıp ettiğiniz enkazın altında can veriyorsunuz. Aslında enkaz altında kalan vücudunuz değil, dürüstlüğünüzdür. Maalesef bugüne kadar dürüstlük sınavını ne siz ne de devletiniz geçebildi. Hele o ellerinizle kurup büyüttüğünüz devletinizi Allah, bildiği gibi yapsın. Devlet olarak deprem öncesi ülkesini hazır edeceği yerde deprem sonrası deprem mahalline damlamayı marifet sanıyor. Bak ben geldim, o gelmedi, acınızı paylaşıyorum, diyor. Halbuki ona düşen, deprem sonrası organizasyondan önce deprem öncesi vatandaşını depreme hazırlamaktır. Ben onun yerinde olsam depreme dayanıklı olmayan bir ev kalmayıncaya kadar Kanal İstanbul gibi projelerden vazgeçerim. Tüm Türkiye'yi bir şantiyeye çeviririm. Depreme dayanıklı olmayan evlerin yerine yenisinin yapılması için bir seferberlik başlatırım. Parası olmayana uzun vadeli kredi açarım. Evler yenilendiği gibi durgun olan inşaat sektörünü de canlandırırdım.

Bir söz de size söyleyeyim. Zira tek suçlu devletiniz değil. Her işinizi kadere bağlamayın. Kader bir ölçüdür ve yapıp ettiklerinizdir. Ölçüye göre hayatınızı dizayn etmezseniz boyunuzun ölçüsünü alırsınız. Benim yaptığım doğa olayı deprem de bir kaderdir. Benim bu kaderimden Allah'ın bir başka kaderine kaçın ve tedbirinizi alın. Böyle yaparsanız benim kaderimden ölmezsiniz. Sadece kısa süreli bir heyecan yaşarsınız, o kadar.

***27/02/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde "Deprem Bize Diyor ki" başlığında Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

23 Şubat 2020 Pazar

Sınıfta Kalma Yeniden *

90’lı yıllardan itibaren Milli Eğitim Bakanlığı koltuğuna hangi bakan oturursa otursun, yaptığı ilk icraatlardan biri ortaokul ve liselerdeki sınıf geçme sistemi ile oynamak oldu. Kısa bir süre yürürlükte kalan kredili sistem uygulamasının dışında, derslerinde başarılı olamayan öğrenciler için bütünleme diyebileceğimiz ek sınav hakları verdi. Öğrenci yeni sınav hakkında da başarılı olamadıysa öğretmenler kurulu kararıyla bir üst sınıfa geçirilmesi murat edildi. Hepsinin yaptığı, sınıf geçmeyi daha da kolaylaştırmak oldu. Mesajı almayıp sınıf tekrarına karar verilen öğrencilerin yeniden öğretmenler kurulunda görüşülmesi yinelendi. Bakanların bu niyetini geç de olsa anlayan öğretmenler “Benim dersimden başarılı olamayan öğrenci, nasılsa kurul kararı ile geçirilecek. Bu durumda veli ve öğrencinin gözünde ben niye kötü olayım? En iyisi zayıf vermeyeyim” deme yoluna giderek öğrencisine pek zayıf vermez oldu. 1999 yılından itibaren çıkarılan yönetmeliklerle devamsızlık haricinde neredeyse sınıfta kalma kaldırıldı.

Halen yürürlükte olan yönetmeliklere göre ilkokulda sınıfta kalma yok. Ortaokulda başarılı olamayan öğrenciler, şube öğretmenler kurulu kararı ile bir üst sınıfa geçirilmekte. Lisede ise zayıf dersi ne kadar olursa olsun 50 ortalamasını tutturan öğrenci bir üst sınıfa geçebiliyor. Mesela Matematik dersinden bir öğrenci dört yıl boyunca sıfır çeksin, diğer derslerin ortalamasıyla hiç Matematik bilmeden mezun olabiliyor. Sadece Dil ve Anlatım(Türk Dili ve Edebiyatı), İHL’lerde ilaveten Kur’an-ı Kerim dersleri ortalama ile geçilemeyen derslerdendir. Öğrenci, üst sınıfa bu derslerden sorumlu olarak geçebiliyor. Bu demektir ki nice yıllardır ilkokul birinci sınıfa başlayan öğrenciler liseyi bitirinceye kadar sınıf arkadaşlarını hiç kaybetmediler. Böyle bir politikanın güdülmesinde sınıf tekrarına kalan bir öğrencinin devlete maliyeti hesabı yapıldı hep.

Bir devlet politikası haline gelen bu maliyet hesabı bize pahalıya patladı.  Haliyle başarılı olan da başarılı olamayan da liselerden mezun olunca ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda sıfır çeken öğrenci sayısında artış oldu. Bugün öyle bir noktadayız ki ne okulların bir değeri var ne öğretmenlerin ne de okunan üniversitelerin. Üniversiteler liselere, liseler ortaokullara, ortaokullar da ilkokullara kızıyor: Çocukların temeli yok diye. Bilenin ve bilmeyenin ayırt edilmeden sınıf geçtiği bir sistemde temel mi olur mübarekler! İşin garibi öğrencinin sınıfta kalmaması adına sınıf geçme sistemiyle oynamanın en ağır faturasını okullarda başarılı birçok çocuk ödedi. Nasılsa kalma yok. Arkadaşım kaç dersten zayıf olmasına rağmen sınıf geçti, ben niye çalışayım dedi, ders çalışmayı bıraktı. Bir yaptırımı olmayınca birçok öğretmen ortaokul ve liselerde sınıfa hakimiyet sorunu yaşadı.

Her gelen iktidarın sınıf geçme üzerinde oynamasının sonucu olarak eğitim ve öğretimimiz yerlerde sürünür oldu. Müsebbibi olarak da herkes öğretmenleri suçladı. Halbuki suçlu aranacaksa esas suçlu, sınıfa giren herkesi mezun etme hastalığına tutulan devlet politikamızdı.

Eğitim ve öğretimimize bir neşter vurmasını beklediğimiz müjde, nihayet Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’tan geldi. 2020-2021 öğretim yılından itibaren ortaokul ve liselerde sınıfta kalmanın yönetmeliklere gireceğini söyledi. Bu açıklama, edindiğim izlenime göre kamuoyundan tam puan aldı. Bu açıklamanın ardından, lise öğretiminin zorunluluktan çıkarılması da kamuoyunun en büyük beklentisidir. Umarım buna da sıra gelir. Bu arada inşallah Bakanlık, yönetmelik çıktıktan sonra sınıfta kalmanın arkasında durur. Eskiden olduğu gibi “Bir seneye mahsus” istisnaları getirerek sınıfta kalanları bir üst sınıfa geçirme yoluna gitmez. Bu kapı bir açılırsa her sene “Bir defaya mahsus”ların arkası kesilmez.

*24/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.